13 Nisan 2008 Pazar

AKILDAN DUYGULARA BİR GEÇİŞ

Eski insanlar akıllarını yönettikleri zaman, ortaya çıkmadan önce düşüncelerini engellerler duygularını durdururlardı. Bu yüzden kullandıkları enerji az, elde ettikleri başarı büyüktü. Geçmişte kullanılan enerjinin azlığı ve başarının büyüklüğü, bu açıklamanın içinde yatar.
Eski insanların yaşamı tarih kitaplarına sığmayacak başarılarla dolu. Sonrakiler bu başarının arkasındaki denklemi çözmek için enerjilerini tükettiklerinden, başarıya imza atamamışlardır. Sonradan gelenler bir izin peşine takıldılar, bu izlerden dışarı çıkmamak için çok çaba harcadılar, bu çabaları çoğu zaman karşılıksız da kalabildi. Çünkü peşinden gittikleri insanı kendileri de gerçekten tanımamıştı. Tanınmadan gidilen yollarda, akıl ve irade egemen olmadığından, tüketilen enerji duygular denizinde batmakta olan bir sandalın küreğini çekmekle geçti. Demekki sonrakilerin yiyeceği ekmek henüz bitmemiştir. Çünkü enerjiye çok ihtiyaçları var, kaybedilen enerjinin ve deforme olan yaşamın sağlığa kavuşması için…
Eski insanların yaşamı, her geceden sonra doğan bir Güneş gibi, sonrakilere hep umut ışığı olmuştur. Onların hangisini ele alsan, hepsi bibirinden değerli ışıklara sahip. Onlar duygu denizinde yüzerken hiçbir zaman yüzdükleri denizin suyunu içmediler. Akıl pınarından beslenip duygu denizinde kulaç attılar. Bundan sonra yorgunluk nedir bilmediler, Az zamanda çok iş başardılar. Başardıkları her işin başına, akıl kuleleri kurdular, o kulelerde sonraki işlerin projelerini hazırladılar. Akıl her şeyin başıdır, akılsız insanın duygusuda düşünceside kısır kalmıştır. Kısır bir varlığın çocuk yapma şansı ne kadardır.
Akıl pınarından beslenmiş bir düşünce, değirmende öğütülmüş bir bulgur gibi sindirimi ve hazmı kolaydır. Ancak çeşitli makinelerle birkaç parçaya bölünmüş bulgurun sindirimi ve hazmı kolay değildir. İşte eskilerin düşünceleri kolayca sindirilmektedir, çünkü onlar akıl pınarında sulamadıkları hiçbir düşünceyi, akıl değirmeninde öğütmeden ambalajlayıp piyasaya sunmadılar. Durum böyle olunca, enerji kaybı olmadan birçok başarılara imza attılar. Sonrakiler ise parçalayıp yuttuklarından, hazımsızlık başladı başarı sanılanlar da başarısızlığa yol açtı. Bu başarısızlıklardan kurtulmak için tüketilen enerjiler bu defa köksüz ve dermensız yapılar doğurdu.
Evet, sonrakiler akıl pınarının sularını, duygu nehirlerine akıtarak akıl pınarı ile duygu nehrinin yatağını birleştirdiler, bu birleşim birçok şeyin tadını bozdu. Tadı bozulmuş şeyleri abur cubur tüketerek sağlıklı bir yaşam ve gelecek düşlemeside böylece hayal oldu. Nedenler oluşmadan sonucu beklemek gibi bu komik anlayıştan kurtulmak zorundayız. Komik dünyamızı bilimsel gerçekler olarak yutturmaya kalkarsak bilim kilisesinin engizisyon mahkemelerinde verilen karaları bozmak için daha çok enerji tüketeceğiz. Ortaya çıkan temelsiz bu etki tepki olaylarını çoğaltırken, yaptığımız işleride başarı diye sunacağız. Sonradan gelen bizlerin neden bu kadar akıldan korkup kaçtığımızı anlamak mümkün değil. Yaratıcının tüm canlılar içinde insana verdiği en güzel hazine (akıl) den yararlanmamak, insanın kendisine yapacağı en büyük bir zulümdür. Bazı gizli güç odakları bu hazineyi kendi kontrollerine alarak istedikleri gibi kullanma arzusundalar. Onların bakıcılığına bırakılan hazinenin içi boşaltılıp yerine de hiç işe yaramayan moloz yığınları doldurulabilir. Bu fırsat gizli güç odaklarına bırakıldığı ve onların kontrolünden alınmadığı sürece, onların birer piyadesi olarak daha çok enerji tüketeceğiz…
Bu gün gelinen nokta eskilerin düşüncelerinin altına bir açıklama yazmaktan öteye gitmemektedir. Antikçağ Yunan toplumu ve Ortaçağ İslam âlemine baktığımızda, o günkü başarıların kalite olarak günümüzü kat kat solladığını görebiliriz. O günkü başarıların arkasındaki en önemli güç, kesinlikle aklın doğru kullanılmasıdır. Akıl yapılmış eylemleri, onaylama merkezi olsa idi, böyle başarıların gerçekleşmesi imkânsızdı. Demek akıl, aktif yapısını koruyarak bilgi üreten bir mekanizma gibi çalışmış ki, bu gün insanlar onların düşüncelerine ancak bir dipnot düşecek kadar cılız ve acizler.
Yunan toplumunda tartışılmayan çok az şey vardır. Tartışmalarda akıl aktif olarak, fikir gemisinin dümeninde oturmaktadır. Dümeni elinde bulunduran akıl, her oluşumu kendi çekim alanında tutarak onun varlığına müsaade etmiştir. Şayet öyle olmamış olsaydı, bu gün düşünce olarak, Epikdetos, Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürleri yaşadıkları dönemde bırakıp, akıl kaynağının sularını kendi avuçlarımızla içmiş olacaktık. Böyle bir durum olmadığına göre o güne karanlık demek aydınlığın ne olduğunu hiç bilmediğimizi gösterir. Ortaçağ karanlık çağ olarak takdim edilip geldi. Oysa Ortaçağda Farabi, İbn-i Sina, İbn_i Rüşt ve Gazali gibi aklı ve ilahi gerçekliği birleştirmeyi amaçlayan birçok büyük üstatlar o dönemi aydınlattı. O dönemde aydınlatılmış olan insanlık kültürü azala azala gelsede günümüze hala ortalığı aydınlatacak ışığa sahip. Tarihsel gerçeklik iyi değerlendirilirse, o günün taşınacak çok şeyi var günümüze. Aklı taca atan bir dünyada yoksa geçmişin başarılarını ulaşılması imkânsız efsaneler gibi sunmak kalır bizlere…
Ne der Farabi,’Din ile akıl aynı şeydir, Peygamber ve filozofunda birbirinden farkı yoktur. Çünkü din ilahi bir istemle insanları hakikate çağırmakta, felsefe ise aklı kullanarak insanları doğruya götürmektedir. Peygaber ve filozoflar farklı yöntemlerle aynı noktayı amaçlamaktadırlar.’Büyük düşünür, bu açıklamasıyla aklın ne kadar önemli olduğunu vurgular. Hatta şunuda söyler; dinde yaratıcıya ait aklı yaratan da O,o halde hakkı bulmada yaratıcının bu iki değeri kesinlikle bibirine ters olamaz. O insanlar akla bu kadar önem vermelerine rağmen, bizler aklı hayatın hep defansında oynattık ya da taca atmayı tercih ettik…
Yıl:27.03.2004
Saat:09.12—10.45
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.

DOĞRU ÖZGÜRLÜĞÜN ÇOCUĞUDUR

Düşüncenin ortaya çıkmasından korkmayın yalnızca, düşüncenin ayrımına varmanın ne kadar yavaş olduğunun farkında olun. Değişimlere kapalı kendisini otorite kabul eden düşünce, bir düşüncenin ortaya çıkmasından çok rahatsız olur. Ona göre yeni doğacak düşünceler hep yanlışlarla doludur. Doğru olan da sadece kendisini otorite kabul eden, kendi varlığıdır. Bu dar kalıplar içinde gelişmeleri gözlemek tabiki çok zordur.
Doğrular dünyasında yaşamak istiyorsak, özgürlükçü bir yapının varlığı gerekir. Özgürlüklerden uzak bir atmosferde, tek boyutlu bir bakış açısının doğruluğu ne kadar mantıklı olabilir. Mantıktan uzak doğruları, artık kafalardan ve yaşamlardan uzaklaştırmak zorunludur. Çünkü tek boyutlu bir bakış açısı, bünyesinde hep totaliter, feodal bir anlayışı taşır. Bu tür demoğojik serüvenlerin bir son bulma zamanıdır.
Doğruları hayatın odağına oturtmayı hedefleyenler, kendi dışındaki oluşumların varlığından şüphelenmez ve korkmaz. Zaten o kendisini doğrular kervanında görmek istemektedir. Bundan dolayı da her farklı düşüncenin rahatlıkla ifade edilmesini ister. Hatta her düşüncenin rahatlıkla ifade edilebilmesi için uygun ortam yaratmaya çalışır. Onun hayatı, farklı düşüncelerin ifade edilmesiyle doğru orantılıdır. Ne kadar çok farklı düşünce ortaya çıkarsa, bunlar arasından en doğru olanı ayıklayarak benliğiyle birleştirme ve hayatının bir parçası haline getirmesi kolaylaşır. Doğruyu kavramak için, farklı düşüncelerin birlikte yaşadığı ortamlar doğmak zorundadır. İnsanları tek tip jandarma gibi arzulayan yapılar, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, doğruya bir türlü ulaşamayacaklardır. Çünkü doğru mu yanlış mı olduklarını anlamak için her düşüncenin varlığını ortadan kaldırdıklarından böyle bir şansıda kaybetmişlerdir.
Doğru özgürlüğün çocuğudur, ancak özgürlükçü bir ortamda doğar ve gelişir. Özgürlüğün önüne bentlerin kurulduğu otmosferlerde, özgürlüğün çocuğu doğru mutlaka boğulacaktır. Düşünce tarihini inceleyenler bunu rahatlıkla görecektir. Yaratılmışlar evreninde tek olmayı amaçlayan her şey doğruluktan uzaktır. Bir şeyin değerini belirleyen, karşıtlarının varlığıdır. Karşıtların varlığından rahatsız olan ne varsa dengesizdir.
Tabii evrende bu güzellikleri şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür; bir kuşun ötüşünün çok güzel olduğunu söyleyebilmek için, o kuşun birçok farklı kuş türleri içinde ötüşünü dinlemek gerekir. Tek başına bu kuşun ötüşünün güzel olduğunu söylemek komik olur. Çünkü onun ötüşünün güzelliği ancak farklı ötüşler içinde anlaşılabilir. Diğer kuşları yok ettiğiniz zaman buna güzel demek kadar ahmakça bir eylem olamaz. O halde bir şeyin değeri ancak diğerleri içinde anlaşılır. Yakutun diğer taşlar içinde değerinin anlaşılması gibi…
Düşünce deyip geçmemek gerekir, beyin ürünü olan her şey değerlidir. Olumlu düşüncede olduğu gibi olumsuz düşünce de bir değer taşır. Beyinde sessiz düşünülüp ifade edilen her düşüncenin varlık sahnesinde yaşama hakkı vardır. Ancak yaşama hakkı olan hiçbir düşünce bir başkası üzerinde, zorla egemenlik kurma hakkına sahip değildir. Bir düşüncenin yaygın egemenliği, ancak genel kanının beğenisiyle mümkündür. Genel kanıdan anlaşılan, megafonu elinde bulunduranın kendi doğruluğunu avazı çıktığı kadar bağırması değildir. Doğru kendiliğinden sessiz bir yürüyüşle, istenmesede akıl istasyonunda mutlaka bir gün konaklayacaktır. Bunu bilen bir anlayışın telaşlanmasına korkmasına, kendi dışındakilere kükreyerek saldırmasına imkân var mıdır? Elbetteki hayır.
Şunu iyi bilmek gerekir ki, bir ideoloji, yeni bir bakış açısı; kendi doktrinini başkalarına yönelttiği küfür ve hakaretlerle doldurmuşsa, farkında olmadan kendisini anlatmıştır. Bu tür demode olmuş dünyalardan çıkmak gerektiğini düşünüyorum. İnsanlık ilk dönemden günümüze kadar hep bu cambazlıkları izleyerek geldi. Neden böylesi basit bir anlayış insanları kuşatsın istenir; demekki bu tip düşünen karaterlerin insanları sömürmek için kurdukları tezgâhın işlame yolu buradan geçmektedir. Ama biz hiçbir insanın yönlendirilmiş basit denek olmasını istemiyoruz. Her insanın aklının ürünü olan bir değeriyle varlık evreninde aktif danışma kurulu üyelerinden birisi olmasını arzulamaktayız. Bu kurulun üyelerinin mutlaka saygıya ve sevgiye layık olduğunu biliyoruz; işte tüm çabamız birbirini seven ve sayan karşıt düşünceler bütünlüğünü, varlık evreninde canlı kılmaktır. Çünkü bu evrende ancak doğrular ortaya çıkar ve gelişmeler gözlenebilecek kadar büyür. Doğruları ayıklayarak yaşanacak bir dünya kurmak için, Voltaire’nin dediği gibi: Düşüncelerinizi hiç sevmiyorum ancak düşüncelerinizi yaşayabilecek ortamı oluşturuncaya kadar sizinle birlikte savaşmaya bende hazırım.
Her şey karşıtlarla birlikte yaşar, karşıtlar bir bütünlüktür. Karşıtlardan birinin yok olması durumunda her şey yok olur. Bu felsefe doğacak her fikrin ana ilkesi olmalıdır. Yoksa her ortam anomik bataklık doğurur. Özgürlüğün çocuğu doğru bu felsefeye göre yaşayanlara armağandır.
Yıl:24.03.2004
Saat:08.40—09.30
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.

