31 Ekim 2024 Perşembe

İmanın Toplumda İnşası- İdeal Bir Düzenin Temelleri


 "Allah'a ve resulüne iman edin; sizi üzerinde buyruk sahibi yaptığı şeylerden başkalarına bol bol verin! İçinizden iman eden ve infakta bulunanlar için çok büyük bir ödül vardır. İman sahipleri iseniz size ne oluyor da Allah'a güvenmiyorsunuz? Oysaki Resul sizi Rabbinize inanmaya çağırıyor, sizden kuvvetli bir söz de almıştır. O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine, gerçeği apaçık gösteren ayetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten çok şefkatli, çok merhametlidir. Allah yolunda harcama yapmanıza engel ne var ki?.. Göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır. Sizin, Fetih'ten önce infakta bulunan ve çarpışmaya gireniniz, bunu yapmayanlarla aynı değildir. Onlar, derece yönünden Fetih'ten sonra infakta bulunup çarpışmaya girenlerden çok daha üstündür. Allah hepsine güzellik vaat etmiştir. Allah, işleyip ürettiklerinizi en iyi biçimde haber almaktadır." Hadid:7-10


Bu ayetler, Allah’a ve Peygamberine inanan bir toplumun nasıl bir sorumluluk üstlendiğini ve bu sorumluluğu yerine getirmenin insan ve toplum üzerindeki etkilerini anlatmaktadır. Toplum, bu sorumluluğun gerektirdiği ahlaki ve sosyal yapıyı oluşturarak Allah yolunda harcama ve infakta bulunmak gibi davranışlarla, hem kendi ruhani gelişimini sağlamakta hem de toplumsal dayanışmayı en yüksek seviyeye taşımaktadır. Bu ayetler üzerinden geniş bir anlatımla, ideal bir toplum düzeninin nasıl olması gerektiğini, Allah'a güvenin bu düzende nasıl bir yer tuttuğunu, infak ve cihat gibi kavramların toplumsal gelişimdeki önemini ve bunların ahiret inancıyla bağlantısını ele almak mümkündür.

İşte bunu geniş kapsamda ele aldığımızda, Allah’a ve Resulüne iman, sadakat ve güven, bireyin ve toplumun Allah'a karşı olan vazifesini yerine getirmesine vesile olurken, insanların üzerine aldıkları sorumlulukların ve yapmaları gereken görevlerin de özünü oluşturur. İmanın, inançlı toplumlarda nasıl köklü bir tesir oluşturduğunu ve bu etkiyi, ayetlerde işaret edilen infak, Allah’a güven, karanlıklardan aydınlığa çıkma gibi manevi unsurlar bağlamında detaylandırarak anlatabiliriz.

İman Eden Bir Toplumun Özellikleri

Bu ayetlerde öncelikle "Allah’a ve Resulüne iman edin" ifadesiyle, bireylerin sadece kendilerinin değil, tüm toplumun refah ve mutluluğunu hedef alan bir düzene katkıda bulunmaları gerektiği vurgulanır. Allah'a iman eden ve Peygamberin getirdiği mesajlara sadık kalan bir toplum, ahlaki yapısını Allah’ın emir ve yasaklarına göre şekillendirir. Bu iman, bireylere toplumsal değerlerin ötesinde derin bir ahlak bilinci verir ve insanları, hayata, topluma ve insanlığa fayda sağlayan yüksek bir amacı benimsemeye teşvik eder.

Ayetler, "İman sahipleri iseniz size ne oluyor da Allah'a güvenmiyorsunuz?" sorusuyla, Müslüman birey ve toplumların Allah’a tam anlamıyla güvenmelerini bekler. Bu güven, onların Allah’ın rızasını gözeterek hareket etmelerini ve tüm zorluklar karşısında metanetle durmalarını sağlar. Allah’a güvenen bir toplum, zorluklara ve sıkıntılara karşı sarsılmaz bir direnç gösterir, bireyler arası ilişkilerde ise adalet, merhamet ve yardımlaşma esas alınır. Bu güven, toplumun kendi iç dinamiklerini güçlendiren, üyeler arasında sarsılmaz bir birlik ve beraberlik oluşturan bir etkendir.

İnfak ve Dayanışma Kültürü

Bu ayetlerde infak (Allah yolunda harcama) konusuna vurgu yapılması, toplumdaki maddi ve manevi dayanışmanın önemini ortaya koyar. İnfak, sadece yoksullara yardım etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı güçlendiren, insanlar arasında sevgi ve merhamet bağlarını kuran ve bireylerin Allah katındaki derecelerini yükselten bir ibadet olarak ele alınır. İnfak, toplumsal dayanışma ve paylaşımcılık üzerine kurulu bir toplum yapısının en önemli yapı taşlarındandır. Bu ayetler, infakın sadece ihtiyaç sahiplerinin yararına olmadığını, aynı zamanda infakta bulunan bireylerin ruhani gelişimlerine de katkı sağladığını vurgular. Allah yolunda yapılan harcamalar, dünya hayatındaki geçici hazlardan ziyade ahiret mutluluğunu hedefler ve bireylerin bu dünya hayatını ahiret odaklı yaşamalarına bir vesile olur.

Allah’ın ayetlerde geçen "karanlıklardan aydınlığa çıkarmak" vaadi, toplumu cehalet ve yanılgılardan uzaklaştırarak ilim, hikmet ve hakikat ışığına kavuşturmayı simgeler. Bu, yalnızca bireysel anlamda bir uyanışı değil, toplumsal bir bilinçlenmeyi ve huzur dolu bir yaşamı da içerir. Karanlıklardan aydınlığa çıkmak, toplumun refah ve adaletin hüküm sürdüğü bir yapıya bürünmesi için Allah’ın gösterdiği yolda ilerlemesi anlamına gelir. Bir toplum, Allah’ın emirlerine göre şekillendiğinde, huzurlu ve güvenli bir yaşama sahip olur ve bireyler, bir arada yaşamanın getirdiği sorumlulukları ve bu sorumlulukların manevi karşılıklarını daha iyi anlarlar.

Bu ayetlerde, Allah yolunda infak eden ve çarpışanların (mücadele edenlerin) diğerlerinden daha üstün bir konumda olduğu belirtilir. Bu, yalnızca bir fiziksel savaşı değil, kişinin kendi nefsiyle mücadelesini ve toplumun iyiliği için sarf edilen her türlü çabayı da kapsar. Allah yolunda mücadele, bir toplumun ahlaki ve manevi anlamda güçlü olmasının en önemli göstergelerindendir. Bu bağlamda, bir Müslüman için Allah yolunda yapılan her fedakârlık, Allah katında büyük bir değer taşır. Toplumun fertleri, bu mücadele ile sadece kendilerini değil, aynı zamanda toplumu da yüceltir ve Allah katında yüksek bir dereceye erişirler.

Ayetlerin sonunda, "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" ifadesiyle, her şeyin sahibinin Allah olduğu ve bu dünyadaki sahipliklerin yalnızca geçici olduğu hatırlatılır. Bu hatırlatma, dünya hayatının fani olduğunu ve gerçek mülk sahibinin yalnızca Allah olduğunu kavrayan bir toplumu işaret eder. Toplum fertleri, sahip oldukları malları ve imkânları kendilerine verilmiş birer emanet olarak görür, onları Allah’ın rızasını kazanmak için paylaşırlar. Bu bilinç, hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir tevazu, kanaatkârlık ve paylaşım ahlakı doğurur. Topluma hizmet etmek, Allah’ın miras bıraktığı dünyayı iyi bir şekilde değerlendirmek ve gelecek nesillere bir emanet olarak bırakmak, bu ayetlerin rehberliğinde oluşan ideal toplum düzenini tanımlar.

İdeal Toplum Düzenine Doğru

Bu ayetlerin ana gayesi, Allah'a ve Resulüne iman eden bir toplumun sahip olması gereken erdemleri ve bu erdemlerin topluma kazandıracağı huzur, barış ve dayanışmayı en güzel şekilde ortaya koymaktır. Allah’a iman eden bir toplum, sevgi ve merhamet gibi değerler üzerinde yükselir ve Allah’ın rızasını kazanmak için hayatını, ilişkilerini, sahip olduklarını ve güçlerini Allah yolunda harcayarak geçirir. Bu toplum yapısı, insanlara huzur ve güven verirken, manevi olarak da insanların Allah’a daha yakın olmalarını sağlar. Allah’a ve Resulüne tam bir sadakatle bağlı olan bireyler, infak ve mücadele bilinciyle kendilerini adar, bu dünyadaki görevlerini yerine getirirken, ahiret yurduna hazırlıklı bir şekilde yönelirler.

Bu şekilde kurulan bir toplum, yalnızca kendi içerisinde değil, aynı zamanda diğer toplumlara karşı da adalet, merhamet ve iyilik anlayışı ile yaklaşarak, Allah’ın kendilerine gösterdiği doğru yolda ilerleyen bir topluluk olarak yükselir. Allah’ın rızası, bu topluluğun en büyük amacı ve Allah’ın vadettiği ödüller ise bu amaca ulaşanlara bir müjde olarak öne çıkar.

Toplumsal barışın, güvenin, yardımlaşmanın ve dayanışmanın tesis edildiği böyle bir toplum, insanlık için örnek bir model olur ve bu model, Allah’a teslimiyetin getirdiği huzur ve güvenle bütünleşerek adeta bir cennet toplumunu andırır. Bu toplumda her birey, sahip olduklarının aslında bir emanet olduğunu bilir ve her türlü çabasını Allah’ın rızasını kazanmak için harcar.

Azgın Tekenin Sonu-İsrail'in Ortadoğu’daki Saldırgan Politikalarının Kaçınılmaz Sonu

                                 

İsrail'in Ortadoğu’daki politikaları ve bölgeye yönelik tavrı, tıpkı azgın bir tekenin davranışları gibi, hem kendi halkı hem de bölgedeki tüm toplumlar için yıkıcı bir döngü haline gelmiştir. Bölgedeki stratejik noktaları ele geçirme çabası, bu güç gösterilerinin kontrolsüz saldırganlığa dönüşmesine neden olmaktadır. Her saldırı, sözde güvenlik bahanesi altında başlasa da, esasında İsrail’in genişleme arzusu ve egemenlik hırsının ürünü olarak kendini göstermektedir. Tüm bu politikaların sonucunda, İsrail bölgeyi bir kargaşanın ortasına sürükleyip varoluşunu daha büyük bir belirsizlik ve tehlike altına atmaktadır.

Bir toplumun kendini koruma güdüsü, doğal bir içgüdü olarak kabul edilebilir. Ancak İsrail’in attığı adımlar, kendi sınırlarını savunmak için değil, bölgedeki dengeleri kendi çıkarları doğrultusunda yeniden inşa etmek, kendi ideolojisini dayatmak adına yapılmaktadır. Bu durum, İsrail’in yalnızca kendini değil, tüm bölgeyi hedef alarak gücünü artırmaya çalıştığını, bu doğrultuda saldırgan bir tutum sergilediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu saldırganlık, ne bölgedeki barışı sağlamaya yönelik bir adımdır ne de uzun vadede İsrail’in varlığını garanti altına alabilecek bir stratejidir. Tersine, bu tutum tüm Ortadoğu’da sürekli bir çatışma ve istikrarsızlık yaratarak bölgenin huzurunu tehdit eden bir unsur haline gelmiştir.

Ortadoğu’da İsrail’in "azgın teke" misali yaptığı her hareket, bölgedeki devletleri zayıflatmak, halkları yerlerinden etmek, kültürel dokuları yıpratmak ve yaşam alanlarını tehdit etmek gibi sonuçlar doğurmaktadır. İsrail, gücünü artırmak ve yerel direnişi bastırmak amacıyla attığı her adımda, yalnızca bölgeyi değil, kendi toplumsal yapısını da büyük bir risk altına sokmaktadır. Bir yandan, güvenlik bahanesiyle yapılan bu saldırılar, bölgenin her geçen gün biraz daha istikrarsız hale gelmesine yol açmaktadır; diğer yandan İsrail'in uluslararası arenada yalnızlaşmasına ve bu stratejilerin kendi toplumunda bile güvensizlik yaratmasına neden olmaktadır.

