Hakkında kapatma davası açılan AK Parti, kapatılır mı, kapatılmaz mı? Bu soruya kestirmeden cevap vermek güç. Ancak kapatılsa da kapatılmasa da, "bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açılmakta olduğu"nu kabul etmemiz mümkün. Dönemin serin kanlı, çok yönlü bir kritiğini yapmakta zaruret var.
3 Kasım 2002 seçimlerinden başlayıp 31 Mart 2008 tarihine kadar süren bu dönemle ilgili benim dikkat çekmek istediğim iki nokta var. Biri, 20. yüzyıl boyunca büyük çabalar ve ağır maliyetlerle oluşan İslami entelektüel birikimin bu iktidar döneminde kendi asli tasavvur ve iddialarından vazgeçip siyasal iktidara ve dolayısıyla devlete eklemlenmesi, yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirme kapasitesine sahip Müslüman entelektüellerin bazı vakıflar aracılığıyla iktidar üzerinden Türkiye'nin ulusal politikaları ve hedefleri doğrultusunda fikri mesailerini harcaması; diğeri yine 20. yüzyıl boyunca büyük emekler harcanarak oluşmuş/oluşturulmuş sivil kuruluş ve cemaatlerin yine aynı kaygılar ve iktidarın sunacağı nimetlere kanarak resmi topluma eklemlenmeleri.
Milli Görüş hareketinde ve sonra AK Parti deneyiminde bir durum ortaya çıktı: Öteden beri uzak mesafeden ve lojistik destek anlamında Müslüman aydınlar, Müslüman entelektüeller veya Müslüman yazarlar bu siyasi hareketlere destek verdiler. Bir bakıma siyasetin kültürel zeminini hazırladılar, argümanlarını geliştirdiler, buna bir retorik, bir dil kazandırdılar. Bu sayede Türkiye'deki siyasi Müslümanlık büyük bir miras ve birikim üzerine oturdu. Siyasi İslam bir bakıma bu mirası ve birikimi kullanıyor, onu siyasete tahvil etti. Anadolu'da bir vaiz "Allah" dediği zaman bu bir süre sonra bu siyasete yaramıştır. Türkiye'nin kendine özgü şartlarında bu böyledir. Bunun benzerini başka bir Müslüman ülkede bulmak mümkün değil.
Milli Görüş partileri koalisyon ortağı olarak iktidara geldiklerinde Müslüman aydınlar, devlete yine de mesafeli durdular. 3 Kasım 2002 seçimleriyle AK Parti iktidara geldiğinde durumda köklü bir değişim yaşandı. Bazı vakıflar aracılığıyla, neredeyse belli başlı ne kadar genç ve diri zihin varsa, iktidarla iş tutmaya başladı. Bu tecrübe bize şunu sordurtmalı: Müslüman aydınlar böyle yapmak suretiyle, "halkın organik aydınları" olmaktan çıkıp iktidarın ve elbette "devletin organik aydınları" rolünü benimsemiş olmadılar mı? Aydının, ulemanın, entelektüelin misyonu iktidarla organik ilişkiler içine girmek mi, devlete lojistik destek sağlamak mı, yoksa halkın vicdanı ve aklı konumunda durup eleştirel yaklaşmak mı?
Bu kritik bir sorudur. Aydının tanımında, doğası gereği resmi toplumdan yana olmak vardır. Aydın, tarihsel bir kategori olarak, resmi toplum adına, devlet adına toplumu değiştirme, dönüştürmeyi çok sever.
Ama bu "halkın organik aydınları" dediğimiz Müslüman aydınları –özellikle tırnak içine aldım- "halkın içinden çıkan, halkın desteğiyle ve halkın beslediği insanlar" biraz önce de değindiğimiz gibi çok nadirler, el üstünde de tutulurlar ve başka hiçbir ülkede görmedikleri iltifatı görürler. Burada acaba zaman içinde kulvar değiştirecekler midir? Yani bir yandan Türkiye'nin, bölgenin, dünyanın ve modernliğin sorunlarını tartışıp bu konular üzerinde yoğunlaşarak ama bu arada siyasi iktidarı, -Müslüman kimlikli insanların elinde olsun veya olmasın- belli bir mesafeden sorgulayabilecekler mi? Yol gösterecekler mi? Gerektiğinde de rezervler koyabilecekler mi?
Tabii ki bu sosyal fenomen için hemencecik kesin bir şey söylemek mümkün değil. Türkiye tarihinde böyle bir tecrübeyi yeni yaşıyoruz, ama İran'da bir tecrübe yaşandı, orada kaybeden taraf aydınlar oldu. Belki şu kadarını söylemek mümkün görünmektedir: 2002-2008 arası dönemde AK Parti iktidarı, Müslüman entelektüelleri devletin işleriyle meşgul etmesi ve neredeyse bütün sivil toplum ve cemaatleri iktidar hevesine ve işlerine dahil etmesi bakımından nasıl bir sonuç verdi? Bunun kritiğini yapmamız lazım.
ALİ BULAÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder