12 Ocak 2025 Pazar

Küresel Manipülasyonlar ve Yeni Dünya Düzeni-Korkuların Gölgesinde İnsanlık


Son dönemlerde dünyanın farklı bölgelerinden gelen haberlerde, UFO görüntülerinin artış gösterdiği, hatta bunların dünyamıza baskın yapabileceği öne sürülüyor. ABD’de bu tür haberler öylesine yaygınlaştı ki, kimileri bu görüntülerle ilgili çok ciddi senaryoları dile getirmeye başladı. Ancak tarih bize şunu gösteriyor: Günümüzde sanal bir düşman yaratmadan halkı kontrol altında tutmak çok daha zor hale geliyor. Geçmişte COVID-19 pandemi sürecinde yaşananlar buna çarpıcı bir örnektir.

COVID döneminde insanlar korkudan adeta kaçacak yer arıyor, birbirlerinden uzaklaşıyor ve otoritelerin söylediğine tamamen itaat ediyordu. Hatta bu dönemde toplumsal tepkiler o kadar yoğunlaşmıştı ki, otobüslerde maske takmayan birine bile fiziksel saldırılar yaşanabiliyordu. Bu süreçte insanlar o kadar manipüle edildi ki, bireysel aklın yerini küresel otoritelerin dayattığı bir korku aldı.

Korku Siyaseti-Kitlelerin Kontrolü

Tarih boyunca liderler, halkları bir arada tutmak ve kontrol altında almak için ortak düşmanlar yaratmıştır. Bu düşmanlar bazen çok somut, bazen de soyut olmuştur. Din, ideoloji, etnik ayrılıklar veya teknoloji gibi farklı alanlarda kitleleri bölüp sonra yeniden birleştiren senaryolar devreye sokulmuştur. Bugün ise "UFO tehdidi" veya "küresel iklim krizi" gibi konular öne çıkarılarak insanlık kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır.

Peki, bu durumun ardındaki gerçek niyet nedir?

Küresel manipülasyonun ana hedefi, bireylerin ve toplumların kendi akıllarını kullanmasını engelleyip, düşünmeden itaat eden bir kitle yaratmaktır. Bunun ötesinde insanlar, özgürce yaşamak yerine, "sizin için en iyisi bu" denilerek dayatılan bir düzeni kabullenmek zorunda bırakılmaktadır. Korku, bu sistemin en etkili silahıdır.

COVID-19 ve İnsanlığın Uyutulması

COVID-19 pandemisi, sadece bir halk sağlığı sorunu değil, aynı zamanda insanlığın korkuyla çevrili bir kafese kapatılmasının da bir denemesiydi. Maske, mesafe ve kapanma tedbirleri elbette sağlık için gerekli olabilir; ancak bu sürecin arkasında yatan küresel manipülasyon unsurları göz ardı edilmemelidir.

Halk, küresel medya aracılığıyla o kadar yoğun bir korku bombardımanına tutuldu ki, insanlar bilimsel olmayan verilere bile sorgusuz sualsiz inanır hale geldi. Aynı şeyler, bugün UFO görüntüleri veya iklim krizi üzerinden de denenmektedir. Kitleler önce korkutuluyor, daha sonra "biz sizi kurtarırız" diyen bir otoriteye boyun eğdiriliyor.

Küresel Cinayet Şebekesi ve Yeni Dünya Düzeni

Bugün dünyada meydana gelen büyük olayları anlamlandırmak için büyük resme bakmamız gerekiyor. Küresel iklim krizinden UFO iddialarına kadar pek çok konu, insanlığın manipüle edilmesi için birer bahane haline getirilmiştir. Burada kritik soru şu: Kim kazanıyor?

Dünya genelinde liderlerin ve uluslararası kurumların özellikle küresel çıkar gruplarının ellerinde bir oyuncak haline geldiğine tanık oluyoruz. Küresel manipülasyonların büyük oyuncuları, insanlığın en hassas noktalarını hedef alıyor. Bu noktaların başında ise insanlığın varoluş korkusu geliyor.

Şunu unutmamalıyız ki, özgür bireyler, bu küresel düzenin en büyük düşmanıdır. Ancak özgür bireylerin manipüle edilmiş topluluklara dönüşmesi için her türlü yol denenmektedir.

Bilimin Kullanımı-İnsanlığın Değerlerinden Koparılışı

Bilim, insanlığın en önemli ilerleme aracıdır. Ancak küresel düzende bilim de şeytanın eline geçmiş bir silah gibi kullanılmaktadır. Teknoloji, bireylerin özgürlüklerini ortadan kaldırmak için bir araca dönüşmüştür.

Bir yandan bireylerin mahremiyetleri yok edilmekte, diğer yandan küresel çıkar grupları özellikle sosyal medya gibi platformlar aracılığıyla toplumların algılarını yönetmektedir. Bugün bir tweet, bir haber veya bir video milyonlarca insana ulaşıp o insanlarda istenilen algıyı oluşturabilir.

Yeni Dünya Düzeninin Tehlikeleri

Yeni Dünya Düzeni, insanlığı belirli kalıplar içine hapsetmeyi amaçlayan bir sistemdir. Bu sistemin temel prensibi, bireylerin kendilerine ait düşünme, karar alma ve yaşama yetilerini ellerinden almak ve bu yetileri küresel elitlerin belirlediği bir sisteme devretmektir.

Bu düzenin getireceği tehlikelerden bazıları şunlardır:

  • Robotik Yaşam: İnsanların birer şablona dönüştürülmesi.

  • Kontrollü Tüketim: İnsanların tüketimlerinin kısıtlanması ve kontrol altına alınması.

  • Fişi Çekilen İnsanlık: İnsanların hayatlarının kontrolünün bir noktada tamamen teknolojik sistemlere devredilmesi.

İnsanlık İçin Uyanış Çağrısı

Bu tehlikelerin farkına varmak ve insanlık için bir uyanış gerçekleştirmek hepimizin sorumluluğudur. İnsanları pasifize eden korku siyasetine karşı, bireylerin bilinçli bir şekilde hareket etmesi ve kendi kararlarını sorgulayarak alması gerekmektedir.

Daha önce COVID-19 döneminde olduğu gibi, insanlık tekrar aynı tür manipülasyonlarla yüzleşecektir. Ancak bu defa, daha karmaşık ve daha sistematik bir şekilde. Küresel elitlerin "sizin için en iyisi bu" dediği şeylere karşı, bireylerin kendi akıllarını kullanarak hareket etmeleri gerekmektedir. Unutmayın, özgür bireyler korkmaz, sorgular ve kendi yollarını çizer.

Bu yeni dünya düzenine karşı durmanın en etkili yolu, aklımızı doğru kullanmak ve bu düzenin getirdiği tehlikelere karşı bilinçli bir şekilde hareket etmektir. İnsanlık olarak, korkuya dayalı bir düzenin esiri olmadan, özgür ve bağımsız bir şekilde yaşamanın yollarını aramalıyız. Bu, sadece bireyler için değil, aynı zamanda insanlığın geleceği için de hayati bir önem taşımaktadır.

Bahadır Hataylı/09.01.2025/Sancaktepe/İST

Kur'an'ın Yeterliliği ve Dinin Saf Kaynağına Dönüş

"Bugün, dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim." (Maide:5/3)

Bu ayet, İslam dininin temel taşlarından biridir. Allah Teâlâ, bu ifadeyle, insanlara bir din sunduğunu ve bu dini tamamladığını açıkça beyan etmiştir. Bu durum, Kur'an'ın insanlar için yeterli bir rehber olduğunu, dinin başka bir kaynağa ihtiyaç duymadığını ve insanların Allah'ın kitabının ötesinde yeni bir din oluşturma yetkisi olmadığını ifade eder. Ancak ne yazık ki tarih boyunca, Allah’ın bu apaçık mesajı, insan eliyle bulanıklaştırılmaya ve dinin saflığına gölge düşürülmeye çalışılmıştır.

Kur'an'ın Tamamlayıcı ve Yeterli Niteliği

Maide Suresi'nin bu ayeti, Resulullah'ın Veda Hutbesi sırasında nazil olmuştur ve vahyin kemale erdiğini bildirir. Bu, Allah’ın insanların hayatlarını düzenlemek için gönderdiği en son ve eksiksiz mesajıdır. Dolayısıyla Kur'an, İslam'ın tek ve yeterli kaynağıdır. Bunun ötesine geçip başka sözler ve rivayetlerle dini genişletmek, Allah'ın bu açık ayetine ters düşmek anlamına gelir.

Ancak tarih boyunca belli siyasi otoriteler, çeşitli hadis derlemelerini, mezhep kurallarını ve diğer kaynakları Kur'an'la eşdeğer veya ondan üstün tutarak dinin saflığını bozmaya çalışmıştır. Bu süreç, dinin anlaşılmasını zorlaştırmış, insanların özgür düşünmelerini engellemiş ve bireylerin Allah’ın dinini samimi bir şekilde yaşamalarını zorlaştırmıştır.

Resulullah'ın Yaşamına Yapılan İftiralar

Allah'ın Resulü, Kur'an'ın bizzat yaşayan bir örneği idi. Onun hayatı vahyin kendisiyle şekillenmişti. Ancak Resulullah'tan takriben 240 yıl sonra, onun adına çeşitli sözler derlenmiş ve yazıya geçirilmiştir. Bu sözler, kimi zaman Resulullah'ın gerçekten söylediği ifadeler olsa da, kimi zaman da uydurulmuş iftiralar içermektedir.

Bu uydurma sözlerin amacı açıktır: Dini bulanıklaştırmak, insanları manipüle ederek siyasi otoritelere boyun eğmelerini sağlamak ve Allah'ın apaçık mesajını karmaşıklaştırarak, bireylerin Allah ile doğrudan bir bağ kurmasını engellemek. Oysa Allah'ın Resulü, insanlara açık bir mesaj getirmiş ve "Ben size sadece vahyi bildiriyorum," diyerek bu konuda hiçbir şüphe bırakmamıştır.

Uydurmalarla Dinin Bulanıklaştırılması

Tarih boyunca din adına üretilen ve "hadis" adı altında aktarılan birçok rivayet, maalesef Kur'an'la çatışan ifadeler içermektedir. Örneğin:

  1. Kur'an'a aykırı hükümler: Kur'an, kadın ve erkek arasında adaletli bir denge kurarken, bazı hadisler kadınları aşağılayan ve onların haklarını kısıtlayan ifadeler içermektedir. Bu, Allah'ın Resulüne atılmış büyük bir iftiradır.

  2. Aşırıya kaçan ibadet anlayışları: Kur'an, ibadeti bir kolaylık ve Allah’a yaklaşma yolu olarak sunarken, bazı rivayetler ibadeti insanlara zorlaştıran bir hale getirmiştir.

  3. Dünyevi otoriteleri destekleyen ifadeler: Siyasi otoriteler, kendi güçlerini pekiştirmek için uydurulmuş hadisleri kullanarak, halkı boyunduruk altına almış ve din adına zulüm yapmıştır.

Kur'an'ın Uyarısı-Sadece Kur'an'a Sarılın

Allah’ın kitabında, insanların uydurmalarla dine ekleme yapmasının büyük bir yanlış olduğu açıkça ifade edilmiştir:

  • "Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber ve bir rahmettir." (Casiye:45/20)

  • "Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne çağrıldıklarında, müminlerin sözü sadece 'işittik ve itaat ettik' demekten ibarettir." (Nur:24/51)

Kur'an, müminlerden sadece Allah’ın kitabına ve Resulünün öğrettiği vahye tabi olmalarını ister. Bunun ötesinde üretilen hiçbir kaynak, İslam'ın temeli olamaz.

Allah'ın Resulünün Şikâyeti

Kur'an’da, Resulullah’ın şu sözlerine yer verilir:

  • "Ey Rabbim! Kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş bir kitap haline getirdi." (Furkan:25/30)

Bu ayet, Kur'an'ın insanlar tarafından nasıl terk edildiğini ve yerine başka şeylerin konduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Allah'ın Resulü, kıyamet gününde ümmetinin Kur'an'dan uzaklaşmış olmasından dolayı Rabbine şikâyette bulunacaktır. Bu, bizlere büyük bir uyarıdır.

Resulün Yaşamı ve Vahiy

Allah'ın Resulü, Kur'an'ın bizzat yaşayan bir örneğiydi. O, hiçbir zaman vahyin dışına çıkmamış ve insanlara Kur'an'dan başka bir din sunmamıştır. Bu, onun ahlakını ve liderlik anlayışını şekillendiren en önemli unsurdu:

  • "O, hevâdan konuşmaz. Onun söyledikleri, kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir." (Necm:53/3-4)

Bu ayetler, Resulullah’ın sadece vahyi tebliğ ettiğini ve kendi hevesleri doğrultusunda konuşmadığını açıkça ortaya koyar. Bu durumda, Resul adına uydurulan ve vahye aykırı olan sözlerin kabul edilmesi mümkün değildir.

Kur'an Dışı Din İnşasına Karşı Uyanış

Bugün, Allah’ın kitabının ışığında düşünme ve Kur’an’ı temel alarak hayatımızı şekillendirme zamanı gelmiştir. Dinin saflığını korumak için şu adımları atmalıyız:

  1. Kur’an’a Dönüş: Her şeyden önce Kur'an'ı anlamalı, okumalı ve hayatımıza tatbik etmeliyiz. Dinin tek kaynağı olarak Allah'ın kitabını kabul etmeliyiz.

  2. Uydurmalara Karşı Eleştirel Yaklaşım: Tarih boyunca din adına üretilen uydurmaları sorgulamalı ve bunların din üzerindeki etkilerini açıkça tartışmalıyız.

  3. Allah’ın Resulünü Doğru Anlamak: Resulullah’ın hayatını Kur'an ekseninde inceleyerek, onun gerçek örnekliğini öğrenmeliyiz. Onun adına uydurulan sözlere değil, vahyin kendisine odaklanmalıyız.

  4. Bilinçli Bir Toplum İnşası: Toplumu bilinçlendirmek ve Kur'an'ın mesajını yaymak için eğitim çalışmaları yapmalıyız. Özellikle genç nesillerin Kur'an’ı anlamasını sağlamalıyız.

Allah’ın kitabı, insanlara doğru yolu göstermek için gönderilmiş eksiksiz bir rehberdir. Bu kitabın dışında hiçbir kaynağın dine eklenmesi kabul edilemez. Maide Suresi'nin 3. ayeti, İslam’ın kemale erdiğini ve başka bir şeye ihtiyaç duymadığını açıkça beyan etmektedir.

Unutmayalım ki Allah’ın Resulü, insanlara vahyi tebliğ etmiş ve bu vahiy, bugün elimizde olan Kur'an'dır. O halde, Resulullah’ın gerçek mirasına sahip çıkmak ve dini bulanıklaştırmaya çalışan uydurmaları reddetmek, her Müslümanın görevidir. Allah’ın huzuruna çıktığımızda, "Ey Rabbim, senin kitabını yeterli gördüm ve onunla amel ettim," diyebilmek için bugün adım atmalıyız.

Rabbimiz bizlere Kur'an’ı anlamayı, yaşamayı ve insanlara en güzel şekilde örnek yaşamlarımızla anlatmayı nasip etsin. Amin.

Erol Kekeç/07.01.2025/Sancaktepe/İST

Yedi kat Yerin Dibinden Daha Derin Bir Çöküş

 


Sevgili Kardeşlerim,

Bugün size, yaşadığımız bu toprakların, cehennem tasvirlerini dahi aratacak hale nasıl geldiğini anlatmaya geldim. Bir ülke düşünün ki; yedi kat yerin dibindeki cehennemin bile adaleti karşısında, şu an içinde bulunduğumuz sistemden daha insaflı, daha merhametli, daha dürüst durduğu bir gerçeklikte yaşıyoruz.

Evet, her şeyin fiyatı on, on beş, yirmi kat artarken insanların alım gücü, yaşam enerjisi, umutları ve hatta insan onuru her geçen gün biraz daha çalınıyor. Bugün evine bir kilo et götüremeyen babalar var. Bir paket süt alamadığı için çocuğuna "Bugünlük idare et" demek zorunda kalan anneler var. Ama öte yanda, sınırsız harcama yetkisiyle donatılmış, asla hesap vermeyen, milletten alınan vergileri sadece belli zümrelere, belli çıkar çevrelerine peşkeş çeken bir yönetim var. Peki bu durumda, içinde yaşadığımız yerin cehennemden daha aşağıda olmadığını kim iddia edebilir?

Adaletsizlik ve Sınırsız Harcama Yetkisi

Bakınız, bu ülkede devlet dediğimiz yapının temel amacı, halkın refahını, güvenliğini ve geleceğini korumaktır. Ancak ne yazık ki, bu yönetim anlayışı halkı değil, belli çıkar gruplarını koruyor. Bir yönetim düşünün ki sınırsız harcama yetkisine sahip; istediği kadar harcıyor, istediği yere harcıyor, ama halkın önüne tek bir hesap koymuyor. "Bu parayı nereden aldım, nereye harcadım?" sorusunu kendisine sormuyor, sormak isteyenlere de türlü baskılar uyguluyor.

Biz burada günlük ekmeğini düşünen insanların sırtına bindirilmiş vergilerden söz ediyoruz. Öyle bir sistem ki; bir yandan halktan alınan vergilerle ülkenin tüm kaynakları tüketilirken, diğer yandan halk bu vergilerin nereye gittiğini sorguladığında ya korkutuluyor ya susturuluyor.

Vergi Adaletsizliği ve Halkın Ezilişi

Değerli dostlarım, bu ülkede bir kesim için vergi adeta birer yük değil; onlar için vergi muafiyetleri, teşvikler, aflar var. Ancak dar gelirli vatandaşlar, asgari ücretle geçinen aileler için vergi, hayatlarını sürdürebilmeleri için ödedikleri bedelin ta kendisi olmuş durumda. Bir düşünün: elektrik faturasına, su faturasına, market alışverişine ödediğiniz KDV'ler, ÖTV'ler… Hangi ihtiyaçtan vazgeçebilirsiniz? Elektriği kesebilir misiniz? Market alışverişinden mi kısarsınız? Çocuğunuzun eğitim masraflarını mı görmezden gelirsiniz?

Ama işin en acı tarafı şu: bu vergiler, halka hizmet olarak dönmüyor. Biz ne kendimizi güvenli buluyoruz, ne hastanelerimizi yeterli buluyoruz, ne de eğitim sistemimizi ayakta tutabiliyoruz. Bu vergiler nereye gidiyor? Elbette ki halktan alınan bu vergiler, belli kesimlere peşkeş çekiliyor. Halktan alınan para, halkın sorunlarını çözmek yerine, siyasi çıkar ilişkilerini beslemek için kullanılıyor.

Alt Gelir Grubunun Yaşadığı Dramatik Çöküş

Sevgili kardeşlerim, alt gelir grubu için yaşam artık bir sınav değil, bir ceza haline gelmiştir. Öyle bir durumdayız ki; insanların yaşamaktan bıktığı, çocuklarına bir gelecek sunmaktan umudu kestiği bir ortamda yaşıyoruz. Bugün bu ülkede gençler, geleceğe dair hayallerini kaybetmiş durumda. Üniversite mezunu gençlerimiz iş bulamıyor, iş bulsa da geçinemiyor. Emeklilerimiz, bir ömür çalıştıktan sonra rahat bir yaşam hayali kurmuşken, açlık sınırının çok çok altında bir maaşla hayatta kalma mücadelesi veriyor.

Ve en acısı ne biliyor musunuz? İnsanlar artık kendi hallerine razı olmuş durumda. Çünkü ne zaman seslerini yükseltmek isteseler, baskıyla, tehditle susturuluyorlar. İnsanların hakkını araması engelleniyor. Yoksulluğun normalleştirildiği, çaresizliğin kanıksandığı bir sistem inşa edildi.

Lüks İçinde Yaşayan Bir Azınlık

Ama öte yanda, bu ülkenin bir azınlığı, bu adaletsiz sistemin tüm nimetlerinden yararlanıyor. Bu azınlık, lüks içinde yaşıyor. Çocuklarını en pahalı okullara gönderiyor, en lüks araçlara biniyor, yurtdışında tatiller yapıyor. Ve tüm bunları yaparken, halktan alınan vergilerle beslendiklerini biliyorlar. Ama vicdanları zerre kadar rahatsızlık duymuyor.

Biz burada sadece maddi zenginlikten değil, vicdani fakirlikten de bahsediyoruz. Bir yönetim düşünün ki, halkını bu kadar büyük bir uçuruma sürüklüyor, ama dönüp bir kez olsun halktan özür dilemiyor. Bir yönetim düşünün ki, kendi hatalarının bedelini halkına ödetiyor, ama halkına bir kez olsun teşekkür etmiyor.

Çözüm- Adalet ve Şeffaflık

Peki, bu karanlıktan çıkış yolu yok mu? Elbette var! Bu ülkede en çok ihtiyaç duyduğumuz şey adalet ve şeffaflık. Eğer yönetim, halkın vergilerini nereye harcadığını açık bir şekilde ortaya koyarsa, eğer yönetim, halkın refahını kendi çıkarlarının önüne koyarsa, bu ülke yeniden ayağa kalkabilir.

Vergi sistemi adil bir şekilde yeniden düzenlenmeli. Dar gelirli vatandaşların üzerindeki vergi yükü azaltılmalı, gelir adaleti sağlanmalı. Halkın temel ihtiyaçlarına erişimini kolaylaştıracak politikalar hayata geçirilmeli. Ama en önemlisi, halktan alınan vergilerin nereye harcandığı açık bir şekilde halka sunulmalı. Yönetim, halkın önünde hesap verebilir olmalı.

 Cehennemden Çıkış Mümkün

Sevgili kardeşlerim, içinde bulunduğumuz bu karanlık tablo, umutsuzluğa kapılmamıza neden olmamalı. Evet, bugün bir cehennemin dibindeyiz. Ama unutmayın ki, her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Eğer birlikte mücadele edersek, eğer adaletsizliğe, haksızlığa karşı sesimizi yükseltirsek, bu cehennemden çıkış mümkündür.

Unutmayın, bu ülke bizim. Bu topraklar, bu vatan, bu insanlar bizim. Bu ülkenin kaynaklarını, bu ülkenin zenginliklerini halkın yararına kullanacak bir sistem inşa edebiliriz. Ama bunun için birlik olmalıyız. Bunun için sesimizi yükseltmeliyiz. Çünkü susarsak, kaybederiz. Ama konuşursak, adalet arayışımızdan vazgeçmezsek, kazanabiliriz.

Gelin, hep birlikte bu karanlıktan bir çıkış yolu bulalım. Gelin, bu ülkeyi hak ettiği yere taşıyalım. Çünkü bu ülke, bir avuç azınlığın değil; hepimizin ülkesi. Çünkü bu ülke, cehennemden daha aşağıda bir yer değil; cennete dönüşebilecek bir topraktır. Yeter ki hep birlikte çalışalım.

Bahadır Hataylı/11.01.2025/Sancaktepe/İST

10 Ocak 2025 Cuma

BOB Projesi Ve AKP

 Değerli dostlar, bugün sizlerle AKP iktidarının özellikle "Büyük Ortadoğu Projesi" (BOB) "Büyük Osmanlı Projesi" adı altında toplumumuza neler yaptığını, bunu kılıfıyla nasıl perdelediğini ve bu yolla toplumu nasıl bir hipnoz altında tuttuğunu anlatacağım. Sözlerim sadece bir şahısa, partiye ya da gruba değil; toplumsal uyanışımızı sağlamak için bir çağrı niteliğindedir.

BOB ve Büyük Osmanlı Projesi- Bir Maskenin Ötesi

Bir düşünün: AKP iktidarı, "Büyük Osmanlı Projesi" gibi göz alıcı bir isimle ortaya çıkıyor. Tarihi mirasımıza olan sevgimizi, Osmanlı'ya duyduğumuz hürmeti manipüle ederek bize bir hayal satıyor. Oysa bu "Büyük Osmanlı Projesi" denilen planın, aslında ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"nin bir parçası olduğunu göremedik. Amaç Osmanlı'yı diriltmek değil; Ortadoğu'da sınırları yeniden çizmek, kaynakları sömürmek ve bölgede yeni bir dizayn oluşturmaktı. Peki, AKP bunu bize nasıl kabul ettirdi?

Değerlerimizi Kalkan Yaptılar

Bir toplumu uyutmak istiyorsanız, önce onun en kutsal değerlerini kullanırsınız. AKP de tam olarak bunu yaptı. Vatan, bayrak, din, cami, Kuran, türban gibi toplumun çok hassas olduğu değerleri öne sürerek, her hamlesini bu değerlerle meşrulaştırdı. Örneğin:

  • Vatan ve Bayrak: Her eleştiriyi "vatan hainliği" ile yaftaladılar. Bu yolla muhalifleri susturdular, sorgulamaya cesaret edenleri toplumsal linçe maruz bıraktılar.

  • Din ve Kuran: Dinî değerlerimizi siyasi emellerine alet ettiler. Camilerde propaganda yaptılar, şehvetle "Allah'ın bir lütfu" dedikleri olaylarla toplumu korkutma ve sindirme yoluna gittiler.

  • Türban: Türbanı siyasetin odağına yerleştirerek hem muhafazakar kesimi manipüle ettiler hem de toplumun diğer kesimlerini kutuplaştırdılar.