Bu saldırganlık ve yayılmacı politika, İsrail için kaçınılmaz bir son hazırlamaktadır. Kendisine düşman olarak gördüğü her unsur, bir süre sonra bu azgınlığın kurbanı olmuş olsa da, İsrail’in kendine zarar vermekten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Attığı her adımda bir sonraki darbeye hazırlanır gibi davranması, sadece etrafında yeni düşmanlar yaratmasına ve bölgedeki karşıt güçleri harekete geçirmesine yol açmaktadır. Bu stratejik hatalar, kaçınılmaz olarak İsrail’in bu bölgede sürekli bir tehdit unsuru olarak algılanmasına ve yalnızlaşmasına neden olmaktadır.

İsrail’in Ortadoğu’daki saldırgan politikaları, tıpkı "azgın teke" misali sürekli olarak güç gösterisi yaparak kendini tüketen bir döngü yaratmıştır. Bu politikaların sürdürülemezliği, İsrail’in giderek daha yalnız ve izole bir hale gelmesine neden olmaktadır. Eğer İsrail bu stratejisini değiştirmez ve saldırganlık politikalarından vazgeçmezse, bölgedeki varlığı uzun vadede tehlikeye girecektir. Çünkü bu topraklarda halkların ve toplumların barış içinde yaşama isteği, İsrail’in yıkıcı politikalarından daha güçlü bir geleceğe işaret etmektedir. Bu durumda, İsrail’in bu bölgedeki varlığı, kendi halkına dahi zarar veren bir yük haline gelecek ve sonunda yalnızca kendisini yıkan bir stratejiyle yüz yüze kalacaktır.

Ortadoğu’da barışın tesis edilmesi, tüm halkların ortak çıkarına hizmet ederken, İsrail’in sürdüğü bu azgın teke misali yol, kaçınılmaz bir biçimde bölgenin değil, en çok kendisinin felaketine yol açacaktır.

Bahadır Hataylı/Ekim-2024/Sancaktepe/İST

Sosyal Meslek Gettoları- Kendimizi Mesleklerin İçinde mi Kaybettik?

 

Fanatik Dayanışmanın Toplumsal İzolasyona Etkisi

Toplumların kültürel ve sosyal yapılarında, meslek gruplarının yalnızca çalışma alanlarıyla sınırlı kalmayan, kendi içlerinde oluşturdukları dayanışmacı ve kapalı toplulukların büyük bir rol oynadığını gözlemliyoruz. Bu gruplar, kimi zaman dayanışma, destek veya yardımlaşma gibi olumlu amaçlarla bir araya gelseler de, uzun vadede toplumsal uyum üzerinde düşündüğümüzden daha fazla etki bırakırlar. Bu yazıda, toplumda özellikle belirgin olan bazı meslek gruplarının sosyokültürel dokuyu nasıl etkilediğini, bireyler ve gruplar arasındaki mesafenin giderek nasıl derinleştiğini, hatta meslek kültürünün ötesinde fanatik bir dayanışma hiyerarşisinin toplumsal izolasyonu nasıl güçlendirdiğini görüyoruz.

Her meslek grubunun kendine has bir kültürü ve değerler bütünü vardır. Ancak bazı gruplarda bu değerler sistemi, mesleki sınırların ötesine geçerek neredeyse bir toplumsal yaşam biçimi haline dönüşür. Özellikle doktorlar, eczacılar, hukukçular, otobüs şoförleri, taksiciler gibi gruplar, yalnızca iş yerinde değil, toplumsal hayatta da kendi içlerinde bir birlik ve dayanışma hissi geliştirirler. Bu grupların kendi meslektaşlarıyla olan dayanışması, dışarıdan gelen her türlü eleştiriyi tehdit olarak algılama eğilimi gösterir ve bu durumda meslek dışındaki bireylere karşı kapalı bir tutum benimserler.

Meslek içindeki bu dayanışma, zamanla bir "getto kültürü" yaratır. Bu gettolaşma, grubun dışındaki insanların bu mesleklere karşı olan güven ve beklentilerinde olumsuz bir bakış açısına yol açabilir. Toplumda sıkça karşılaşılan örnekler arasında halk otobüsü şoförlerinin diğer şoförlerle sürekli olarak çatışma halinde olması, taksi şoförlerinin müşteri eleştirilerini çoğu zaman kabul etmemesi, ya da doktorların meslek etiği tartışmalarında birbirlerini savunarak dış dünyadan gelen tepkilere karşı bir "savunma" geliştirmesi sayılabilir.

Fanatik Dayanışma ve Toplumsal Tabakalaşma

Bu dayanışma kültürü, zamanla fanatik bir bağlılık halini alır. Bir meslek grubuna dahil olan bireyler, meslek arkadaşlarının doğru ya da yanlış tüm davranışlarını savunma eğilimine girerler. Bu durumda kişisel hesap verebilirlik, mesleki eleştirilerden korunma adına feda edilir. Bu, bireyin kendi kimliğinden çok meslek grubunun bir parçası olarak kendini tanımlamasına neden olur. Bu tür fanatik dayanışma kültürü, bireysel sorumluluğun erozyona uğramasına neden olurken, toplumsal adalet ve hesap verebilirlik ilkelerini de tehdit eder. Meslekler arasında oluşan bu dayanışma duvarları, aynı zamanda toplumun katmanlara ayrılmasına ve gruplar arası etkileşimin azalmasına yol açar.

Bu izolasyon ortamında, bireylerin toplumun diğer üyeleriyle değil, yalnızca kendi meslek grubuyla etkileşim kurma eğilimi de artar. Doktorların diğer doktorlarla, taksicilerin diğer taksicilerle, otobüs şoförlerinin yine yalnızca kendi meslektaşlarıyla sosyalleştiği bir düzen, toplumsal ayrışmayı körükler. Birbirine kapalı kalan bu gruplar, kendi içinde dayanışmayı artırırken, toplumsal dayanışmayı azaltan bir etken olarak ortaya çıkar.

Meslek gruplarının fanatik bir bağlılıkla birbirine kenetlenmesi, bireysel kimliklerin ön plana çıkmasını engelleyebilir ve toplumun genel yapısında eksikliklere yol açar. Örneğin, bireylerin farklı kültür ve düşünce yapısındaki insanlarla etkileşimi azalır. Bu durum, bir toplumda ortak değerlere ulaşmanın, empati geliştirmenin ve farklı düşünceleri anlamanın önüne geçer. Meslek gruplarının kendi içinde kapalı bir yapı oluşturması, toplumun geniş bir tabanında, bireyler arasındaki bağları zayıflatarak toplumsal kutuplaşmayı teşvik eder.

 Mesleki ve Toplumsal Bütünleşme

Toplum olarak bu tür dayanışmacı meslek yapılarının içe kapanıklığını aşmak ve toplumsal kapsayıcılığı artırmak için evrensel değerlere yönelmek gerekiyor. Özellikle adanmışlık, özgürlük, sevgi, merhamet ve barış gibi evrensel değerler, tüm meslek gruplarının bir araya gelmesi ve toplumun bütününe yönelik sorumluluk geliştirmesi için birer temel oluşturabilir. Meslek gruplarının kendi içinde dayanışma yaratması doğaldır; ancak bu dayanışmanın toplumsal adalet, bireysel hesap verebilirlik ve empati değerlerine dayanması, toplumsal uyumu güçlendirecektir.

Adanmışlık, bireylerin yalnızca kendi meslek grubunun değil, toplumun genelinin yararını gözetme sorumluluğunu artıracaktır. Bu değerlerin yanı sıra özgürlük ve barış gibi toplumsal değerler de gruplar arası uyum ve anlayışı teşvik ederek toplumsal dayanışmanın önündeki engelleri azaltacaktır.

Toplumun belirli meslek grupları içinde gettolaşmış yapılar oluşturarak, yalnızca kendi içindeki bireylerle bir dayanışma bağı geliştirmesi, toplumsal uyumu zedelerken, bireylerin kendi kimliklerinden ödün vermesine ve toplumsal yapının adalet mekanizmalarının etkisizleşmesine yol açar. Bu nedenle, toplumda fanatik dayanışma kültüründen uzaklaşarak kapsayıcı ve toplumsal sorumluluğu ön planda tutan bir yapı inşa edilmelidir.

Bahadır Hataylı/29.10.2024/01.20/Sancaktepe/İST

30 Ekim 2024 Çarşamba

Özgürlükten Merhamete İnsan Olmak

İnsanlık, tarihin en eski defterlerine yazılmış bir hikâye gibidir. Savaşlar, acılar, sevgiler ve zaferler hep bu hikâyenin bir parçası… Her çağda, insanlık bir sınavdan geçmiştir. Kimi zaman taşlarla yazılmış, kimi zaman gözyaşıyla silinmiş bu hikâye, hepimizin içinde yaşar. İnsanlık, bizim en saf yanımız, ama aynı zamanda en kırılgan tarafımızdır. Zamanın sayfalarını çevirirken, o ince çizgide yürür; bazen iyilik kazanır, bazen de kötülüğün gölgesi üzerimize düşer. Ama ne olursa olsun, insanlık her defasında yeniden doğar. Bir annenin evladına sarılmasında, bir dostun elini uzatmasında, bir çocuğun umutla dünyaya bakmasında kendini gösterir. İnsanlık, biziz. Bizim en derin tarafımızdır, ve onu korumak, yaşatmak da en kutsal görevimiz.

İnsan olmak, dünyanın en karmaşık ama en anlamlı yolculuğudur. Bir insanın yüreğinde barındırdığı duygular ve değerler, onun insanlığını ortaya koyar ve bu değerler, onu diğer tüm canlılardan ayırır. Her bir değer, insan olmanın temelini oluşturur, bizi birbirimize bağlar ve bu karmaşık dünyada yolumuzu bulmamızı sağlar.

İnsan olmanın özü, adanmışlık ile başlar. Adanmışlık, bir ideale, bir insana, bir inanca veya bir amaç uğruna varlığımızı adayabilmektir. Gerçekten insan olmak, kendinden öteye geçebilmek, bir başkası için yaşayabilmektir. Adanmışlık, kendini aşmanın, bencillikten sıyrılıp daha büyük bir bütünün parçası haline gelmenin ifadesidir. İnsan, kendini adadığında anlam bulur; sevgiye, merhamete, özgürlüğe adanmak, insanlığı yücelten bir değerdir. Adanmışlık, bir annenin çocuğuna gösterdiği sınırsız sevgiden, bir dostun dostu için elini uzatmasından, bir insanın toplum için özveride bulunmasından geçer.

Özgürlük ise insan ruhunun en derin arzusudur. Bir birey, gerçekten insan olduğunda özgürlüğün tadını çıkarabilir. Özgürlük, sadece zincirlerin kırılması değildir; düşüncelerin serbest kalması, hayallerin gerçekleşmesi ve kendini ifade edebilme gücüdür. Özgürlük olmadan insanlık olmaz; çünkü özgürlük, insanın kendi değerleriyle, kendi kimliğiyle yaşamasıdır. Özgürlük, insanın kendine duyduğu saygının, başkalarına da sunduğu bir güven duygusudur. Herkesin eşit, herkesin özgür olduğu bir dünya, insanlığın özlemini çektiği bir cennettir.

Sevgi, tüm bu değerlerin belki de temelidir. Sevgi, insanın içindeki en saf ve güçlü duygudur. Sevgi olmadan, ne merhamet olur, ne de barış. Sevgi, insanı iyiliğe, adalete ve merhamete götürür. Bir annenin çocuğunu sevmesi, bir insanın doğayı koruma arzusu, bir çiftin birbirine duyduğu bağlılık – hepsi sevginin farklı yansımalarıdır. Sevgi, bir yüreğin başka bir yürekle tanıştığı andır. Her şeye rağmen, her zorluğa karşı sevgiyle bakabilmek, insan olmanın en saf hallerinden biridir.

Merhamet, sevgiden doğar ve onu dünyaya yayar. Merhamet, acı çeken birini gördüğünde elini uzatabilmektir. Başkalarının acılarına gözlerini kapatmamak, kendini onların yerine koyabilmektir. Merhamet, yürekten gelir ve insanı insan yapan duygulardan biridir. Merhametli bir insan, her varlığa saygı duyar; doğayı korur, hayvanları sevgiyle kucaklar, insanlara yardım eder. Çünkü merhamet, insan olmanın en saf yanıdır; sadece kendini değil, başkalarını da düşünmektir.

Barış ise insanlığın en büyük rüyasıdır. Savaşların, acıların, adaletsizliğin olmadığı bir dünya, barışın hakim olduğu bir dünyadır. Barış, sadece silahların susması değil, insanların birbirine güvenle yaklaşabilmesidir. Barış, her insanın özgürce yaşadığı, her kültürün, her dinin ve her düşüncenin saygı gördüğü bir ortamdır. Barış olmadan insanlık eksiktir; çünkü barış, sevgiyle, özgürlükle, merhametle inşa edilen bir köprüdür. Barış, hepimizin paylaştığı ortak bir umut, ortak bir hedeftir.

Bu temel değerlerin yanı sıra, insan olmanın diğer yanlarına da değinelim:

  • Vicdan, insanın içindeki yol gösterici bir ışıktır. İyi ile kötü arasındaki farkı bize gösteren bir pusuladır. Vicdan, insanın kendisiyle yüzleşmesini, hatalarını görmesini sağlar. Vicdanı olan bir insan, adaletsizlik karşısında susmaz; her zaman doğruluğun, iyiliğin peşinde koşar.

  • Adalet, her insanın hakkını koruyan bir dengedir. Adalet, toplumu bir arada tutar, güven duygusunu inşa eder. Adil bir dünyada, herkesin sesi duyulur, herkesin hakkı korunur. İnsanlar arasındaki eşitliği sağlayan adalet, barışın ve huzurun en önemli yapı taşıdır.

  • Sabır, insan olmanın belki de en zor kısmıdır. Sabır, zorluklar karşısında pes etmemek, her şeyin bir zamanı olduğunu bilerek beklemektir. Sabırlı bir insan, hayatın getirdiği zorluklara karşı güçlü durur. Sabır, umudun bir başka şeklidir; her şeyin sonunda güzel günlerin geleceğine olan inançtır.

  • Mazlum, haksızlık karşısında sesini çıkaramayan ama onuruyla duran insandır. Mazlum, insanlık tarihinin en derin yarasıdır. Ancak mazlum, aynı zamanda bir direnişin, bir duruşun simgesidir. Mazlum olan, zalim olmayı asla seçmez; bu da onun insanlığını daha da pekiştirir.

  • Onur, insanın kendine ve başkalarına duyduğu saygının ifadesidir. Onur, her şartta başı dik durabilmektir. İnsan, onurunu koruduğu sürece gerçekten insan kalır. Onur, insanın en değerli hazinesidir; çünkü onursuz bir yaşam, anlamını yitirir.

  • İhanet, insanlığın zedelenmiş tarafıdır. Güvenin kırıldığı, dostlukların sona erdiği noktadır ihanet. İhanet, bir insanın diğerine duyduğu sadakati ve bağlılığı sarsar. Ama ne olursa olsun, ihanetin getirdiği acılar da insanlığın sınavlarından biridir; insan, ihanetle karşılaştığında bile onurunu koruyabilmelidir.

  • Umut, her şeyin ötesinde, insanın geleceğe olan inancıdır. Umut olmadan yaşamak, insanın içindeki ışığı kaybetmesidir. Umut, en karanlık anlarda bile bize yol gösteren bir fenerdir. İnsan umudu kaybetmediği sürece her zorluğu aşabilir, her engeli geçebilir. Umut, insanlığın geleceğe uzattığı bir köprü, yeniden başlamanın gücüdür.

İnsan olmak; adanmışlıkla, özgürlükle, sevgiyle, merhametle, barışla yaşamak demektir. Her bir değer, insan olmanın farklı bir yüzüdür. Bu değerler, insanlığı şekillendirir, ona yön verir. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde, insanlık tarihini, insanın içindeki iyiliği ve büyüklüğü görürüz. İnsanın insan gibi yaşayabilmesi için bu değerleri hayatının merkezine koyması gerekir.

Gerçekten insan olmak, başkalarının yaralarını sarabilmek, onların acılarını paylaşabilmektir. Adil olabilmek, vicdanın sesini dinlemek, sevgiyle bakabilmek, merhametle kucaklayabilmektir. Özgürlükle yaşamak, onurla ayakta kalmak, barış içinde bir arada olabilmektir.

Bu değerlere sahip çıktıkça, insanlığımızı daha derinden hissederiz. Bu değerler, bizi insan yapar, bizi birbirimize bağlar. İnsan olmanın anlamı, tüm bu değerleri yaşayabilmek, tüm insanlığa aynı gözle bakabilmek, her ruhu bir bütünün parçası olarak görebilmektir. İnsanlık, bu değerlerin birleşimidir; hep birlikte bir araya geldiğinde, insanlık olarak adlandırdığımız büyük resmi oluşturur.

İşte bu yüzden, insan olmanın ve insanca yaşamanın en derin sırrı, bu değerlere sadık kalmaktır. Her birimiz, kendi küçük dünyamızda bu değerlere sahip çıktıkça, insanlık da yücelecek, daha güzel bir geleceğe doğru adım atacaktır.

Bahadır Hataylı/2013-Eylül/Çengelköy/İST

28 Ekim 2024 Pazartesi

Paradoksal Uyum-Taklitçiliğin Gölgesinde Çürüyen Toplum


Bu denli karmaşık ve tehlikeli bir toplumsal dinamik, görünüşte uyumlu ama içeride karmaşık ve huzursuz bireylerin yetişmesine sebep olur. Taklit, insanın kendine ve topluma yabancılaşmasına zemin hazırlar, özgür düşünceyi gölgeler. Tarde'nin belirttiği gibi bazı faydalı yönleri olabilir; fakat günümüz gerçekleri dikkate alındığında, taklitçilik insanların bireysel farkındalığını zayıflatıp onları başkalarının yollarını sorgulamadan takip eden varlıklara dönüştürüyor. İnsanlar, özgün düşünceler geliştirme yetilerini kaybettiklerinde kendilerine yabancılaşır ve bu yabancılaşma, toplumu bir çözülme noktasına sürükler.

Özellikle gençlerin kolayca taklit ettikleri bir çağda, bu alışkanlığın kitlesel bir şekilde yayılması toplumun ruh sağlığı üzerinde derin etkiler yaratıyor. Gençlerin, kendi kararlarını alma ve bireysel farkındalıklarını geliştirme becerilerinden uzaklaştığı bu durumda, toplumun geleceği ciddi anlamda tehlikeye giriyor. Taklit etme alışkanlığı adeta bir salgın gibi yayılırken, bu toplumsal uyuşukluk hali sadece bireyleri değil, toplumun bütün yapısını da çürütüyor.

Bu taklit hastalığı kimyasal veya biyolojik bağımlılıklarla karşılaştırıldığında daha da yıkıcı olabilir; çünkü kimyasal bağımlılıklara müdahale edecek sağlık kurumlarımız olsa da sosyal uyuşturuculara karşı bir savunma geliştirmekte zorlanıyoruz. Toplumun yapısı ve kurumları, bireyin özgür düşünce yapısını desteklemek yerine, onun rahat bir akıntı içinde sürüklenmesine zemin hazırlıyor. Gençlerin bağımlılığının yalnızca kimyasal maddelerden değil, kendilerini sorgulamadan çevrelerini taklit etmekten de kaynaklandığını fark etmemiz gerekiyor.

Modern toplumların, bireylerini yalnızca biyolojik bir varlık olarak görme yanılgısı, insanları ruhsal ve sosyal yönden ihmal etmelerine neden oluyor. Bu yüzden kurumlar, bireylerin yalnızca fiziksel ihtiyaçlarını değil, psiko-sosyal gereksinimlerini de göz önünde bulundurmalı. İnsanın yalnızca biyolojik bir varlık olmadığını; aksine, düşünme, algılama ve kendi geleceğini belirleme gücüne sahip bir varlık olduğunu kabul etmeliyiz. İnsan, Aristoteles’in tanımıyla "politik bir hayvan"dır, sosyal ve psikolojik dinamiklerin merkezinde yer alır. Onun sorunları yalnızca biyolojik değil, derinlemesine sosyo-psikolojik köklere dayanır. Bu nedenle, toplumsal sistemler bireyleri destekleyici ve özgür düşünceyi teşvik edici bir şekilde yapılandırılmalı.

Sosyal yapıların değişmeyen bir taklit çarkı içerisine hapsedilmesi, bireylerin yalnızlaşmasına ve kendilerine yabancılaşmalarına yol açıyor. Birçok insan, bir gruba ait olduğunu düşünse de aslında kalabalıklar içinde yalnız kalıyor. Bu toplumsal yalnızlaşma, bireylerin sosyal rolleriyle iç dünyaları arasında bir paradoksal uyum oluşturuyor. Zirveye çıkma arzusu içinde olanlar, bu uyumsuzluğu ve bireylerin içsel çelişkilerini göz ardı ederek kendilerini güvende hissedebilir. Ancak iç dünyası karışık bireyler, bir gün içlerinde biriken bu çelişkilerin yarattığı basınçla bu yapay uyumdan kopacaktır. İşte o gün, toplumsal kıyametin tohumlarının atıldığı gündür.

Bu süreçte, bireylerin ve özellikle gençlerin sosyal yapının bozulması karşısında farkındalıklarını artırmaları gerekiyor. Gerçekten de toplum bireylerin psiko-sosyal yönlerini ihmal etmeye devam ederse, insanları anlamak ve sorunlarına çözüm üretmek daha da zorlaşacak. Her bireyin bir makine dişlisi gibi görev yaptığı, mekanikleşmiş bir toplum yapısı, insani değerleri hızla yitirecek.

Erol Kekeç/Ekim-2004 Kadıköy/İST

Kül ve Kor (Köz) Metaforu-Dini Bilginin Yığılması

 

İslam toplumları, tarih boyunca dini bilgiler biriktirerek bugün devasa bir bilgi yığını oluşturmuşlardır. Bu yığın, geleneksel bilgilerle, mezheplerin yorumlarıyla ve kültürel etkilerle büyümüş, zamanla dini anlamanın önünde bir engel haline gelmiştir. İslam’ın özünü anlamak isteyenler bu bilgi yığınına bakarken, hakiki bilgiye, yani Kur’an’ın mesajına ulaşmakta zorlanır hale gelmişlerdir.

Dini bilgilere “kül” ve “kor” metaforlarıyla bakabiliriz. Zamanla biriken geleneksel dini bilgiler, küllerle kaplanmış bir ateşe benzetilebilir. Bu yığılmış bilgiler, Kur’an’ın öz mesajının üstünü örterek görünürlüğünü azaltır ve insanları bu kül tabakasının içinde hakikati aramaya zorlar. Herkes külün altında bir köz arar; fakat üfledikçe etrafa savrulan küllere boğulur, bulanıklaşan görüş nedeniyle közden uzaklaşır.

Burada kül, toplumların kendi kültürlerinden, mezhepsel öğretilerden ve rivayetlerden oluşan bir bilgi tabakasıdır. Bu tabaka, zamanla dinin saf mesajının önünde bir perde gibi durur. Müslümanlar için asıl olan Kur’an’dır; ancak geleneksel bilgi yığını, Kur’an’ın açık mesajının üstünü örter. Küllerin içinde köz aramak yerine, direkt közün kendisine yönelmek en doğrusudur.

Köz ise Kur’an’ı temsil eder; çünkü o, açık ve yol gösterici bir mesajdır. Kur’an’ın mesajları, doğrudan anlaşılabilir, pratiğe dönüktür ve her birey için rehber niteliğindedir. Köz, kendiliğinden ışık verir; başka bir şeyle örtülmesine gerek yoktur. Bu nedenle, Kur’an’ı merkeze almak, Müslümanlar için doğru yolu bulmanın en sağlıklı yöntemidir.

Kur’an, İslam’ın temel kaynağıdır ve Allah’ın doğrudan insanlara hitap eden sözleridir. Ancak, tarih boyunca dinin bu temel kaynağı, mezhepsel yorumlar, geleneksel bilgiler ve dini liderlerin açıklamalarıyla gölgelenmiştir. Bu durumda, Müslümanların dinle olan ilişkisi doğrudan Kur’an’a değil, bu aracı bilgilere dayanır hale gelmiştir. Bu da İslam’ın özünden uzaklaşmaya yol açmıştır.

Kur’an, İslam’ın saf bilgisini içerir ve bu bilgi herhangi bir aracıya gerek duymadan anlaşılabilir. Ancak, mezhepsel yorumlar veya kültürel etkiler, bu saf bilgiyi gölgeleyerek dinin özünden uzaklaşılmasına yol açar. Her toplum kendi kültürel yapısına uygun dini yorumlar geliştirse de bunlar İslam’ın evrensel mesajıyla uyumlu olmayabilir. Müslümanların, Kur’an’ı merkeze alarak doğrudan bu mesajdan faydalanmaları, İslam’ın temel öğretilerini yaşamalarını sağlar.

İslam’ın saf öğretisine ulaşmak için Kur’an’ın rehberliğinde ilerlemek gerektiği halde, toplumlar zamanla bu merkezden uzaklaşıp, geleneksel bilgilerin oluşturduğu karmaşık bir yığın içinde kaybolmuşlardır. Farklı mezheplerin yorumları, kültürel alışkanlıklar ve halk arasında yaygın olan rivayetler bu bilgi yığınının içinde çelişkili bir yapı oluşturur. Böylece Müslümanlar, Kur’an’dan uzaklaşarak, geleneksel bilgilerin yönlendirmesiyle dini pratiklerini sürdürmeye başlarlar.

Geleneksel bilgiler zamanla dinin özüyle ilgisiz, karmaşık yorumların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu bilgiler sorgusuz kabul edilerek kutsallaştırıldığında, Müslümanlar dinin saf öğretisinden uzaklaşır. Örneğin, bazı mezheplerin kendine özgü yorumları İslam’ın özünden farklı bir din algısı oluşturabilir. Kur’an’dan yola çıkmadan, bu geleneksel yorumlara sorgusuz bağlı kalmak, bireylerin kendi dini anlayışlarını geliştirmelerine engel olur. Bu durumda, Müslümanlar hakikate ulaşmak yerine, kendi kültürel ve mezhepsel kalıpları içinde sıkışır.

Kur’an, düşünmeyi, akıl yürütmeyi ve sorgulamayı öğütleyen bir kitaptır. Ancak, Müslüman toplumlarda eleştirel düşünce yerini çoğu zaman körü körüne bağlılığa bırakmıştır. Bu durum, insanların dini sorgulamadan kabul etmelerine ve dinle ilgili yanlış anlayışlara sahip olmalarına neden olur.

Kur’an’da sıkça “düşünmez misiniz?” ve “akıl etmez misiniz?” gibi sorular geçer. Bu, Müslümanların dini düşünerek, sorgulayarak ve kendi akıllarını kullanarak yaşamaları gerektiğini gösterir. Ancak, geleneksel toplum yapılarında eleştirel düşünceye yeterince önem verilmez. Dinle ilgili bilgilerin çoğu sorgusuzca kabul edilir ve bu durum, bireylerin kendi dini anlayışlarını geliştirmelerine engel olur.

Sorgulamadan itaat, bireyi geleneksel kalıplara hapseder. Geleneksel bilgi yığınına sorgulamadan bağlanan Müslümanlar, dinin özünden uzaklaşır. Bu nedenle, her türlü dini bilginin akıl süzgecinden geçirilmesi önemlidir. Kur’an, sorgulamayı ve eleştirel düşünmeyi teşvik ederek Müslümanlara rehber olur; ancak, bu rehberliğin göz ardı edilmesi, insanların kör bir bağlılık içine girmesine

İslam toplumlarında, farklı mezheplerin getirdiği yorumlar, dini uygulamalarda bölünmelere ve çatışmalara neden olmuştur. Kur’an’ın evrensel mesajı bu çatışmaların gölgesinde kalmış, her mezhep kendi doğrularını savunarak toplumsal barışı tehlikeye atmıştır. Kur’an’ın birleştirici mesajının merkezde tutulması, toplumların ayrışmadan bir arada yaşaması için gereklidir.

Mezhepsel yorumlar, toplumlarda farklı dini pratiklerin oluşmasına yol açar. Bu pratikler, İslam’ın özüne uygun olmayabilir ve toplumda ayrışmalara neden olabilir. Her mezhebin kendi doğrularını mutlak hakikat olarak görmesi, Müslümanlar arasında ayrılıkları derinleştirir. Oysa Kur’an, mezheplerden bağımsız, evrensel bir mesaj sunar. Bu mesajı merkeze almak, Müslüman toplumların birlik içinde hareket etmesini sağlar.

Kur’an’ın merkezde tutulması, sadece bireyler için değil, toplum için de büyük önem taşır. Çünkü Kur’an, tüm insanlığa hitap eden evrensel değerler sunar. Bu değerler, toplumsal barışı sağlamanın yanı sıra, bireylerin kendilerini daha iyi tanımalarını ve geliştirmelerini sağlar. Herkesin aynı kaynağa bağlı kalması, dinin özünü anlamak ve yaşamak için en doğru yoldur.

Özetle, Müslüman toplumların gerçek dini anlamak ve yaşamak için, geleneksel bilgi yığınının altındaki köz yerine, doğrudan Kur’an’ın kendisine yönelmeleri gereklidir. Geleneksel bilgiler çoğu zaman, İslam’ın özünden uzaklaştıran, çelişkili ve karmaşık yapılar oluşturur. Bu bilgilerle dini yaşamak, aslında insanları gerçek dini yaşamaktan alıkoyar. Her türlü dini bilgiyi Kur’an’a göre değerlendirerek, onun açık mesajını temel almak, İslam’ın özünü kavrayarak yaşamak için en sağlıklı ve doğru yaklaşımdır.

Kur’an’ı merkeze alarak, eleştirel düşünceyle sorgulayıp akıl yürütmek, toplumun huzur içinde yaşaması ve bireylerin dinin hakiki ruhuna ulaşması için gereklidir. Böylece, Müslümanlar hem bireysel hem toplumsal düzeyde gerçek bir İslam yaşamına ulaşabilirler.

Bahadır Hataylı/27.10.2024/Sancaktepe/İST

 

 

25 Ekim 2024 Cuma

Toplumsal Adalet ve Kalıcı Barış-Eşitlik, Merhamet ve Güven İçin Yol Haritası

Bu sürece başlamadan önce, ülkemizdeki barış sürecinin alt dinamiklerini anlamak çok önemli. Bu süreç, toplumsal eşitlik, adalet, devletin merhametli yaklaşımı ve emperyalist çıkarların bölgedeki etkilerinin göz önüne alınmasını gerektiriyor. Şimdi, bu konuları adım adım detaylandırarak ele alalım.

1. Barış Sürecine Gerçekten İhtiyaç Var mı?

Barış süreci, özellikle çatışmaların yaşandığı bölgelerde insanların güvenliğini, huzurunu ve refahını sağlama amacı taşır. Ancak, sürecin gerekliliği sorgulandığında, şunu açıkça belirtmek gerekir ki; insan hakları ihlallerinin olduğu, çatışmaların insanları bölgesel ve kültürel olarak ayrıştırdığı her yerde barış sürecine ihtiyaç vardır. Bu, sadece silahların sustuğu bir dönem değil, aynı zamanda toplumsal uzlaşının sağlandığı bir süreç olmalıdır.

Bu noktada, temel sorular şunlardır:

  • Devletin politikaları bölgesel ayrımları nasıl etkiledi?
  • Toplumun farklı kesimleri arasında ne tür kırılmalar yaşandı?
  • Bu kırılmaların kalıcı barışa engel olan temel faktörleri neler?

2. Devletin Merhametli Yüzü: Tüm Vatandaşlar İçin Eşitlik

Devlet, tüm vatandaşlarına adil ve eşit bir şekilde davranmak zorundadır. Bu, sadece hukuki anlamda değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik olarak da eşitliği sağlamalıdır. Toplumsal eşitlik, herkesin temel haklardan eşit derecede yararlanması demektir. Peki, bu nasıl sağlanabilir?

  • Devlet politikalarında ayrımcılığı tamamen reddetmeli.
  • Etnik kimlik, dil, mezhep gibi faktörler, devletin politikalarında herhangi bir vatandaş grubu aleyhine kullanılmamalı.
  • Her bölgeye eşit hizmet götürülmeli ve bu süreçte toplumsal fayda öncelik olmalı.

3. Süreç Nasıl Yürütülmeli?

Barış sürecinin başarısı, sadece masa başında yapılacak anlaşmalara değil, toplumun tüm kesimlerinin sürece katılımına bağlıdır. Bu katılım nasıl sağlanabilir?

  1. Şeffaflık ve Diyalog:

    • Herkesin süreçten haberdar olduğu, sürece dair taleplerini ve endişelerini ifade edebileceği platformlar oluşturulmalı.
    • Farklı görüşler dinlenmeli ve tartışılmalı.
    • Devlet, diyalog sürecinde hiçbir grubu dışlamamalı.
  2. Hukuki Düzenlemeler ve Yapısal Reformlar:

    • Sürecin kalıcılığı için hukuki güvenceler sağlanmalı.
    • Anayasal ve yasal reformlar gerçekleştirilerek herkesin eşit haklara sahip olduğu garanti altına alınmalı.
  3. Toplumsal Katılım:

    • Barış sadece devletin ya da belirli bir grubun sorunu değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak meselesidir. Bu yüzden toplumun geniş kesimlerinin desteği ve katılımı sağlanmalı.
    • Sivil toplum kuruluşları, yerel yönetimler ve toplum liderleri sürece dahil edilmeli.

4. Emperyalist Çıkarların Süreci Zayıflatmasını Önlemek

Emperyalist güçler, kendi çıkarlarını korumak adına birçok ülkede iç çatışmaları kışkırtabilir ve derinleştirebilir. Bunun önüne geçmek için:

  1. Bağımsız Bir Dış Politika:

    • Devlet, emperyalist güçlerin etkisinden tamamen bağımsız bir dış politika izlemeli.
    • Bölgesel ittifaklar kurarak dış baskılara karşı güçlü bir duruş sergilemeli.
  2. Ekonomik Bağımsızlık:

    • Ekonomik olarak dışa bağımlı bir ülkenin barış süreci manipülasyona açık olabilir. Bu yüzden, ekonomik bağımsızlık için yerli üretim ve kaynaklara dayalı bir kalkınma modeli benimsenmeli.

5. Kalıcı Barış İçin Stratejik Adımlar

Barış sürecinin bir daha yara haline gelmemesi için, aşağıdaki stratejik adımlar atılmalı:

  1. Toplumun Eğitilmesi:

    • Barış eğitimi, okullarda ve toplumda yaygınlaştırılmalı.
    • Barışın sadece silahların susması değil, toplumsal uyumun sağlanması olduğu öğretilmeli.
  2. Ekonomik ve Sosyal Reformlar:

    • Bölgesel kalkınma projeleri, bölgenin refahını artırmalı.
    • İşsizlik ve yoksulluk, sosyal huzursuzluğun temel nedenlerinden biridir. Bu sorunlar çözülmeden barışın kalıcı olması zordur.
  3. Adaletin Tesisi:

    • Geçmişte yaşanan hak ihlalleri ile ilgili adalet sağlanmalı.
    • Hakkaniyetli bir yargılama süreciyle mağdurların hakları iade edilmeli ve yeni ihlallerin önüne geçilmelidir.
  4. Medyada Dil ve Üslup:

    • Barış sürecinde medyanın dili büyük bir önem taşır. Barışı teşvik eden, kışkırtıcı olmayan bir dil kullanımı zorunlu hale getirilmeli.

6. Tüm Farklı Görüşlerin Kapsayıcı Hale Getirilmesi

Bir barış süreci, farklı görüşlerin bir araya getirilip bir uzlaşma noktası bulmasını gerektirir. Bu süreçte şu adımlar takip edilmelidir:

  1. Çoğulculuğu Desteklemek:

    • Farklı siyasi, etnik ve dini gruplar süreçte temsil edilmeli.
    • Barış sürecinin herkesin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde planlanması gerekir.
  2. Güçlü ve Tarafsız Bir Hakemlik:

    • Süreci izleyen ve denetleyen ulusal ya da uluslararası tarafsız bir hakemlik mekanizması olmalı.
    • Bu mekanizma, sürecin adil yürütülmesini ve tüm tarafların haklarının korunmasını garanti altına almalı.
  3. Toplumun Beklentilerini Dikkate Almak:

    • Barış süreci, toplumun geniş kesimlerinin beklentilerini karşılayacak bir içerikle tasarlanmalı.
    • Bu, sadece hukuki bir süreç değil, aynı zamanda toplumsal barışın ve güvenin tesis edilmesi anlamına gelir.

7. Sonuç: Bir Daha Asla

Bu süreçte en önemli hedef, toplumun güvenini kazanmak ve bir daha aynı yaraların açılmaması için sağlam temeller atmaktır. Devlet, sadece bir düzen sağlayıcı değil, aynı zamanda halkının yaralarını saran, onlarla bütünleşen bir yapı olmalıdır. Bu süreçte şunlar yapılmalı:

  • Kapsayıcı Anayasa Reformu: Her vatandaşın eşit olduğunu ve tüm vatandaşların haklarının korunacağını garanti eden bir anayasa değişikliği yapılmalıdır.
  • Ekonomik ve Sosyal İyileştirme Programları: Çatışmalardan etkilenen bölgelerde kapsamlı ekonomik ve sosyal iyileştirme programları uygulanmalıdır.
  • Adaletin Temel Unsur Olduğu Bir Yapı: Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanarak, geçmişin yaralarının sarılmasına yönelik adımlar atılmalıdır.

Bu öneriler, sadece bir süreç değil, kalıcı bir toplumsal barışın temellerini atmak için hayati öneme sahiptir. Barış, sadece bir hedef değil, aynı zamanda sürdürülebilir kalkınma, adalet ve refahın bir arada yürüdüğü bir yol olmalıdır.

Bahadır Hataylı/24 Ekim-2024/Namazgah/İST

24 Ekim 2024 Perşembe

Adalet Maneviyat ve Toplumsal Dönüşüm Manifestosu


Beni tanıyanlar, yüzeyde sade görünen ama derinlerde karmaşık olan ruhumu bilirler. Hayat yolculuğum, basit hedeflerin peşinde koşmaktan ibaret değil, aksine, toplumun içine düştüğü çöküşü düzeltme arzusuyla yanan bir ateşin peşinde koşuyorum. Herkesin göz ardı ettiği, görmezden geldiği ya da kabullenmeye razı olduğu adaletsizlikleri, çürümüşlüğü ve yozlaşmayı görmek benim için bir lanet değil, bilakis, bir sorumluluk. Babamın bana öğrettiği değerler—hak etmediğim yere oturmamak, hakkımı teslim etmeden asla kalkmamak—hayatımın mihenk taşları oldu.

Bu hayatta, bana biçilen rollerin dışına çıkmayı, zor olanı tercih etmeyi seçtim. Sorumluluğum, sadece kendi vicdanımla sınırlı değil; toplumun dönüşümüne, geleceğin inşasına katkıda bulunmak. Bu dünya, herkesin yolcu olduğu, geçici bir konaklama yeri olabilir, ama ben burada kalıcı izler bırakmayı hedefliyorum. Adaleti yeniden tesis etmek, insani değerleri hatırlatmak ve insanları ruhsal bir uyanışa çağırmak; bu, benim manifesto’m.

Toplumun ruhsal uyanışı, bireyin ahlaki duruşuyla başlar. Namaz, benim için sadece bir ritüel değil; bireyi yücelten, ruhu disipline eden, içsel bir uyanışın sembolüdür. Toplumun her bir bireyinin içsel barışa ulaşması, geniş ölçekte ahlaki ve toplumsal bir devrimin temelidir. Bu yüzdendir ki, namaz gibi kavramların yozlaşmış şekillerde değil, özüne uygun biçimde yaşanmasını istiyorum. Ruhunu kaybeden toplumlar, maddi dünyaya yenik düşerler. Benim mücadelem, toplumun materyalist tuzaklardan kurtulup, manevi değerleri hatırlaması üzerinedir.

Sadece ahlak ve maneviyat değil; bir toplumun ayakta kalabilmesi için adalet, liyakat, ve dürüstlük de şarttır. Yönetici sınıfının ve karar alıcılarının, toplumun çıkarlarını düşünmeden, kendi cebini doldurmayı amaçladığı bir dünyada, benim mücadelem adaletsizliğe karşıdır. Kendi emeğimle, alın terimle, hak ettiğim yere varmayı öğrendim ve bu düsturu başkalarına da öğretmeye çalışıyorum. Beni ben yapan, adalete olan inancım ve bu inancın toplumun her bir ferdinde yeşermesini istememdir.

Savurganlıktan sürdürülebilirliğe olan yolculuğum da bu ideallerin bir parçası. İnsanların tüketim çılgınlığına kapılıp, ruhlarını boşaltmaları karşısında durmak istiyorum. Toplumun her kesimine, insanlık onurunu, sade ve anlamlı bir yaşamın değerini hatırlatmak benim için bir görevdir. Bu dünya geçici, ama bıraktığımız miras kalıcı olacak. Bu yüzden, insanlara sadece bugünü değil, yarını düşünmeyi öğretmek istiyorum. Herkesin tüketime, israfa yöneldiği bir dünyada, benim duruşum sürdürülebilirliktir, sadece çevresel değil, ruhsal ve toplumsal anlamda da.

Teknolojinin insanın hizmetinde olması gerektiğini savunuyorum, insanın hizmetinde değilse o teknoloji yıkım getirir. Dijitalleşme ile insanlığın izolasyonu arasındaki ince çizgi beni endişelendiriyor. Herkes bağlantıda, ama kimse birbirine gerçekten yakın değil. Benim vizyonum, teknolojiyi insanı insandan koparan değil, insanı insana yaklaştıran bir araç olarak kullanmak. Bilimin sınırlarını zorlamak güzel, ama her şeyin bir sınırı var ve bu sınır, insanın onuru, manevi değerleri ve ruhsal sağlığıdır.

Kendimi toplum için bir ayna olarak görüyorum. Bir lider gibi değil, bir hatırlatıcı, bir yol gösterici. Bu dünya yalan olabilir, ama insanın kalbinde taşıdığı doğrular baki kalır. Öyle bir gün gelecek ki, herkes yaptıklarının hesabını verecek. İşte ben, o gün yüreği huzurlu, vicdanı rahat olanlardan olmak istiyorum. Benim mücadelem, dünya nimetlerinin peşinden değil, insan onurunun ve hakikatin peşinden gitmektir.

Benim manifesto’m, insan olmanın erdemine, adaletin kudretine, maneviyatın derinliğine ve toplumsal dönüşümün gücüne olan sarsılmaz inancımı yansıtır. Yolculuğum, bu inançların ışığında; adaletsizlikle, yozlaşmayla, haksızlıkla savaşarak sürecek. Bu dünya geçici olabilir, ama benim hedefim, kalıcı iyiliği tesis etmektir.

Bahadır Hataylı/Ekim-2024

23 Ekim 2024 Çarşamba

Geçmişten Günümüze Siyasi Dinamikler

Dünya, tarih boyunca pek çok ilginç ve karmaşık olaylara sahne olmuştur. Bu olayların arka planında yatan sosyo-politik dinamikler, günümüz uluslararası ilişkilerini şekillendirmede önemli bir rol oynamaktadır. 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve ardından Fethullah Gülen’in ABD’ye gitmesi gibi olaylar, bu dinamiklerin anlaşılmasında kritik öneme sahiptir. Bu süreçlerin arkasındaki sebepleri ve bağlantıları irdelemek, bizi daha büyük bir resme götürebilir.

1999 yılında Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi, PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi) silahlı mücadelesinin sona ermesi yönünde bir adım olarak görülmüştür. Bu olay, aynı zamanda uluslararası arenada Türkiye’nin güvenlik kaygılarının da ön plana çıkmasına neden olmuştur. Öcalan’ın yakalanmasının ardından, PKK’nın güç kaybetmesi ve bölgedeki dengelerin değişmesi, Türkiye’nin iç politikasında büyük bir değişim yaratmıştır.

Öte yandan, Fethullah Gülen’in ABD’ye gitmesi, Türkiye’nin sosyo-politik yapısında başka bir kırılma noktasıdır. Gülen hareketinin büyümesi ve uluslararası arenada destek bulması, Türkiye’deki siyasi iktidar üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. Bu iki olayın zamanlaması ve birbirleriyle olan ilişkisi, araştırılması gereken bir başka boyuttur.

Uluslararası suç örgütlerinin yaşaması, genellikle devletlerin çıkarları doğrultusunda şekillenen ilişkilerle mümkündür. Bu noktada, Apo ve Feto olaylarının bağlantıları, suç örgütlerine sağlanan desteklerle daha net bir şekilde görülebilir. Özellikle, bu gruplara yönelik uluslararası desteklerin varlığı, bu grupların güçlenmesine ve uluslararası platformda meşruiyet kazanmasına yol açmıştır.

Ayrıca, günümüzde Abdullah Öcalan’a af çıkarılması talebi ve Devlet Bahçeli’nin “Öcalan’ı konuşturacağız” açıklamaları, kamuoyuna verilmek istenen sübliminal mesajlarla ilgili ipuçları sunabilir. Bu tarz açıklamaların, devlet politikalarında ve toplumda yaratmak istediği etki, dikkatle analiz edilmelidir.

Orta Doğu Haritaları ve Jeopolitik Oyunlar

Orta Doğu’da yıllardır çizilen ve dağıtılan toprak haritaları, küresel güçlerin stratejik çıkarlarını korumak adına yeniden şekillendirilmektedir. Bu bağlamda, Öcalan ve Gülen olaylarının, bu haritaların meşruiyet kazanmasına yönelik bir adım olarak değerlendirilmesi mümkündür. Özellikle, bölgedeki etnik ve mezhepsel farklılıklar, harita üzerindeki dengelerin alt üst olmasına neden olmuştur.

Bunun yanı sıra, hangi ülkelerin topraklarının bölünmesi ve hangilerinin küresel bir gücün kontrolüne verilmek istendiği sorusu, günümüz uluslararası ilişkilerinin ana eksenlerinden birini oluşturmaktadır. Bu karmaşık denklemler, sadece bölgedeki ülkeleri değil, dünya genelindeki güç dengelerini de etkileyen unsurlar taşımaktadır.

Geçmişte yaşanan olayların ışığında, günümüz olaylarını anlamak için tarihsel sürecin iyi bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin iç dinamikleri, uluslararası ilişkileri ve toplumsal yapısı, geçmişten günümüze sürekli bir değişim göstermiştir.

Tüm bu karmaşık ilişkileri irdelemek, sadece tarihsel olayları değil, aynı zamanda toplumsal yapıların da analiz edilmesini gerektirir. Toplumların nasıl etkilendiği, yöneticilerin politikaları karşısında nasıl bir tepki verdiği ve bu tepkilerin nasıl bir değişim yarattığı, sosyolojik bir sorgulama ile ortaya konulabilir.