MÜSLÜMANIN MİLLİYETİ AKİDESİDİR

SEYYİD KUTUP

Müslümanlığın bir "ulusçuluk/milliyetçilik tarzı siyaseti"yle gerçekleşemeyeceğini en iyi anlatan Seyyid Kutup'un Yoldaki İşaretler kitabında geçen bu yazısıdır. Şehadetinin 41. yıldönümü dolayısıyla aziz hatırasına binaen yayınlıyoruz.
İslam, insanlığa değer ölçüleri ve bakış açılarının içyüzü ile bu değer ölçülerinin ve bakış açılarının mahiyeti hakkında yeni bir düşünce tarzı getirdiği gibi insanlar arasındaki ilişki ve bağlantı konusu ile ilgili olarak da yeni bir düşünce tarzı getirmiştir.
İslam, insanı Rabbine döndürmek, varlık ve hayat konusunda olduğu gibi değer ölçüleri ile kriterler alanında da bu ortaksız otoriteyi yegane egemenlik mercii edinmek, aynı zamanda bu otoritenin tasarrufu ile dünyaya gelinip yine Ona dönüleceği gerçeğine dayanarak insanlar arası ilişki ve münasebetlerde de bu otoriteyi tek dayanak olarak benimsetmek için gelmiştir. İslam, insanlar arasında onları Allah'a bağlayan tek bir ilişki ve bağlantı gerekçesi bulunduğunu, bu bağ kalmayınca insanlar arasında sevgi ve yakınlık kalmayacağını belirtmek için gelmiştir. YüceAllah şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsiniz
Ortada bir tek Allah hizbi vardır. Birden fazla olması söz konusu bile değildir. Diğer hiziplerin tümü, şeytan ve zorbaların (tabutların) hizipleridir. Ulu Allah buyuruyor:
Müminler Allah yolunda kafirler de tağut uğrunda savaşırlar. O halde Şeytanın yardakçıları ile savaşınız. Hiç şüphesiz, şeytanın tuzağı, hilesi zayıftır.
Allah'a ulaştıran yok tektir, diğer yolların hiçbiri Ona ulaştırmaz. Ulu Allah buyuruyor:
Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz. Başka değişik yollara koyulmayınız. Çünkü onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
Ortada bir tek ilahi nizam vardır. O da İslam düzenidir. Diğer bütün sosyal düzenler cahiliye düzenleridir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
Yoksa cahiliye egemenliğini mi istiyorsunuz? Oysa ki, iyi düşünen bir toplum için Allah'ın egemenliğinden daha iyi kimin egemenliği olabilir?
Bunun gibi ortada bir tek şeriat vardır, o da Allah'ın şeriatıdır. Diğerleri bir takım keyfi arzulardır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy. Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma.
Ortada bir tek hak vardır, birden çok olması mümkün değildir. Onun dışında kalan her yol sapıklıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Haktan sonra adaletten başka ne var ki? Niçin sapıyorsunuz?
Bunlar böyle olduğu gibi, ortada bir tek İslam yurdu vardır. Müslüman devletinin kurulmuş bulunduğu, Allah'ın şeriatının içinde yürürlükte tutulduğu, Onun koyduğu ceza sisteminin uygulandığı ve içinde Müslümanların birbirlerini yakın saydığı bir İslam yurdu. Diğer yerler, Darül-Harb (savaş yurdu)dir. Müslümanın buralarla ilişkisi ya savaş veya ateşkes sözleşmesine dayanan barıştır. Fakat oralar kesinlikle İslam yurdu değildir, oraların halkı ile Müslümanlar arasında da bir yakınlık söz konusu değildir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar. İman ettikten sonra hicret etmeyenlerle sizin aranızda (onlar) hicret edinceye kadar hiç bir yakınlık ve dostluk bağı (velayet) yoktur. Eğer böyle kimseler, aranızda barış antlaşması bulunmayan bir kavme karşı sizden yardım isterlerse onlara yardım etmeniz gerekir. Hiç şüphesiz Allah işlediklerinizi görür. Kafirler birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz birbirinizi desteklemezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık baş gösterir.
İman edip hicret ederek Allah yolunda cihad edenler, gerçekten mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret ederek onlarla birlikte cihad edenler de onlardandır.
İslam, böyle eksiksiz bir vuzuh ve kesinlik getirmiştir. İslam, insanı toprak ve çamur bağımlılığından, yine toprak ve çamur bağımlılığına dayalı olan et ve kan bağımlılığından kurtararak yüceltmeye gelmiştir. İlahi şeriatın uygulandığı ve vatan ile vatandaşlar arasındaki bağın Allah'a bağlılıktan ibaret olarak bilindiği yerden başka hiçbir yer Müslümanın yurdu değildir. İslam yurdunda Müslüman Ümmet arasında yegane organik bağ olan inanç birliğinden başka Müslümanın hiçbir milliyeti yoktur. Allaha inanmaktan doğan ve Allah yolunda kendisi ile yakınları arasında bağlantı sağlayan akrabalıktan başka hiçbir akrabalık Müslüman için geçerli değildir.
Allah'a ulaştıran birinci derecedeki bağlantı kurulup bu yoldan kan yakınlığı inanç ilişkisi ile pekişmedikçe Müslümanın babası, anası, kardeşi, eşi ve aşiret mensupları ile akrabalığı bir mana taşımaz. Ulu Allah şöyle buyurur:
Ey insanlar, sizi tek insandan yaratmış olan, sonra da o tek insandan eşini meydana getirip daha sonra bu çiftten türettiği birçok kadın ve erkeği yeryüzünde yayan Allahtan korkunuz. Kan akrabalarınızla ilgili olarak hep birlikte istekleriniz için başvurduğunuz Allah'tan korkunuz.
Ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer almadığı sürece, Müslüman olmayan ana-baba ile geleneksel münasebetleri devam ettirmek sakıncalı değildir. Fakat ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer alınca artık ne akrabalık ve ne de ilişki söz konusu olur. Abdullah bin Ubeyyin oğlu Abdullah (ra.) bu konuda bize açık bir örnek vermektedir.
İbn-i Cerir, İbn-i Ziyada dayanan bir rivayet zinciri ile şöyle bildirmektedir. İbn-i Ziyad der ki: CAllah'ın Resulü bir gün Ubeyy oğlu Abdullahın oğlu Abdullah'ı yanına çağırarak ona şöyle der: Görüyor musun, baban ne diyor? Abdullah da Ona Canam-babam yoluna feda olsun, ne diyor babam diye sorar. Peygamberimiz Ona diyor ki, Baban dedi ki Eğer biz Medineye dönersek, şerefliler, ayak takımını mutlaka kovacak.
Abdullah Ona şu cevabı verir, Vallahi babam doğru söylemiş. Sen ve Allah şeref sahibi, o ise ayak takımından bir zavallıdır. Vallahi, bütün şehir halkı iyi bilir ki, sen Medineye geldiğinde benim kadar ana-babasına bağlı hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi Allah ve Onun Resulü eğer babamın başını efendimize getirmekten razı olacaksa onu hemen getireyim Peygamberimiz Abdullaha hayır buyurdu.
Onlar, Medineye girince Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah kılıcını çekerek evinin kapısında babasının karşısına dikilerek eğer Medineye dönersek şeref sahibi ayak takımını kovacak, diyen sen misin? Vallahi şeref sahibi sen misin, yoksa Allah'ın Resulü müdür, şimdi kesinlikle göreceksin! Vallahi, Allah ve O%u2019nun Resulü izin vermedikçe ne bu eve girebilir ve ne de gölgesine sığınabilirsin.
Oğlunun bu tutumu üzerine babası ey Hazreçliler, oğlum beni evime koymuyor. Ey Hazreçliler, oğlum beni evime girmekten alıkoyuyor diye bağırdı. Oğlu da ona Vallahi Peygamberin izni olmadıkça içeri giremezsin diye cevap verdi. Bu durum üzerine evin önünde toplanan bazı kimseler Abdullah ile konuştular, fakat Abdullah onlara da Allah ve Resulü izin vermedikçe içeriye giremez diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimize vararak olup-bitenleri Ona anlattılar. Peygamberimiz onlara gidin Abdullah'a deyin ki, babasının evine girmesine müsaade etsin diye emir verdi. Adamlar Abdullah'a varıp durumu bildirince peygamberimizden emir geldiğine göre şimdi içeri girebilir dedi.
İnanç bağı kurulunca, aralarında kan ve soy akrabalığı bulunsun, bulunmasın, tüm müminler kardeştir. Ulu Allah bu ilkeyi sadece müminler kardeştir ayetinde kesin ve öncelik bildiren bir üslup ile açıklamıştır.
Yine yüce Allah şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar.
Bu dostluk ve yakınlık bağı nesilden nesile geçerek kuvvetli bir sevgi, samimiyet, dostluk ve dayanışma bağı ile bu ümmetin ilk neslini sonuncusuna bağlar. Ulu Allah buyuruyor ki:
Muhacirlerden önce Medineyi yurt ve iman barınağı edinenler, yurtlarına hicret edenleri severler. Muhacirlere verilen mallardan dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu meydana gelmez. Mallarına düşkün olsalar bile yine de cimriliğinden kendini koruyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Onların arkasından gelenler de ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki müminleri affet, müminlere karşı içimizde bir leke, bir çekememezlik duygusu barındırma, ey Rabbimiz, hiç şüphesiz sen esirgeyicisin, rahimsin.
Yüce Allah Müslümanlara daha önce geçmiş ve derin izler bırakmış olan Peygamberler kafilesini misal göstermektedir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Nuh Rabbine seslenerek dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum ehlimdendir. Senin vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin.
Yüce Allah ona buyurdu: Ey Nuh! O senin ehlinden değildir, o iyi amel işlememiştir. Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi bana sorma. Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.
Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Bilmediğim bir konuda soru sormaktan sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani Rabbin İbrahimi bazı emir ve yasaklarla imtihan etti ve o da onların gereğini yerine getirdi. Allah, seni insanlara önder yapacağım, buyurdu. İbrahim, soyumdan gelenlerden de... dedi. Allah ona, zalimler benim taahhüdüme erişemezler buyurdu.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu beldeyi güvenli yap ve halkından Allah'a ve Ahiret gününe inananlara rızık olarak çeşitli meyveler ver. Allah şöyle buyurdu: Kafir olana da az rızık verir, sonra da onu cehennem azabı çekmeye zorlarım. Orası ne fena bir yerdir!
Hz. İbrahim (as.) sapık yolda ısrar ettiklerini görünce anasından ve babasından ayrılır. Allah (cc.) (bu konuda) şöyle buyuruyor: Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan ayrılıp Allah'a dua ediyorum. Belki Allah'a yalvarmam sayesinde kötülerden olmam.
Yüce Allah İbrahimin ve kavminin güzel örnek olan yönlerini şöyle açıklıyor:
İbrahim de ve onunla beraber olanlarda sizin hesabınıza iyi örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Tek Allah'a inanmadıkça sizin ile aramızda düşmanlık ve kin vardır.
Ashab-i Kehfi meydana getiren gençler grubu, sırf Allah'ın dinine uymak için ailelerinden, kavimlerinden ve vatanlarından ayrılıp vatanlarında, aşiret ve aileleri içinde ona uygun bir zemin bulmakta sıkıntıya düşünce inançları ile birlikte Rablerine sığınıyorlar:
Biz sana onlar hakkında doğru bilgi veriyoruz. Bunlar Rablerine inanmış bir grup gençti, biz de onlara çok hidayet vermiştik. Ortaya çıkıp Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başka ilaha tapmayız, eğer taparsak o zaman saçma konuşmuş oluruz. Şu kavmimiz Onun dışında ilahlar edinmişler. Taptıkları hakkında açık delil getirseler ya! Allah'a yalan yere iftira eden kimseden kim daha zalim olabilir! deyince kalplerine metanet verdik. İçlerinden birisi onlardan ve onların Allah'ı bırakıp taptıkları putlardan ayrılınca mağaraya sığının. Umulur ki Rabbiniz size rahmetinden pay verir ve içinde bulunduğunuz sıkıntıda kolaylık verir.