Medya Manipülasyonun Merkezi

Bir rejimi ayakta tutan şey, kitlelerin gerçekleri fark etmesini engellemekten geçer. AKP, bunu "kartel medya" diye adlandırılan kendi medya organlarıyla başarıyla başardı. Bu medya organları, yalanı gerçek gibi gösterdi, toplumu sürekli olarak "büyük tehditlerle" korkuttu ve AKP'yi bu tehditlere karşı "tek kurtuluş yolu" olarak sundu.

  • Ekonomik Zorluklar Bir "Lütuf" Gibi Sunuldu: İnsanlar çalışıyor, didiniyor ama kazançları faturalarına yetmiyor. Yine de bu tabloyu "sabır" ve "fedakarlık" olarak paketleyip bize sundular. Kendileri saraylarda yaşar, lüks içinde hayat sürerken halka "krizi aşkla dönüştürdük" diyerek manipüle ettiler.

  • Hedef Göstermek: Her zorlukta bir düşman yaratıldı: Bazen "faiz lobisi", bazen "dış güçler", bazen "içimizdeki hainler" suçlandı. Halk, gerçek problemin kim olduğunu sorgulayacak durumda bile bırakılmadı.

Toplumu Hipnotize Etmek

AKP’nin uygulamaları, toplumu çok iyi analiz eden bir stratejiye dayanıyordu. Toplumun zaaflarından faydalanarak, insanlara kendi gerçeklerini sorgulatmayacak bir hipnoz hali yarattılar. Bu hipnozun temel unsurları şunlardı:

  1. Korku Ortamı: Özgür basın susturuldu, muhalefet tehdit edildi. Halk, "konuşursam başıma bir şey gelir" korkusuyla susturuldu.

  2. Duygusal Sömürü: Her siyasi hamle "milli dava" olarak sunuldu. Örneğin, "Ayasofya’nın açılışı" gibi sembolik adımlarla toplumun duyguları manipüle edildi.

  3. Kutuplaştırma: Toplum ikiye bölünüyordu: AKP'ye oy verenler "vatansever", diğerleri "hain" ilan edildi. Bu kutuplaşma, insanların birbiriyle tartışmasını ve gözlerinin gerçeklere kapanmasını sağladı.

Manipülasyonun Sonuçları

Bugün geldiğimiz noktada şunları görüyoruz:

  • Toplumsal değerlerimiz yozlaştı.

  • Ekonomik kriz derinleşti.

  • Adalet sistemi zedelendi, insanlar hukuka olan inancını kaybetti.

  • Eğitim sistemi ideolojik bir yapıya dönüştü, bilim ve eleştirel düşünce dışlandı.

  • Genç nesiller, geleceklerini yurt dışında aramaya başladı.

Çıkış Yolu Uyanış ve Bilinçlenme

Değerli dostlar, bu hipnozdan kurtulmanın tek yolu, toplumsal bilinçlenmedir. Gerçekleri görmek, sorgulamak ve kendi kaderimize sahip çıkmaktır. Vatan, bayrak, din, cami, Kuran gibi kutsal değerlerimiz, bir siyasi aracın gölgesinde kalmamalıdır. Bu değerler, bizi ayrıştırmak için değil, birleştirmek için vardır.

Halk olarak, ekonomik zorlukları "kader" olarak değil, sistemin bir sonucu olarak görmeliyiz. Adaletin, hukukun ve eğitimin yeniden bağımsız bir zemine oturtulması için mücadele etmeliyiz. Medyanın tek sesliliğinden kurtulup özgür bir basını desteklemeliyiz. Ancak bu şekilde, manipülasyonların ve algı oyunlarının esaretinden kurtulabiliriz.

Unutmayalım ki, bu mücadele sadece bir siyasi partiye karşı değil; toplumsal değerlerimizin ve haklarımızın savunulması mücadelesidir. Geleceğimizi, çocuklarımızın geleceğini korumak için uyanmak zorundayız. Artık gözlerimizi açma ve harekete geçme zamanı geldi.

Erol Kekeç/10.01.2025/Namazgah/İST

Manipülasyonun Tarihi ve Firavun’ un Söylemleri Üzerine

Firavun ’un söylemleri ve uygulamaları, tarihin en eski manipülasyon tekniklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Firavun, halkını kendine bağımlı tutmak, otoritesini sorgulanamaz hale getirmek ve yaptığı zulmü meşrulaştırmak için ustaca bir algı yönetimi gerçekleştirmiştir. Kur’an’da geçen şu ayet, onun manipülasyon yöntemlerini çarpıcı şekilde ortaya koyar:

“Ben size sadece kendimce doğru bildiğim yolu gösteriyorum ve sizi ancak doğru yola götürüyorum.” (Mü’min Suresi/29)

Bu ifadede Firavun, kendisini halkın yegâne rehberi ve kurtarıcısı ilan eder. Burada iki kritik manipülasyon tekniği devreye girer:

1. Otoriteye Dayalı İkna: Firavun, kendi otoritesini sorgusuz kabul ettirmek için halkın bilgisizliğini ve korkularını kullanır. “Doğruyu en iyi bilen benim” diyerek alternatif düşünceleri baştan reddeder.

2. Tehlike Algısı Yaratma: Halkına sürekli olarak dış bir tehlike fikrini aşılar. Musa’nın dinini değiştirme ihtimalinden “endişe duyduğunu” dile getirdiğinde, aslında halkı Musa’ya karşı kışkırtır:

“Musa’nın sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” (Araf Suresi/26)

Bu söylemler, günümüz algı yönetiminde kullanılan “korku stratejisi” ile birebir örtüşür. İnsanları korkutmak, onları kolayca yönlendirebilmenin en etkili yollarından biridir. Firavun, Musa’nın mesajını bir tehdit olarak tanımlar; halbuki asıl tehdit kendi baskıcı rejimidir. Ama bu gerçeği ters yüz eder ve kendini “tehlikeyi önleyen lider” pozisyonuna taşır.

Günümüz Manipülasyonlarıyla Bağlantısı

Bugün de birçok lider, Firavun ’un kullandığı bu yöntemlere başvuruyor. Şu benzerlikleri görebiliriz:

1. Kendi Otoritesini Mutlak Hakikat Olarak Sunma:

Modern manipülatörler, Firavun gibi, “Ben doğruyu biliyorum” diyerek halkı alternatif düşüncelere kapatır. Medya, eğitim ve propagandayla bu algıyı pekiştirirler. Örneğin, farklı görüşleri bastırmak veya susturmak için “aykırı sesler” bir tehdit gibi gösterilir.

2. Tehlike ve Düşman Üretme:

Firavun ’un Musa’yı “dininizi bozacak” şeklinde yaftalaması, bugün de sıkça karşımıza çıkar. Sistem, bir “öcü” yaratır ve toplumu bu tehdide karşı birleştirir. Örneğin, muhalifler ya da farklı fikirler, “ülkenin huzurunu bozmakla” suçlanır ve halk bu yolla yönlendirilir.

3. Zulme Meşruiyet Sağlama:

Firavun ’un zulmünü, “kamu yararına” yapılan bir müdahale gibi göstermesi, günümüzde de otoriter yönetimlerin sıkça kullandığı bir yöntemdir. “Güvenlik” adı altında özgürlüklerin kısıtlanması, “toplum düzeni” gerekçesiyle baskıcı politikaların uygulanması bu anlayışın modern izdüşümüdür.

Sorgulama ve Gerçekler

Firavun ’un manipülasyonları ile modern algı yönetimlerini sorgularken şu soruları sormalıyız:

Kimin doğrusu doğru? Bir liderin “Ben doğruyu biliyorum” demesi, o liderin gerçek rehber olduğu anlamına gelir mi? Yoksa bu, sorgulamayan bireyleri kontrol altında tutmanın bir yolu mu?

Korkularımız kime hizmet ediyor? Tehdit algısı, gerçekten bir tehlikeye mi dayanıyor, yoksa bir manipülasyon aracı olarak mı kullanılıyor?

Adaletin kılıfı zulüm mü? Zulmün “düzeni koruma” gerekçesiyle meşrulaştırılması ne kadar doğru?

Firavun, Musa’nın getirdiği hakikati kabul etmek yerine, onun mesajını bozgunculuk olarak nitelendirdi. Günümüzde de hakikati dile getirenler “tehlike” ilan ediliyor. Bu durumda yapılması gereken, korkuların esiri olmadan hakikati araştırmak ve otoriteye boyun eğmek yerine vicdani bir sorgulama gerçekleştirmektir.

Firavun ’un sözleri ve yöntemleri, yalnızca tarihsel bir olay değil, aynı zamanda günümüze ışık tutan bir ibrettir. İnsanlık, manipülasyon tekniklerini tanıyıp sorgulamadıkça, Firavun ’un izinden giden otoritelerin etkisi altında kalmaya devam edecektir. Ancak Musa’nın cesareti ve hakikate bağlılığı, her dönemde karanlığı aydınlatan bir rehber olarak varlığını sürdürecektir. Firavunların çağları geçer; ama hakikat ve adalet arayışı daimdir.

Erol Kekeç/06.01.2025/Sancaktepe/İST

Manipülasyon ve Algı yönetimi

Manipülasyon ve algı yönetimi, bireylerin ve toplumların karar alma süreçlerini etkileyen çok yönlü bir iletişim stratejisidir. Bu sunumda, manipülasyonun ve algı yönetiminin farklı boyutlarına ve örneklerine odaklanarak bu kavramların toplumsal, siyasal, kültürel, psikolojik, sosyolojik ve bilimsel açıdan nasıl kullanıldığını ele alacağız...

Manipülasyon ve Algı Yönetiminin Tanımı

  1. Manipülasyon:

    • Bilgi, duygu ve davranışların farkında olmadan değiştirilmesi veya kontrol edilmesi.

    • Çoğu zaman gizli bir niyetle yapılır.

  2. Algı Yönetimi:

    • Bir birey ya da topluluğun bir olayı ya da durumu belirli bir şekilde algılaması için yönlendirilmesi.

    • İmaj, mesaj veya anlatım üzerinden kontrol sağlanır.

Toplumsal Manipülasyon Örnekleri

  1. Medya Manipülasyonu:

    • Haberlerin çarpıtılması veya sansürlenmesi.

    • Örnek: Bir protesto eyleminin, medyada "asayiş bozan kargaşa" olarak gösterilmesi.

  2. Tüketim Manipülasyonu:

    • Reklamlarla tüketim davranışlarını etkilemek.

    • Örnek: "Limitli sayıda stok" algısı yaratarak ürün satışını hızlandırmak.

  3. Sosyal Medya Trendleri:

    • Hashtag veya bot hesaplarla yapay gündem yaratmak.

    • Örnek: Bir ürünün "tüm dünyada tükendiği" yanılgısı yaratılması.

Siyasal Manipülasyon Örnekleri

  1. Seçim Kampanyaları:

    • Rakip adayların karalanması.

    • Örnek: Seçmenleri korkutmak için rakip partinin "güvenlik tehdidi" olarak sunulması.

  2. Propaganda Araçları:

    • Yanlı veya eksik bilgi yayılması.

    • Örnek: Ekonomik büyümeyi abartırken işsizlik oranlarını gizlemek.

  3. Bayrak ve Vatan Manipülasyonu:

    • Milliyetçilik duygularını manipüle ederek destek toplamak.

    • Örnek: Eleştirileri "vatan hainliği" olarak nitelendirmek.

Kültürel Manipülasyon Örnekleri

  1. Tarihsel Çarpıtmalar:

    • Tarihi olayları kendi ideolojisine uygun şekilde yorumlama.

    • Örnek: Bazı liderlerin tarih boyunca "kahraman" olarak sunulması.

  2. Popüler Kültür Manipülasyonu:

    • Sinema ve dizilerle farkında olmadan toplumsal normların değiştirilmesi.

    • Örnek: Tüketim odaklı yaşam tarzlarının "cool" olarak yansıtılması.

  3. Kültürel Kimliklerin Araçsallaştırılması:

    • Etnik veya dini kimliklerin ayrıştırıcı bir şekilde sunulması.

    • Örnek: Belli bir topluluğun "tehdit" olarak sunulması.

Psikolojik Manipülasyon Örnekleri

  1. Gaslighting:

    • Bir bireyin algısını sorgulamasına neden olmak.

    • Örnek: "Sen yanlış hatırlıyorsun" diyerek gerçeğin inkâr edilmesi.

  2. Korku ve Tehdit Manipülasyonu:

    • Korku duygusunu kullanarak kararları etkilemek.

    • Örnek: "Bu ürünü kullanmazsanız hasta olabilirsiniz."

  3. Duygusal Yükleme:

    • Olumlu veya olumsuz duyguları yoğun şekilde yükleyerek algıyı değiştirme.

    • Örnek: Bir liderin "sevgi dolu baba" olarak tanıtılması.

Sosyolojik Manipülasyon Örnekleri

  1. Toplumsal Norm Yönetimi:

    • Toplumun kabul gördüğü değerleri değiştirme.

    • Örnek: Tüketim toplumunu meşrulaştırmak için reklamlar.

  2. Sosyal Baskı:

    • Toplumda "çoğunluk" algısı oluşturarak bireyleri manipüle etmek.

    • Örnek: "Herkes bunu yapıyor, sen neden yapmıyorsun?"

  3. Sosyal Grupların Dışlanması:

    • Bazı grupları tehdit unsuru olarak tanıtıp ayrıştırıcı politikalar.

    • Örnek: Mültecilere yönelik nefret söylemleri.

Bilimsel Manipülasyon Örnekleri

  1. Sahte Verilerle Manipülasyon:

    • Yanlış bilimsel verilerin yayılması.

    • Örnek: Bir ilacın etkisinin abartılması.

  2. Bilimsel Otorite Kullanımı:

    • Bilim insanlarının otoritesini manipüle etmek.

    • Örnek: "Bilim insanları bu düşünceyi destekliyor" iddiasıyla propaganda yapmak.

  3. Bilginin Gizlenmesi:

    • Kamu yararını ilgilendiren bilimsel bilgilerin gizlenmesi.

    • Örnek: Çevre zararlarını gizleyen raporlar.

Manipülasyon ve algı yönetimi, toplumsal karar alma mekanizmalarını ve bireysel tercihleri etkileyen güçlü araçlardır. Bilinçli bireyler ve şeffaf iletişim kanalları, bu manipülasyonların etkisini azaltabilir. 

Erol Kekeç/06.01.2025/Sancaktepe/İST

Güneş Çıkınca Ay Kaybolur

 

Tarihi Bir Yolculuk-Muaviye ve Algı Yönetiminin Temelleri

Muaviye dönemi, İslam tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu dönemde, dinin otoriteyi meşrulaştırma aracı olarak kullanılması ve toplumun algılarının yönlendirilmesi noktasında ciddi adımlar atılmıştır. Hatırlayalım, Hz. Peygamber (sav) "Ben size sadece Kur'an'ı bırakıyorum" derken, dinin temel kaynağının Kur'an olduğunu açıkça belirtmiştir. Ancak Muaviye'nin siyaseti, bu netliği bulandırmış ve dinin üzerine yeni katmanlar ekleyerek halkın algısını şekillendirme çabasına girişmiştir.

Muaviye, kendi otoritesini meşrulaştırmak için halkın sevdiği ve güvendiği Hz. Peygamber'in adını kullanarak, ona ait olmayan sözler üretmiştir. Bu sözler, zamanla hadis literatürüne girmiş ve İslam'ın temel öğretilerini gölgede bırakan bir anlayış oluşturmuştur. Özellikle, "Kur'an, sünnet, kıyas ve icma" olarak hiyerarşik bir din anlayışını benimseyen bu yaklaşım, halkı dinin asli kaynağından uzaklaştırmıştır. Düşünsenize, bir yandan "aklı olmayanın dini yoktur" diyorsunuz, diğer yandan aklı sadece kıyasta bir mantık yürütme aracı olarak sınırlıyorsunuz. Bu, tam anlamıyla bir çelişki değil midir?

Din, Siyaset ve Toplum-Algı Yönetimi Nasıl İşler?

Algı yönetimi dediğimiz şey, insanların gerçekliği algılama biçimini değiştirmek için yapılan sistematik bir çabadır. Muaviye'nin döneminde bu, halkın Hz. Ali gibi hakiki bir liderden uzaklaştırılarak, kendisinin "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak algılanmasını sağlama çabasıyla başlamıştır. İnsanların değer verdiği din ve Peygamber, bu süreçte manipülasyon aracı haline getirilmiştir. Özellikle, "Allah Resulü şöyle buyurdu" diyerek dinin özüne aykırı söylemler ortaya atanlar, halkı Kur'an'dan uzaklaştırmışlardır.

Bu manipülasyonun amacı, halkı itaate zorlamak ve zulmü meşru göstermekti. "İmamınıza itaat edin, çünkü o Allah'ın takdiridir" gibi söylemlerle, zulüm karşısında halkın sessiz kalması sağlandı. Ancak bu durum, sadece bir dönemle sınırlı kalmadı; sonraki yüzyıllarda da bu algı yönetimi devam etti. Her dönemde, yöneticiler kendi otoritelerini meşrulaştırmak için dini araç olarak kullandılar.

Dinin Kaynağı ve Hiyerarşik Yapı-Sorun Nerede Başladı?

Dini kaynakları Kur'an, sünnet, kıyas ve icma olarak sıralayan anlayış, aslında dinin özüne aykırı bir hiyerarşi oluşturmuştur. Bu hiyerarşik yaklaşım, halkı Kur'an'ın anlaşılabilir ve evrensel mesajından uzaklaştırmıştır. Örneğin, Kur'an'da herkesin aklını kullanması, düşünmesi ve tefekkür etmesi gerektiği açıkça belirtilirken, bu hiyerarşi aklı sadece bir araç olarak sınırlamıştır. Tefekkür, yani düşünme ve sorgulama, adeta din dışı bir eylem olarak gösterilmiştir.

Bu anlayış, sadece geçmişte değil, günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Bugün birçok insan, dini anlayışını sadece belli bir otoritenin sözlerine dayandırmakta ve Kur'an'ı kendi aklıyla, kendi diliyle anlamaya cesaret edememektedir. Bunun sonucu olarak, dinin özünden uzaklaşan bir toplum yapısı ortaya çıkmıştır.

Günümüzde Din ve Manipülasyon

Günümüzde din, hâlâ manipülasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Bazı gruplar, Kur'an'ın mesajını kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtmakta ve insanları bu çarpık anlayışa inandırmaktadır. Örneğin, "Allah böyle emrediyor" diyerek kadınları, gençleri veya farklı düşünceleri susturmaya çalışanlar, aslında dinin evrensel mesajını örtmektedir. Bu kişiler, Kur'an'ı değil, kendi çıkarlarını referans almaktadır.

Bugün "din" adı altında yapılan birçok şey, aslında dinin özüne tamamen aykırıdır. Örneğin, dinin temelinde adalet varken, adaletsizliklerin din adına meşrulaştırıldığını görüyoruz. Bu durum, dinin yanlış anlaşılmasının ve manipüle edilmesinin bir sonucudur.

Manipülasyonun Önlenmesi-Çözüm Ne Olabilir?

Bu manipülasyonu önlemenin yolu, insanların Kur'an'ı anlamasını ve ona doğrudan ulaşmasını sağlamaktan geçer. Kur'an, herkesin okuyabileceği ve anlayabileceği bir kitaptır. Ancak bu açık gerçeği gizlemek için oluşturulan hiyerarşik yapı, insanların Kur'an'dan uzaklaşmasına neden olmuştur.

Bunun yanı sıra, eğitim ve bilinçlendirme çok önemlidir. İnsanlar, dini sadece belli bir grubun tekelinde değil, kendi akıllarıyla ve vicdanlarıyla değerlendirmelidir. Tefekkür, yani düşünme ve sorgulama, yeniden dinin merkezine alınmalıdır. Dinin, bireyin hayatında bir rehber olabilmesi için, onun özgürce düşünmesini teşvik etmesi gerekir.

Hakikat ve Manipülasyonun Çatışması

Tarihten günümüze, dinin manipülasyon aracı olarak kullanılması, toplumları yozlaştırmış ve bireyleri dinin özünden uzaklaştırmıştır. Ancak bu durum, değiştirilebilir. Kur'an'ın evrensel mesajını anlamak ve onu hayatımıza rehber etmek, bu değişimin anahtarıdır. Geçmişte yapılan hataları tekrar etmemek için, bugün daha bilinçli ve sorgulayıcı bir yaklaşım benimsemeliyiz.

Unutmayalım, hakikat her zaman manipülasyondan daha güçlüdür. Ancak hakikatin gücü, ona ulaşmaya çalışan bireylerin çabasına bağlıdır. Bugün, bu çabayı göstermek ve dinin özüne dönmek bizim sorumluluğumuzdur. Çünkü ancak bu şekilde, dini manipülasyondan kurtarabilir ve onu hakiki bir rehber olarak yeniden inşa edebiliriz.

Erol Kekeç/06.01.2025/Sancaktepe/İST

Ahlak ve Bilinç

 Dostlar,

Hepimizin farkında olduğu bir gerçek var: İnsanlık, tarih boyunca hem yarattıklarıyla hem de kendi elleriyle getirdiği felaketlerle şekillendi. Bu süreçte, bazı temel hatalar var ki bunları tekrar etmek, yalnızca bireyleri değil, bütün toplumları etkiliyor. Bugün konuşmak istediğim konu, bizi yok edecek unsurlar ve bunlardan nasıl kaçınabileceğimiz üzerine. Bu, yalnızca bir eleştiri yazısı değil; aynı zamanda bir sorgulama, bir yüzleşme.

İlkesiz siyaset-Prensiplerden yoksun gücün tehlikesi

Düşünelim; siyasetin temeli, toplumun sorunlarına çözüm bulmak, adaleti sağlamak ve daha iyi bir yaşam standardı oluşturmak olmalıdır. Ancak, ilkesiz bir siyaset, bunların tam tersine hizmet eder. İlkesiz siyaset, güç elde etmek ve bu gücü korumak için yalanın, manipülasyonun ve çıkarların merkezde olduğu bir düzen yaratır. Kısa vadede kazananları olabilir, ama uzun vadede hepimiz kaybederiz.

"Peki, ne yapmalıyız?" diye sorduğunuzu duyar gibiyim. İlkesiz siyasetin panzehiri şeffaflık ve hesap verebilirliktir. Her birimiz, seçtiğimiz liderlerin yalnızca sözlerine değil, icraatlarına da dikkatle bakmalıyız. Onları sorgulamalı, yanlışları karşısında sesimizi yükseltmeliyiz. Bireylerin uyanık olması, yozlaşmanın panzehiridir.

Vicdanı sollayan eğlence-Düşünmeyi terk etmek

Eğlence kötü bir şey mi? Elbette hayır. İnsan olmak demek, yalnızca çalışmak değil, aynı zamanda hayatın tadını çıkarmaktır. Ancak, eğlence, düşünmenin, vicdanın ve sorumlulukların önüne geçtiğinde tehlikeli hale gelir. Bugün, sosyal medyadan televizyon programlarına kadar pek çok yerde, dikkatimiz bilinçli bir şekilde dağıtılıyor. Kendimizi tüketirken, dünyanın dertlerine karşı körleşiyoruz.

Unutmayalım; insan, yalnızca keyif almak için değil, daha derin bir anlam bulmak için de yaşar. Vicdan sahibi olmak demek, eğlenirken bile başka bir insanın haklarını, doğayı ve toplumu unutmamaktır. Eğlenceyi bir uyuşturucu değil, bir dinlenme aracı olarak görmeliyiz.

Çalışmadan zenginlik-Kolaycılığın cazibesi

Hepimiz rahat bir yaşamı hayal ederiz. Ancak, çalışmadan kazanılan servet, genellikle kısa sürede insana ve çevresine zarar verir. Tarih boyunca gördük ki, emeksiz kazanç çoğu zaman adaletsizlik doğurur. Servetin bir değer yaratma aracı olmaktan çıkıp bir güç sembolüne dönüştüğü toplumlarda, yozlaşma kaçınılmazdır.

Çalışarak zenginleşmek, yalnızca bireysel bir başarı değil, toplumsal bir modeldir. Herkes, emeklerinin karşılığını adil bir şekilde aldığını hissettiğinde, daha eşitlikçi ve huzurlu bir toplum yaratabiliriz. Gençlere, kısa yoldan köşeyi dönmenin değil, uzun vadeli hedeflere ulaşmanın güzelliğini öğretmek zorundayız.

Bilgili ama karaktersiz insanlar-Ahlak ve bilginin ayrılmazlığı

Bilgi güçtür, evet. Ancak bilgi, karakterden yoksunsa, bu güç yıkıcı hale gelir. Günümüzde, teknoloji ve bilimin gelişimi sayesinde bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay. Ancak bu bilgiler, karaktersiz insanların elinde, insanlığa büyük zarar verebilir. Silah teknolojileri, çevresel yıkımlar ya da manipülatif medya içerikleri buna örnektir.

Karakter, bilginin rehberidir. Bu yüzden, yalnızca bilgiyi öğretmekle yetinmemeli; aynı zamanda ahlak ve değerler de aşılanmalıdır. Okullarda, akademik başarının yanında, toplumsal değerlerin önemini de gençlere öğretmek şarttır. "Bilgili olmak yeterli değildir, bilginin nasıl kullanılacağını bilmek gerekir."

Ahlâktan yoksun bir iş dünyası-Sınırsız kazancın bedeli

Bugün, şirketlerin büyük bir kısmı kâr odaklı çalışıyor. Doğal kaynakların talan edilmesi, çalışanların sömürülmesi, çevrenin hiçe sayılması... Bunlar, ahlaktan yoksun bir iş dünyasının karanlık yüzü. Kapitalizmin bu kör noktası, yalnızca ekonomiyi değil, aynı zamanda insanlığın geleceğini de tehdit ediyor.

Peki, ne yapılabilir? Ahlak, iş dünyasına entegre edilmelidir. Sürdürülebilirlik, etik değerler, çalışan haklarına saygı, uzun vadeli planlamalar gibi kavramlar, birer seçenek değil zorunluluk olmalıdır. Tüketici olarak bizlere de büyük iş düşüyor. Bilinçli tüketim yapmak, sadece fiyatı değil, ürünlerin arkasındaki hikayeyi de sorgulamak bu sürecin bir parçasıdır.

İnsan sevgisini alt plana itmiş bilim

Bilim, insanoğlunun en büyük armağanlarından biridir. Ancak insan sevgisinden yoksun bir bilim, varoluşumuzu tehdit eden bir güç haline gelir. Silahlanma yarışları, doğanın yok oluşunu hızlandıran teknolojiler, insanları ayıran değil, birleştiren teknolojilerin eksikliği... Bunlar, bilimin insanlıktan uzaklaştığı anlarda karşılaştığımız sonuçlardır.

Bilimin merkezinde her zaman insan olmalıdır. Bilim insanlarının, teknolojik ilerlemelerin arkasındaki etik sorumlulukları sorgulaması, hem bireyler hem de toplumlar için bir zorunluluktur. İnsanlık sevgisi olmayan bir ilerleme, ilerleme değildir.

Özveriden yoksun bir din anlayışı-Maneviyatın yanlış anlaşılması

Din, birçok insan için yol gösterici bir ışıktır. Ancak, özveriden yoksun bir din anlayışı, yalnızca bireysel kurtuluş peşinde koşan, başkalarını umursamayan bir topluluk yaratır. Din, paylaşmanın, sevginin ve yardımlaşmanın merkezindeyken; yanlış yönlendirilmiş bir din anlayışı, bölünmelere, ötekileştirmelere yol açabilir.

Özveri, inancın temel taşlarından biri olmalıdır. İnsanın, yalnızca kendisi için değil, başkaları için de yaşaması gerektiği, her dini anlayışın özünde yer alır. Dinî liderlerin ve inananların, sevgi ve fedakarlığı yeniden hatırlaması şarttır.

Dostlar,

Bu saydıklarım yalnızca sorunlarımızın bir özeti. Ancak çözüm, hepimizin içinde. Daha bilinçli, daha vicdanlı, daha sorumluluk sahibi bireyler ve toplumlar olursak, bu sorunların her biriyle başa çıkabiliriz. Unutmayalım; bizi yok edecek unsurlardan kaçınmak, yalnızca kendimizi kurtarmak değil, gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakmak demektir. Gelin, bu mücadeleyi hep birlikte verelim.

Erol Kekeç/08.01.2025/Sancaktepe/İST

Adaletsiz Rejimi Adaletle Yıkınız-Alkışlar Önüne Kansız Ellerle Çıkınız

 


Adaletsizlik, toplumların en eski ve en tehlikeli hastalıklarından biridir. Tarih boyunca birçok medeniyet, adaletsizliğin yayılmasıyla çöküşe sürüklenmiştir; örneğin, antik Roma'da yozlaşma ve sosyal eşitsizlikler imparatorluğun dağılmasında büyük rol oynamıştır. Modern çağda da adaletsiz uygulamalar, toplumları kutuplaştırarak sosyal huzursuzluklara yol açmıştır. Güçlünün hukuku yazdırdığı, zayıfın ezildiği, hakkın, emekçinin ve mazlumun sesi duyulmadığı bir sistemin ömrü uzun değildir. Ancak bu ömür, insanların suskunluğu, korkusu ve tepkisizliğiyle uzar. Bugün burada, tarihten aldığımız derslerle, adaletsiz rejimlere karşı nasıl adaletle savaşabileceğimizi konuşacağız.

Adaletsizliğin Karakteri Nasıl İşler?

Adaletsizlik, ilk başta bir damla zehir gibi sinsice yayılır. Bir yasa, bir karar, bir taviz... Örneğin, özgürlükleri kısıtlayan bir yasa çıkarıldığında, insanlar "geçici bir önlem" diyerek bunu küçümseyebilir. Ya da bir lider, adil olmayan bir karara imza attığında, "şartların gereği" diye düşünülerek tepki gösterilmeyebilir. Ancak bu küçük gibi görünen adımlar, bir adaletsizlik zincirinin ilk halkalarını oluşturur. "Bu kadarından bir şey olmaz," diyerek göz ardı edilen her adaletsizlik, sonraki büyük felaketlerin zeminini hazırlar.

Bir adaletsiz rejim, kendi varlığını sürdürebilmek için öncelikle korkuyu besler. Korkunun temel kaynağı, cezasızlık ve göstermelik cezalandırmadır. Adaletsizlikle yoğrulan bir rejim, "herkesin eşit olduğunu" iddia eder; ancak eşitliğin gerçek anlamda uygulanmadığı her yerde adaletsizlik kaçınılmazdır.

Tarih boyunca gördük ki, adaletsiz rejimlerin çöküşü hep aynı yöntemle olmuştur: İnsanların bilinçlenmesi ve kitlesel harekete geçmesi. Bu harekette kan dökülmeden, kalem ve kelam ile savaşılmışsa, uzun vadede toplum daha sükunetli bir yeniden inşa süreci yaşamıştır. Bugün amacımız da budur: Adaletsiz rejimi, adaletin şafağıyla yok etmek.

Adaletle Yıkılan Duvarlar

Adaletsiz rejimler birer beton duvar gibidir. Sadece sert darbelerle kırılmaz; şöhretlerinin altındaki çürük temel, adaletsizlikle atılmış yasalar, baskıyla susturulmuş halk sesleri ve yozlaşmış liderlerin kendi çıkarları için attıkları yanlış adımlarla ortaya çıkarıldığında, kendileri de yıkılır. Bu yıkılışı hızlı ve etkili hale getirmek için aşağıdaki yollar izlenmelidir:

  1. Hakikati Savunun: Adaletsiz rejimler hakikatten kaçar. Yanlış bilgiler yayarak halkın gerçeklere ulaşmasını engeller. Bu nedenle, birinci önceliğiniz hakikati savunmak olmalıdır. Hakikat, en güçlü silahınızdır.

  2. Eğitim ve Bilinçlendirme: Adaletsiz rejimlerin en korktuğu şey bilinçli bireylerdir. Eğitim, cehaletin karanlığını aydınlığa dönüştürecek bir meşaledir. Toplumu, hakları ve adalet anlayışı konusunda bilinçlendirin.

  3. Pasif Direniş: Adaletsizliğe tepki göstermek, mutlaka sert ve yıkıcı olmasını gerektirmez. Gandhi’nin pasif direniş ilkesi, bu konuda en iyi örnektir. Örneğin, İngilizlerin tuz tekeli kanunlarına karşı başlattığı 'Tuz Yürüyüşü,' basit bir eylem gibi görünse de, milyonların katılımıyla bir direniş hareketine dönüşmüş ve İngiltere’nin sömürgeci politikalarını ciddi şekilde sarsmıştır. Sessiz oturma eylemleri, boykotlar ve sembolik gösterilerle rejimi zayıflatabilirsiniz.

  4. Medya ve Sosyal Medyanın Gücü: Bilgi, bugünün en değerli varlığıdır. Adaletsizliğin belgelerini, masumiyetin görüntülerini ve hakikatleri yayın. Toplumun her kesimine ulaşmak için medya ve sosyal medya çok önemlidir.

  5. Toplumsal Dayanışma: Ayrılıkları bir kenara bırakın. Adaletsiz rejimler, toplumu bölerek gücünü korur. Birlik olun, dayanışma ruhuyla hareket edin. Komşularınıza, iş arkadaşlarınıza, akrabalarınıza seslenin ve onların da yanınızda olmasını sağlayın.

  6. Hukukun Önünde Durun: Adalet, hukuk sürecinde ortaya çıkar. Hakkınızı mahkemelerde aramaktan korkmayın. Haksızlıkları belgeleyin, kayıt altına alın ve adaletin çarklarını döndürmek için mücadele edin.

Alkışlar Önüne Kansız Ellerle Çıkınız

Tarihte büyük liderlerin en etkileyici zaferleri, kan dökmeden kazandıkları olmuştur. Martin Luther King Jr., özgürlük ve eşitlik için savaşırken "rüyasıyla" hareket etti. "Benim bir rüyam var," dediği konuşmasında, insanların ten rengine göre değil, karakterine göre değerlendirildiği bir dünya özlemini dile getirdi. Bu hayali, milyonlarca insanı harekete geçiren barışçıl bir direnişin sembolü haline geldi. Mandela, güney Afrika'nın karanlık günlerini geride bırakması için sabırla mücadele etti. Onların izinden gitmeliyiz. Bu yol zor olabilir; ancak insanlığın onuru, hakkın ve adaletin zaferi bu yolla gelir.

Unutmayın, alkışlar en güzel silahınızdır. Kanla kirlenmiş ellerin karşısına, temiz ve barış dolu yüreğinizle çıkın. Adaletsiz rejimlere verilecek en iyi cevap, şeffaf bir vicdan, korkusuz bir duruş ve sevgi dolu bir mücadeledir. Adaletle yıkın, sevgiyle inşa edin. Kaleminizle savaşın, kelimelerinizle kazandırın.

Adalet her zaman galip gelir; sadece zamana ihtiyacı vardır. Bu zamana ışık tutmak, bizim sorumluluğumuzdur.

Bugünün çağrısı budur: Adaletsiz rejimleri, adaletin özüne sımsıkı sarılarak devirelim. Gelecek nesillere bırakabileceğimiz en değerli miras, adaletle taçlanmış bir toplumdur.

Erol Kekeç/09.01.2025/Sancaktepe/İST

Hayat Ve Ölüm

 

Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. Bu, insanlık tarihinin acı bir gerçeği ve insan doğasının çıplak gerçekliğidir. Sadakat, adından da anlaşılacağı gibi çoğu zaman bir bağlılık duygusu olarak kabul edilir. Ama bu bağlılığın temelinde ne vardır? Bir çıkar mı, yoksa sırf bir değer mi? Eğer bu bağlılık kısa vadeli çıkarların bir ürünü ise, daha büyük çıkarlar ortaya çıktığında ne olur? İşte tam da bu nedenle, insanın sadakati para ile müzakere edilebiliyorsa, bu sadakatin her zaman satılabilir olduğunu bilmek gerekir.

Başlayan her şey biter. Bu sade bir söz gibi görünse de, aslında yaşamın derin bir hakikatidir. Doğa, insanlar, gökyüzü, evren… Hepsi bir döngü içerisindedir ve döngü, bir sonla nihayete erer. Ama bu bitim, her zaman bir trajedi midir? Yoksa yeni bir başlangıcının habercisi mi? İnsanlar genelde sonların kederine kapılır; ama o sonun ardında yeni bir kapının açılıp açılmayacağını düşünmez. Başlayan her şey biter, evet, ama biten her şeyin ardından yeni bir şey başlar.

Büyük bir servet, büyük bir köleliktir. Bu, çoğu insanın fark edemediği bir paradokstur. Servet sahibi olmak özgürlük gibi algılanır; ama aslında öyle midir? Servet, sahip olan kişiyi koruma, arttırma ve yitirme korkularıyla zincire vurur. O kadar büyük bir sorumluluk yükler ki, insan kendi özgürlüğünü feda eder. Servetin gerçek anlamını sorgulamak gerekir. İnsanı mutlu eden servet mi, yoksa anlamlı bir yaşam mı?

Ölüm, bazen ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur. Bu cümle, insan yaşamına dair çok çelişkili ama bir o kadar da gerçek bir durumu dile getiriyor. Bir insanın yaşamı son bulduğunda, gerçek anlamda ne sona erer? Bir trajedi mi, yoksa insanın çektiklerinden kurtuluşu mu? Tarih boyunca, ölüm hem bir son, hem de bir başlangıç olarak algılanmıştır. Ancak onun bu çoklu anlamı, bizim ona yüklediğimiz anlamlarla ilgilidir. Yaşamın anlamı, ölümle tamamlanır mı, yoksa ölümle birlikte yeniden tanımlanır mı?

Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar vardır ama güneş her gün yeniden doğar. Bu ne kadar adil? Gün ışığına layık olmayan insanlardan kastımız, belki de kötülük yayan, başkalarının mutluluğunu çalan kişiler olabilir. Ama hayat, kendi adaletini doğadan alır. Güneş, kimin hak edip etmediğini sorgulamaz; ışığını herkese sunar. Bu bir adaletsizlik gibi görünse de, aslında evrenin tarafsız bir dengesi vardır.

Hayatı komedi sananlar, son espriyi iyi düşünsünler! Hayatı hafife almak, belki de kötümserliğe bir panzehir olarak görülür. Ama son espriyi düşünmeyen bir zihin, yaşamın sonunda hayal kırıklığına uğrar. Hayat, bir komedi sahnesi gibi algılandığında, trajedinin sert tokadı daha da çok hissedilir. Espri, derin bir farkındalıkla yapılmadığında, insan kendi zaafının kurbanı olur.

Yaşıyorsak, hâlâ umut var demektir. Bu, yaşama dair en sade ama en derin gerçeklerden biridir. Umut, insan ruhunun vazgeçilmez bir parçasıdır. Ama umudun kaynağı nedir? Sadece yaşıyor olmak mı, yoksa yaşamanın anlamına dair bir şeyler bulabilmek mi?

Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir. Bu, insanın gerçek mutluluğu nerede bulacağına dair bir ışık tutar. Sahip olduklarımıza değil, sahip olmak istediklerimize odaklandığımızda, gerçek bir fakirliğe mahkûm oluruz.

Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey, yaşamın anlamını kaybetmektir. İnsan, sahip olduklarını kaybetse bile, eğer bir anlam bulmuşsa yeniden başlayabilir. Ama anlamını kaybettiğinde, elindekiler ne kadar değerli olursa olsun, hiçbir şey ona yetmez. Yaşamın anlamı üzerine düşünmek, belki de insanın en temel ihtiyacıdır.

Unutmazsan senin, affetmezsen onun canı acıyacaktır. Unutma, affetmek ve unutmak sadece iyi insanların intikamıdır. Affetmek, bir zayıflık değil, bir güç göstergesidir. İnsanın kendi iç huzuru için gereklidir. Ancak affetmenin önemi, unutmakla birlikte gelir. Çünkü unutulmadıkça affetmek, tam anlamıyla gerçekleşmez. Bu yüzden affetmek ve unutmak, insanın kendi ruhunu özgürleştirmesidir.

Ey hayat, senin bu kadar önemli tutulman ölüm sayesindedir. Ölüm, hayatın değerini artıran, ona anlam katan bir gerçektir. Ölüm olmasaydı, yaşamın bir sonu, bir amacı olmazdı. İnsanlar, ölümün varlığını bilerek yaşarlar ve bu bilgi, onları hem korkutur hem de harekete geçirir. Hayatı anlamlı kılan, onun bir sonunun olmasıdır.

Unutma ki, birlikte olduğun insanın geçmişini kurcalamak, onunla kurmayı düşündüğün geleceği yok etmekten başka bir şeye yaramaz. İnsanlar, geçmişlerinden ders alırlar ama bu geçmişin sürekli gündeme getirilmesi, onların yeniden başlamasını engeller. Geçmişi kurcalamak yerine, geleceği inşa etmeye odaklanmak gerekir.

İnsanları tanımak için onları sınamaktan korkmayın; çünkü kaybedilmesi gerekenler, en önce kaybedilmelidir. Hayat, bazen insanların gerçek yüzlerini görmemiz için bize fırsatlar sunar. Bu fırsatları değerlendirmek, uzun vadede daha sağlıklı ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. Kaybetmekten korktuğumuz şeyler, aslında bize zarar veren şeyler olabilir.

Gençliğinde bilgi ağacını dikmeyen, yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz. Gençlik, öğrenmenin, biriktirmenin ve geleceğe yatırım yapmanın zamanıdır. Bu zamanı boşa harcayan bir insan, yaşlandığında bunun bedelini öder. Bilgi ve tecrübe, insanın en değerli sermayesidir ve bu sermaye, gençlikte biriktirilir.

Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir. İnsan, derin acılarını dile getiremediği için, onları içinde taşır. Bu acılar, çoğu zaman insanı olgunlaştırır ama aynı zamanda onu sessizleştirir. Derin acıların dili, suskunluktur. Bu, bir zayıflık değil, bir güçtür. Çünkü derin acılar, insanın en derinlerdeki gücünü ortaya çıkarır.

Ölüm her şeyi eşit kılar. İnsanların sosyal statüleri, servetleri, başarıları… Hepsi, ölüm karşısında anlamsız hale gelir. Ölüm, insanları aynı düzleme getirir ve bu, hayatın en büyük eşitleyicisidir. Ancak ölümün bu eşitleyici gücü, yaşamın anlamını sorgulamamıza da neden olur. Hayatta önemli olan, ölümden önce nasıl yaşadığımızdır. Geride bıraktığımız izler, bizim gerçek mirasımızdır. Ölüm, bu mirası değerlendirmek için bir fırsattır ve insan, bu fırsatı yaşamı boyunca inşa eder.

Bahadır Hataylı/09.01.2025/Namazgah/İST


8 Ocak 2025 Çarşamba

Zalim Yöneticinin Akıbeti-Güç ve Gerçek Arasında Bir Savaş

Zalim bir yönetici, yaptığı her eylemin doğru olduğuna kendini inandırır. Bu inanç, yalnızca kendi hatalarını görmezden gelmekle kalmaz; aynı zamanda, çevresindekilerin de bu yanılgıya inanmasını talep eder. Çünkü böylesi bir zihin, kendi doğrularını sorgulamayı zayıflık olarak görür. Oysa gücün asıl sınavı, doğruluğu savunmaktan değil, yanlışlarını görebilmekten geçer. Ne var ki bu tür bir lider, eleştiriyi düşmanlık, muhalefeti ihanetten başka bir şey olarak algılamaz. Yanlışlarından rahatsız olanlar ortaya çıktığında, kendini haklı çıkarmak için acımasız yöntemlere başvurmaktan çekinmez.

Bir Yanılgının Başlangıcı-Güç Sarhoşluğu

Zalim liderin bu tutumu, çoğunlukla gücün sarhoş edici etkisiyle başlar. Güç, kontrolü elinde tutmanın verdiği güvenle bireyin algısını bozabilir. Böyle bir lider, çevresindekilerin eleştirilerini bir tehdit olarak algılar. Onun için hata yapmak zayıflıktır ve güç, zayıflığa yer bırakmaz. Bu nedenle, hata yaptığını kabul etmektense, hatasını doğru gibi göstermeye çabalar.

Ancak hakikatin karşısında duran bu çaba, zamanla bir savaşa dönüşür. Çünkü yanlış, ne kadar güzel paketlenirse paketlensin, hakikat karşısında bir gölge gibi dağılır. Bunu bilmesine rağmen zalim lider, çevresindekilerin sessizliği ya da korkuyla boyun eğişini, haklılığının kanıtı olarak görür. Eleştirel sesleri susturmak için önce manipülasyona başvurur. Eleştirenleri toplum içinde küçük düşürmek, yalnızlaştırmak ya da fikirlerini itibarsızlaştırmak için türlü yöntemler dener. Eğer bunlar işe yaramazsa, şiddet ve tehdit yoluna sapar.

Bir yönetim toplantısında, genç bir danışman, liderin bir kararını sorgulamaya cesaret ettiğinde, odada derin bir sessizlik oluşur. Zalim lider, yüzünde soğuk bir gülümsemeyle konuşmaya başlar:

"Bu tür düşünceler, bizim birliğimizi bozabilir. Sadece düşmanlarımızın işine yarar," der ve bakışlarını toplantıdaki diğer katılımcılara çevirir. Bu sözler, danışmanın açıkça bir tehdit altında olduğunu herkese ilan eder. O andan itibaren, odadaki herkes, liderin kararlarını sorgulamanın sonuçlarını kendi zihinlerinde tartar.

Zulmün Aracı-Mobbing ve İzolasyon

Zalim yöneticinin en sık başvurduğu yöntemlerden biri, muhalif sesleri baskıyla susturmaktır. İş yerinde mobbing, bu baskının en somut örneklerinden biridir. Düşünen ve sorgulayan çalışanlar, liderin öfkesinin hedefi olur. Onlar yalnızca birer birey değil, aynı zamanda liderin kendi korkularını yansıttığı birer aynadır. Çünkü bu kişiler, liderin yanlışlarını gözler önüne seren bir tehdit gibi algılanır.

Bir başka örnek olarak, aynı lider, departman müdürlerinden birini hedef alır. Müdür, bir projede etik olmayan uygulamaları rapor etmiştir. Ancak bu rapor, liderin karizmasını zedelemiştir. Müdür, öncelikle toplantılara davet edilmemeye başlar. Daha sonra iş yükü artırılır, her hatası büyütülerek gündeme getirilir. Sonunda ise liderin himayesindeki medyada müdür hakkında asılsız dedikodular yayılır. Bu durum, yalnızca müdürün değil, diğer çalışanların da sindirilmesine yol açar.

Mobbing yalnızca bireyi değil, toplumu da zehirler. Bir zalim lider, iş yerindeki bu baskıyı toplumsal alanda da yayar. Fikir adamlarını susturmak, onları toplumdan dışlamak ya da itibarsızlaştırmak, zalim liderin gücünü koruma çabalarının bir parçasıdır. Çünkü bu lider, düşüncenin özgür olduğu bir toplumda var olamayacağını bilir. Özgür fikirler, onun inşa ettiği korku imparatorluğunu temellerinden sarsar.

Ancak baskının ve izolasyonun bir sınırı vardır. İnsan doğası, baskıya belli bir noktaya kadar boyun eğebilir. Baskının sürdüğü her an, bireylerin içinde biriken öfke, sonunda bir volkan gibi patlar. Bu patlama, liderin inşa ettiği sahte güvenlik duvarlarını yıkacak güce sahiptir.

Hakikati Bastırmanın Bedeli

Zalim bir liderin en büyük hatası, hakikati bastırabileceğine inanmasıdır. Hakikat, kurumuş bir yaprağa benzemez ki rüzgarla savrulup yok olsun. Aksine, hakikat bir tohum gibidir. Bastırıldıkça toprağın derinliklerine iner ve orada filizlenmeyi bekler.

Bir lider, yanlışlarının üstünü örterek haklı çıkacağını zanneder. Ancak her örtbas edilen yanlış, daha büyük bir yanlışa zemin hazırlar. Hakikati inkâr etmek, yalnızca liderin değil, onun çevresindeki herkesin ahlaki bir çöküş yaşamasına yol açar. Yanlışların doğru gibi gösterilmesi, toplumu adaletten ve vicdandan uzaklaştırır. İnsanlar, gerçeği değil, liderin dayattığı sahte gerçeklikleri kabullenmek zorunda kalır. Bu durum, toplumsal dokunun yıpranmasına, insanların birbirine güvenini kaybetmesine ve ahlaki değerlerin çökmesine neden olur.

Bir gazeteci, liderin yolsuzluklarını ifşa eden bir makale yayımlar. Ancak lider, halkı bu gazetecinin "yabancı güçlerin ajanı" olduğuna inandırır. Gazeteci, hapse atılır. Fakat bu olay, halkın hafızasında bir yara olarak kalır. Liderin güç oyunları, hakikatin yayılmasını kısa vadede engelleyebilir, ancak uzun vadede halkın öfkesini biriktirir.

Bir Zalimliğin Sonu

Zalim liderler, sonunda her zaman aynı sonla karşılaşır: Yalnızlık. Çünkü korkuyla inşa edilen bir güç, zamanla etkisini kaybeder. İnsanlar, korkularını aştıklarında, zalimin gücü bir hayal gibi çöker. Her şeyin kendi kontrolünde olduğunu düşünen lider, bir gün çevresindeki sessizlikte yalnız kalır. O sessizlik, liderin haklılığına değil, toplumun onun adaletsizliğinden duyduğu bıkkınlığa işarettir.

Bir gün, zalim lider, halkın meydanlarda toplanarak "Adalet istiyoruz!" diye bağırdığını duyar. Ancak artık çok geçtir. O güne kadar halkı baskıyla susturan lider, halkın öfkesinin karşısında duracak bir çözüm bulamaz. Halkın öfkesi, bir fırtına gibi liderin sarayını yerle bir eder.

Hakikat, hiçbir zaman tamamen bastırılamaz. Güz rüzgarı, sararmış yaprakları süpürüp götürdüğünde, yerini yeşil filizler alır. Bu filizler, toplumun yenilenen umududur. Çünkü hiçbir lider, hakikatin karşısında duracak kadar güçlü değildir.

Hakikatin Galibiyeti

Sonuç olarak, zalim bir yönetici, yaptığı her hatayı doğru gibi göstermeye çalışsa da, hakikat her zaman galip gelir. Yanlışları doğru gibi göstermek, yalnızca geçici bir çözümdür. Hakikat, zamanı geldiğinde en güçlü zalimi bile yerle bir edecek bir kuvvetle ortaya çıkar. Çünkü hakikatin doğası budur: Görünmez gibi görünür ama zamanı geldiğinde tüm çürümüşlüğü süpürüp götürür. Ve zalimin ardından geriye yalnızca sararmış yaprakların hatırası kalır.

Bahadır Hataylı/09.08.2024/Sancaktepe/İST

7 Ocak 2025 Salı

Siyasi Testler -Sabır Masalları ve Çözüm Beklentileri

Son zamanlarda ülkenin politik, ekonomik ve sosyal atmosferinde dikkat çeken gelişmeler yaşanıyor. Bir yandan halkın alt kesimleri artan ekonomik sıkıntılarla mücadele ederken, diğer yandan siyasi gündem adeta bir hayal tiyatrosu sahneliyor.

Bir sabah uyanıyorsunuz ve "Etrafımız sarıldı" manşetleri ile karşılaşıyorsunuz. Ülke gündemi anında tehlike moduna giriyor. Düşman olarak çizilen haritalar ekranlarda beliriyor, mesafeler ölçülüyor, "tehdit"in ciddiyeti anlatılıyor. Bu ortamda "birlik ve beraberlik" çağrıları yükseliyor. Mesaj açık: Zorluklar karşısında dayanışma göstermeli, acıya katlanmalıyız. Ancak bu durumun perde arkasında, halkı mevcut ekonomik buhranın "olağanüstü şartların doğal bir sonucu" olduğuna ikna etme çabası saklıdır. Alt gelir grubu için anlatılan hikâye net: "Fakirliğe sabredin, cennette ödüllendirileceksiniz."

Yalnız bu kurgunun gerçek hayatla ilgisi ne kadar? Hadi gelin, bu meselenin derinlerine inelim. Birkaç hafta geçiyor, tehdit gündemi yerini tamamen farklı bir tartışmaya bırakıyor. Birden bire, ülke içinde bölünme meselesi ele alınıyor, "terör örgütüyle masaya oturabiliriz" gibi söylemler telaffuz ediliyor. Aynı ülkede "bütünlüğü koruma adına" alt gelir grubu sabır gösterirken, belli lobiler ve çıkar çevreleri bir kez daha ekonomik pastadan büyük dilimler almanın planlarını yapıyor.

Sonra gündem yeniden değişiyor. Bu defa Suriye. Sözde "rejim devriliyor", muhalifler zafer kazanıyor, rejim yıkılıyor. Herkesin dilinde "Emevi Camii'nde namaz" hayalleri. Kimileri, "Türkiye Ortadoğu'nun lideri olacak," demeye başlıyor. Ama sonra anlaşılıyor ki, işler hiç de sanıldığı gibi değil. Mezhep çatışmaları alevleniyor, ülkede kaos hâkim. Tüm bu kargaşanın arasında ise Türkiye'nin nerede durduğu sorusu cevapsız kalıyor.

Bu noktada şu soruyu soruyorum: Sahiden bizim yerimiz neresi? Halkın alt kesimleri bu denklemde neye dayanarak zorluklara sabretmeye devam etsin?

ALT GELİR GRUBU- GÖRÜNMEYEN KAHRAMANLAR

Bir an düşünelim, bu insanların günlük yaşantısını. Asgari ücretliler ve emekliler. Hayatlarını sürdürmek için yalnızca en temel ihtiyaçlarına yetecek kadar gelir elde ediyorlar. Ancak mevcut düzende onlar için dahi sürdürülebilir bir yaşam inşa edilemiyor. Artan kira fiyatları, enflasyonla birlikte yükselen gıda fiyatları ve enerji giderleri... Her geçen gün bu yük omuzlarına biraz daha fazla çöküyor. Bunun aksine; üst gelir grupları, refah seviyelerinde her geçen gün artan bir iyileşme yaşıyor. Bu dengesizlik yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda insan onuru ve eşitlik ilkelerinin sistemli bir şekilde çiğnenmesi anlamına geliyor.

Asgari ücretle çalışan bir insan, sabahtan akşama kadar alın teri dökerken aldığı maaşın neredeyse tamamını kiraya, geri kalan faturalarına ve diğer zorunlu harcamalarına ne harcayacak . Elinde ne kalıyor? Kocaman bir hiç! Ama bu kişilerden, "sabır" bekleniyor. "Fakirlikte keramet vardır" masalları anlatılıyor. Bunları duyan kişi doğal olarak şu soruyu soruyor: "Fakirlik, gerçekten bir lütufsa, neden zenginler bunu tercih etmiyor?"

İDARE ETMEK Mİ, YOKSA GERÇEK ADIMLAR ATMAK MI?

Halktan sabır bekleyen bir yönetim anlayışı, gerçekte hangi sorunu çözebilir?

  • Adalet kavramının yerleşmediği bir toplumda sabır ne işe yarar?

  • Alt gelir grubu, sistematik olarak yalnızca "idare etmeye" mecbur bırakılırken üst gelir grubu daha fazla imtiyazla donatıldığında bu düzen hangi gerekçeyle sürdürülebilir?

  • İnsanlara refah ve adalet sözü verilirken aynı anda zengin-yoksul arasındaki uçurumu derinleştiren politikalar nasıl açıklanabilir?

Burada yönetime bir eleştiri getirelim. Sorunun farkında olmak, çözüm üretmek değildir. Ekonomi politikaları yalnızca güçlüleri daha güçlü, zayıfları daha zayıf hale getirecek şekilde düzenleniyorsa, bu yönetim zaafıdır.

ÇARE NEDİR?

Toplumu ayakta tutan temel direkler eşitlik, adalet ve refah paylaşımıdır. Eğer halkın geniş kesimleri temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorsa, bu direkler çöker. Burada şunları vurgulamalıyız:

  1. Adil Ekonomik Dağılım: Adaletin temeli, herkese hakkı olanı vermektir. Vergi sistemi, gelir adaletini sağlamak üzerine kurulmalı. Lüks tüketim üzerinden alınan vergiler artırılmalı, düşük gelirli gruplara destek artırılmalıdır.

  2. Gerçek Asgari Ücret: Asgari ücret sadece "geçinmek" için yeterli olmalı değil. Aynı zamanda bireylerin sosyal yaşama katılmalarını, geleceğe dair hayaller kurmalarını sağlayacak seviyede olmalıdır.

  3. Refah Paylaşımı: Bütçe yönetiminde halkın geniş kesimlerini etkileyen projelere öncelik verilmelidir. Yollar ve köprüler kadar önemli olan, halkın cebini rahatlatacak projelerdir.

  4. Adalet Mekanizmasının Güçlendirilmesi: Hukuk sistemi herkes için eşit adalet sunmalıdır. Ekonomik ve sosyal sınıf farkı gözetmeksizin hak, hukuk, adalet ilkesine uygun davranılmalıdır.

  5. Eğitim ve Bilinçlendirme: İnsanları "sabır" kavramını sömürerek kandıran anlayışın karşısında bilinçli ve hak arayışında olan bireyler yetiştirilmelidir. Eğitimde eşitlik sağlanarak alt kesimin sosyal hareketliliği artırılmalıdır.

HALK İÇİN ÖNERİLER

Halkın kendi refahını ve geleceğini temin etmesi için örgütlü ve bilinçli bir mücadele içinde olması şarttır. Pasif bekleyiş, mevcut sorunların katlanarak artmasına yol açacaktır. Ezilen kesim, hak arama bilincini geliştirmelidir. Bu noktada öneriler:

  • Örgütlü Mücadele: Sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarına katılarak hak arayışını organize bir şekilde sürdürmek.

  • Bilinçlenme: Haklarının farkında olmak, doğru bilgiye ulaşmak ve sorgulayıcı bir yaklaşım geliştirmek.

  • Birlik ve Dayanışma: Bölünmeden, ortak haklar etrafında birleşerek güçlü bir halk hareketi oluşturmak.

Bu tablo, hem yönetimin hem de halkın üzerine düşen görevleri açıkça göstermektedir. Adaletsizlik sürdüğü müddetçe toplumsal huzur sağlanamaz. Halk, "sabır masalları" ile avunmaya devam ettiği sürece zengin-fakir arasındaki uçurum daha da derinleşecektir. Yönetim ise ekonomik ve sosyal politikaları köklü bir şekilde değiştirip halka eşit refah sağlamakla yükümlüdür.

Gerçek bir değişim, samimi ve köklü adımlarla mümkündür. Halk ayağa kalkarsa, yönetim de bunun gereğini yapmak zorunda kalır. Unutmayalım: Değişim, asla tepeden gelmez. O, her zaman halkın kalbinden doğar.

Bahadır Htaylı/07.01.2025/Sancaktepe/İST

Ekonomik Adaletsizlik

 


Sevgili dostlar,

Biliyor musunuz, bu ülkenin hikayesi çok eski; ama günbegün yazılan bölümleri akıl alır gibi değil. Bugün konuşmak istediğim konu, hepimizin derin derin iç çektiği, sinirden ellerimizi yumruk yaptığı bir mesele: Para nereye gidiyor? Kimlere gidiyor? Kimlere yok? Haydi, gelin hep beraber konuşalım, adım adım irdeleyelim.

Bakın, bu KKM denilen hesaplar var ya, hani Kur Korumalı Mevduat diyorlar; işte o hesaplar, bu memleketin bankalarına devlet eliyle akıtılan paranın en büyük kapısı oldu. Nasıl mı? Diyelim ki bir vatandaş, yastık altındaki dolarını bozdurdu, bu hesaba yatırdı. Hükümet de dedi ki, "Merak etme kardeşim, döviz artarsa farkı ben öderim." Oldu mu sana garanti? Banka rahat, vatandaş rahat; ama o farkı kim ödüyor? Siz, biz, hepimiz. İşte o para, bizim alın terimizden çıkan vergilerle ödeniyor.

Köprüden geçmeyen arabalar var bir de. Bu nasıl bir iş biliyor musunuz? Devlet garantisi diye bir şey icat etmişler. "Şu kadar araç geçmezse aradaki farkı öderim," diyor. Yani siz köprüden geçseniz de geçmeseniz de müteahhit kazanıyor. Geçmeyen arabaların parasını kim ödüyor? Yine siz, biz, hepimiz. Köprüden geçerken de ödüyoruz, geçmezsek de ödüyoruz. Bu işler kimin aklına geldi, bu garantiler kime hizmet ediyor, artık siz düşünün.

Peki, ya hastaneler? Gelmeyen hasta için bile hastane sahiplerine para var. "Şehir hastaneleri" dediler, övdüler, yere göğe sığdıramadılar. Halbuki işin aslı, gelmeyen hastanın bile yükü bizim cebimize yazılıyor. Özel şirketlerle yapılan anlaşmalarda diyorlar ki, "Şu kadar hasta gelmezse farkını öderiz." Yani o hastaneye gitmeseniz de bir şekilde parasını ödüyorsunuz. Hasta olmasanız bile müteahhit yine kazanıyor.

Havaalanları... Aman Allah'ım, bir de bu var! İnmeyen uçak için bile para var! "Şu kadar yolcu gelecek," diyorlar, "Şu kadar uçak inecek." Ama gelmeyen yolcunun, inmeyen uçağın parasını kim ödüyor? Bildiniz, yine biz! Memleketin dört bir yanına devasa havaalanları yaptılar. Yolcu yok, uçak yok, hareket yok; ama para akıyor. Kimden? Bizden.

Tasarruf diyorlar, değil mi? Hani, "Enflasyon var, kemer sıkmamız lazım" diyorlar. Ama ne hikmetse, lükse harcamaktan tasarruf edilmiyor. Saraylar yapılıyor, lüks arabalar alınıyor, her köşe başına bir şatafat dikiliyor. İtibar deniyor, tasarruf yok deniyor. Ama emekliye gelince, asgari ücretliye gelince, "Para yok" diyorlar. Bu nasıl bir matematik? Bu nasıl bir vicdan?

Bir de milletvekillerine, bakanlara verilen paralara bakalım. Her ay alınan maaşlar, üstüne eklenen yolluklar, tazminatlar... Yetmiyor, bir de "hizmet" adı altında ödenen özel harcamalar var. Devlet memurlarına zam yaparken kırk dereden su getiriyorlar, ama milletvekillerine gelince tıkır tıkır işlem tamam. Nasıl bir adalet bu?

Diyanet imamlarına verilen paralara ne demeli? Her köyde bir imam var, tamam, güzel. Ama bu kadar maaş, bu kadar kaynak neden? Cemaat azalıyor, camiler boşalıyor, ama bütçesi büyüyor. Neden? Devletin başka işleri yok mu? Eğitime, sağlığa, bilim ve teknolojiye yatırım yapmak yerine, neden böylesine tek bir yere yığma yapılıyor?

Elektrik, su, doğal gaz... Faturalarınızı bir düşünün. Her ay gelen o kabarık rakamlar sadece sizin tükettiğiniz için değil. O faturalara, okuma şirketlerine verilen komisyonlar da ekleniyor. Yani bir sayaç okuyucusunun masrafı bile bizim cebimizden çıkıyor. Elektrik okuma, gaz okuma, su okuma derken, faturalar şişiyor. O para nereye gidiyor? Düşündünüz mü hiç?

Belediyeler deseniz, taşeron şirketlere kaynak akıtıyor. İhale üzerine ihale... İsraf diz boyu. Sokakta görmediğiniz hizmetlerin parası bizim vergilerimizden çıkıyor. Bir çöp konteyneri, bir kaldırım taşı, bir tabela için ödenen rakamlar dudak uçuklatıyor. Belediyelerin işi hizmet etmek değil mi? Hizmet nerede? İsraf ve çirkef ise almış başını gitmiş.

Ve sıra geldi asgari ücretliye, emekliye. İşte en acı tablo burada. Ay sonunu getiremeyen milyonlarca insan var. Çarşı pazar el yakıyor. Ama emekliye, asgari ücretliye "kaynak yok" diyorlar. Bu ülkenin zenginlikleri sadece belli bir kesimin mi hakkı? Emeklinin, işçinin, çalışanın yüzü ne zaman gülecek?

Harç bitti yapı paydos, dostlar. Bu millet artık yoruldu. Sadece bir avuç zenginin değil, herkesin refah içinde yaşayabildiği bir düzen istiyor. Hak, hukuk, adalet arıyor. Şimdi soruyorum size: Bütün bu israf, bu lüks, bu çarkın dönmesi sizin vicdanınıza sığıyor mu? Hadi gelin, bu adaletsizliklere hep birlikte dur diyelim. Sesimizi yükseltelim, hakkımız olanı isteyelim. Çünkü artık külahımıza anlatılan masallara karnımız tok. Harç bitti, yapı paydos!

Bu yazıyı okuyan herkesin aklında şu sorular kalsın: Biz ne zaman adil bir düzen göreceğiz? Bu memleketin zenginlikleri hepimizin değil mi? O zaman neden eşit bir şekilde paylaşılmıyor? Ve en önemlisi: Biz ne zaman sesimizi daha gür çıkaracağız?

Bahadır Hataylı/05.01.2025/Namazgah/İST

6 Ocak 2025 Pazartesi

İdari Para Cezası Ne Demek?

İdari para cezası, yanlışların ve pisliklerin meşrulaştırılmasının resmi bir yolu oldu. Yaptırımlar, yanlışı tamamen ortadan kaldırmak içindir, ancak bugün bu cezalar, sadece yönetimin çıkarlarına hizmet eden bir araca dönüşmüş durumda.

Bir market, kasap ya da iş yerine neden para cezası verilir? Apartmanda gürültü yapanın cezası neden para ile çözülür? Bu cezalar, hataların devamı için bir açık çek vermekten başka bir şey değil. Bugün, adalet sistemi toplumu düzeltmek yerine, ahlaksızlığı teşvik eden, halkın güvenini kökünden sarsan mekanizmalara dönüştü. Toplumsal ifsat, bu kurallar ve cezalarla sürdürülüyor. Hatta, bu adaletsizlikleri sorgulamayan bir halk beklentisiyle alay edercesine devam ettiriliyor. Ancak ben, bu oyunların iç yüzünü açıkça görüyorum ve zekamı küçümsemelerine izin vermeyeceğim.

Söyler misiniz, toplumsal yaşamı gerçek anlamda iyileştirmek adına hangi yapıcı adımları attınız? Para cezasıyla kasaları doldurmak dışında, halkın refahını sağlamak için ne tür çözümler sundunuz? Bana, bu göstermelik cezalandırmaların toplum vicdanına ve düzenine gerçekten nasıl bir fayda sağladığını izah edin. Yoksa hâlâ sırtımıza vurulan semeri kendi ellerimizle taşıyacağımızı mı düşünüyorsunuz?

Gün gibi aşikâr: Her hatayı ve olumsuzluğu paraya tahvil eden, adeta paraya taparcasına işleyen bir sistemle karşı karşıyayız. Söyleyin, bu dünyanın bütün zenginliği size yetse bile vicdanınızdaki boşluğu doldurabilir mi? Alın hepsi sizin olsun; yalnızca halkın huzuruna dokunmayın, yeter.

Eğer yanlışı kökten çözme amacı taşımıyorsanız, bu cezalar yalnızca bir gelir kaynağına dönüşür. Apartmandaki gürültüyü "Bir sonraki cezaya kadar devam edebilirsiniz" mantığıyla para cezasına bağlamak, düzeltilmek bir yana, ahlaki bir çöküşü teşvik eder. Bu mudur adalet? Bu mudur toplumsal vicdanın gereği?

Marketlere gidiyorsunuz, "etiket eksik" diyerek ceza yazıyorsunuz. Peki, sorun gerçekten çözüldü mü? Yapılması gereken, o market sahibine halkı aldatmanın sonuçlarını anlatmak ve doğru bir bilgilendirme yapmaktır. Ama hayır, böyle bir şey yapılmıyor. Sadece para alınıyor ve konunun özüyle ilgilenmek yerine işin kolayına kaçılıyor. Ne bir çözüm getiriliyor ne de bireyler bu çözümün bir parçası olmaya teşvik ediliyor.

Apartmanın alt katındaki dükkânda bir faaliyet izinsiz yürütülüyor, ceza kesiliyor. Ancak bu şahsın yaptığı hatayı anlamasına ya da onu düzeltmesine yönelik en ufak bir rehabilitasyon veya bilinçlendirme çabası dahi gösterilmiyor.

Sıradaki? Daha fazla kâr ve denetim bahanesiyle yeniden aynı kör düzeni devam ettirin, öyle mi? Halkı mı şekillendiriyorsunuz yoksa sadece kasaları doldurmak için bir bahane mi buluyorsunuz?

Bu uygulamaların halkı ne duruma düşürdüğünü bir düşünün. Toplum artık sizden şüphe ediyor ve asla çözüm bulamayacağına inanıyor. O öyle bir hale geldi ki; para, en kötü kokuşmalarınızı bile maskeleyecek bir perdeye dönüştü. Fakat unutmayın, perdeyi bir gün halk indirir ve gerçekler ortaya çıkar.

Bahadır Hataylı/05.01.2025/Sancaktepe/İST

Hakkın Savunucusu Olmak

Hakkın yanında yer almak ve bu hakikatin tanığı olmak, Kuran-ı Kerim'de inananlara önemli bir görev olarak yüklenmiştir. Bu, sadece bireysel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir yükümlülüktür. Müminlerin hakkı savunmaktan çekinmemesi, adaletin tesisine katkıda bulunması ve zulme karşı dirayet göstermesi gerektiği sık sık vurgulanır.

Hakkı Ayakta Tutmak

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun.”
(Maide Suresi: 5/8)

Bu ayet, müminlerin görevini net bir şekilde açıklar. Hakkı savunmanın ve adaleti sağlama çabasının, kişinin imanıyla doğrudan bağlantılı olduğunu belirtir. Allah adına şahitlik etmek, yalnızca doğruyu ifade etmekten ibaret değildir; aynı zamanda tüm adaletsizliklere karşı durmayı ve güçlüden yana olmak yerine, mazlumun hakkını korumayı içerir. Buradaki anahtar mesaj, bir müminin her koşulda adaleti öncelemesi gerektiğidir.

Örneğin, bir toplumda yöneticiler ya da etkili kimseler zulme neden oluyorsa, buna sessiz kalmak bir müminin sorumluluklarını ihmal etmesi anlamına gelir. Hakkın ve adaletin şahidi olmak için, birey toplumsal sorunlara duyarsız kalmamalıdır. Bir öğrencinin sınıf arkadaşlarına adil davranmasından, bir işverenin çalışanlarına insanca muamele etmesine kadar her alanda bu ilke geçerlidir. Toplum bu düstur üzerine şekillendiğinde, huzur ve güven tesis edilir.

Hükümlerin Üstünlüğü

“Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”
(Maide Suresi:5/45)

Bu ayet, insanlara yalnızca Allah'ın koyduğu hükümlere uymanın gerekliliğini hatırlatır. Eğer insanlar kendi arzu ve çıkarları doğrultusunda hareket ederek ilahi hükümlere aykırı davranırlarsa, sonuçta zulüm kaçınılmaz olacaktır. İnsanlık tarihine baktığımızda, birçok toplumun adaletten saparak kendi heva ve heveslerine uyması nedeniyle çöktüğünü görebiliriz.

Kuran'ın bu uyarısı, aynı zamanda günümüz dünyasına da önemli bir ders sunmaktadır. Medyada görülen haksızlıklar, adaletin belirli çıkar gruplarına göre şekillendirilmesi ve güçlünün haklı sayıldığı düzenler, bu ayetin önemini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. İnsanların Allah'ın ölçüleri doğrultusunda hareket etmeyi bırakması, hem bireysel hem de toplumsal olarak çürümenin başlangıcıdır.

Zor Koşullarda Hak ve Adaletin Savunulması

“Ey iman edenler! Kendiniz, anne babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa Allah için adaleti ayakta tutan kimseler olun…”
(Nisa Suresi:4/135)

Bu ayet, adaletin evrensel olduğunu ve akrabalık, dostluk ya da kişisel menfaatlerle gölgelenmemesi gerektiğini ifade eder. İnanan bir bireyin, sevdiklerine zarar geleceğini bilse bile hakka ve adalete sırt çevirmemesi öğütlenir. Bu, çok zor bir görevi işaret eder; zira çoğu zaman insanlar yakınlarını ve çıkarlarını koruma eğilimindedir. Ancak bu, müminin imanı ve ahlakıyla sınandığı kritik bir alandır.

Günümüzde de adaleti savunmak ve hakkı söylemek zorlayıcıdır. Hakkın savunucusu olmak demek, güçlüye karşı dik durmayı, popüler görüşlere aykırı olsa da gerçeği haykırmayı gerektirir. İster çalışma hayatında ister aile ilişkilerinde olsun, bu ilke bireyin yaşamında belirleyici olmalıdır.

Örneğin, bir iş yerinde adaletsiz davranışlarla karşılaşan bir birey, bu durumu dile getirmekten çekinmemelidir. Hakların korunması için atılan bu adımlar, toplumu daha yaşanabilir bir hale getirecektir.

Hakkın Savunucusu Olmanın Toplumsal Önemi

Hakkı ve adaleti savunmak, bireysel bir sorumluluktan çok, toplumu ilgilendiren bir meseledir. Toplumlar, ancak adalet temelinde varlığını sürdürebilir. Haksızlıklar karşısında sessiz kalan bireylerden oluşan bir toplum, yozlaşma ve çürümeden kaçamaz. Bu nedenle, inananlar hakkı ayakta tutmalı, zulümle mücadele etmeli ve adil bir düzenin tesisi için çaba göstermelidir.

Bu doğrultuda Kuran, insanlara sadece kendi hayatlarını değil, aynı zamanda diğer insanların haklarını da savunmaları gerektiğini hatırlatır. Zulmün olduğu yerde Allah’ın adaletini savunmayan bireyler, dolaylı yoldan bu zulme ortak olur. Peygamber Efendimizin şu hadisi bu durumu açıkça anlatır:

“Bir kötülük gördüğünüzde, onu elinizle düzeltin; buna gücünüz yetmezse dilinizle, buna da gücünüz yetmezse kalbinizle buğz edin. Bu, imanın en zayıf halidir.”

Bu öğreti, hakkı ve adaleti savunmanın inançla ne kadar derin bir bağa sahip olduğunu gösterir. Kuran ve sünnetin ışığında bir toplum, her bireyin hakkını savunduğu bir yapıya kavuşabilir.

Hakkın Savunucusu Olarak Yaşamak

Hakkı savunmak ve adaletin tesisinde rol almak, Kuran'ın insana yüklediği büyük bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu yerine getirmek, sadece bireysel olarak Allah katında bir mertebe kazandırmaz; aynı zamanda toplumların huzura kavuşmasını sağlar. Bu, zorlayıcı ama bir o kadar da anlamlı bir yoldur. Herkesin hakkını savunduğu, adaleti öncelediği bir dünya, Allah’ın rızasına ve cennetine ulaşmanın yollarından biridir.

İnsanlar, bu dünya için geçici olan şeylerin peşinde koşarken adaleti ve hakkı arka plana atmamalıdır. Aksine, Kuran’ın öğütlerini hayatlarına rehber edinerek güçlü bir iman, sağlam bir ahlak ve insanca bir yaşamın mümkün olduğunu göstermelidirler.

Günümüzde bireylerin bu görevleri yerine getirmesi, birçok sorunun çözümü için anahtar olacaktır. Hakkın yanında durmayı seçenler, sadece kendi yaşamlarını değil, aynı zamanda çevrelerindeki insanların yaşamlarını da güzelleştirebilir. Bu, Allah’ın hoşnut olacağı bir hayatın temelidir. O halde, her bir mümin kendine şu soruyu sormalıdır: “Ben hakkı ve adaleti savunan bir yaşamın neresindeyim?”

Erol Kekeç/04.01.2025/Sancaktepe/İST