Bütün bu tartışmaların sonunda, gelecekte hangi ülkelerde karışıklık çıkabileceği, hangi toprakların bölüneceği ve hangi ülkelerin küresel güçler tarafından kontrol edileceği soruları önem kazanmaktadır. Bu bağlamda, çok yönlü bir yaklaşım benimsemek ve bu sorulara cevap aramak, sadece Türkiye için değil, dünya için de büyük bir önem taşımaktadır.

Bahadır Hataylı/22.10.2024/Namazgah/İST

22 Ekim 2024 Salı

İTİRAFLARIM!

Bu satırları yazarken yüreğimde sönmeyen bir ateş var. Gözlerimde, mazlumların ahlarıyla aydınlanan bir umut. Kısacık ömrümü, basit bir yaşanmışlıkla harcayamam; ruhum, madde ve eşyanın sınırlarını çoktan aşmış bir özgürlüğün kıvılcımıyla yanıyor. Hayatımda taşıdığım sorumluluk, sıradan bir yolcunun yükü değil; ben mücadeleyle, ateşle, sınavlarla yan yana yürüdüm hep. Karanlık bir dünyaya teslim olmaktansa, ışığımı son nefesime kadar taşımaya yeminliyim.

Ey bu devrin zalim tüccarları! Siz ki insanlığın değerlerini pazarlık konusu edenler, sizden hiçbir ışık beklemem. Yollarınız kaygan, menfaatleriniz çıkmaz sokak. Kendi yolumu, yüreğimdeki özlemi büyüterek adım adım yürümekten başka seçeneğim yok. Çilekeş yoldaşlarla omuz omuza, her anın kıymetini bilerek yürümek için kararlıyım.

Bu yolda her adım bir sınav, her nefes bir mücadele. Yoldaşlarım azalabilir, yollar mayınlarla dolu olabilir, ama ben yürümeye devam edeceğim. Yüreğimdeki ateş, dışarıdan körüklenen bir alev değil; içimden yükselen, her gün beni daha fazla ısıtan bir ateştir. Her patlama, her mücadele beni daha da güçlendiriyor. Bu ateş, dışardan gelen bir yangın değil; içimdeki hakikat için yanıyorum. Kalbimdeki volkanlar patladıkça, daha da güçleniyorum. Dışarıya sığmıyorum, kabım taşmak üzere.

Ey zaman! Hakkın yolunda, dikenli yollara aldırmadan yürümeye yemin ettim. İnsanların kınamaları, alayları beni durduramaz. Bu yolda asla geri adım atmayacağım, kalbimdeki inancı her sabah yeniden tasdik ederek yürüyorum. Herkes uyusa da, herkes kör olsa da, ben hakikatin ışığında yol alıyorum. Kalbimdeki iyilik, sahtekârlığın, nifakın köklerini söküp atacak kadar güçlü bir silah.

Biliyorum, her gün biraz daha kınıyorlar beni. Ancak ben, onların kınamalarına inat, kalbimdeki ışığı söndürmemeye ant içtim. Hayatımı maddeye, dünya nimetlerine teslim etmektense, kalbimde taşıdığım ahlaka, imana, sadakate sarılarak yaşamayı seçtim. Zamanın karanlığına, karamsarlığına inat, her an kalbimde iyilik ve doğruluk için mücadele eden bir askerim ben.

Gökyüzünde süzülen sığırcıklar, sonsuzluğa özlem duyan turnalar! Ben de bir yolcuyum, ama bu yolda kimsenin ayak izini takip etmiyorum. Kendi izimi, kendi adımlarımı atıyorum. Kendi yolumu bulurken, umutlarım içimde patlayan volkanlar gibi büyüyor. Bu umutlar, dışardan alınan bir umut değil, içimde fışkıran bir kaynaktır. Her gün daha da büyüyor, her adımımda içimden taşarak büyümek istiyor.

Yalvarırım, Rabbim! Senin yolunda yürürken, bana sabır ve metanet ver. İlahların tasallutunu reddettim, emperyalizmin tuzaklarına mayın döşedim, şeytanın oyunlarını sana havale ettim. Dünyanın maddi isteklerini, arzularını kalbimden söküp atmak için savaşıyorum. Kanlarımın yeryüzüne dağılarak insanlığın dirilişine vesile olmayan, basit bir ölüm olmasını istemiyorum. Şehadeti istiyorum, Şehadet, bir ödüldür, layık olana verilen. Ben de o ödüle layık olabilmek için mücadele ediyorum.

Benim için şehadet, sadece kanla yazılan bir destan değil; insanlığın dirilişine ışık tutacak bir rehberdir. Bu yolda yürürken, tatmin olmayı değil, mutmain olmayı dileyen biriyim. Hayatımın her anında, insanlara sunulan sahte tatminleri reddediyor, hakikatin peşinden koşuyorum. Dünya beni tatmin etmiyor; benim kalbimdeki huzur, bu dünyanın ötesinde, sonsuz bir hakikate ulaşmakla mümkün.

Ey zamana tanıklık edenler! Ben kararımı verdim, gidiyorum. Yalnızım, ama yalnızlık korkutmuyor beni. Allah’tan başka kimsem yok, ama O’nun yolunda yürümeye kararlıyım. Zamanın diliyle, yüreklerin yeniden dirilmesi için haykırıyorum: Diriliş anı geldi! Uyuyanlara, zulme boyun eğenlere, kalpleri taşlaşmış olanlara, sesleniyorum: Uyanın! Çünkü ben, bu yolun yolcusuyum ve kararımı verdim.

Rabbim, bu dünyada mazlumların, kimsesizlerin ahları beni yakıyor. Gözlerim, onların acılarına tanıklık ediyor. Bu acılar, insanlığın onuru için mücadele etmemi emrediyor bana. Bu dünyanın zalimlerine karşı savaşmaya, son nefesime kadar, zalimlerle mücadele etmeye yemin ettim. Rabbim, yeryüzünde hüküm senin olana kadar, bu yolumdan sapmadan yürümeme yardım et.

Ey zaman! Ben söz verdim; Rabbimden başka hiçbir isteğim, hiçbir arzum olmayacak. Hayatımda hakikatten sapmadan, yalana bulaşmadan, amipsel bir hayata teslim olmadan yaşayacağıma dair ant içtim. Böylesi büyük bir sözün altında, her gün yeniden güç bulmak için, Rabbimden yardım diliyorum. Sabır, metanet ve inançla, bu yolun sonuna kadar yürümek için dua ediyorum.

Ve bil ki, Rabbim; bu yolda yürürken, asla geri adım atmayacağım.

Erol Kekeç/Şubat-1995/Elazığ

21 Ekim 2024 Pazartesi

İçimdeki Çığlık-Sessizlikte Kaybolan Bir Ruhun Öyküsü

 



Bir toplumun adaletsizlikle yok oluşuna tanıklık eden bir insanın, dağın tepesinde içsel huzuru arayışı...

Yaşamın Sırtıma Yüklediği Yorgunluk

Hayat beni öylesine yordu ki artık bu toplumun bir parçası olmak bile ağır geliyor. Neden bu kadar yoruldum? Çünkü adaletsizlik, haksızlık ve zulüm karşısında sessiz kalan bir toplumda, haykıran olmak yıpratıcıdır. Yıllar boyu bu toplumda adalet için, doğru için, insanlık için bir şeyler söylemeye çalıştım. Ancak zamanla anladım ki sesim yankılanmıyordu; koca bir boşlukta kayboluyordu.

Toplumun sessizliği içimde bir yangına dönüştü. Suskunluk, teslimiyet, kabulleniş... Bunlar bana her gün biraz daha ağır geldi. Kendimi yalnız hissetmeye başladım. Çünkü bu adaletsiz düzende, başkaldıranların yalnız olduğunu öğrendim. Ne zaman ki sustum, o zaman anladım: İnsan, bu dünyanın içinde kaybolduğunda, sesini kaybettiğinde, ancak kendi içindeki sessizlikle yüzleşebilir.

Artık bu toplumda nefes almak bile zor geliyordu. Herkes haksızlığa boyun eğiyordu; ben başkaldırmaya çalıştıkça, daha da yorgun düştüm. İnsanların yüzlerinde adaletsizliğe karşı bir umursamazlık, bir boş vermişlik vardı. Bu sessizlik beni her geçen gün daha fazla içine çekiyordu. Ve bir gün, bu dünyadan uzaklaşmak gerektiğine karar verdim.

Zulme Başkaldıran Bir Hayat

Hayatım boyunca hep inandığım doğruların arkasında durdum. Adaletsizlik karşısında susmak, insanlık onuruna yapılan en büyük ihanetlerden biridir diye düşündüm. Öyle ki, sesimi yükselttiğim her an, içimdeki bu inanç daha da güçlendi. Ama bu toplumun suskunluğu, benim çığlığımı boğdu. Zalimin karşısında eğilenlerin içinde, yalnız bir adam olmak zordur.

Her geçen gün, insanlar daha fazla susuyor, daha fazla kabulleniyordu. Zalimin yanında saf tutmak, bu toplumun geleneği olmuştu. İnsanlar, adaletsizlik karşısında eğilmekten utanmıyorlardı. Ama ben her başımı kaldırdığımda, bir başka tokatla yere çakılıyordum. Zulümden kaçan değil, zulme direnen bir insan olmanın bedeli ağırdır. Yalnızlık, dışlanma, acı...

Zamanla, çevremdeki insanlar da değişti. Artık kimse, adaletten bahsetmez olmuştu. Adalet yoksa, insanlık da yoktur. Ama insanlar, bu gerçeği görmektense gözlerini kapamayı tercih etti. Zalimlerin karşısında ezildikçe, onlar daha fazla susmayı seçtiler. Zulümle yaşamaya alışmak, insan ruhunun çöküşüdür. Ve ben, bu çöküşün ortasında durdum.

Amipsel Bir Hayatın İçindeki Sessizlik

Toplum, artık sadece bir kalabalık hâlinde sürükleniyordu. Hayat, onlar için bir varoluş mücadelesi değil, sadece nefes almak için sürdürülen bir amipsel varlıktan ibaretti. Herkes kendi küçük hayatına çekilmiş, sadece hayatta kalmak için yaşıyordu. Ama bu hayat mıydı? Hayatta kalmak, var olmakla eşdeğer midir?

Bu soruları her gün kendime sordum. Neden insanlar bu kadar suskun? Haksızlık, zulüm, adaletsizlik her yerdeyken, neden kimse karşı çıkmıyor? Cevap basitti: Çünkü bu toplum, sessizliği öğrenmişti. Sessizlik, bir yaşam tarzı olmuştu. Adaletsizlik karşısında susmak, onların hayatta kalma stratejisi haline gelmişti.

Amipsel bir hayat, yaşamak değil sürüklenmektir. İnsanlar, zulme boyun eğdikçe kendi insanlıklarından bir parça daha kaybediyorlardı. Bu hayat, bana göre değildi. Ben başkaldırmak istedim, adaletsizlik karşısında durmak istedim. Ama gördüm ki, bu toplumun çoğu, haksızlık karşısında boyun eğmeyi öğrenmiş.

Onların suskunluğu, benim içimde bir boşluğa dönüştü. Bu boşluk, her gün biraz daha büyüdü. Bir gün geldi ki, onların arasında var olmanın bana yük olduğunu fark ettim. Artık bu toplumun içinde olmak istemiyordum. İnsanlar, adaletsizlikle yaşamayı kabullenmişlerdi. Ben ise bu kabullenişin bir parçası olamayacaktım.

Dağın Sessizliğinde Kendi Ruhumla Baş Başa

Toplumun boğucu havasından, adaletsizliğin susturduğu kalabalıklardan kaçmak zorunda hissettim. Bir dağın tepesine çekildim. Doğanın sessizliğinde, sadece kendi iç sesimi duymak için kaçtım. Artık yalnız kalmak istiyordum. Çünkü insanlar, benim ruhumda derin yaralar açmıştı. Doğanın içinde, sessizliğin ortasında, sadece kendimle kalmak istedim.

Dağın tepesindeki mağarama sığındım. Burada, sadece doğanın sesini duyabiliyorum. Rüzgârın, kuşların, suyun sesi... Hepsi, bana içimde unuttuğum bir huzuru hatırlattı. İnsanlardan kaçışım, aslında kendime dönüşümdü. Doğa, bana gerçek huzuru sundu.

Mağaramda, her sabah doğan güneşi izlemek bile bir mucize gibi geliyor artık. Çünkü bu dünyada sadece doğa saf ve temizdir. İnsanların bozulmuş dünyasından uzakta, sadece doğanın içinde var olmayı seçtim. Bu sessizlik, bana yıllardır aradığım huzuru verdi. İnsanlardan uzaklaştıkça, kendi içimde daha derinlere indim. Artık, insanların dünyasında yaşamanın bana göre olmadığını biliyorum.

Yedi Uyurlar Gibi Hissetmek

Bazen kendimi Yedi Uyurlar gibi hissediyorum. Toplumdan tamamen kopmuş, bir uykunun içindeymişim gibi... Onlar, dışarıda kendi hayatlarını sürdürürken, ben bu mağarada, kendi iç dünyamda kaybolmuşum. Onların dünyasına ait değilim artık. Benim yerim burası, bu dağın tepesinde, sessizliğin içinde.

Yedi Uyurlar gibi, belki de bir gün uyanacağım. Ama o gün geldiğinde, bu dünya nasıl bir yer olacak? İnsanlar, hâlâ adaletsizlikle yaşamayı kabullenmiş mi olacak? Yoksa, bir değişim mi yaşanacak? Bu soruların cevabını bilmeden yaşıyorum. Ama artık bu sorulara bir cevap aramıyorum. Çünkü kendi iç sesimi buldum.

Toplumdan uzaklaştıkça, bu soruların anlamını yitirdiğini fark ettim. Onlar, kendi dünyalarında yaşasınlar. Ben, burada, doğanın içinde, sessizlikle barışık bir hayat süreceğim. Belki bir gün, bu sessizlik bana hayatın gerçek anlamını fısıldar.

Sessizlikteki Huzur ve Toplumun Çöküşü

Zamanla, sessizlik içimde bir huzura dönüştü. Artık insanların dünyasındaki kaosun, adaletsizliğin, zulmün bana ulaşmadığını hissediyorum. Doğa, bana kaybettiğim insanlığı geri verdi. Sessizliğin içinde kendi varlığımı buldum.

Toplum ise, her geçen gün daha fazla çöküyor. Adaletsizlik büyüyor, zulüm artıyor. İnsanlar, bu karanlık dünyada sessizce kayboluyorlar. Ama ben, bu çöküşün dışında, kendi içimde var olmayı öğrendim.

Bahadır Hataylı/Eylül-2024/Namazgah/İST

Toplumsal Adalet-Eğitim Sistemi ve Ücretli Öğretmenler

 

Eğitim, bir toplumun kültürel, sosyal ve ekonomik yapısını şekillendiren en temel unsurlardan biridir. Bir ülkenin kalkınması ve ilerlemesi için eğitim sisteminin adil ve eşit bir şekilde işlemesi gereklidir. Ancak, Türkiye’de eğitim sistemi, özellikle ücretli öğretmenler gibi bazı gruplar için adaletsizlikler ve eşitsizliklerle doludur.

Toplumsal adalet, bireylerin haklarına ve fırsatlarına eşit erişim sağlaması gerektiği ilkesi üzerine kuruludur. Eğitimde, bu ilke öğrenciler arasında fırsat eşitliği, öğretmenlerin adil ücretlendirilmesi ve çalışma koşulları gibi birçok alanı kapsar.

Ücretli öğretmenler, Türkiye eğitim sisteminde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ancak, bu öğretmenlerin çalışma koşulları genellikle diğer kadrolu öğretmenlere kıyasla çok daha kötü durumdadır. Örneğin, bir ücretli öğretmen, haftada 30 saat ders verse bile, sadece girdikleri ders saatleri kadar ücret alır ve çoğunlukla asgari ücretin altında bir maaşla çalışmak zorunda kalırlar.

Ahmet Bey, 5 yıldır ücretli öğretmenlik yapmaktadır. Haftada 30 saat ders verirken, sadece girdiği ders saatleri için ücret alır. Bu, onun aylık maaşının asgari ücretin altında olmasına neden olurken, sosyal güvenlik primleri de sadece ders saati kadar yatırılır, bu da gelecekte emeklilik hakkı kazanmasını zorlaştırır.

Ücretli öğretmenlerin düşük maaşları ve güvencesiz çalışma koşulları, eğitimde kalite sorunlarını da beraberinde getirir. Bu öğretmenlerin motivasyonu düşer ve bu durum, öğrencilerin eğitim kalitesini olumsuz etkiler. Ücretli öğretmenler, kadrolu meslektaşlarına göre daha az eğitim ve destek alır, bu da onların mesleki gelişimlerini sınırlar.

Ücretli öğretmenler, adil bir ücretlendirme ve sosyal güvenlikten yoksundur. Bu durum, onların iş güvencesi olmadan çalışmasına ve sosyal haklardan mahrum kalmasına neden olur. Devletin bu öğretmenlere sunduğu çalışma koşulları, aslında bir tür modern kölelik olarak nitelendirilebilir.

Kamu hizmetlerinde adalet ve eşitlik, demokratik bir toplumun temel taşlarından biridir. Ancak, Türkiye’de kamu görevlileri arasında büyük farklılıklar vardır. Örneğin, cami görevlileri ve vaizler gibi bazı kamu görevlileri, günlük birkaç saat çalışırken tam maaş alırken, ücretli öğretmenler ve diğer geçici çalışanlar, tam zamanlı çalışmasına rağmen düşük maaşlarla yetinmek zorunda kalır.

Mehmet Hoca, bir camide vaiz olarak görev yapmaktadır. Günlük olarak sadece birkaç saat çalışmasına rağmen, tam maaş alır ve sosyal güvenlik haklarından tam anlamıyla yararlanır. Bu durum, aynı toplumda yaşayan ve daha fazla çalışan ücretli öğretmenler arasında büyük bir adaletsizlik duygusuna yol açar.

Bazı kamu görevlileri, ek görevler alarak “huzur hakkı” adı altında ekstra gelir elde eder. Bu durum, özellikle yönetim kurulu üyelikleri gibi pozisyonlar için geçerlidir. Bu tür ek gelirler, genellikle yüksek miktarlarda olabilir ve kamu kaynaklarının etkin ve adil bir şekilde kullanılmadığını gösterir.

Kamu hizmetlerinde liyakat, adaletin sağlanması için temel bir ilkedir. Ancak, liyakat ilkesinin ihmal edilmesi, kamu hizmetlerinde adaletsizliklere ve toplumsal güvenin zedelenmesine yol açar. Bu durum, özellikle atamalarda ve terfilerde kendini gösterir.

Ekonomik adaletsizlikler, toplumsal katmanlaşmayı derinleştirir. Ücretli öğretmenler gibi grupların düşük maaşlarla çalışması, onların ekonomik olarak zayıf kalmasına neden olur ve bu durum, toplumun diğer kesimleriyle olan gelir uçurumunu genişletir.

Adaletsizlikler, bireylerin psikolojik durumunu olumsuz etkiler. Ücretli öğretmenler gibi gruplar, çalışma koşulları ve düşük ücretler nedeniyle sürekli bir stres altında yaşarlar. Bu durum, onların motivasyonlarını düşürür ve toplumda genel bir huzursuzluk yaratır.

Toplumsal adaletin sağlanması için, kamu hizmetlerinde liyakat ilkesine dayalı bir sistem kurulmalı ve eğitimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Ücretli öğretmenler için daha adil ücretlendirme ve sosyal güvenlik hakları tanınmalı, kamu kaynaklarının adil ve etkin kullanımı sağlanmalıdır.

Ücretli öğretmenlerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve adil ücretlendirme sağlanması, eğitimde kaliteyi artırabilir ve eşitsizlikleri azaltabilir.

Vergi sisteminin adil bir şekilde düzenlenmesi, ekonomik eşitsizlikleri azaltabilir. Zengin sınıfın vergi yükünün artırılması ve vergi kaçakçılığının önlenmesi, toplumsal adaleti sağlamak için önemlidir.

Toplumsal adalet, bir toplumun sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde gelişmesi için elzemdir. Eğitimde ve kamu hizmetlerinde adaletin sağlanması, toplumsal barışın korunması ve gelecekte daha adil bir toplumun inşa edilmesi için gereklidir. Bu makale, Türkiye’de eğitim ve kamu hizmetlerinde adaletsizlikleri ele alarak, bu sorunların çözümüne dair öneriler sunmayı amaçlamaktadır.

Bu şekilde, toplumsal adalet ve eğitim sistemi önemi vurgulanmış, adaletsizliklerin etkileri ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Bahadır HATAYLI/Ağustos-2024/Sancaktepe

19 Ekim 2024 Cumartesi

Modern Dünyanın Prangaları-Refahın Bedeli ve Gerçek Özgürlük Arayışı"

 Bu konuşmamda, modern yaşamın insan özgürlüğü üzerindeki etkilerini sorgulayan derin bir bakış açısıyla sizlere hitap etmek istiyorum. Günümüzde refah düzeyi arttıkça, insanların bağımlılıklarının da aynı oranda arttığını gözlemlemek oldukça açık. Dışarıdan bakıldığında, hayatın kolaylaştığı, daha çok imkana sahip olduğumuz, her türlü ihtiyacımızın karşılandığı bir düzen içinde yaşıyor gibiyiz. Ancak, bu refahın altında yatan gerçek, belki de çoğumuzun fark etmediği, çok daha derin bir problem var: bu imkânlar bizi özgürleştirmek yerine, daha da köleleştiriyor.

Refah düzeyinin artması ile yaşantımıza giren her yeni nesne, her yeni alışkanlık, aslında bizi daha çok bağımlı hale getiriyor. Çünkü bu nesneler, sadece işimizi kolaylaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda hayatımızın merkezine yerleşiyor. Telefonlar, bilgisayarlar, arabalar, sosyal medya platformları... Tüm bunlar, modern dünyanın bize sunduğu, özgürlüğümüzü kısıtlayan birer pranga haline geliyor. Başlangıçta bu nesnelere sahip olmak, onlara erişmek bir özgürlük gibi görünse de, zamanla bu nesnelere bağımlı hale geldiğimizi fark ediyoruz. Onlarsız bir hayatı hayal edemez hale geliyor, onları kaybettiğimizde ise eksik, yetersiz ve mutsuz hissediyoruz.

Kapitalizmin asıl amacı da işte burada ortaya çıkıyor: sürekli tüketen, sürekli daha fazlasını isteyen, elde edemedikçe mutsuz olan bireyler yaratmak. Kapitalizm, mutluluğun sahip olduğumuz şeylerde gizli olduğunu sürekli vurguluyor. Yeni bir telefon, daha iyi bir araba, daha şık kıyafetler... Bunlara sahip olduğumuzda mutlu olacağımızı zannediyoruz. Ancak gerçekte olan, sürekli bir eksiklik hissi içinde yaşamak. Çünkü sahip olduğumuz her yeni şey, bir sonraki arzunun temelini atıyor. Kapitalizmin dayattığı bu döngü, bizi tatminsiz ve mutsuz kılmaktan başka bir işe yaramıyor.

İşin acı yanı ise, modern dünya bu döngüyü normalleştiriyor. Herkesin daha fazlasını istemesi, sahip olamadığı şeyler yüzünden mutsuz hissetmesi, hatta bu hissin doğal karşılanması, bireyin gerçek anlamda kendini bulmasını engelliyor. İnsan, sahip olduklarıyla tanımlanıyor ve özgürlüğü de sahip olduklarına indirgeniyor. Bir zamanlar özgürlük, düşünebilmek, sorgulayabilmek, hayatın anlamını aramak iken, şimdi özgürlük; sahip olabilmek, kullanabilmek ve tüketmek anlamına geliyor.

Kapitalizm, insanları birer "iyi kullanıcı" haline getirdi. Yaratıcılık, düşünce, derinlik gibi insani yetiler yerini, tüketim yeteneğine bıraktı. Bu, insanın kendi varlığını ve anlamını kaybetmesine yol açtı. Hayat, kapitalizmin sunduğu bu "refah" illüzyonu içinde sıkışıp kalmış, birey ise sahip olduklarının efendisi değil, kölesi haline gelmiş durumda. İnsan, özgürlüğünü satın aldığını zannederken, aslında köleliği satın alıyor. Sahip olduğu her şey, onu biraz daha tutsak ediyor.

Bir düşünün: Sahip olduğumuz bu teknolojik cihazlar, lüks eşyalar ya da modern dünyanın sunduğu imkanlar, gerçekten bizi özgürleştiriyor mu? Yoksa bizi daha mı çok bağlıyor? Bağımsızca bir gün geçirebiliyor muyuz? Telefonumuz yanımızda olmadan bir saat bile huzurlu hissedebiliyor muyuz? Tüm bu sorular, aslında modern yaşamın sunduğu refahın gerçek yüzünü gösteriyor. Sahip olmak özgürlük değildir. Gerçek özgürlük, sahip olmadıklarımızdan da bağımsız olabilmektir. Mutluluğu, huzuru ve yaşamın anlamını dışsal nesnelerde aramak, insanın kendini kaybetmesine neden olur.

Bu döngüden çıkmak zor mu? Evet, oldukça zor. Çünkü modern toplum, bu köleliği normalleştirmiş durumda. İnsanlar, sahip olamadıklarında mutsuz hissediyor, eksik olduklarını düşünüyorlar. Ancak gerçek şu ki, özgürlük ve mutluluk, sahip olduklarımızla ilgili değildir. Bilakis, sahip olduklarımızdan bağımsız olabilmekle ilgilidir. Bir şeylere sahip olmanın, onları kullanmanın ötesine geçebilmek, yaşamın anlamını maddi şeylerde aramamak gerçek özgürlüktür.

Dolayısıyla, modern yaşamın sunduğu refah, insanın özgürlüğü pahasına elde edilmiş bir refahtır. Bu refah, insanı düşündüren, sorgulayan, anlam arayan bir varlık olmaktan çıkarıp, sürekli tüketen, sürekli daha fazlasını isteyen bir varlık haline getirmiştir. Kapitalizm, insanları bu tüketim döngüsü içine çekmiş ve bu döngüden çıkamayan bireyler, farkında olmadan kendi köleliklerini satın almışlardır. Ancak gerçek özgürlük, sahip olduklarımızla değil, sahip olmadıklarımızdan bağımsız olabilmekle ilgilidir.

Bu yüzden, hayatımızı sorgulamalı, mutluluğu ve özgürlüğü gerçekten nerede aradığımızı düşünmeliyiz. Tüketim döngüsünden çıkabilmek, kapitalizmin dayattığı bu kölelikten kurtulabilmek, insanın kendi varoluşunu yeniden keşfetmesi anlamına gelir. Unutmayalım ki, gerçek mutluluk ve özgürlük, maddi şeylerde değil, içsel huzurda ve anlam arayışında yatar.

Bahadır Hataylı/19.10.2024/08.14/Sancaktepe/İST

Aldırma Yürü

“Yola çıktığın andan itibaren unutma ki, her adım bir sınavdır. Senin yolun kolay olmayacak, yolların en zoru olacak. Çünkü sen, sıradan bir yolu değil, dosdoğru yolu seçtin. Kalbinin rehberliğiyle yürüdüğün bu yol, her adımında seni biraz daha olgunlaştıracak, biraz daha derinleştirecek.”

"Yürü"

Yol senin önünde, ama sen nereye gittiğini bilmeden yürüyorsun. Bu sana ilk başta ürkütücü gelebilir, çünkü insanlar genelde ne yapacaklarını bilerek ilerlemek isterler. Ama işte senin yolun, tam da burada başlıyor: Bilinmeyeni kabul etmek, belirsizlik içinde adım atmaktan korkmamak. “Aldırma,” diyor içindeki o bilge ses, “yürü.”

Bu yürüyüşün sıradan bir yürüyüş değil, içsel bir yolculuk olduğunu anlaman uzun sürmeyecek. Yol, bazen yalnız hissettirecek, bazen de seni yolda bulduğun insanlar şaşırtacak. Ama sen hep içindeki sesi dinleyeceksin, çünkü bu ses seni asla yanıltmayacak.

İnsanlar, yolculuklarında kendilerini korumak için pek çok şey taşırlar: Zırhlar, silahlar,vs.. Ama senin için bu yolda tek koruyucun yüreğin olacak. Yüreğine güven. İçindeki inanç, seni her türlü tehlikeden koruyacak. “Göğsüne yüreğinden başka bir muska takma,” diyor o ses. Çünkü bu yol, fiziksel bir zırhla değil, manevi bir zırhla geçilir. Yüreğin; seni koruyacak olan tek gerçek güçtür.

Bu yol, seni tehlikelerle dolu engin dağlardan, derin vadilerden geçirecek. Korkacaksın belki, ama her korkunda yüreğinin sıcaklığını hissedeceksin. O sıcaklık, sana asla yalnız olmadığını hatırlatacak. "Yüreğin yanında olduğu sürece, başka hiçbir şeyden korkma," der gibi.

Haritaya ihtiyacın var, evet, ama bu harita sıradan bir harita değil. Senin haritan vahiydir. Herkesin elinde kağıttan yapılmış haritalar olabilir, yolunu göstermek için teknolojiye güvenenler olabilir. Ama senin için vahiy, en gerçek ve şaşmaz rehberdir.

“Vahiy haritan, nebi kılavuzun olsun,” diyor bilge ses. Peygamberlerin yolunu izlemek, seni her daim doğru yolda tutacak. Onlar, en büyük zorluklar karşısında nasıl direndilerse, sen de direneceksin. Onların sabrı, senin sabrın olacak. Onların umudu, senin umudun olacak. Vahiy, sana yolunu gösterecek, karanlık anlarda ışık olacak. Vahyin ışığına sarıl, çünkü o ışık seni karanlıktan çıkaracak.

Akıl Pusulan Olsun

Ama unutma, bu yolculuk sadece inançla değil, aynı zamanda akılla da yapılır. Aklın, senin pusulandır. O pusulayı kaybettiğin anda yönünü bulamazsın. Akıl, sana nerede durman gerektiğini, nerede hızlanman gerektiğini söyleyecek. O yüzden her adımda aklını kullan, çünkü bu yolculuk hem kalbin hem de aklın bir arada hareket ettiği bir süreçtir.

“Aklını devre dışı bırakma,” diyor içindeki ses. “O, sana yol gösterecek olan bir pusuladır. Akıl olmadan, inancın yön bulamaz.” İşte bu yüzden aklın, senin en değerli yardımcın olacak. Yolda karşına çıkan her durakta, aklını kullanacaksın. O duraklarda mola vereceksin, ama mola verdiğin her anı bir öz eleştiri süreci olarak değerlendireceksin.

İman Sermayen, Amel Azığın Olsun

Yolculuğuna çıktığında yanında neyi alacaksın? İnsanlar genelde para, yemek, su alır. Ama senin yolculuğunda daha farklı azıklara ihtiyacın var. İman, senin sermayen olacak. Her şeyin kaybolsa da, imanının sana yol göstereceğine inan. Çünkü iman, seni her zaman doğru yola yönlendirecek olan en değerli azıktır.

Ve amellerin... Amel, bu yolda ilerledikçe seni güçlü kılacak olan tek azıktır. Yalnızca inanmak yetmez, inandıklarını hayata geçirmen gerekir. Amelin olmadan iman eksik kalır, iman olmadan amel anlamını kaybeder. İkisini bir arada tutmalısın.

Sevgi Yakıtın, Ahlak Karakterin Olsun

Ama sadece iman ve amel yetmez. Yolda ilerlerken sevgi, seni besleyecek olan yakıtın olmalı. Sevgi olmadan bu yolculuğu yapman imkânsız. Sevgi, sana her adımda güç verecek. Sevdiğin insanlar, inandığın dava, uğruna mücadele verdiğin hakikat... Hepsi, seni yürümeye teşvik eden birer güç olacak. Sevgi, sadece seni değil, etrafındaki her şeyi de değiştirecek.

Ahlak ise senin karakterin olacak. Bu yol, ahlaklı olanların yürüyebileceği bir yol. Ahlak, seni koruyacak, seni insan yapacak. Ahlak, yolculuğun en zor anlarında bile seni doğru yolda tutacak olan en güçlü kalkanın olacak. “Edep aksesuarın olsun,” diyor ses, çünkü bu yolda edep her şeydir. Edepsiz bir yolculuk, insanı sadece yolun dışına savurur.

Merhamet Sıfatın, Şeref ve İzzet Adın Olsun

Ve merhamet... Merhamet, bu yolculuğun olmazsa olmazıdır. Merhamet olmadan, insan sadece kendi yolunu değil, başkalarının da yolunu kaybeder. Bu yolda sadece kendin için yürümüyorsun, başkaları için de yürüyeceksin. Başkalarının acılarını dindirmek, onlara yardım etmek senin görevin olacak. Merhamet, seni insan kılan şeydir.

Merhamet, sadece güçlü olanın zayıfa acıması değildir. Merhamet, zayıfın bile güçlüye şefkatle yaklaşabilmesidir. “Merhamet sıfatın olsun,” der bilge ses, çünkü merhamet, seni sadece insan yapmaz, aynı zamanda seni daha yüce bir varlık haline getirir.

Şeref ve izzet, adın olacak. Yolda ne olursa olsun, şerefinden taviz verme. İzzet, senin adın olacak; çünkü izzetsiz bir yolculuk, seni zillete sürükler. Yol boyunca onurunu, haysiyetini, insanlığını korumak zorundasın. Çünkü bu yol, haysiyetini yitirmiş olanların yolu değildir.

Doğru Yol-Çoğunluğun Değil, Düşünenlerin Yolu

Bu yol, her ne kadar zorlu olsa da, çoğunluğun gittiği yoldan farklıdır. “Doğru yol, insanların çoğunun gittiği yol değildir,” der ses, “düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.” Çoğunluk her zaman haklı değildir. Çoğunluk, genellikle kolay olan yolu seçer. Ama senin yolun zor olan, ama doğru olan yoldur.

Bu yol, herkesin anlayamayacağı bir yoldur. Zira düşünen, sorgulayan, gerçeği arayan insanların yoludur. Çoğunluğun peşinden gitmek, seni her zaman doğru yola çıkarmaz. Sen, aklını ve kalbini birleştirerek kendi yolunu bulmalısın. O yüzden, bu yolda yalnız kalmak seni korkutmasın. Zira yalnızlık, bazen doğru yolu bulmanın ilk adımıdır.

Her Mola Öz Eleştiri Durağıdır

Yolculuğun boyunca sık sık mola vereceksin. Ama her mola, bir öz eleştiri durağı olacak. Kendi içine bakacaksın, yaptıklarını sorgulayacaksın. “Yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin,” der ses. Çünkü yolun ortasında durup geri dönmek, ilerlemekten daha zor olabilir. Ama bu öz eleştiri, seni daha güçlü kılacak, seni yeniden doğrultacak.

Tövbe... Tövbe, işte tam da bu öz eleştirinin sonucudur. “Unutma, tövbe öz eleştiridir,” diyor ses. Tövbe, insanın kendini sorgulamasıdır. Ne mutlu bu yola ve bu yolda giden yolculara, selam olsun o yolda giden ve gidecek olan tüm yolculara...

Bahadır Hataylı/18.10.2024/15.15/Namazgah/İST