Aralarında inanç ayrılığı meydana çıkınca Hz. Nuh ve Hz. Lut (selam üzerlerine olsun) eşlerinden ayrılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Allah kafirlere Nuhun eşi ile Lutun eşini örnek verir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun nikahı altında bulunurken eşlerine ihanet ettiler de onları kocaları Allah'ın hükmünden hiç bir şekilde kurtaramadı. Onlara öbür girenlerle birlikte siz de cehenneme girin denildi.
Firavunun eşi ise diğer yakadadır. Allah (cc.) buyuruyor:
Allah müminlere Firavunun eşini örnek verir. Hani Ya Rabbi! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni firavundan ve onun işlediklerinden kurtar, beni bu zalim kavimden kurtar demişti.
İşte böylece her türlü bağla ilgili örnekler artarda sıralanıyor. Babalık bağı Hz. Nuh olayında; evlatlık ve yurt bağı Hz. İbrahim olayında; aile, aşiret ve yurt bağları, hep birlikte Ashab-ı Kehf olayında; eşlik bağı da Hz. Nuh, Lut ve Firavun olaylarında
Yüce kafile, bağların ve ilişkilerin gerçekliği ve ilgili düşüncesini bu ümmete gelinceye kadar devam ettirdi. Bu ümmet, önünde zengin bir örnek ve tecrübe birikimi bulur. Onlar da Allah tarafından mümin ümmete gösterilen yolu devam ettirince inanç ayrılığı ortaya çıktığı ve temel bağ çözüldüğü zaman aynı aşiret ve aynı ev halkı ikiye bölündü. Ulu Allah müminlerin niteliği hakkında şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsin.
Allah bu kimselerin kalbine iman yazmış ve kendilerini katından bir rahmet ile desteklemiştir. Onları. Orada ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte Allah'ın hizbi bunlardır. Hiç şüphesiz Allah'ın hizbi felaha ermiştir.
Hz. Muhammed (sa.) ile amcası Ebu Leheb, yine amcazadesi Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki bağ kopunca, muhacirler ev halkları ile akrabalarına karşı savaş açıp onlarla Bedir günü bilfiil çarpışınca, işte o zaman, inanç bağı muhacirler ile Medine Müslümanlarını birbirine bağlayarak onları aynı evin halkı ve kardeş haline getirdi. İnanç birliği sayesinde kabile, milliyet ve yurt taassubunu ortadan kalkarak Müslüman Araplarla kardeşleri Bizans asıllı Suheyb (ra.) arasında birlik ve kaynaşma meydana geldi.
Allah'ın Resulü (sa.) onlara bu çeşit asabiyetleri bırakın, çünkü onlar kokuşturucu kavramlardır diye buyurdu. Yine onlara: Asabiyet uğruna savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir diye buyurdu.
Böylece bu kokuşmuş kavramın fonksiyonu sona erdi, kan asabiyetinin fonksiyonu Öldü o nara, milliyet narası Silindi o leke, kavmiyet lekesi. Böylece insanlık, kan ve et kokusundan uzak, çamur ve toprak lekesinden sıyrılmış olarak yüce ufukların temiz havasını teneffüs etme imkanına kavuştu.
O günden beri hiçbir zaman Müslümanın yurdu belirli bir toprak parçası olmamıştır, onun yurdu Darül İslam olagelmiştir. Üzerinde inancının yürürlükte olduğu ve tek Allah'ın şeriatının egemen olduğu yurt Sinesine sığındığı, savunduğu, korunması uğruna ve sınırlarının gelişmesi için şehid olduğu yurt Orası İslamı din olarak kabul eden ve onun şeriatını Şeriat edinen herkes için Darül İslamdır. Orası, aynı zamanda, Müslüman olmasa bile, İslamiyeti sosyal düzen olarak tanıyan herkesin de vatanıdır. Dar-ül İslamda yaşayan ehl-i kitap gibi
Gerek Müslümana göre ve gerekse antlaşmalı zımmiye göre İslamın egemenliği altında bulunmayan ve üzerinde onun şeriatının yürürlükte olmadığı her toprak parçası Dar-ül Harbdir. Doğum yeri de olsa, kan ve soyca bağlı da olsa, Müslüman böyle bir toprak parçasına karşı savaşır.
İşte Peygamberimiz (sa.) bu şekilde, doğum yeri olduğu halde, ailesi, aşireti, evi, sahabelerin geride bıraktıkları ev ve malları orada bulunduğu halde Mekkeye karşı savaşmıştır. Bu şehir, İslama boyun eğinceye ve içinde onun şeriatı yürürlüğe girinceye kadar ne kendisi ne de ümmeti için İslam yurdu olmamıştır.
İşte İslam budur, yalnız bu. İslam ne sadece bir sözdür ve ne İslam yaftası takınan ve İslam unvanı taşıyan bir ülkede doğmak ve ne de ana-babası Müslüman olan bir ailenin soyca varisi olmaktır. Ulu Allah buyuruyor:
Hayır, hayır, Rabbin hakkı için, onlar seni aralarında doğan anlaşmazlıklarda hakem tutmadıkça, sonra da verdiğin hüküm karşısında hiç bir iç burukluğu duymadan tamamen teslim olmadıkça Mümin olamazlar.
İşte İslam sadece budur ve sırf böyle bir ülke İslam yurdudur. Ne toprak ve milliyet taassubu ne soy ve akrabalık taassubu Ne kabile ve aşiretçilik taassubu
İslam, bakışlarını semaya çevirebilsinler diye insanları toprak bağımlılıklarından kurtarmıştır. Onları kan kösteğinden de kurtarmıştır, hayvanlara ait bir köstekten, yüceliklere yükselebilsinler diye.
Müslümanın özlemini çektiği ve yabancılara karşı savunduğu vatan, bir toprak parçası değildir. Müslümanın benimsediği milliyet, herhangi bir egemenliğin milliyeti değildir. Müslümanın bağrına sığındığı ve dışarıya karşı savunduğu aşiret de kan akrabalığı değildir. Müslümanın iftihar duyup altında şehid olacağı bayrak, bir kavmin, ulusun bayrağı değildir. Müslümanın sevinç duyacağı ve karşılığında Allah'a şükredeceği zafer, herhangi bir ordu galibiyeti değildir. Onun zaferi Allahın tarif ettiği gibisidir.
Allah'ın zaferi ve fethi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini görünce hamd ederek Rabbini tesbih et, hiç şüphesiz O tövbelerin kabul edicisidir.
Bu zafer, başka sancaklar altında değil, inanç sancağı altında kazanılan zaferdir. Başka amaçlar uğruna değil, Allah'ın dininin, Onun şeriatının zaferi için girişilen bir cihattır. Başka bir yurt için değil, belirtilen şartları taşıyan İslam Yurdu Dnun korunması uğruna verilen bir cihad ne ganimet ve ne de şöhret içinNe belirli bir toprağı ve ne de bir ulusu korumak için ne aile ve çocuk savunması için Yalnız onları Allah'ın dinine karşı belirecek bir fitneye karşı korumak için.
Rivayet edildiğine göre Ebu Musa (ra.) şöyle der:
Peygamberimize (sa.) kahramanlık uğruna mı, yoksa asabiyet uğruna mi, yoksa gösteriş uğruna savaşan kimse mi şehid olur diye sordular. Peygamberimiz şu cevabı verdi: Sadece Allah'ın sözü yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolunda şehittir.
Sadece bu durumda şehid olunur, yoksa tek amaç olan Allah'tan başka herhangi bir amaç uğruna girişilen hiçbir savaşta ölerek değil.
Müslümana inancı yüzünden savaş açılan, dinin alıkoyduğu, şeriatın uygulanmasına engel olunan her yer Dar-ül Harbdir. İsterse ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticaret müessesesi orada bulunsun. Buna karşılık inancının geçerli olduğu, şeriatının yürürlükte tutulduğu her yer İslam Yurdudur. Ailesi, aşireti, kavmi orada oturmasa ve ticari müessesesi orada bulunmasa bile
Vatan, inancın, hayat tarzının ve Allah'tan gelen şeriatın egemen olduğu bir yurttur. İnsana yaraşan vatanın manası budur. Milliyet, inanç ve hayat tarzıdır. İnsanlara yaraşan bağ ve birleşme gerekçesi budur.
Aşiret, kabile, ulus, milliyet, renk ve toprak asabiyeti, basit ve geri kalmışlık alameti olan bir asabiyettir. İnsanlığın manevi çöküntü dönemlerinde tanıdığı bir cahiliye taassubudur. Bu tiksindirici ve iğrenç niteliğinden dolayı Peygamberimiz (sa.) onu kokuşmuş diye vasıflandırmıştır.
Yahudiler kavim ve milliyet olarak Allahın halkı olduklarını ileri sürünce ulu Allah bu iddialarını reddederek birbiri peşi sıra gelip geçen nesillere, kavim, ulus, milliyet ve yurt farklılıklarına rağmen değer ölçüsü olarak sadece imanı göstermiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete eresiniz derler. Onlara de ki, tersine, din, dosdoğru yol olan İbrahimin dinidir. O müşriklerden değildi.
Ey müminler, Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Yakubun soyundan gelen, Peygamberlere indirilene ve Musa'ya, İsa'ya verilene ve Allah tarafından peygamberlere verilenlere inanıyoruz. Peygamberlerin hiç birini diğerinden ayrı tutmayız, biz Ona teslim olmuşuz deyiniz.
Eğer ehli kitap sizin gibi inanırlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, onlar mutlaka kötü yoldadırlar. Hiç şüphesiz Allah onların haklarından gelecektir. O işitici ve bilicidir. Bu Allah'ın boyasıdır. Allah'tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz Onun kulları olduğumuza inanmışız.
Gerçekten Allah tarafından seçilmiş halka gelince, o, milliyet, ulus, kavim, renk ve yurt ayrılığına rağmen Allah'ın sancağı altında bir araya gelen Müslüman ümmettir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız
Dilimlerinden birinin başında Arap asıllı Ebu Bekir'in, öbürünün başında Habeş asıllı Bilal'in, diğerinin önünde Bizans asıllı Suheyb'in, bir başkasının önünde İran asıllı Selman'ın ve diğer değerli kardeşlerinin bulunduğu ve birbiri peşi sıra gelen nesiller boyunca bu parlak uygulamayı devam ettiren bir ümmet bu. Orada milliyet, inanç; vatan Dar-ül İslam (İslam Yurdu)egemen güç, sadece Allah ve temel yasa da sırf Kurân'dır.
Yurt, ulus, milliyet ve akrabalık hakkında, Allah yoluna çağıranların gönüllerine böylesine yüce bir düşüncenin egemen olması gerekir. Bu düşünce o kadar açık olmalıdır ki, içine hiç bir yabancı cahiliye unsuru karışmamalıdır. Ne toprak şirki, ne milliyet şirki, ne ulus şirki, ne kavmiyet şirki, ne soy şirki ve ne de basit yakın akrabalık menfaatleri şirki. Bunların tümünü Yüce Allah terazinin bir kefesine koyarak aynı ayette açıklamakta ve iman ile onun gereklerini de öbür kefeye koyarak tercih hakkını insanlara bırakmaktadır. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaret piyasası ve hoşunuza giden evler sizin için Allah'tan, Onun Resulünden ve Onun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise Allah'ın sizin ile ilgili hükmünün gerçekleşmesini bekleyiniz. Allah fasıklar güruhuna hidayet vermez.
Bunun gibi, Allah yoluna davet edenlerin kalplerinde cahiliyenin ve İslamın gerçek vasfı, İslam yurdu ile harp yurdunun niteliği konusunda bir takım sathi şüpheler ve yanılgılar bulunmamalıdır. Onların düşüncelerine ve kesin inançlarına bu noktalardan çok sızmalar olabilir. Allah'ın egemenliğini tanımayan ve Onun şeriatının uygulanmadığı hiçbir yerde İslam yoktur. Yaşama tarzı ile ve hukuk sistemi ile İslamın yürürlükte olduğu yer dışında hiçbir yer İslam Yurdu değildir. İmanın ötesinde sırf küfür vardır. İslamın ötesindeki her şey cahiliyedir. Haktan sonra dalaletten başka bir şey yoktur.

YA EBA ZER!

             Ali Şeriati: ''Bir Kez Daha Ebu Zer''-1

        Ali Şeriati’nin dilinden Ebuzer’in yaşamı ve mücadelesi: “Düşmanlarım beni tüm zamanların açlarının çehresinde tek tek görmüyorlarsa çoktan ölmüşlerdir.”
Zulüm gecesinin cahiliyyet karanlığında seher bambaşka bir güneşin doğuşuna hazırlanıyordu. Cihan, fırtına öncesi sessizlikte ve tarih büyük bir ayaklanma endişesinde; yeryüzü tanrılarına ve gölgelerine ve ayetlerine karşı: Gökyüzü tanrıları. Şirk!

         İrade gölgesi düşen vicdanların ve adeta namusla ortaya çıkan fıtratların derinliklerinde hayret verici farklılaşmalar meydana geliyordu. Yalnız kalmış ruhlar –ki ‘Tufan’ı önceden ‘hisseden’ ve gecikmeden topraklarından hicret eden yırtıcı kuşlardaki koku alma özelliği ya da depremden hemen önce ayaklanıp dizginlerini kopararak eğersiz ve bineksiz, sahibinin evini terk edip çöllere düşen uyanık atlardaki esrarengiz içgüdüye sahiplermiş gibi- hissediyorlardı ki ‘bir şeyler oluyor’, ‘Büyük şeyler!’

         Bazen bir can, bir cihandır ve bazen bir fert, tek başına bir toplum. [1]

         Ve Cündeb, Cünede’nin oğlu, bedevi Arap, Gıfarlı; fakir, Mekke’yle Medine arasındaki çölde, Rebeze’de, Kureyş ticaret kervanlarının ve Kabe ziyaretçilerinin yolunun üstündeki kabileye mensup, küstah; gelenek, kanun ve kurallara karşı korkusuz adamlarla birlikte ve nihayet bu düzenin gölgesinde yaşayıp nimet ve emniyetinden faydalananların gözünde kötü şöhretli, laubali, kötü ahlaklı, bozguncu! Ki ahlak burada geleneklere riayet ve kanunlara uymaktır. Ve tüm bunlar tekel ve imtiyaza dönüşen duvarlardır: Hak ve hukuk! Düzen ve güven! Ve tüm bunlar şu adam yoksul toplumun ortasında, çeşit çeşit yemeklerle dolu sofrasında güzelce ‘Yiyebilsin’ diyedir!

           Gıfar; kötü şöhretli kabile, yol kesici! Altın ve köle ticaret kervanlarının yol kesicisi. ‘Haram aylara saygı göstermeyecek kadar laubali’. Bu dört ayda Arabistan’a hakim olan emniyeti bile bozuyorlar, ticaret kervanları –ki bu ziyaret aylarında din himayesinde Bizans, Mekke ve İran arasında hareket ederlerdi- tehlikeli Rebeze’den geçerler.[2] Yine de tuzak kurdukları yerden onlara saldıran Gıfar’ın kılıçlarıyla karşılaşırlar.

          Gıfarlılar, ticaret kervanlarının yolu üstündeki bu günahkâr yoksullar dilencilik yapmak yerine efendilere kılıç çekiyorlar!

          Cünade’nin oğlu bunlardan birisidir ki, sonraları ‘Ebuzer’ olacaktır: ‘Evinde ekmeği olmayan yoksulun eline kılıcı alıp bütün halka karşı ayaklanmamasına şaşıyorum!’ [3]

           Cünade’nin oğlu Cündeb, bütün Gıfarlılar gibi biliyor ki, zulüm sistemindeki tüm kanunlar, kararlar, gelenek, ahlak, düzen ve emniyet zulmün bekçisidir ve onlara uymak cehalettir. Ama o bir adımı –son adımı- hepsinden önce attı. Anladı ki, burada hakim din de aynı rolü oynuyor ve ona itaat, küfürdür!

             Ve put! Nedir bu? Kabilenin ‘Menat’ı –Gıfar’ın putu- ziyarete gittiği ve Gıfar’ı ölümle tehdit eden kuraklıktan kurtulmak amacıyla heyecan, sevinç, coşku, dua, ibadet, adak ve ricayla yağmur istedikleri gece o içinin derinliklerinde kutsal bir şüphe ışıltısı hissediyordu. Ve bu ışıltı derin düşüncelerini daha da alevlendiriyordu. Sonunda kabilesi uykuya daldıktan sonra çölü ve gökyüzünü kaplayan esrarengiz sessizlikte yavaşça kalktı, bir taş alıp şüphe ve inanç arasında tereddütle ve titreyerek Menat’ın yanına geldi. Bir an zamanının ilahının gözlerine hayretle baktı. Bakışsız iki göz dışında bir şey bulamadı. Bütün öfke ve nefretiyle elindeki taşı bu cehalet ve zulmün yonttuğu Tanrı’ya fırlattı.

             Taşın taşa çarpmasından çıkan bir ses ve... başka hiçbir şey!

             Döndü. Mutlak olana doğru kurtuluş, adeta yüzyıllardır kendisini bağlayan zincirlerden özgürleşme. Ansızın sanki yaratılıştan beridir tek ve meçhul içinde hapsolunduğu derin bir kuyu, dar ve karanlık bir mağaradan çıkmış gibi oldu. Çöle baktı, sonsuz uzunluk, uzak ve geniş ufuklar ve gökyüzü! Heybetli, güzel, derin ve esrarengiz!.. Sanki bütün bunları ilk kez görüyor ve görebiliyor.

             İman ve yakinden kurtulmuştu. Ve şimdi yavaş yavaş iman ve yakinin yeni sınırına varıyordu. Apaçık, büyük, derin, bilinçli ve kendi seçtiği şey!

             Anbean artan düşünce yağmurları altında, içindeki karanlık, kurak ve yakıcı çölde çeşmelerin akıverdiğini hissediyordu. Ve şimdi, ‘Suyun ayak sesleri!’ Her an arttıkça artıyor, yükseldikçe yükseliyor ve tüm benliğini kaplıyordu. Onunla doluyordu. Bir doğumun sancısı ve şevkinde yeryüzünde yalnız, çöldeki tek gölge, geceleyin gökyüzünün altında çölün konuşması! Tüm vücudu ‘O’na sesleniyor! Ansızın toprağa eğildi, secdeye vardı ve eski karanlık inançların aydınlanma sesi. Ağlayış!

             Ve bu Ebuzer’in ilk namazıydı:

             ‘Ben Allah Resulü’nü görmeden üç yıl önce namaz kılmaya başladım.’

            - Hangi tarafa yöneliyordun?

            - Allah’ın beni çevirdiği yöne!

           Üç yıl sonra Mekke’de bir adamın ortaya çıktığını, bu adamın halkın dinini küçümsediğini, kavminin kutsallarını yok saydığını, Kabe’deki tüm putları zavallı ve budala taşlar olarak adlandırdığını ve sadece bir olan Allah’a çağırdığını duydu!

          Gıfar’dan geçen yolcular bu haberi Arapların din ve ahlakı için bir facia olarak telakki ediyor, alay ve nefret dolu sözlerle ondan bahsediyorlardı. Ancak Cündeb bu sözler arasında kendi kaybettiklerini buluyordu ve biliyordu ki bu taşa tapanların –ki şirk dolu cahili hurafeler kendini put kırıcı İbrahim’e dayandırıyordu- mahkum ettikleri, küfür saydıkları ve toplumsal ayrılıkların, inançsal gevşekliklerin, gençlerdeki fikirsel bozulmaların, aşağı halk tabakasındaki küstahlaşmanın, ahlaki ve imani temellerdeki sarsılmaların, çocuklarla anne-babaları arasındaki ayrılıkların sebebi olarak gördükleri; büyük dini şahsiyetlerin aşağılanması, eskilere saygının ortadan kalkması, efsanelerin ve ecdadın geleneklerinin yok olması... Tüm bunlar kurtarıcı bir devrimin apaçık göstergeleri ve ilahi hakikatin sağlam belirtileridir. Cündeb –ki dar sosyal gelenek kalıplarına sığmayan ve hareket, değişim kabiliyeti, ilerleme ve seçme yeteneğine sahip ruhlardandı- ‘bir şeyler olduğunu’, ümmi ruhu ve özgür düşüncesinin çölün derin yalnızlıklarında aradığının da bizzat bu şey olduğunu hissediyordu.

          Bu ‘haber’e karşı tarafsız kalmadı. Sorumluluk, onu araştırmaya, inanç ve yargısını kin sahibi seçkinlerin üretip alt tabakadaki avama sundukları ‘şayialar’, ‘propagandalar’ ve ‘mütevatir yalan, töhmet ve hileler’den yola çıkarak oluşturmamaya yöneltti. Kendisi araştıracaktı. İnsanların yargıları şahsiyetlerinin en önemli belirtisidir çünkü. Bir kişi, fikir, eser, hareket ve gerçek aleyhinde yargılarını ‘nakil’ üzerinden yapıp bütün fikirlerinin kaynağını efendi şahsın dediklerinden oluşturanlar, bir gerçeği cahilce ve adil olmadan mahkum etmekten öte kendilerini otoritenin, hurafeci efendilerin, açık ve gizli propaganda düzenlerinin kölelik fikrine mahkum etmişler ve göstermişlerdir ki, ‘düşman’ın sipariş ettiği, ‘münafık’ın kurduğu, ‘demagog’un yaydığı ve ‘avam’ın kabul ettiği şayia, töhmet ve yalanlara karşı aciz geviş getiricilerdir! Ama Cünade’nin oğlu, kardeşi Üneys’i, yalancılık, cinlenmek, sihirbazlık, şairlik ve küfürle itham edilen ve aynı zamanda ‘Beytullah’ın’ saygısını yok etmek, toplumun birliğini bozmak ve aile içindeki farklılıkları düşmanlığa çevirmek için geldiğini söyledikleri bu adamı yakından görmesi, sözlerini dinlemesi ve mesajını anlayarak kendisine iletmesi için Mekke’ye gönderdi.

           Üneys Mekke’ye geldi. Adamı bulamadı. Kimse bu yabancıya ondan bir iz sunmadı. Ümitsizce Mekke’de dolaşıyor, bu adam hakkında küfür, kin ve nefret dolu sözler dışında bir şey duymuyordu. Her yer, Mescit ve Pazar ve herkes, özellikle de ‘saygın adamlar’, ‘muteber şahsiyetler’, ‘dini ve dünyevi büyükler’ ve yine mü’min ve mutaassıp dindarlar –İbrahimî sünnete inananlar ve İbrahim’in evi!- onun hakkında benzer şeyler söylüyorlardı. Şayialar ‘mütevatir’ derecesine ulaşmıştı.

           ‘O delidir, efsunlanmıştır, sözlerinin cazibesi vahyi cazibe değil, sihirdir. Gerçeğin güzelliği değil, şiirdir. Söylediklerini Cebrail’den öğrenmiyor, kendisine ait şeyler de değil. Yabancı bir bilgin ona öğretiyor. Hıristiyan bir rahipten ve İranlı bir bilginden alıyor sözlerini. O İbrahim ümmetine gelen bir beladır. Mescidin hürmetini, Allah evinin kutsiyetini, hac geleneğini, tanrılara tapmayı, ahlakın asaletini, ailelerin şerefini ve geçmiştekilerin tüm değerlerini yok etmek istiyor!’

           Ansızın Mekke’nin dar sokaklarında, bir köşede toplanmış kalabalık bir topluluk gördü. Hemen oraya yöneldi. Aydınlık siması, insanın içinin derinliklerine ulaşan bakışları, geniş alnı, orta boyu, saldırgan ama aynı zamanda ilham verici, mülayim, şefkatli yapısı, tutkulu, merdane, kat’i, kendinden emin; ama aynı zamanda tatlı ve latif sesi, derin, tatlı, şiirden güzel, korku ve ümit dolu konuşmasıyla yalnız bir adam.

          Üneys karşısında dikildi. Sözlerini mi dinleseydi? Söylediklerinin cazibesine mi kapılsaydı? Yoksa yapısı, bakışı, davranışı ve söylevindeki güzellik ve letafeti mi seyretseydi?

          Henüz adamı görmekten kaynaklanan perişanlığı geçmemişti ki, bir grup çıkageldi. Yaygara kopardılar. Sözlerini dinleyip cevap verme ihtiyacı duymadan adama küfürler, önceden hazırlanmış ithamlar savurdular. Bu ‘aydınlatıcı mesaj’ ve ‘Risalet Devrimi’nin ellerinden alacağı hiçbir şeyleri olmayan mahrum halk tabakası da onlarla birlikteydi. ‘Cehalet’, kendileri de hakim düzenin mahkumları ve mevcut durumun kurbanları olan bu insanları ‘zulüm’ sistemini kuran ve zindanlarının bekçileri olan ‘kinliler’in onlardan isteği üzerine vahşi ve çirkince bağırıp ‘Yalnız peygamber’i kovmalarını ya da küfür ederek ondan uzaklaşmalarını sağlıyordu. Ve ‘O’ gökyüzünün sükuneti gibi sükunete ve dağ gibi sabır ve vakara sahipti. [Ki Hira dağından gelmiş ve gökten mesaj getirmişti]. Düşmanca darbeler ve kapkara cahiliyyet, nazik ve şefkatli simasına hiçbir etkide bulunmuyor, oradan oraya gidip mesajını tekrarlıyordu. Ve yine dinlemeksizin ve anlamaksızın küfür, itham, yine ihanet ve aşağılama ve yine başka bir köşede konuşmaya başlama! Şehrin her köşesine gidiyordu. Sokak, pazar, meclis ve mescit. Her yerde ‘halkın karşısına’ çıkıyordu ve her yerde ‘halkın yolunun üstüne’ dikiliyordu. Verdikleri cevaplara aldırmadan, onları korkutuyor ve ümitlendiriyordu. Tehlikeyi haber veriyor, kurtuluş yolunu gösteriyordu. Mesajı olduğunu, risaleti olduğunu söylüyordu. ‘Dik kafalıları değil, dik başlıları seven’ Allah ona seslenmişti: ‘Ey ferdi yaşamın kilimine bürünen! Ey elbisesine örtünen! Ey kendinin dar ‘olmak’ ve ‘yaşamak’ surlarında mahsur kalan! Ayağa kalk, cahiliyyenin huzurunda ve zulmün güveninde uykuya dalan ve kurdun çobanlığında yoksulluk ve zillet otlanan halkı uyar! Ey Peygamber çoban! Çöldeki koyunları özgürleştir ki, Allah şehrinde insanları koyunlaştırmışlar! İbrahim’in Rabb'inin tüm melekleri huzurunda secde ettirdiği insanı şimdi İbrahim’in evinde şeytan taşlarının ayakları önünde –ki sınıfların hamisidirler- toprağa secde ettiriyorlar!

          Pis eşrafın şerefsizler ve şuursuzlarla el ele verip onu susturmak, ‘söylememesi’ için kopardıkları töhmet, hakaret ve tehdit fırtınasında o söylüyordu. Çünkü ‘Ezilenlerin Rabb'i, ‘Söyle!’ demişti! De ki: ‘Yeryüzünün çaresiz bırakılmışlarını önderler ve varisler kılmak istedik!’

         Üneys adamı görüyor, takip ediyor ve sözlerini dinliyordu. Hayret verici varlığını düşünüyordu. Adamın bedenindeki hayret vericilik, varlığının ağırlığı, davranışlarındaki cazibe ve güzellik onu o kadar etkilemişti ki, dinlemekten çok izledi. Tüm o sıkıntıda tüm o nezaket, tüm o sağlamlıkta, tüm o güzellik, tüm o dayanılmazlıkta, tüm o sükunet, tüm o karmaşada, tüm o sadelik, tüm o isyanda, tüm o kulluk, tüm o eziyette, tüm o şevk, tüm o zayıflıkta, tüm o güç, tüm o cesarette, tüm o hayâ, tüm o heyecanda, tüm o huzur, tüm o kararsızlıkta, tüm o sabır, tüm o heybette, tüm o huşû, tüm o değerlilik, mantık, uyanıklık, ciddiyet, yiğitlik ve akılda, tüm o aşk, ilham, şefkat, zarafet, güzellik, his ve yürek ve nihayet tüm o göksellik ve tüm bu yeryüzülülük, tüm o Allahperestlik ve tüm bu halkı düşünmek ve ne söyleyeyim? Tüm bu güven ve tüm bu... Ve yapayalnız!

         Üneys gördüklerinden öyle bir hale gelmişti ki, adamın söylediklerini duymadı ya da duydu; ancak sözlerdeki hayretvericilik ve sesindeki mucize onun anlayışını –ki ilk kez Allah sözünü duyuyordu- öyle bir etkiledi ki, anlamını kavrayacak hal kalmadı. Üneys –Cündeb’in kardeşi- adamın ne dediğini ‘anlamadı’; ama keskin yetenek ve ‘bedeni ruh’ ve ‘fıtri insanın’ -ki onda ‘mantık’ hâlâ ‘vicdanın’ yerini tutmamıştır- temiz fıtratında bu adamın bir ‘olay’ olduğunu anladı. Bu söylediklerinin başka bir alemden geldiği ‘kokusunu’ aldı. Hakikati anlamadı, sözlerin mânâsını derk etmedi ve adamı tanımadı; ancak vahyin kokusu, hakikatin tadı ve imanın açıklanamaz sıcaklığını hissetti.

         Ve Ebuzer çölde, halsiz ve gözleri Mekke yolunda.

        - Üneys! Kardeşim! Onu gördün mü? Söylediklerini duydun mu? Ne söylüyordu? Kimdi?

         - Yalnız bir adamdı. Kavmi ona karşı öfkeli ve kindar, o ise sabırlı ve şefkatliydi. Bir topluluk onu kovunca ya da küfür ve hakaretle terk edince, başka bir topluluğa yöneliyor ve yeniden konuşmaya başlıyordu.

          - Söyle Üneys! Ne diyordu? Neye davet ediyor?

           - Vallahi ne yaptımsa, söylediklerini anlayamadım; ancak sözleri tüm benliğimi kapsayacak tatlılıktaydı.

            Ebuzer’in mesajı aramaktaki gayesi alimane bir merak ya da entelektüel bir çabadan kaynaklanmıyordu. Halsiz ve susamıştı. Üneys o çeşmeden kendisine bir damla bile getirmemişti. Ebuzer hemen kalktı ve yol için hiçbir hesap ve hazırlık yapmadan Gıfar’dan Mekke’ye giden uzun yola koyuldu. Yol boyunca yolcu, yolculuk, yol ve son durak, hepsi ‘O’ydu.

           O gidiyordu ve iman geliyordu! Evet, iman böyle gelir. Mekke’ye vardı. ‘Gıfar’ kabilesinden bir adam, kervan sahibi ve zengin Kureyşliler arasında! Bu şehirde adının söylenmesinin bile suç olduğu bir adamı arıyordu. Bütün gün Mekke’nin derelerinde, pazarında ve mescidi haramda dolaştı. Bulamadı. Gece Mescidi harama geldi. Yalnız ve aç. Her gece eve gitmeden önce mescide gelip tavaf eden Ali, onu toprak üstünde yatarken buldu.

           - Sanırım yabancı biri!

            Onu evine götürdü ve hiç konuşmadan orada uyudu!

             Kader ne planlar kuruyor! Bu, Peygamber’in evidir. Ali o esnada daha çocuktur ve Muhammed’in evinde yaşamaktadır. Ebuzer’in kaderini tayin eden ve onu ilk kez çölden İslam’a getiren bu yolculuktaki ilk karşılaşmalar böyledir. Mekke’de onunla ilk kez konuşan kişi Ali’dir, uyuduğu ilk yer Muhammed’in evidir ve onu şehirdeki gurbet ve yalnızlıktan Peygamber’in evine götüren yine Ali. Ve bu ilk karşılaşma ve olaylar Ebuzer’in tüm yaşamını şekillendirir ve ölümüne kadar tüm varlığıyla onda kalır.

