Ali Şeriati: ''Bir Kez Daha Ebu Zer''-1
Ali Şeriati’nin dilinden Ebuzer’in yaşamı ve mücadelesi: “Düşmanlarım beni tüm zamanların açlarının çehresinde tek tek görmüyorlarsa çoktan ölmüşlerdir.”
Zulüm gecesinin cahiliyyet karanlığında seher bambaşka bir güneşin doğuşuna hazırlanıyordu. Cihan, fırtına öncesi sessizlikte ve tarih büyük bir ayaklanma endişesinde; yeryüzü tanrılarına ve gölgelerine ve ayetlerine karşı: Gökyüzü tanrıları. Şirk!
İrade gölgesi düşen vicdanların ve adeta namusla ortaya çıkan fıtratların derinliklerinde hayret verici farklılaşmalar meydana geliyordu. Yalnız kalmış ruhlar –ki ‘Tufan’ı önceden ‘hisseden’ ve gecikmeden topraklarından hicret eden yırtıcı kuşlardaki koku alma özelliği ya da depremden hemen önce ayaklanıp dizginlerini kopararak eğersiz ve bineksiz, sahibinin evini terk edip çöllere düşen uyanık atlardaki esrarengiz içgüdüye sahiplermiş gibi- hissediyorlardı ki ‘bir şeyler oluyor’, ‘Büyük şeyler!’
Bazen bir can, bir cihandır ve bazen bir fert, tek başına bir toplum. [1]
Ve Cündeb, Cünede’nin oğlu, bedevi Arap, Gıfarlı; fakir, Mekke’yle Medine arasındaki çölde, Rebeze’de, Kureyş ticaret kervanlarının ve Kabe ziyaretçilerinin yolunun üstündeki kabileye mensup, küstah; gelenek, kanun ve kurallara karşı korkusuz adamlarla birlikte ve nihayet bu düzenin gölgesinde yaşayıp nimet ve emniyetinden faydalananların gözünde kötü şöhretli, laubali, kötü ahlaklı, bozguncu! Ki ahlak burada geleneklere riayet ve kanunlara uymaktır. Ve tüm bunlar tekel ve imtiyaza dönüşen duvarlardır: Hak ve hukuk! Düzen ve güven! Ve tüm bunlar şu adam yoksul toplumun ortasında, çeşit çeşit yemeklerle dolu sofrasında güzelce ‘Yiyebilsin’ diyedir!
Gıfar; kötü şöhretli kabile, yol kesici! Altın ve köle ticaret kervanlarının yol kesicisi. ‘Haram aylara saygı göstermeyecek kadar laubali’. Bu dört ayda Arabistan’a hakim olan emniyeti bile bozuyorlar, ticaret kervanları –ki bu ziyaret aylarında din himayesinde Bizans, Mekke ve İran arasında hareket ederlerdi- tehlikeli Rebeze’den geçerler.[2] Yine de tuzak kurdukları yerden onlara saldıran Gıfar’ın kılıçlarıyla karşılaşırlar.
Gıfarlılar, ticaret kervanlarının yolu üstündeki bu günahkâr yoksullar dilencilik yapmak yerine efendilere kılıç çekiyorlar!
Cünade’nin oğlu bunlardan birisidir ki, sonraları ‘Ebuzer’ olacaktır: ‘Evinde ekmeği olmayan yoksulun eline kılıcı alıp bütün halka karşı ayaklanmamasına şaşıyorum!’ [3]
Cünade’nin oğlu Cündeb, bütün Gıfarlılar gibi biliyor ki, zulüm sistemindeki tüm kanunlar, kararlar, gelenek, ahlak, düzen ve emniyet zulmün bekçisidir ve onlara uymak cehalettir. Ama o bir adımı –son adımı- hepsinden önce attı. Anladı ki, burada hakim din de aynı rolü oynuyor ve ona itaat, küfürdür!
Ve put! Nedir bu? Kabilenin ‘Menat’ı –Gıfar’ın putu- ziyarete gittiği ve Gıfar’ı ölümle tehdit eden kuraklıktan kurtulmak amacıyla heyecan, sevinç, coşku, dua, ibadet, adak ve ricayla yağmur istedikleri gece o içinin derinliklerinde kutsal bir şüphe ışıltısı hissediyordu. Ve bu ışıltı derin düşüncelerini daha da alevlendiriyordu. Sonunda kabilesi uykuya daldıktan sonra çölü ve gökyüzünü kaplayan esrarengiz sessizlikte yavaşça kalktı, bir taş alıp şüphe ve inanç arasında tereddütle ve titreyerek Menat’ın yanına geldi. Bir an zamanının ilahının gözlerine hayretle baktı. Bakışsız iki göz dışında bir şey bulamadı. Bütün öfke ve nefretiyle elindeki taşı bu cehalet ve zulmün yonttuğu Tanrı’ya fırlattı.
Taşın taşa çarpmasından çıkan bir ses ve... başka hiçbir şey!
Döndü. Mutlak olana doğru kurtuluş, adeta yüzyıllardır kendisini bağlayan zincirlerden özgürleşme. Ansızın sanki yaratılıştan beridir tek ve meçhul içinde hapsolunduğu derin bir kuyu, dar ve karanlık bir mağaradan çıkmış gibi oldu. Çöle baktı, sonsuz uzunluk, uzak ve geniş ufuklar ve gökyüzü! Heybetli, güzel, derin ve esrarengiz!.. Sanki bütün bunları ilk kez görüyor ve görebiliyor.
İman ve yakinden kurtulmuştu. Ve şimdi yavaş yavaş iman ve yakinin yeni sınırına varıyordu. Apaçık, büyük, derin, bilinçli ve kendi seçtiği şey!
Anbean artan düşünce yağmurları altında, içindeki karanlık, kurak ve yakıcı çölde çeşmelerin akıverdiğini hissediyordu. Ve şimdi, ‘Suyun ayak sesleri!’ Her an arttıkça artıyor, yükseldikçe yükseliyor ve tüm benliğini kaplıyordu. Onunla doluyordu. Bir doğumun sancısı ve şevkinde yeryüzünde yalnız, çöldeki tek gölge, geceleyin gökyüzünün altında çölün konuşması! Tüm vücudu ‘O’na sesleniyor! Ansızın toprağa eğildi, secdeye vardı ve eski karanlık inançların aydınlanma sesi. Ağlayış!
Ve bu Ebuzer’in ilk namazıydı:
‘Ben Allah Resulü’nü görmeden üç yıl önce namaz kılmaya başladım.’
- Hangi tarafa yöneliyordun?
- Allah’ın beni çevirdiği yöne!
Üç yıl sonra Mekke’de bir adamın ortaya çıktığını, bu adamın halkın dinini küçümsediğini, kavminin kutsallarını yok saydığını, Kabe’deki tüm putları zavallı ve budala taşlar olarak adlandırdığını ve sadece bir olan Allah’a çağırdığını duydu!
Gıfar’dan geçen yolcular bu haberi Arapların din ve ahlakı için bir facia olarak telakki ediyor, alay ve nefret dolu sözlerle ondan bahsediyorlardı. Ancak Cündeb bu sözler arasında kendi kaybettiklerini buluyordu ve biliyordu ki bu taşa tapanların –ki şirk dolu cahili hurafeler kendini put kırıcı İbrahim’e dayandırıyordu- mahkum ettikleri, küfür saydıkları ve toplumsal ayrılıkların, inançsal gevşekliklerin, gençlerdeki fikirsel bozulmaların, aşağı halk tabakasındaki küstahlaşmanın, ahlaki ve imani temellerdeki sarsılmaların, çocuklarla anne-babaları arasındaki ayrılıkların sebebi olarak gördükleri; büyük dini şahsiyetlerin aşağılanması, eskilere saygının ortadan kalkması, efsanelerin ve ecdadın geleneklerinin yok olması... Tüm bunlar kurtarıcı bir devrimin apaçık göstergeleri ve ilahi hakikatin sağlam belirtileridir. Cündeb –ki dar sosyal gelenek kalıplarına sığmayan ve hareket, değişim kabiliyeti, ilerleme ve seçme yeteneğine sahip ruhlardandı- ‘bir şeyler olduğunu’, ümmi ruhu ve özgür düşüncesinin çölün derin yalnızlıklarında aradığının da bizzat bu şey olduğunu hissediyordu.