              Sabah Muhammed’i aramak için Muhammed’in evinden çıkar, akşama kadar dolaşır, akşam Ali yine tavafa gelir ve yine onu eve götürür ve yine sonraki sabah ve yine sonraki akşam. Bu kez –üçüncü gece- Ali ona kısa bir soru sorar: ‘Adamın adını ve bu şehre niye geldiğinin sebebini söyleme zamanı gelmedi mi?’ Ebuzer dikkatle sırrını Ali’ye açar: ‘Duyduğuma göre bu şehirde bir adam çıkmış ve...’ şevk ve mutluluk dolu bir tebessüm ışıltısı Ali’nin genç çehresini aydınlatır. Dostça ve samimi bir şekilde onunla Muhammed hakkında konuşur ve şöyle der: ‘Bu gece seni onun gizlendiği yere götüreceğim. Ben önden gideceğim, belli bir mesafeyle beni takip et. Eğer bir casus görürsem, duvarın kenarına gidip ayakkabı bağlarımı bağlar gibi yaparım, böylece sen olayı anlarsın. Sen beni tanımıyormuş gibi yoluna devam edersin, ben sana yetişirim.’

Peygamber’in zor günleridir. Şehir tek parça tehlike ve düşmanlar bir cephe ve dostlar? Sadece üç kişi! Ve bu gece İslam, dördüncü nefere kavuşacak!

              Muhammed, Safa tepesi eteklerinde Erkam’ın evindedir.

              Gecenin ürkütücü karanlığında, Ebu Talib’in genç oğlu önde ve Gıfarlı Cünade’nin oğlu arkada, Safa’ya çıkıyorlar, Muhammed’e doğru! Bu manzara sanki çok yakında başlayacak kaderlerinin güzel bir sahnesidir.

               Ebuzer an be an yaklaşmaktadır. An be an iman ve yakin onu fethetmiştir. O peygamberlik iddiasında bulunan adamı görmeye, tanıyıp sınamaya gitmiyor, kalbinin aşkı ve imanının muradıyla görüşmesi var. Ve şimdi Erkam’ın evine birkaç adım var. Ne zor anlar! Görüşmenin ilk anına tahammül zordur. Aşk Ebuzer’i avlamıştır. Cünade’nin oğlu ‘O’nunla doludur. Artık onda Muhammed, kendisinden çoktur. Cündeb’in zihninde Cünade’nin oğlundan uzak ve unutulmuş hatıralardan başka bir şey yoktur. Gönlü güçlü bir anlam dünyasındadır. Tanıdık bir koku her lahza keskinleşiyor, Muhammed’in varlığının ağırlığını şu anda tüm varlığında hissediyor. Muhammed’in varlığı Safa tepesini doldurmuştur. Cündeb Muhammed’in kim olduğunu ve ne söylediğini biliyor, ama... O nasıl biri? Siması? Endamı? Konuşması? Vücudu? Ona nasıl baksın? Onunla nasıl konuşabilsin? Ona ne desin? Ne bulacak? Ne olacak?

               - Selamun aleykum!

                - Ve aleyke selam ve rahmetullah.

                 Ve bu İslam’da verilen ilk selamdı.

                 Bu görüşmenin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Tarih söyleseydi bile bilemezdik. Böyle durumlarda zaman işlemez. Bildiğimiz şey, Cünade’nin oğlu Erkam’ın evine girdi ve orada kayboldu. O andan sonra asla izine rastlanmadı. Erkam’ın evinden çıkmadı. Cündeb b. Cünade gitti ve ansızın Kabe’nin kenarında, Safa tepesinde vahiy sığınağından doğan İslam ufku, parlak bir çehre doğdu. Bir an duraksadı. Yangınını çölün ateşinden aldığı iki gözünü aceleyle Mekke vadisini kuşatan dağlarda gezdirip Kabe’deki putlara dikti. Şeytani tekelcilerin ‘hizmetçi yontucular’ için düzenledikleri budala heykeller! Ebuzer ilk kez böyle görüyor ve hayret ve öfkeyle kendi kendine soruyor: Bu üç yüz otuz bilmem kaç şirk putu İbrahim’in tevhid evinde ne arıyor?

                Aceleyle Safa’dan aşağı indi. Tek, erimiş, kararlı ve muhacir. Sanki ilk gece vahyin aleviyle yanmış, mağaradan çıkıp Hira’dan inen Muhammed gibiydi. Adeta dağdan yuvarlanıp Mekke vadisine şirk, nifak, zillet ve uykunun üstüne düşen kaya gibiydi.

                İslam henüz Erkam’ın evinde gizlidir. İslam’ın tüm dünyası bu evdir ve ümmet Ebuzer’in gelmesiyle dörde ulaşmıştır. Mücadeleye takiyye şartları hakimdir. Ona geç kalmadan Mekke’yi terk edip Gıffar’a dönmesi ve gelecek emirleri beklemesi söylenmiştir. Ancak bu ‘çöl çocuğu’nun sinesinin bu ateşi içinde saklama gücü yoktur. Ebuzer –ki uzun ve ince endamı iman mabedinin minaresiydi ki bir feryatlık gırtlaktan başka bir şey değildi ve adeta yanık kalbindeki isyancı bir coşkuyla Ebuzer olmuştu- takiyye ehli değildir, isyancı ruha sahiptir. Yapmasını istedikleri şey güç isterdi; ama o bu güce sahip değildi ve ‘Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı bir yük yüklemez.’

                 Kabe’nin karşısında, büyük putların önünde ve ‘Daru Nedve’nin –Kureyş Senatosu- yanında dikilerek tevhidi haykırır, Muhammed’in peygamberliğine imanını ilan eder ve putların kendi elleriyle yaptıkları budala taşlar olduğunu açıklar.

            Bu, İslam’ın ilk haykırışı ve bir Müslüman’ın şirke ilk saldırısıydı! Şirkin cevabı netti; ölüm! Diğerlerine ibret olacak bir ölüm! İlk haykırışı gerçekleştiren bu gırtlak kesilmeliydi. Hemen başına üşüştüler. Başına, yüzüne, göğsüne ve karnına o kadar vurdular ki, küfür dolu haykırışını kestiler. Abbas yetişti. Peygamber’in amcası Abbas tefeciydi ve Kureyş’in eşrafı ve şirkin zenginleriyle aynı sınıftandı. Onları uyardı. Bu adam Gıfarlıdır! Eğer onu öldürürseniz Gıfar’ın kılıçları kervanlarınızdan intikam alacaktır! Din ve dünyaları arasında seçim yapmak zorundaydılar. İlah mı, yoksa altın mı? Aşk kıblesi mi, para kafilesi mi? Hangisi?

               Hemen geri çekildiler. Ebuzer, ellerindeki esire korkuyla bakan topluluğun oluşturduğu dairenin ortasında kandan bir heykel gibiydi. Zorlukla doğrulmaya çalıştı. Etrafındaki dairenin çapı daha da genişledi. Ayağa kalktı. İki ayağı üstüne dikildi. Topluluk birbirine yaklaştı. Sanki birbirlerine sığınıyorlardı. Zorbalığın imandan çekindiği yer burasıdır. O bir çehredir ve bunlar çehresiz. ‘Şahsiyetsiz’, hepsi tek renk, tüm tonlar siyah ve hepsi ‘Hüviyet’siz, ‘kelle’den ibaret çokluk ve karşılarında bir insan, bir ‘şahıs’, imanın kendisine anlam, mahiyet, amaç, yön, hücum, hayret edilecek güç ve yenilme bilmez bir harikuladelik verdiği kişi.

                 Yola koyulup zemzem suyunun önüne geldi. Yaralarını yıkayıp kanını temizledi. Sonraki gün yine geldi, yine ölüme yaklaştı, yine Abbas yetişip onun Gıfarlı olduğunu söyledi ve sonraki gün tekrar...

                 Sonunda Peygamber Ebuzer’in canından endişe duyduğu için bu yerinde durmaz isyancıyı şehirden ve tehlikeden uzaklaştırıp Gıfar’a davetle görevlendirdi.

                Ebuzer, ailesini ve yavaş yavaş tüm kabilesini İslam’a getirdi. Ebuzer Gıfar’dayken Müslümanlar Mekke’de mücadelenin zorlu dönemlerini yaşadılar, hicret ettiler, fert yetiştirme merhalesinden sosyal düzen oluşturma merhalesine geçtiler ve neticede savaşlar başladı.

                Bu noktada Ebuzer sahnede olması gerektiğini hisseder. Medine’ye gelir. İşi ve yeri olmadığı için Peygamber mescidinde –ki o günlerde halkın evi olmuştur- kalır ve ‘Ashab-ı Suffa’den olur. Yaşamayı fedakarlık olarak algılar. Hareketin hizmetinde barış zamanı düşünce, ilim ve ibadet, savaş zamanı da savaş!

                İslam, Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve sosyal arzularını doyurur. İslam ‘Tevhid’ esasına göre mücadeleyi başlatmıştır ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer safta: Tağut ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç duyan bir din. İslam ilk kez, ‘ya Huda ya hurma’ sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı halka, hurmayı kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren yağmacı zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda dosdoğru bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür. Geçimi olmayanın ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik ve hayır, maddi yaşamdır ve ‘Ekmek Allahperestliğin temelidir.’ Bir toplumda fakirlik, zillet ve zayıflığın tüm bu din, maneviyat, takvayla birlikte olması yalandır! Bu yüzdendir ki Ebuzer’in Peygamber’i ‘Silahlı Peygamber’dir. Çünkü onun tevhidi zihni, ruhi ve ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve sınıfların vahdetinin senedidir ve ‘Adalet’ [herkese hakkına göre] –ki tevhidin zorunlu parçasıdır- sadece ‘söz’le gerçekleşmez, ‘mesaj’, ‘kılıç’la anlaşmalı olmalıdır.
                                                                      

MÜSLÜMAN ENTELLEKTÜELLER VE İKTİDAR

Hakkında kapatma davası açılan AK Parti, kapatılır mı, kapatılmaz mı? Bu soruya kestirmeden cevap vermek güç. Ancak kapatılsa da kapatılmasa da, "bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılmakta olduğu"nu kabul etmemiz mümkün. Dönemin serin kanlı, çok yönlü bir kritiğini yapmakta zaruret var.

3 Kasım 2002 seçimlerinden başlayıp 31 Mart 2008 tarihine kadar süren bu dönemle ilgili benim dikkat çekmek istediğim iki nokta var. Biri, 20. yüzyıl boyunca büyük çabalar ve ağır maliyetlerle oluşan İslami entelektüel birikimin bu iktidar döneminde kendi asli tasavvur ve iddialarından vazgeçip siyasal iktidara ve dolayısıyla devlete eklemlenmesi, yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirme kapasitesine sahip Müslüman entelektüellerin bazı vakıflar aracılığıyla iktidar üzerinden Türkiye'nin ulusal politikaları ve hedefleri doğrultusunda fikri mesailerini harcaması; diğeri yine 20. yüzyıl boyunca büyük emekler harcanarak oluşmuş/oluşturulmuş sivil kuruluş ve cemaatlerin yine aynı kaygılar ve iktidarın sunacağı nimetlere kanarak resmi topluma eklemlenmeleri.

Milli Görüş hareketinde ve sonra AK Parti deneyiminde bir durum ortaya çıktı: Öteden beri uzak mesafeden ve lojistik destek anlamında Müslüman aydınlar, Müslüman entelektüeller veya Müslüman yazarlar bu siyasi hareketlere destek verdiler. Bir bakıma siyasetin kültürel zeminini hazırladılar, argümanlarını geliştirdiler, buna bir retorik, bir dil kazandırdılar. Bu sayede Türkiye'deki siyasi Müslümanlık büyük bir miras ve birikim üzerine oturdu. Siyasi İslam bir bakıma bu mirası ve birikimi kullanıyor, onu siyasete tahvil etti. Anadolu'da bir vaiz "Allah" dediği zaman bu bir süre sonra bu siyasete yaramıştır. Türkiye'nin kendine özgü şartlarında bu böyledir. Bunun benzerini başka bir Müslüman ülkede bulmak mümkün değil.

Milli Görüş partileri koalisyon ortağı olarak iktidara geldiklerinde Müslüman aydınlar, devlete yine de mesafeli durdular. 3 Kasım 2002 seçimleriyle AK Parti iktidara geldiğinde durumda köklü bir değişim yaşandı. Bazı vakıflar aracılığıyla, neredeyse belli başlı ne kadar genç ve diri zihin varsa, iktidarla iş tutmaya başladı. Bu tecrübe bize şunu sordurtmalı: Müslüman aydınlar böyle yapmak suretiyle, "halkın organik aydınları" olmaktan çıkıp iktidarın ve elbette "devletin organik aydınları" rolünü benimsemiş olmadılar mı? Aydının, ulemanın, entelektüelin misyonu iktidarla organik ilişkiler içine girmek mi, devlete lojistik destek sağlamak mı, yoksa halkın vicdanı ve aklı konumunda durup eleştirel yaklaşmak mı?

Bu kritik bir sorudur. Aydının tanımında, doğası gereği resmi toplumdan yana olmak vardır. Aydın, tarihsel bir kategori olarak, resmi toplum adına, devlet adına toplumu değiştirme, dönüştürmeyi çok sever.
Ama bu "halkın organik aydınları" dediğimiz Müslüman aydınları –özellikle tırnak içine aldım- "halkın içinden çıkan, halkın desteğiyle ve halkın beslediği insanlar" biraz önce de değindiğimiz gibi çok nadirler, el üstünde de tutulurlar ve başka hiçbir ülkede görmedikleri iltifatı görürler. Burada acaba zaman içinde kulvar değiştirecekler midir? Yani bir yandan Türkiye'nin, bölgenin, dünyanın ve modernliğin sorunlarını tartışıp bu konular üzerinde yoğunlaşarak ama bu arada siyasi iktidarı, -Müslüman kimlikli insanların elinde olsun veya olmasın- belli bir mesafeden sorgulayabilecekler mi? Yol gösterecekler mi? Gerektiğinde de rezervler koyabilecekler mi?

Tabii ki bu sosyal fenomen için hemencecik kesin bir şey söylemek mümkün değil. Türkiye tarihinde böyle bir tecrübeyi yeni yaşıyoruz, ama İran'da bir tecrübe yaşandı, orada kaybeden taraf aydınlar oldu. Belki şu kadarını söylemek mümkün görünmektedir: 2002-2008 arası dönemde AK Parti iktidarı, Müslüman entelektüelleri devletin işleriyle meşgul etmesi ve neredeyse bütün sivil toplum ve cemaatleri iktidar hevesine ve işlerine dahil etmesi bakımından nasıl bir sonuç verdi? Bunun kritiğini yapmamız lazım.


ALİ BULAÇ

KÖRLER VE SAĞIRLAR BİRBİRİNİ AĞIRLAR

İyi insanları kötülerden ayırmaya çalışırken, yanıldığını söylemelerinden hoşlanmıyor ve seni izlemelerinden hoşlanıyorsan, o zaman iyi ile kötü birbirinden ayrılamaz. Özlü ve kısa bir açıklama yaparsak; birçok yaşamın böyle bir gerçekliği barındırdğını göreceğiz. İyi ile kötüyü birbirinden ayırmanın temel formülü ayırıcı özelliklere sahip olmaktır. Ayırıcı ayıklayıcı bir özelliğe sahip olmak için tahammül sınırının zirvesinde oturmak gerekir. Tahammül ve dayanmadan yoksun kişiler, genellikle doğru ile yanlışı birbirine karıştırırlar. Çünkü eleştiriye dayanamadıklarından kolayca doğrudan uzaklaşabilirler. Şunu unutmamak gerekir ki çoğu zaman doğrular, eleştiri merkezinde oturanlardadır. Onaylayanlar sorgulamadan kabullenirler, bu durumda doğruya varmak isteyenler de doğruyu karıştırabilir. Ohalde tahammülden başka çıkar yol yoktur, doğru ile yanlışı birbirinden ayıklamak için…
İnsanın yapısı zayıflıklarla doludur. İnsan övülmekten, pohpohlamaktan hoşlanmasına rağmen, küçücük bir eleştiriyi kabullenmekten de acizdir. Bu zayıf varlığın, bu zaafları hayatından diskalife edilmediği sürece yanlışlar hayatını daima kemirecektir. Yanlışların, övülmekten hoşlanan her insanın hayatına yuva kuracağı muhakkaktır. Çünkü her söylediğinin onaylanmasını isteyen insanların büyüklüğü, söylediklerinin kabul görmesiyle doğru orantılıdır. Bunlar kendi dışındakilerin daima kendisine takılmasını isterler. Bu açıdan onaylanma dışında hiçbir şeyi kabul etmezler. Bu kadar küçük bir beyinle büyük olduğunu sananların tahammul hacmi ne kadar olabilir, tabiki çok küçüktür. Tahammül hacmi çok dar olanların hayatına eleştiri asla uğramaz, uğrarsa orada deprem olur ve her şey birbirine girer.
Toplumsal yaşamın tüm katmanlarında bunları görmek mümkündür. Siyasetçilerden eğitimcilere, eğitimcilerden güvenlik unsurlarına kadar böyle bir mantalite egemendir. Bir siyasetçi etrafına topladığı kalabalığın papağan gibi söylediklerini onaylamasını arzulamaktadır. Şayet siyasi parti içinde aykırı düşünüp, eleştirel bir bakışla var olan yapının sürekli yenilenmesini isteyenler olursa, bir grup kararıyla hemen parti dışına itilir. Yönetimin yanlış uygulamaları, halkın sırtında bir kambur olmaya başladı, çağdaş dünyada her bireyin insanca yaşama haklarının olduğu uygun bir dille anlatılırsa, bölücülük damgalarıyla toplum dışında marjinalliğe itilirsiniz. Patronlarda bunlardan farklı değildir, ya işinden olursun ya da sesini kısacaksın gibi korku şantajlarıyla çalışanlarını sindirirler. Bu örneklerin yaşamının ivme kazandığı bir ortamda, iyi ile kötüyü birbirinden ayıracak yetenekler ne kadar gelişebilir.
Bir eylemin bir düşüncenin onaylanmasına bakarak, kendisinin doğru yaptığına inananlar, kendilerini aldatırlar. Çünkü körler ve sağırlar zaten birbirini ağırlar. Bunların birbirini ağırlaması kimseyi kandırmasın, hakikat körlerin ve sağırların onayının dışından gelen eleştiri oklarının ucunda taşınmaktadır. O oklar beyninize saplanarak acı versede, katlanmayı bilin. Doğru, okların açtığı yaralardan beyne girer. Atalar dost acı söyler derken; çok doğru söylemiştir. Bir eylemi her zaman onaylayanlar asla dost olamazlar, insanların iyisi kişiye dost olur. Dostlar uyanıktır, neyin doğru neyin yanlış olduğunu çekinmeden rahatlıkla söyler ve insana yeni bir bakış kazandırır. Bu bakışlar insanda ayrım yapma özelliğini doğurur. O halde ayrım yapabilecek güce ulaşmayı istiyorsanız, eleştiri oklarının hedefi olmaktan kaçınmayınız.


Yıl:30.03.2004
Saat:12.40—13.50
Kadıköy(F.B.Merkezi)/İst.
(E.KEKEÇ)