Bu ‘haber’e karşı tarafsız kalmadı. Sorumluluk, onu araştırmaya, inanç ve yargısını kin sahibi seçkinlerin üretip alt tabakadaki avama sundukları ‘şayialar’, ‘propagandalar’ ve ‘mütevatir yalan, töhmet ve hileler’den yola çıkarak oluşturmamaya yöneltti. Kendisi araştıracaktı. İnsanların yargıları şahsiyetlerinin en önemli belirtisidir çünkü. Bir kişi, fikir, eser, hareket ve gerçek aleyhinde yargılarını ‘nakil’ üzerinden yapıp bütün fikirlerinin kaynağını efendi şahsın dediklerinden oluşturanlar, bir gerçeği cahilce ve adil olmadan mahkum etmekten öte kendilerini otoritenin, hurafeci efendilerin, açık ve gizli propaganda düzenlerinin kölelik fikrine mahkum etmişler ve göstermişlerdir ki, ‘düşman’ın sipariş ettiği, ‘münafık’ın kurduğu, ‘demagog’un yaydığı ve ‘avam’ın kabul ettiği şayia, töhmet ve yalanlara karşı aciz geviş getiricilerdir! Ama Cünade’nin oğlu, kardeşi Üneys’i, yalancılık, cinlenmek, sihirbazlık, şairlik ve küfürle itham edilen ve aynı zamanda ‘Beytullah’ın’ saygısını yok etmek, toplumun birliğini bozmak ve aile içindeki farklılıkları düşmanlığa çevirmek için geldiğini söyledikleri bu adamı yakından görmesi, sözlerini dinlemesi ve mesajını anlayarak kendisine iletmesi için Mekke’ye gönderdi.
Üneys Mekke’ye geldi. Adamı bulamadı. Kimse bu yabancıya ondan bir iz sunmadı. Ümitsizce Mekke’de dolaşıyor, bu adam hakkında küfür, kin ve nefret dolu sözler dışında bir şey duymuyordu. Her yer, Mescit ve Pazar ve herkes, özellikle de ‘saygın adamlar’, ‘muteber şahsiyetler’, ‘dini ve dünyevi büyükler’ ve yine mü’min ve mutaassıp dindarlar –İbrahimî sünnete inananlar ve İbrahim’in evi!- onun hakkında benzer şeyler söylüyorlardı. Şayialar ‘mütevatir’ derecesine ulaşmıştı.
‘O delidir, efsunlanmıştır, sözlerinin cazibesi vahyi cazibe değil, sihirdir. Gerçeğin güzelliği değil, şiirdir. Söylediklerini Cebrail’den öğrenmiyor, kendisine ait şeyler de değil. Yabancı bir bilgin ona öğretiyor. Hıristiyan bir rahipten ve İranlı bir bilginden alıyor sözlerini. O İbrahim ümmetine gelen bir beladır. Mescidin hürmetini, Allah evinin kutsiyetini, hac geleneğini, tanrılara tapmayı, ahlakın asaletini, ailelerin şerefini ve geçmiştekilerin tüm değerlerini yok etmek istiyor!’
Ansızın Mekke’nin dar sokaklarında, bir köşede toplanmış kalabalık bir topluluk gördü. Hemen oraya yöneldi. Aydınlık siması, insanın içinin derinliklerine ulaşan bakışları, geniş alnı, orta boyu, saldırgan ama aynı zamanda ilham verici, mülayim, şefkatli yapısı, tutkulu, merdane, kat’i, kendinden emin; ama aynı zamanda tatlı ve latif sesi, derin, tatlı, şiirden güzel, korku ve ümit dolu konuşmasıyla yalnız bir adam.
Üneys karşısında dikildi. Sözlerini mi dinleseydi? Söylediklerinin cazibesine mi kapılsaydı? Yoksa yapısı, bakışı, davranışı ve söylevindeki güzellik ve letafeti mi seyretseydi?
Henüz adamı görmekten kaynaklanan perişanlığı geçmemişti ki, bir grup çıkageldi. Yaygara kopardılar. Sözlerini dinleyip cevap verme ihtiyacı duymadan adama küfürler, önceden hazırlanmış ithamlar savurdular. Bu ‘aydınlatıcı mesaj’ ve ‘Risalet Devrimi’nin ellerinden alacağı hiçbir şeyleri olmayan mahrum halk tabakası da onlarla birlikteydi. ‘Cehalet’, kendileri de hakim düzenin mahkumları ve mevcut durumun kurbanları olan bu insanları ‘zulüm’ sistemini kuran ve zindanlarının bekçileri olan ‘kinliler’in onlardan isteği üzerine vahşi ve çirkince bağırıp ‘Yalnız peygamber’i kovmalarını ya da küfür ederek ondan uzaklaşmalarını sağlıyordu. Ve ‘O’ gökyüzünün sükuneti gibi sükunete ve dağ gibi sabır ve vakara sahipti. [Ki Hira dağından gelmiş ve gökten mesaj getirmişti]. Düşmanca darbeler ve kapkara cahiliyyet, nazik ve şefkatli simasına hiçbir etkide bulunmuyor, oradan oraya gidip mesajını tekrarlıyordu. Ve yine dinlemeksizin ve anlamaksızın küfür, itham, yine ihanet ve aşağılama ve yine başka bir köşede konuşmaya başlama! Şehrin her köşesine gidiyordu. Sokak, pazar, meclis ve mescit. Her yerde ‘halkın karşısına’ çıkıyordu ve her yerde ‘halkın yolunun üstüne’ dikiliyordu. Verdikleri cevaplara aldırmadan, onları korkutuyor ve ümitlendiriyordu. Tehlikeyi haber veriyor, kurtuluş yolunu gösteriyordu. Mesajı olduğunu, risaleti olduğunu söylüyordu. ‘Dik kafalıları değil, dik başlıları seven’ Allah ona seslenmişti: ‘Ey ferdi yaşamın kilimine bürünen! Ey elbisesine örtünen! Ey kendinin dar ‘olmak’ ve ‘yaşamak’ surlarında mahsur kalan! Ayağa kalk, cahiliyyenin huzurunda ve zulmün güveninde uykuya dalan ve kurdun çobanlığında yoksulluk ve zillet otlanan halkı uyar! Ey Peygamber çoban! Çöldeki koyunları özgürleştir ki, Allah şehrinde insanları koyunlaştırmışlar! İbrahim’in Rabb'inin tüm melekleri huzurunda secde ettirdiği insanı şimdi İbrahim’in evinde şeytan taşlarının ayakları önünde –ki sınıfların hamisidirler- toprağa secde ettiriyorlar!
Pis eşrafın şerefsizler ve şuursuzlarla el ele verip onu susturmak, ‘söylememesi’ için kopardıkları töhmet, hakaret ve tehdit fırtınasında o söylüyordu. Çünkü ‘Ezilenlerin Rabb'i, ‘Söyle!’ demişti! De ki: ‘Yeryüzünün çaresiz bırakılmışlarını önderler ve varisler kılmak istedik!’
Üneys adamı görüyor, takip ediyor ve sözlerini dinliyordu. Hayret verici varlığını düşünüyordu. Adamın bedenindeki hayret vericilik, varlığının ağırlığı, davranışlarındaki cazibe ve güzellik onu o kadar etkilemişti ki, dinlemekten çok izledi. Tüm o sıkıntıda tüm o nezaket, tüm o sağlamlıkta, tüm o güzellik, tüm o dayanılmazlıkta, tüm o sükunet, tüm o karmaşada, tüm o sadelik, tüm o isyanda, tüm o kulluk, tüm o eziyette, tüm o şevk, tüm o zayıflıkta, tüm o güç, tüm o cesarette, tüm o hayâ, tüm o heyecanda, tüm o huzur, tüm o kararsızlıkta, tüm o sabır, tüm o heybette, tüm o huşû, tüm o değerlilik, mantık, uyanıklık, ciddiyet, yiğitlik ve akılda, tüm o aşk, ilham, şefkat, zarafet, güzellik, his ve yürek ve nihayet tüm o göksellik ve tüm bu yeryüzülülük, tüm o Allahperestlik ve tüm bu halkı düşünmek ve ne söyleyeyim? Tüm bu güven ve tüm bu... Ve yapayalnız!
Üneys gördüklerinden öyle bir hale gelmişti ki, adamın söylediklerini duymadı ya da duydu; ancak sözlerdeki hayretvericilik ve sesindeki mucize onun anlayışını –ki ilk kez Allah sözünü duyuyordu- öyle bir etkiledi ki, anlamını kavrayacak hal kalmadı. Üneys –Cündeb’in kardeşi- adamın ne dediğini ‘anlamadı’; ama keskin yetenek ve ‘bedeni ruh’ ve ‘fıtri insanın’ -ki onda ‘mantık’ hâlâ ‘vicdanın’ yerini tutmamıştır- temiz fıtratında bu adamın bir ‘olay’ olduğunu anladı. Bu söylediklerinin başka bir alemden geldiği ‘kokusunu’ aldı. Hakikati anlamadı, sözlerin mânâsını derk etmedi ve adamı tanımadı; ancak vahyin kokusu, hakikatin tadı ve imanın açıklanamaz sıcaklığını hissetti.
Ve Ebuzer çölde, halsiz ve gözleri Mekke yolunda.
- Üneys! Kardeşim! Onu gördün mü? Söylediklerini duydun mu? Ne söylüyordu? Kimdi?
- Yalnız bir adamdı. Kavmi ona karşı öfkeli ve kindar, o ise sabırlı ve şefkatliydi. Bir topluluk onu kovunca ya da küfür ve hakaretle terk edince, başka bir topluluğa yöneliyor ve yeniden konuşmaya başlıyordu.
- Söyle Üneys! Ne diyordu? Neye davet ediyor?
- Vallahi ne yaptımsa, söylediklerini anlayamadım; ancak sözleri tüm benliğimi kapsayacak tatlılıktaydı.
Ebuzer’in mesajı aramaktaki gayesi alimane bir merak ya da entelektüel bir çabadan kaynaklanmıyordu. Halsiz ve susamıştı. Üneys o çeşmeden kendisine bir damla bile getirmemişti. Ebuzer hemen kalktı ve yol için hiçbir hesap ve hazırlık yapmadan Gıfar’dan Mekke’ye giden uzun yola koyuldu. Yol boyunca yolcu, yolculuk, yol ve son durak, hepsi ‘O’ydu.
O gidiyordu ve iman geliyordu! Evet, iman böyle gelir. Mekke’ye vardı. ‘Gıfar’ kabilesinden bir adam, kervan sahibi ve zengin Kureyşliler arasında! Bu şehirde adının söylenmesinin bile suç olduğu bir adamı arıyordu. Bütün gün Mekke’nin derelerinde, pazarında ve mescidi haramda dolaştı. Bulamadı. Gece Mescidi harama geldi. Yalnız ve aç. Her gece eve gitmeden önce mescide gelip tavaf eden Ali, onu toprak üstünde yatarken buldu.
- Sanırım yabancı biri!
Onu evine götürdü ve hiç konuşmadan orada uyudu!
Kader ne planlar kuruyor! Bu, Peygamber’in evidir. Ali o esnada daha çocuktur ve Muhammed’in evinde yaşamaktadır. Ebuzer’in kaderini tayin eden ve onu ilk kez çölden İslam’a getiren bu yolculuktaki ilk karşılaşmalar böyledir. Mekke’de onunla ilk kez konuşan kişi Ali’dir, uyuduğu ilk yer Muhammed’in evidir ve onu şehirdeki gurbet ve yalnızlıktan Peygamber’in evine götüren yine Ali. Ve bu ilk karşılaşma ve olaylar Ebuzer’in tüm yaşamını şekillendirir ve ölümüne kadar tüm varlığıyla onda kalır.
Sabah Muhammed’i aramak için Muhammed’in evinden çıkar, akşama kadar dolaşır, akşam Ali yine tavafa gelir ve yine onu eve götürür ve yine sonraki sabah ve yine sonraki akşam. Bu kez –üçüncü gece- Ali ona kısa bir soru sorar: ‘Adamın adını ve bu şehre niye geldiğinin sebebini söyleme zamanı gelmedi mi?’ Ebuzer dikkatle sırrını Ali’ye açar: ‘Duyduğuma göre bu şehirde bir adam çıkmış ve...’ şevk ve mutluluk dolu bir tebessüm ışıltısı Ali’nin genç çehresini aydınlatır. Dostça ve samimi bir şekilde onunla Muhammed hakkında konuşur ve şöyle der: ‘Bu gece seni onun gizlendiği yere götüreceğim. Ben önden gideceğim, belli bir mesafeyle beni takip et. Eğer bir casus görürsem, duvarın kenarına gidip ayakkabı bağlarımı bağlar gibi yaparım, böylece sen olayı anlarsın. Sen beni tanımıyormuş gibi yoluna devam edersin, ben sana yetişirim.’
Peygamber’in zor günleridir. Şehir tek parça tehlike ve düşmanlar bir cephe ve dostlar? Sadece üç kişi! Ve bu gece İslam, dördüncü nefere kavuşacak!
Muhammed, Safa tepesi eteklerinde Erkam’ın evindedir.
Gecenin ürkütücü karanlığında, Ebu Talib’in genç oğlu önde ve Gıfarlı Cünade’nin oğlu arkada, Safa’ya çıkıyorlar, Muhammed’e doğru! Bu manzara sanki çok yakında başlayacak kaderlerinin güzel bir sahnesidir.
Ebuzer an be an yaklaşmaktadır. An be an iman ve yakin onu fethetmiştir. O peygamberlik iddiasında bulunan adamı görmeye, tanıyıp sınamaya gitmiyor, kalbinin aşkı ve imanının muradıyla görüşmesi var. Ve şimdi Erkam’ın evine birkaç adım var. Ne zor anlar! Görüşmenin ilk anına tahammül zordur. Aşk Ebuzer’i avlamıştır. Cünade’nin oğlu ‘O’nunla doludur. Artık onda Muhammed, kendisinden çoktur. Cündeb’in zihninde Cünade’nin oğlundan uzak ve unutulmuş hatıralardan başka bir şey yoktur. Gönlü güçlü bir anlam dünyasındadır. Tanıdık bir koku her lahza keskinleşiyor, Muhammed’in varlığının ağırlığını şu anda tüm varlığında hissediyor. Muhammed’in varlığı Safa tepesini doldurmuştur. Cündeb Muhammed’in kim olduğunu ve ne söylediğini biliyor, ama... O nasıl biri? Siması? Endamı? Konuşması? Vücudu? Ona nasıl baksın? Onunla nasıl konuşabilsin? Ona ne desin? Ne bulacak? Ne olacak?
- Selamun aleykum!
- Ve aleyke selam ve rahmetullah.
Ve bu İslam’da verilen ilk selamdı.
Bu görüşmenin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Tarih söyleseydi bile bilemezdik. Böyle durumlarda zaman işlemez. Bildiğimiz şey, Cünade’nin oğlu Erkam’ın evine girdi ve orada kayboldu. O andan sonra asla izine rastlanmadı. Erkam’ın evinden çıkmadı. Cündeb b. Cünade gitti ve ansızın Kabe’nin kenarında, Safa tepesinde vahiy sığınağından doğan İslam ufku, parlak bir çehre doğdu. Bir an duraksadı. Yangınını çölün ateşinden aldığı iki gözünü aceleyle Mekke vadisini kuşatan dağlarda gezdirip Kabe’deki putlara dikti. Şeytani tekelcilerin ‘hizmetçi yontucular’ için düzenledikleri budala heykeller! Ebuzer ilk kez böyle görüyor ve hayret ve öfkeyle kendi kendine soruyor: Bu üç yüz otuz bilmem kaç şirk putu İbrahim’in tevhid evinde ne arıyor?
Aceleyle Safa’dan aşağı indi. Tek, erimiş, kararlı ve muhacir. Sanki ilk gece vahyin aleviyle yanmış, mağaradan çıkıp Hira’dan inen Muhammed gibiydi. Adeta dağdan yuvarlanıp Mekke vadisine şirk, nifak, zillet ve uykunun üstüne düşen kaya gibiydi.
İslam henüz Erkam’ın evinde gizlidir. İslam’ın tüm dünyası bu evdir ve ümmet Ebuzer’in gelmesiyle dörde ulaşmıştır. Mücadeleye takiyye şartları hakimdir. Ona geç kalmadan Mekke’yi terk edip Gıffar’a dönmesi ve gelecek emirleri beklemesi söylenmiştir. Ancak bu ‘çöl çocuğu’nun sinesinin bu ateşi içinde saklama gücü yoktur. Ebuzer –ki uzun ve ince endamı iman mabedinin minaresiydi ki bir feryatlık gırtlaktan başka bir şey değildi ve adeta yanık kalbindeki isyancı bir coşkuyla Ebuzer olmuştu- takiyye ehli değildir, isyancı ruha sahiptir. Yapmasını istedikleri şey güç isterdi; ama o bu güce sahip değildi ve ‘Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı bir yük yüklemez.’
Kabe’nin karşısında, büyük putların önünde ve ‘Daru Nedve’nin –Kureyş Senatosu- yanında dikilerek tevhidi haykırır, Muhammed’in peygamberliğine imanını ilan eder ve putların kendi elleriyle yaptıkları budala taşlar olduğunu açıklar.
Bu, İslam’ın ilk haykırışı ve bir Müslüman’ın şirke ilk saldırısıydı! Şirkin cevabı netti; ölüm! Diğerlerine ibret olacak bir ölüm! İlk haykırışı gerçekleştiren bu gırtlak kesilmeliydi. Hemen başına üşüştüler. Başına, yüzüne, göğsüne ve karnına o kadar vurdular ki, küfür dolu haykırışını kestiler. Abbas yetişti. Peygamber’in amcası Abbas tefeciydi ve Kureyş’in eşrafı ve şirkin zenginleriyle aynı sınıftandı. Onları uyardı. Bu adam Gıfarlıdır! Eğer onu öldürürseniz Gıfar’ın kılıçları kervanlarınızdan intikam alacaktır! Din ve dünyaları arasında seçim yapmak zorundaydılar. İlah mı, yoksa altın mı? Aşk kıblesi mi, para kafilesi mi? Hangisi?
Hemen geri çekildiler. Ebuzer, ellerindeki esire korkuyla bakan topluluğun oluşturduğu dairenin ortasında kandan bir heykel gibiydi. Zorlukla doğrulmaya çalıştı. Etrafındaki dairenin çapı daha da genişledi. Ayağa kalktı. İki ayağı üstüne dikildi. Topluluk birbirine yaklaştı. Sanki birbirlerine sığınıyorlardı. Zorbalığın imandan çekindiği yer burasıdır. O bir çehredir ve bunlar çehresiz. ‘Şahsiyetsiz’, hepsi tek renk, tüm tonlar siyah ve hepsi ‘Hüviyet’siz, ‘kelle’den ibaret çokluk ve karşılarında bir insan, bir ‘şahıs’, imanın kendisine anlam, mahiyet, amaç, yön, hücum, hayret edilecek güç ve yenilme bilmez bir harikuladelik verdiği kişi.
Yola koyulup zemzem suyunun önüne geldi. Yaralarını yıkayıp kanını temizledi. Sonraki gün yine geldi, yine ölüme yaklaştı, yine Abbas yetişip onun Gıfarlı olduğunu söyledi ve sonraki gün tekrar...
Sonunda Peygamber Ebuzer’in canından endişe duyduğu için bu yerinde durmaz isyancıyı şehirden ve tehlikeden uzaklaştırıp Gıfar’a davetle görevlendirdi.
Ebuzer, ailesini ve yavaş yavaş tüm kabilesini İslam’a getirdi. Ebuzer Gıfar’dayken Müslümanlar Mekke’de mücadelenin zorlu dönemlerini yaşadılar, hicret ettiler, fert yetiştirme merhalesinden sosyal düzen oluşturma merhalesine geçtiler ve neticede savaşlar başladı.
Bu noktada Ebuzer sahnede olması gerektiğini hisseder. Medine’ye gelir. İşi ve yeri olmadığı için Peygamber mescidinde –ki o günlerde halkın evi olmuştur- kalır ve ‘Ashab-ı Suffa’den olur. Yaşamayı fedakarlık olarak algılar. Hareketin hizmetinde barış zamanı düşünce, ilim ve ibadet, savaş zamanı da savaş!
İslam, Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve sosyal arzularını doyurur. İslam ‘Tevhid’ esasına göre mücadeleyi başlatmıştır ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer safta: Tağut ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç duyan bir din. İslam ilk kez, ‘ya Huda ya hurma’ sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı halka, hurmayı kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren yağmacı zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda dosdoğru bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür. Geçimi olmayanın ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik ve hayır, maddi yaşamdır ve ‘Ekmek Allahperestliğin temelidir.’ Bir toplumda fakirlik, zillet ve zayıflığın tüm bu din, maneviyat, takvayla birlikte olması yalandır! Bu yüzdendir ki Ebuzer’in Peygamber’i ‘Silahlı Peygamber’dir. Çünkü onun tevhidi zihni, ruhi ve ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve sınıfların vahdetinin senedidir ve ‘Adalet’ [herkese hakkına göre] –ki tevhidin zorunlu parçasıdır- sadece ‘söz’le gerçekleşmez, ‘mesaj’, ‘kılıç’la anlaşmalı olmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder