25 Aralık 2024 Çarşamba

Göğün Tanıklığında Yanan Renkler



Gecenin en karanlık anlarından biri. Ayaklarımızdan dökülen ümitler ve içimizde sönmek üzere olan çıralarla bir çıkmazdayız. Öyle bir çağa düştük ki, zaman ve zemin, büyüklerin ellerinde bir kılıf olmuş; içine sığdırılamayan ruhlar, kendi renklerinden mahrum edilmiş. “Zamanın ve zeminin rengine bürün” diyen bir sesi hatırlıyorum. Ama ben diyorum ki: Zamanın da zeminin de rengine bürünme; yoksa kendi rengini kaybedersin.

Ne gariptir ki, böyle bir çağda herkes çok renkli gözükmek istiyor ama kimse kendi rengine sadık değil. Renk cümbüşü diye adlandırdığımız, aslında gri bir dünyanın sahte şallısından başka bir şey değil. Bir sahne kurmuşlar; kimimiz oyuncu, kimimiz izleyici. Ama sahnenin ardında dönen oyunun ne kadar farkındayız? Hepimiz birilerinin çarkında tükeniyoruz. Peki, neden kendi rüzgârımızı yaratmıyoruz?

Bir bak kendine! Kendi rengini kaybedersen, hikâyeni de kaybedersin. Zamanın da zeminin de bir anlamı kalmaz. Sen olmadığın sürece, varoluşun eksik kalacak. Kendi rengini bulmak, kendi hikâyeni yazmaktır.

Değirmenin Altında Kaybolanlar

Dünyayı bir değirmen gibi düşün. Her birimizin omuzlarına yüklenmiş çarkı, kimlerin döndürdüğünü fark ediyor muyuz? O değirmen bizi öğütürken kimse ses çıkarmıyor. Görmeyen gözler, duymayan kulaklar, akıl yoksunu zihinler... İşte böyle kayboluyoruz. Başkalarının renginde yok olup gidiyoruz.

Başkaları “Seçenekler yok” diyerek seni kendi hikâyelerine mahkûm ediyor. Ama aslında seni kendinden uzaklaştıran bir oyun bu. Senin kendi renginle dünyayı güzelleştirme ihtimalinden korkuyorlar. Çünkü kendi rengini bulduğun anda onların maskesi düşer.

O cenderenin rengine boyanmak zorunda mısın? Değirmenin altına girmek zorunda mısın? Hayır! Sen kendi rengini bulduğun an dünyayı değiştirebilirsin. Kendi hikâyeni yazabilir, insanlığa yeni bir nefes olabilirsin.

Renkleri Yok Olan Bir Toplum

Toplumlar, kendi renklerini kaybettikçe griye boyanıyor. Rengini unutan insanlar, özgünlüklerini yitiriyor. Sahte renklerin ardında saklanıp duran bir kalabalık düşünün. Kendi gerçekliğinden korkan, varoluşunu sorgulamaktan kaçan bir kalabalık. Oysa renkler, insan sayısı kadar çeşitlidir. Her birimizin bir hikâyesi, bir tonu vardır. Ama bu tonları birleştirip kendi rengine boyamak isteyenler var. Onlar, renksiz dünya yaratmaya çalışan zalimler.

Çıplak kral masalını hatırlıyor musunuz? Bir kral, üzerinde elbise olmadığı halde herkesin ona hayranlıkla baktığını düşünmüştü. Çünkü kimse gerçeği söylemeye cesaret edemiyordu. Bugün de aynı durumdayız. Sahte renklerle bezeli dünyada, kimse kendi rengini aramaya cesaret edemiyor. Ama gerçek özgürlük, kendi rengimizi bulduğumuzda başlar.

Kendi Rengini Bulmak

Kendi rengini bulmak, kendini bulmaktır. Her insan, kendi rengini taşır. O renk, onun ruhunun ve varoluşunun özündedir. Ama bu rengi bulmak için çaba lazımdır. Başkalarının sana boyadığı renkleri silip atmalısın. Kendi özünü keşfetmelisin.

Ama cesaret olmadan bu mümkün değildir. Kendi rengini bulduğun an, çevrendeki sömürüyü de fark edersin. Seni susturmaya çalışan sistemin maskesini düşürürsün. Onların oyununu bozar, yeni bir hikâye yazmaya başlarsın.

Kendi rengini bulduğun anda, bu dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilirsin. Zaman ve zemin seni değil, sen zamanı ve zemini değiştirirsin.

Bahadır Hataylı/11.09.2024/Sancaktepe/İST

Gerçek Güç-Bırakmanın Bilgeliği


Hayatta, çoğu insanın göz ardı ettiği bir gerçek vardır: Gerçek güç, bir şeye tutunmakta değil, onu ne zaman bırakmanız gerektiğini bilmekte yatar. Ancak bu sözün derinliğini anlamak, onu hayata uygulamak kadar kolay değildir. Bir şeyi bırakmak, genelde zayıflık veya teslimiyet olarak algılanır. Oysa, bırakabilmek, cesaret, bilgelik ve öz farkındalık gerektirir. Bu yazı, hayatın farklı alanlarında tutunma ve bırakma arasındaki hassas dengeyi sorgulayacak ve bırakmanın nasıl bir güç kaynağı olduğunu açıklayacaktır.

Tutunmak-Güvenli Alanın Tuzakları

İnsan doğası gereği belirsizlikten kaçınarak kendini güvende hissettiği alanlara tutunmaya çalışır. Ancak bu güvenli alanlar, bazen bizi zincirleyen prangalara dönüşebilir. Eski işimiz, toksik bir ilişkimiz, hepsi bir noktada artık bize hizmet etmemeye başlar.

Tutunmak, genellikle alışkanlıklardan ve korkulardan beslenir. Bir şeye tutunarak hayatımızın kontrolünün elimizde olduğunu hissederiz. Ancak gerçek şu ki, bazen kontrol ettiğimizi düşünürken, kontrolün aslında bizim elimizden kaydığını fark etmeyiz. Eski düzenimizi koruma çabası, bizi yeniliklerden ve büyümekten alıkoyar.

Bırakmanın Zorluğu-Belirsizliğe Adım Atmak

Bir şeyi bırakmak, bir bilinmeze adım atmaktır. Bu da korkutucudur. İnsan zihni, bilmediği alanları tehlike olarak algılama eğilimindedir. Şu sorular zihnimizde yankılanır:

  • Ya daha kötüsüyle karşılaşırsam?

  • Ya pişman olursam?

  • Ya bu kararla her şeyi kaybedersem?

Ancak bu soruların ötesine geçmek, büyümeyi ve özgürleşmeyi beraberinde getirir. Belirsizlik, aynı zamanda yeni fırsatların kapısıdır. Eski bir kapıyı kapatmadan yeni bir kapının açılamayacağını kabul etmek, bırakmanın ilk adımıdır.

Hayatın Farklı Alanlarında Bırakabilmek

  1. Toksik İlişkilerden Kurtulmak

    İlişkiler, hayatta bizi en çok etkileyen alanlardan biridir. Ancak bazı İlişkiler, destekleyici olmaktan çıkıp tüketici hale gelir. Bir dostluk, bir aile bağı ya da romantik bir ilişki, artık size zarar veriyorsa, bunu bırakabilmek büyük bir güç gerektirir.

    Örnek: Bir çift düşünün. Birbirlerini seviyor gibi gözükseler de, her gün tartışmalarla, saygı eksikliğiyle ve acıyla geçiyor. Bu çiftin bütün enerjisi, sorunların üstesinden gelmeye çalışmak yerine, birbirini yıpratmakla tüketiliyor. Böyle bir durumda, bırakmak, hem kendi mutluluğunuz hem de karşı tarafın mutluluğu için gereklidir.

  2. Kariyerde Değişim Cesareti

    İşinizi bırakmak, birçok insan için çok zor bir karardır. Maddi güvenlik, alışkanlıklar ve toplumun baskısı, bu karanın önünde büyük engellerdir. Ancak artık size heyecan vermeyen, sizi geliştirmeyen bir işte çalışmak, ruhsal çöküntüye neden olabilir.

    Örnek: Bir bankada yıllarca çalışıp kariyerinde başarılı olmuş birinin, aslında sanatla ilgilenmek istediğini fark etmesi ve bankacılığı bırakıp resim yapmaya başlaması, büyük bir cesaret örneğidir. Bu kararla, kendi rengine sadık kalarak daha anlamlı bir yaşam sürebilir.

  3. Geçmişi Bırakmak

    Geçmişte yaşanan travmalar, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar, bırakılması en zor olanlardandır. Ancak bu yükleri taşımaya devam etmek, sadece geleceği karartır. Geçmişi bırakmak, onu unutmak anlamına gelmez; aksine, ondan öğrenip yolunuza devam etmek demektir.

    Örnek: Bir çocukluk travmasından dolayı yıllarca kendini yetersiz hisseden bir bireyin, terapi ve öz farkındalık yoluyla bu travmayı kabul etmesi ve onun etkisinden kurtulması, bırakmanın ne kadar dönüştürücü olabileceğini gösterir.

Bırakmanın Getirdiği Güç ve Özgürlük

Bırakmak, sadece bir son değil, aynı zamanda bir başlangıçtır. Tutunduğunuz şeyleri bıraktığınızda, yeni bir alan yaratırsınız. Bu alan, kendinizi yeniden keşfetmek ve potansiyelinizi ortaya çıkarmak için bir fırsattır.

Özgürlük: Bırakmak, sizi tanımlayan sınırlardan kurtarır. Kendinizi bağlı hissettiğiniz şeylerden özgürleşerek, daha hafif ve daha esnek bir yaşam sürebilirsiniz.

Cesaret: Bir şeyi bırakmak, cesaret gerektirir. Bu cesaret, sadece hayatınızı değil, aynı zamanda başkalarına olan bakışınızı da değiştirir.

Büyük Yolculuklar: Hayatta en önemli yolculuklar, eski şeyleri geride bırakıp yeni maceralara atıldığımızda başlar. Bu yolculuk, kendinizi daha derinden anlamanıza olanak tanır.

Kendi Hikayenizi Yazın

Gerçek güç, hayatta her şeye tutunmakta değil, artık size hizmet etmeyenleri bırakabilme cesaretinde saklıdır. Bırakmanın kolay olmadığı açıktır. Ancak, bu cesareti gösterdiğinizde, hayatınızın kontrolünün yeniden size geçtiğini fark edersiniz. Geçmişin zincirlerinden kurtulup, kendinizle baş başa kalmanın ve özgür bir yaşam sürmenin tadına varırsınız.

Unutmayın: Kendi hikayenizi yazmak, hangi sayfaları yırtıp hangi yeni sayfaları dolduracağınızı bilmekle başlar. Ve bazen, en büyük cesaret, o eski sayfaları bırakabilmektir.

Bahadır Hataylı/21.12.2024/Sancaktepe/İST

Turkiye Sorunlar Manifestosu

Bugün öyle bir tablodayız ki, ülkemizin her köşesinden yükselen çığlıklar, yılların biriktirdiği sorunların bir patlamasını andırıyor. Savurganlığın zirveye ulaştığı, itibarın saraylarla ölçüldüğü, şatafatın günlük yaşamı hiçe saydığı bir ortamdayız. Bu sözde “itibar” yarışı, çöplüklerden ekmek toplayan insanların, kira borçlarıyla başa çıkamayan ailelerin ve buhranın eşiğinde can veren yurttaşların gerçekliğine perde çekemez.

Peki, bir ülkede umutların ayakta kalması mümkün mü?

Günlük Yaşamın Gerçeklikleri

Market raflarında her geçen gün fiyatlar biraz daha yükseliyor. Temel gıdaya erişim, bir lüks haline gelmiş durumda. Yoksulluk çizgisinin altında yaşayan milyonlar, her gün yeni bir zam haberiyle sarsılıyor. Elektrik, su, doğal gaz fatura; artık bu ülkede çalışan çoğu bireyin bile altından kalkamayacağı yüklenmeler haline geldi.

Bir yanda saraylarda verilen şaşalı davetler, diğer yanda çöpten sebze-meyve toplayan insanlar... Bu tablonun doğruluğu, sadece sokakta gözlem yaparak dahi anlaşılabilir. Şehirlerin varoşlarında büyüyen sessiz çığlıklar, günlük yaşamın acı gerçeklerini anlatıyor. Aileler, çocuklarına bir öğün daha yemek verebilmek için kredi kartı borçlarıyla boğuşuyor.

Fuhşun ve Toplumsal Çöküşün Yayılması

Geçim sıkıntısı o kadar derinleşti ki, bazı insanlar hayatta kalabilmek için ahlaki ve toplumsal değerleri terk etmeye zorlanıyor. Fuhşun yaygınlaşması, sadece ekonomik sıkıntılardan kaynaklanmıyor; aynı zamanda toplumsal değerlerin hiçe sayıldığı bir ortamın da sonucudur. Genç nesiller, ahlaki çöküşün şaşırtıcı bir hızla yayıldığı bu düzende yetişiyor. Bu, ülkenin geleceğine vurulan bir darbedir.

Umutlar Nasıl Canlı Kalabilir?

Umudun ayakta kalabilmesi için öncelikle insanca yaşama hakkının sağlanması gerekir. Bir çocuğun yırttığı defteriyle okula gitmek zorunda olduğu, bir annenin çöpten yiyecek topladığı, bir babanın çaresizlikten ailesine hınç duyduğu bir ortamda umut çok zor bulunur.

Yetkililere Sorgulama ve Ültimatom

Artık susmak, bu ülkeye ihanet etmekle eşdeğerdir. Yetkililere açık şu soruları sormak gerekiyor:

  1. Bu Savurganlık Nereye Kadar? Saraylar, şaşa ve gösteriş peşinde koşan bir yönetimin halkı yoksulluktan kurtarma ihtimali var mı? Halkın parasıyla yapılan bu şaşa, hangi toplumsal faydaya hizmet ediyor?

  2. Ekonomik Eşitsizliklere Ne Zaman Dur Denilecek? Elektrik, doğal gaz, su gibi temel ihtiyaçlara gelen fahiş zamların arkasında kim sorumlu? Neden bu kadar büyük bir ekonomik adaletsizlik var?

  3. Gençliğin Geleceği Neden Feda Ediliyor? Gençlerin, ülkelerinden kaçıp gitmek zorunda bırakıldığı, yurtdışına şans aramaya çıktığı bir ortamı kim yarattı?

  4. Toplumun Ahlaki ve Sosyal Çöküşü Neden Durdurulamıyor? Geçim sıkıntısından kaynaklanan ahlaki yozlaşmayı neden önlemek için hiçbir adım atılmıyor? Yetimlerin, yoksulların sesi neden duyulmuyor?

  5. Halkın Güveni Neden Yok Edildi? İMF ve Dünya Bankası gözetiminde yürütülen programlar, halkın fakirliğini dış borçlara şahadet eden bir seviyeye getirdi.

  6. Yaşam Koşullarının Zorlaştığı Bu Düzende Kim Hesap Verecek?

    Her artan zam bir çocuğun okuldan kopmasına, ihtiyacı karşılamayan her maaş bir ailenin dağılmasına sebep oluyor. Toplum yükün altında eziliyor .

Yanlış Yapmaktan Korkma-Cesaretin ve Öğrenmenin Yolculuğu

İnsan olarak hepimiz hata yaparız. Bu, insana özgü bir gerçektir. Ancak yanlış yapmaktan korkmak, bizi öğrenmekten, büyümekten ve gelişmekten alıkoyar. Hatalar, hayatın bize sunduğu en büyük öğretmenlerden biridir. Her hata, bize yeni bir şey öğretir, farklı bir bakış açısı sunar ve bir sonraki adımımızı daha sağlam atmamızı sağlar. Yanlış yapmaktan korkma, çünkü yanlışlar senin başarı yolunda nasıl ilerleyeceğini gösteren işaretlerdir.

Bir düşün; bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi için kaç kez düştüğünü. Hiçbir çocuk düşmekten korktuğu için yürümekten vazgeçmez. Aksine, her düşüş ona daha iyi denge kurmayı, ayakta durmayı ve sonunda yürümeyi öğretir. İşte hayat da böyledir. Yanlış yaparak öğrenir, hatalarımızdan ders alarak ilerleriz.

Yanlışlar aynı zamanda bize yaratıcı yollar sunar. Dünyanın en büyük buluşlarından bazıları, başlangıçta "yanlış" olarak görülen deneyimlerden doğmuştur. Örneğin, penisilinin keşfi tamamen bir tesadüf, hatta bir "hata" sonucu gerçekleşmiştir. Bu hata, milyonlarca insanın hayatını kurtaran bir tedavi yöntemine dönüşmüştür. Hatalarını öğretmenlerin olarak gör. Onlar, seni güçlendiren, yeni yolları anlaman için fırsatlar sunan araçlardır.

Eleştiri Almaktan Korkma

Eleştiriler bazen can yakıcı olabilir, ama unutma ki eleştiriler seni daha iyi bir duruma taşımak için gereklidir. Eleştiriyi bir saldırı olarak değil, bir rehberlik aracı olarak gör. Eleştiriler, seni şekillendiren, incelten ve cilalayan ustanın çekici gibidir. Leonardo da Vinci'nin "Mona Lisa" tablosunu yaparken kaç kez düzeltme yaptığını düşünebiliriz. Belki de eleştiriler olmasaydı, bu şaheser ortaya çıkmazdı.

Hayatında aldığın her eleştiri, aslında sana bir şeyler anlatmaya çalışır. Belki daha dikkatli olmanı, belki bir şeyleri farklı yapmanı, belki de sadece daha sabırlı olmanı. Eleştiriler, seni geliştirmek için bir fırsattır. Bu yüzden eleştirilerden korkma, onları kucakla. Her eleştiri, seni daha güçlü ve daha yetkin bir birey yapar.

Dışarıdan Nasıl Göründüğünü Önemseme

Başkalarının ne düşündüğünü sürekli önemseyen bir insan, kendi hayatını yaşamaktan vazgeçer. Dışarıdan nasıl göründüğünü önemsemek, kendi iç sesini susturmak demektir. Oysa herkesin algısı, kendi deneyimleri ve ön yargılarıyla sınırlıdır. Senin kim olduğunu, neler yapabileceğini ve neye inanman gerektiğini başkaları değil, sadece sen belirleyebilirsin.

Bir örnek düşünelim: Bir ağacın meyve verdiği için eleştirildiğini. Ağacın, "Başkaları ne der?" diye düşünerek meyve vermekten vazgeçtiğini hayal edebilir misin? O zaman ağaç, doğasına ihanet etmiş olurdu. Aynı şekilde, sen de dışarıdaki seslere fazla kulak verirsen, kendi doğanı inkar edersin. Kendi doğrularını bul, kendi hikâyeni yaz ve bu hikâyede başkalarının senin yerine karar vermesine izin verme.

Pes Etmekten Kork

Pes etmek, ilerlemenin ve başarının önündeki tek gerçek engeldir. İnsanlar genellikle başarısızlık korkusuyla pes ederler, ama bu korku, gerçek potansiyellerini ortaya çıkarmalarına engel olur. Thomas Edison, ampulü icat ederken binlerce kez başarısız olduğunu söylemiştir. Ama pes etmemiştir. "Başarısız olmadım, ampulün çalışmayacağı binlerce yolu buldum," demiştir. İşte bu, pes etmemek için güçlü bir örnektir.

Tutkunu ve inancını kaybetmekten kork. Çünkü insanı yaşatan, ona yön veren ve karanlık zamanlarda yolunu aydınlatan bu iki güçlü kuvvettir. Tutku, seni ileriye taşır; inanç ise o yolda yürürken seni ayakta tutar. Hayatta zorluklarla karşılaştığında, tutkunu ve inancını hatırla. Onlar, seni yeniden ayağa kaldıracak ve yoluna devam etmeni sağlayacaktır.

Yerinde Saymaktan Kork

Hareket etmeyen bir taş, yosun tutar. Yerinde saymak, yaşamın sunduğu sınırsız fırsatları göz ardı etmek demektir. Yaşam, sürekli bir akış ve hareket halindedir. Sen de bu akışa dahil olmalısın. Hareket et, düş, kalk, ama asla durağan kalma. Hayatın sunduğu her fırsatı değerlendir ve kendini sürekli geliştir.

Büyük işler başarmış insanların ortak bir özelliği vardır: Onlar, asla yerinde saymazlar. Bir hedefe ulaştıklarında, bir sonraki hedeflerini belirlerler. Başarısız olduklarında ise tekrar denerler. Yerinde saymak, insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüklerden biridir. Bu yüzden harekete geçmekten korkma. Denemekten korkma. Çünkü denemediğin her şey, zaten kaybettiğin bir fırsattır.

İçindeki Işığı Koruyarak İlerlemek

Senin içindeki ışık, dünyayı değiştirecek güce sahip. O ışığı koru, büyüt ve başkalarına da ilham ol. Hayatın her anında, her adımında, bu ışık senin yol göstericin olsun. İçindeki ışık, seni hem karanlık zamanlarda aydınlatacak hem de başkalarına yol gösterecektir.

Bir mum düşün. Kendisi yanarken etrafını da aydınlatır. Sen de bu mum gibi olabilirsin. Kendi ışığını korurken, başkalarının da ışığını bulmasına yardımcı olabilirsin. Hayatta yaptığın her şey, bıraktığın her iz, senin hikâyen olacak. O hikâye, başkalarına umut, cesaret ve inanç versin.

Cesaret-Korkuların Üzerine Git

Korkular, birer engel değil, aşılması gereken basamaklardır. Cesaret, korkuların üzerine gitmek ve onların seni güçlendirmesine izin vermektir. Hayatta cesaret gösterdiğin her an, aslında bir zafer kazanmış olursun. Bu zaferler, seni daha güçlü, daha kararlı ve daha cesur bir insan yapar.

Bir zamanlar, dağların zirvesine tırmanan bir dağcıya, "Zirveye ulaşmaktan korkmadın mı?" diye sorulmuş. Dağcı şu cevabı vermiş: "Korktum, ama korkumun beni durdurmasına izin vermedim." İşte hayatın sırrı da burada saklıdır. Korkularını tanı, ama onların seni durdurmasına izin verme.

Son olarak, hayatta ne yaparsan yap, her zaman kendine inan. İçindeki potansiyele güven. Senin hikâyen, başkalarına ilham verecek kadar değerli. Bu yüzden asla pes etme, asla durağan kalma ve her zaman ilerlemeye devam et. Hayat, korkularını yenme cesaretini gösterdiğin ölçüde güzelleşir.

Erol Kekeç/23.12.2024/Namazgah/İST

İslam ve İnsanlık-Kaybolan Güvenin Analizi



Yıllarca Allah'ın Resulü Müslüm tanımlarken şöyle dedi diye başladık söze. "Müslüman, elinden ve dilinden insanların güvende olduğu, emin olduğu kişidir." Bu söz, yüzlerce yıldır bir mızrak gibi zihinlerimizde taşıdığımız, ama hayatta karşılığını bir türlü bulamadığımız bir gerçekti. Geldiğimiz noktada ise bu sözün, çoğu zaman kâğıt üzerinde kalan, uygulamada eksik, bir anlamı kalmadığını fark ediyoruz. Müslümanın özü, kıyametler kopsa bile başkalarına sığınak olabilmesidir; oysa bugün bu öz, yerini başka şeylere bırakmış görünüyor.

Eğer Müslüman dendiğinde, "sizden olan ve olmayan herkesin" sığınabileceği bir liman olarak akla gelmiyorsanız, üstelik sığınılacak liman olmanın ötesinde, tahribat korkusuyla insanların sizden uzaklaşmasına sebep oluyorsanız, şunu kabul edelim ki, İslam'ın hayatta karşılığı yoktur. Burada sorun bireylerden öte toplumsal bir aynaya yansıyan özün kaybıdır. Ve bu noktada şunu da hatırlatmak gerekir: Kimse kendi hatalarının faturasını İslam gibi kutsal bir değere kesemez. İslam ile şekillenen insanlardır; İslam'ı terk eden ise, yine insanlardır.

Kur’an ve Hakikatin Dönüşümü

Mü'min Suresi'nde Hz. Musa'ya iman edenler der ki: "Rabbimiz! Bizi düşmanlarımız için bir fitne kaynağı kılma." Bu ayeti çok kez duymuşuzdur, ancak çoğu zaman nasıl bir gerçeğe işaret ettiğini düşünmeden tekrar ederiz. Bugün geldiğimiz nokta ise ne yazık ki daha acı bir tabloyu gözler önüne seriyor: Müslüman olduklarını iddia edenler, insanlık için bir fitne kaynağı haline gelmiş durumda. Bu durum, yanlışların ve kötülüklerin artık bir alışkanlık haline gelmesinin ötesine geçerek, doğrunun ve hakikatin yaşanmasını olanaksız kılmış bir toplumsal algıyı yaratmıştır.

Doğruluğun yerini pragmatizme, şeriata uygunluğun yerini şahsi çıkarlarının aldığı bir dönemde, yanlışları ve kötülükleri meşrulaştırma eğilimi doğruyu gölgelemiş, hatta doğruya olan ihtiyacı unutturmaya başlamıştır. Kötülükler, zamanla çoğu kişi tarafından olağan karşılanır hale gelir. Bu durumun önüne geçmek yerine ona zemin hazırlayan her anlayış, çürümeyi hızlandıran bir ifsat kaynağıdır.

Allah'ın Emirleri ve Toplumsal Gerçekler

Kur’an'ın ışığında, Allah'ın bizden istediklerini hatırlamak bu kargaşa içinde çıkış yollarından biri olabilir: "Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun." "Hakkın şahitliğini gereği gibi yapın." "İnsanlar arasında hayırlı bir topluluk olun." "İyiliği emredin, kötülükten sakındırın." "Ekini ve nesli koruyun." İşte bu emirlerin her biri, Müslüman toplumların bir zamanlar inşa ettikleri medeniyetlerin temel taşları olmuştur. Ancak ne yazık ki bu temel taşların yıkılmasına ve yerlerine çıkarları önceleyen sığ bir yaşamın yerleşmesine şahit oluyoruz.

İnsanlık için bir liman olmaktan çok uzak bir hale gelmişsek, burada sorumluluğu dışarıda aramadan önce kendimize bakmalıyız. "Birleştirilmesi gerekeni birleştirirsiniz." buyruğunu hayata geçiremeyen bir topluluğun, insanları birbirinden uzaklaştıran politikalara esir düşmesi kaçınılmaz olmuştur. İşte bu, yeryüzünde en büyük fitne kaynağıdır.

Dosdoğru Yaşamak-Kurtuluşun Reçetesi

Demek ki "Müslümanım" demek kurtuluşun sigortası değil. "Müslüman olarak teslim olup, dosdoğru yaşamak" asıl kurtuluşun anahtarıdır. Diğerlerinin tamamı ifsat kaynağıdır. Bugün yaşadığımız dünya, iyiliğin ve doğrunun ortadan kaldırıldığı, yaşanılır hale getirilen yanlışın bir mirasını bırakır olmuştur.

Bir toplumu şekillendiren onun ışığıdır. Bu ışık, İslam'ın özüne uygun bir şekilde parlarsa, o toplumun yüzü güler. Ama şayet bu ışık sönerse, toplum karanlığa mahkum olur. İş bu noktada, birey olarak başlamak zorundayız. Elimizi ve dilimizi, diğer insanlar için bir tehlike değil, bir umut ışığına dönüştürebiliriz. Doğruluk ve şahitlik, sadece sözde değil, yaşantıda yer ettiğinde gerçek anlamını bulur. Müslüman olmak sadece bir kimlik değil, bir hayat biçimidir ve bunu yeniden hatırlamak zorundayız.

Erol Kekeç/24.12.2024/Namazgah/İST

24 Aralık 2024 Salı

Babamdan Bana Benden Oğula...

 


Ah be oğul, Dünya dediğin, bir misafirhanedir aslında. Tahta beşikle başlar yolun, Tahta bastonla biter usulca. Arada ne var dersen, Gözyaşıyla yıkanmış umutlar, Ve alın teriyle yoğrulmuş hayaller var.

Dinle oğul, Hayatın fısıldadığı sırları, Her sabah yeniden doğar güneş, Ama her doğuş bir adım daha yaklaştırır seni, O en nihai sona. O yüzden sakın unutma: Her nefes bir emanettir sana.

Bak oğul, Ömür bir gölgedir, Akşamın alacakaranlığında uzayıp kısalan. Bir ömrün kıymeti, Elinde tuttuğun sevgiyle ölçülür, Ve arkasında bıraktığın iyilikle.

Biliyor musun oğul? İnsan ne ekerse onu biçer bu tarlada. Sevgi eken, huzur toplar bir gün. Kin ekense, ateşe düşer kendi eliyle. O yüzden gönlünü temiz tut, Dilinle dua et ki, Yüreğin ferahlık bulsun.

Anla oğul, Dünya, adaletin terazisinde hafif kalır, Ve her zalimin zulmü, Kendi boynunda bir halka olur. Unutma, mazlumun duası, Gecenin karanlığını deler geçer. Her feryat bir gün yankılanır göklerde.

Ey oğul, Hayat dediğin, bir nefesten ibarettir. Gözünü kamaştıran ne varsa, Bir gün savrulur gider rüzgarda. Tahta beşikle başlar yolun, Tahta bastonla biter sonunda. Ardında ne bırakacağını düşün hep.

Ve bil oğul, Her zorluk sabrın kucağında büyür. Her dert, bir hikmet taşır bağrında. Bazen güneş doğmaz zannedersin, Ama sabah, en karanlık gecenin ardından gelir. Sen sabret, sen şükret, Ve bil ki sonunda adalet hep galip gelir.

Oğul, Hayatta iki şey unutulmaz: Bir annenin gözyaşı, bir babanın alın teri. Ve bil ki en ağır yük, Bir yetimin omuzlarına binen haksızlıktır. O yüzden mazlumun yanında ol, Zulme karşı eğilme hiçbir vakit.

Ve sonunda, oğul, Bir gün şu dünyadan göçerken, Adın iyilerle anılsın. Ardında dua eden eller kalsın. İşte o zaman bil ki, Ölüm bile bir vuslat olur sana.

Ah be oğul, Dünya dediğin, tahta beşikten tahta bastona uzanan bir yoldur. O yolda yürürken doğruluk senin kılavuzun, Sabır ise yoldaşın olsun. Ve unutma: Bu yolun sonunda yalnızca Rabbine sığınacaksın (varacaksın)...

Erol Kekeç/24.12.2024/Sancaktepe/İST

Sabrın Köklendiği Toprak



Rabbim, senin yüreklere dolan rahmetini anlatacak söz var mı? Her şeyden öte, sana şükürler olsun. Dün benim için harika bir gün oldu. Dünyanın onca karmaşası, onca çilesi arasında bir an durup nefes aldım ve şükrettim. Dedim ki, “Elhamdülillah, bu günün de içinden sağ salim çıktım.” Ama biliyorum, dünyanın dertleri bitmez. Bugün de öyle bir gün olur mu? Kim bilir?

Aklım, kalbim hep senin yolunda yürümeye çalışıyor. Biliyorum, yol zor. Herkese göre değil bu yol. Ama senin adaletine, rahmetine güvenerek yürüyorum. Etrafımızda kanlar dökülüyor, Rabbim. Her damla kan, bir annenin feryadı; her çığlık, bir babanın suskun gözyaşı. Ve biz, o kanı durduracak gücü kendimizde bulamıyoruz bazen.

Zalimler gözümüzün önünde hüküm sürüyor. Çıkar peşinde olanlar, kendi koltuklarından vazgeçmemek için dünyayı ateşe veriyor. Oysa biz, üç-beş Müslümanın safça duasıyla, imanla bir şeyleri değiştirmeye çalışıyoruz. İşte bu noktada senin sabrını, gücünü bekliyoruz, Rabbim.

Öyle bir düzendeyiz ki, “Müslümanım” diyen kitleler bile çıkarlarına teslim olmuş. Politikacılar, “Halk için” diyor ama hep kendi hesapları peşinde. Ve biz, bu yolda çaresiz hissetsek de dua ile güçleniyoruz. Şu münafıklarla dolu ortamda senin şefkatine ve adaletine sığınıyoruz.

Bize sabır ver, Rabbim. Sabır ver ki şeytanın fısıldamalarından uzak durabilelim. Sabır ki, iki ayaklı şeytanlara “Hayır” diyebilelim. Biliyoruz, güç bizden değil, sendendir. Senin merhametinle, senin lütfunla bu yolları yürüyebiliyoruz. Bize gücünü hissettir, Rabbim.

Bir annenin evladını beklerken çektikleri, bir babanın omuzlarındaki yük, bir yetimin sessizce haykırdığı haksızlık… Tüm bunları sen biliyorsun, Rabbim. Bizse sadece dua ediyoruz, çaresizce çıkış yolu arıyoruz.

Yıldızlar bazen bizlere fısıldar, “Sabır,” der. O sabır ki karanlığın ötesinde bir ağaç gibi kök salar; o sabır ki en çorak topraklarda bile umut çiçekleri açar.

Ne zaman ki kalplerimiz çaresiz hisseder, o zaman şefkatini hatırlarız. Ne zaman ki gece en karanlık haline bürünür, o zaman sabahın ilk ışığıyla umutlanırız. Rabbim, bize bu umut yolculuğunda bir rehber ol.

Bugün de işte bu hislerle uyandım. Gökyüzünü seyrederken dedim ki, “Ey Rabbim, bize sabrın en saf halini öğrettiğin için sana minnettarım.” Ve şu dünyanın onca karmaşası içinde bir şey fark ettim: İnsan kalbinde merhamet taşıyorsa, aslında senin izini taşıyor.

Rabbim, dualarımızı kabul et, bizlere adaletinle yön göster. Bu çağın Şeytanına boyun eğmeden, yıldırılmadan yürüyebilmek için bize güç ver. Çünkü biliyoruz, sonunda hep senin adaletin kazanacak. Ve işte bu şükran duygusuyla yeni bir güne başlıyoruz, umutla, sabırla ve sevgilerin en kutsalıyla.

Erol Kekeç/06.10.2024/Sancaktepe/İST

Haramzadeler ve Toplum Düzeni

Bugün toplumsal düzenlerde adaletsizlik, ahlaksızlık ve hak ihlalleri gibi sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu durumların arkasında yatan ana nedenlerden biri, "haramzade" olarak nitelendirilen kişilerin ve onların oluşturduğu sistemlerin etkisidir. Ancak bu meseleye yalnızca bir eleştiri ile değil, derinlemesine bir analizle yaklaşmak gereklidir.

Haramzadeler kimdir? Haramzade terimi, toplumun çıkarlarına aykırı hareket ederek bireysel çıkarlarını toplumun iyiliğinin önüne koyanları tanımlamak için kullanılır. Bu kişiler, hakkı olmayanı gasp ederek, başkalarının emeklerini sömürerek, ya da mevcut düzeni kendi menfaatleri doğrultusunda şekillendirerek toplumun düzenine zarar verenlerdir. Bu yazıda, haramzadelerin bireyler ve toplum üzerindeki etkilerini inceleyerek; bu tür bir yapının,  düzenin önünde nasıl engel olduğu gerçeğini sorguluyoruz.

Haramzadelerin Etkileri-Ahlaki ve Sosyal Perspektiften Bir Analiz

Toplumsal bir yapı, ahlaki ve etik değerler üzerine kuruludur. Haramzadelerin toplumda yer bulması ve hatta etkili konuma yükselmesi, ahlaki değerlerin aşınmasına neden olur. Bu etkiler şunlardır:

1. Toplumsal Adaletin Zedelenmesi

Adalet, sağlıklı bir toplumun temelidir. Ancak haramzadeler, güç ve servetlerini kullanarak adalet sistemini saptırabilirler. Yargıda, medyada ve diğer kurumlarda hak ihlalleri desteklenir hale gelir. Adaletin zayıfladığı bir toplumda, bireyler arası güven de sarsılır.

2. Ekonomik Eşitsizlik ve Fırsatların Kısıtlanması

Haramzadeler, toplumun ekonomik kaynaklarını adaletsizce kendilerine çeker. Bu durum, gelir dağılımındaki adaletsizliği artırır ve yoksulluğu derinleştirir. Daha kötüsü, gençlerin ve dürüst bireylerin umutlarını ve hayallerini yok eden bir toplumsal yapıya yol açar.

3. Eğitim ve Kültürel Değerlerin Bozulması

Haramzadelerin etkisi yalnızca ekonomi ile sınırlı kalmaz. Eğitimin niteliksizleşmesi ve kültürel değerlerin yozlaşması gibi sonuçlar da bu sistemin yıkıcı etkileri arasındadır. Haramzadelik, haksız kazanç ve yanlış değerleri öne çıkararak özellikle genç kuşağı yanlış yollara teşvik edebilir.

Haramzadelerle Mücadele-Çözüm Yolları ve Etik İlkeler

Peki, toplumun bu problemden arındırılması için ne yapılmalıdır? Haramzadelere karşı alınacak tedbirler, yalnızca bireysel değil, toplumsal ve sistematik bir mücadeleyi gerektirir.

1. Ahlaki Duruş ve Farkındalık

Her bireyin, adaletsizlik karşısında bir duruş sergilemesi gerekir. Haramzadelerin fiillerine sessiz kalmak, bu davranışları onaylamak anlamına gelir. Toplum olarak, haksızlıkların karşısında durup hakikati savunma cesaretini göstermeliyiz.

2. Hukukun Üstünlüğünü Sağlamak

Haramzadelik yalnızca bireysel bir etik sorunu değildir; aynı zamanda sistemin işleyişindeki aksaklıkların bir sonucudur. Hukuk sistemi güçlü ve tarafsız bir şekilde çalışmalı, hiçbir birey hukukun üzerinde olmamalıdır.

3. Eğitim ve Değerler Eğitimi

Eğitim sistemimizde, dürüstlük, adalet ve sorumluluk gibi değerler öne çıkarılmalıdır. Haramzadelik, bu değerlere sahip olmayan bireylerin ürünüdür. Gençlerimize, bu değerleri içselleştirmeleri için fırsatlar sunmalıyız.

4. Toplumun Katılımı

Toplumun tüm kesimlerinin, adaletin ve ahlakın sağlanmasında aktif bir rol alması gerekir. Bunun için sivil toplum kuruluşları, medya ve bireyler arasındaki iş birliği teşvik edilmelidir.

Haramzadelerin Gücü Kırıldığında Oluşabilecek Bir Düzen

Eğer haramzadelere karşı verilen mücadele başarılı olursa, toplumun tüm bireyleri için daha adil ve refah dolu bir düzenin temelleri atılabilir.

  • Eşit Fırsatlar: Adil bir toplumda, her birey yetenekleri ve çalışkanlığı doğrultusunda hak ettiği konuma ulaşabilir.

  • Güven ve Birlik: Ahlaki değerlerin hâkim olduğu bir toplum, bireyler arasında güven ve dayanışmayı güçlendirir.

  • Sürdürülebilir Kalkınma: Haramzadelerin sömürü düzeni yerine, herkese fayda sağlayan bir ekonomik düzenle uzun vadeli refah elde edilebilir.

Bir Müslüman ya da adalet duygusuna sahip herhangi bir birey, haramzadelerden medet umamaz. Haramzadelerin oluşturduğu düzeni desteklemek ya da bu düzenin faydalarını övmek, ahlaki açıdan kabul edilemez olduğu kadar toplumsal açıdan da zararlıdır. Bir toplumun temelindeki adalet duygusunun korunması, sadece bireysel sorumlulukla değil, aynı zamanda kolektif bilinç ve çabayla mümkündür.

Unutulmamalıdır ki, bir düzen, ancak içinde yaşayanların dürüstlüğü ve cesareti ile sürdürülebilir hale gelir. Bu yazı, sizleri haramzadelerle mücadeleye davet etmekle birlikte, toplumsal yapımızın bu yolda nasıl güçlendirilebileceğine dair yeni sorular sormaya teşvik etmek içindir. Her bir sorumuz, toplumu bir adım daha ileri taşıyan cevabın kapısını aralar.

Bahadır Hataylı/06.11.2024/Namazgah/İST

23 Aralık 2024 Pazartesi

Karmaşayı at Önüne Bak

 Sevgili dostlar,

Bugün sizlerle hayatın ağırlığını, ruhumuzu saran karmaşayı ve bu karmaşada kaybettiğimiz değerlerimizi konuşmak istiyorum. Öyle bir noktaya geldik ki, hızla değişen dünyamızda ayakta kalmak için ruhumuzu korumayı ihmal ediyoruz. İşte tam da burada bir durup düşünmemiz gerekiyor: Bizi yoran, içimizde fırtınalar koparan bu yüklerden nasıl kurtulabiliriz?

Düşünün, her günümüz bir koşuşturmaca. Hedeflerimiz, hayallerimiz, planlarımız—hepsi üzerimize birer yük gibi biniyor. Ve bu yüklerin ağırlığı altında çoğu zaman kendimizi unutur hale geliyoruz. Peki, bu ne kadar sürdürülebilir? Kendimizi unutarak, özümüzden koparak nasıl bir hayat inşa edebiliriz?

Hayat, aslında bir yolculuk. Ama bu yolculukta durup etrafımıza bakmayı, nefes almayı unutuyoruz. Sürekli ileriye koşarken, geçtiğimiz yolların güzelliklerini görmüyoruz. Bu acelecilik, bizi insani değerlerimizden de uzaklaştırıyor. Oysa hayatın gerçek anlamı, bu değerlerde saklı değil mi? Sevgi, hoşgörü, sabır, anlayış—bunlar olmadan yaşamın tadı nasıl çıkar?

Sevgili dostlar, bu noktada bir sorgulamaya ihtiyacımız var. Neden bu kadar acele ediyoruz? Neden bu kadar tüketiyoruz? Hem maddi hem de manevi anlamda, neden bu kadar hızlı harcıyoruz? Değerlerimizi, insanlığımızı, hayallerimizi—hepsini birer birer kaybediyoruz. Ve en kötüsü, bu kaybın farkında bile değiliz.

Bir an durup düşünelim. Kendimize şu soruyu soralım: “Hayatımda neyi gerçekten önemsiyorum?” Bu sorunun cevabı, bizi yoran, ruhumuzu karartan her şeyden uzaklaşmamız için bir başlangıç olabilir. Çünkü ancak neyi önemsediğimizi bilirsek, hayatımızı o doğrultuda şekillendirebiliriz.

Bizi yoran şeylerden uzaklaşmak, kolay bir süreç değil. Ama bu, imkânsız olduğu anlamına da gelmez. İlk adım, farkındalık. Hayatımızda neler bize ağırlık yapıyor? Hangi ilişkiler, hangi alışkanlıklar, hangi düşünceler? Bunları belirlemek, değişim için bir başlangıçtır.

Sonra, bu ağırlıkları yavaş yavaş bırakmaya başlamak gerek. Elbette bu süreç sancılı olacak. Ama unutmayın, her sancı bir doğumun habercisidir. Daha hafif, daha huzurlu bir hayatın doğumu—bu sancıya değer, değil mi?

Değerli dostlar, bu süreçte yalnız olmadığımızı bilmek çok önemli. Hepimiz, farklı şekillerde de olsa, aynı mücadelenin içindeyiz. Hayatın karmaşasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Bu yolda birbirimize destek olmak, birbirimizi cesaretlendirmek en büyük gücümüz olabilir.

Bu nedenle, sizlere bir çağrıda bulunmak istiyorum. Gelin, birbirimize destek olalım. Birbirimizi yargılamadan, eleştirmeden, sadece dinleyerek ve anlayarak. Çünkü hepimiz, insanız. Ve insana en çok gereken şey, anlaşılmaktır.

Bu yolculukta, her birimizin farklı hikâyeleri var. Ama bu hikâyelerin ortak bir noktası var: Hepimiz daha iyi bir hayat istiyoruz. Daha huzurlu, daha anlamlı bir hayat. Ve bu hayatı yaratmak, bizim elimizde.

Unutmayalım, değişim içeriden başlar. Hayatımızda görmek istediğimiz değişim, önce bizim içimizde olmalı. Daha sevgi dolu bir dünya istiyorsak, önce kendi kalbimizde sevgiyi büyütmeliyiz. Daha anlayışlı bir toplum istiyorsak, önce biz anlayışlı olmalıyız. Çünkü dünya, bizim yansımamızdır.

Son olarak, sizlere bir hatırlatma yapmak istiyorum. Hayat, her şeye rağmen güzel. Evet, zorluklarla dolu. Ama aynı zamanda, fırsatlarla da dolu. Her yeni gün, bir fırsat. Kendimizi keşfetmek, geliştirmek ve daha iyi bir hayat yaratmak için bir fırsat. Bu fırsatı değerlendirelim. Çünkü hayat, değerlendirilmek için vardır.

Sevgili dostlar, sözlerimi burada noktalarken, sizlerden bir istekte bulunmak istiyorum. Hayatınızda sizi yoran her şeyden özgürleşmenizi, ruhunuzu hafifleten bir yolculuğa çıkmanızı dilerim. Ve bu yolculukta, size eşlik etmekten büyük mutluluk duyarım.

Unutmayın, hepimiz bu hayatta birer yolcuyuz. Ve yolculuk, birlikte daha güzel. Birlikte yürümek dileğiyle…

Erol Kekeç/09.11.2024/Namazgah/İST

Keşif Kendinden Başlar

 


Sevgili dostlar,

Bugün sizleri hayata dair bir yolculuk yapmaya davet ediyorum. Ama bu yolculuk sıradan bir gezi değil. Bu, zihinlerinizi açacak, düşüncelerinizi sorgulatacak ve belki de hayatınızdaki temel bakış açılarını yeniden gözden geçirmenizi sağlayacak bir yolculuk olacak. Hazırsanız, başlayalım.

Hepimiz bu hayatta bir şeylere sahip olmak, bir yerlere ulaşmak için çabalıyoruz. Kimimiz daha iyi bir iş, kimimiz daha huzurlu bir hayat, kimimiz ise sadece biraz mutluluk arayışında. Ama bu çabalar sırasında ne kadar acı bir şekilde kendimizi tükettiğimizin farkında mıyız? Hayallerimiz ve hedeflerimiz peşinde koşarken, aslında kendi benliğimizden, özümüzden ne kadar uzaklaştığımızı fark ediyor muyuz?

Bakın, hayatın bize sunduğu en büyük nimetlerden biri özgür irademizdir. Kendi kararlarımızı verme ve kendi yollarımızı çizme özgürlüğüne sahibiz. Ama bu özgürlüğü kullanmak ne kadar kolay? Çoğu zaman hayatın baskıları, toplumun beklentileri, çevremizin yargıları bizi kendi öz benliğimizden uzaklaştırır. İşte bu noktada bir karar vermemiz gerekir: Gerçekten ne istiyoruz? Hayatımızı başkalarının beklentilerine göre mi yaşayacağız, yoksa kendi iç sesimizi dinleyerek mi yönlendireceğiz?

Sevgili dostlar, hayat bir defalık bir yolculuktur. Ve bu yolculukta karşılaştığımız zorluklar, mücadeleler, hayal kırıklıkları hepsi birer öğretmendir. Her bir zorluk, bize hayatın farklı bir yönünü gösterir. Ama önemli olan bu zorlukların karşısında nasıl bir duruş sergilediğimizdir. Başımıza gelen olaylara nasıl tepki verdiğimiz, hayatta kim olduğumuzu ve kim olacağımızı belirler.

Kimi zaman, hayatımızda karşımıza çıkan engeller bizi yolumuzdan saptırabilir. Ama unutmamalıyız ki, her engel bir fırsattır. Bu engeller bize daha güçlü, daha dirençli ve daha bilinçli bir birey olmayı öğretir. Hayatta kaybetmek, düşmek ya da başarısız olmak bir son değildir. Asıl önemli olan, bu durumların ardından yeniden ayağa kalkabilmektir. İşte bu noktada, azim ve kararlılık devreye girer. Eğer bir hedefiniz varsa, onun peşinden gitmek için cesur olmalısınız. Hata yapmaktan korkmayın. Çünkü her hata, sizi bir adım daha ileriye taşır.

Bazen, hayatımızda bizi aşağı çeken, enerjimizi tüketen insanlarla karşılaşırız. Bu insanlar, çoğu zaman farkında olmadan bizim hayallerimizi baltalar, bizi mutsuz eder. İşte burada sınır koymayı öğrenmemiz gerekir. Kendimizi korumak, hayatımızdaki negatif enerjiden uzak durmak bir zayıflık değil, aksine bir güçtür. Kendimize ve hayatımıza değer verdiğimizi gösterir. Bunu yaparken de suçluluk hissetmemeliyiz. Çünkü herkes kendi hayatından sorumludur. Kendi mutluluğumuzu bir başkasının eline bırakmamalıyız.

Hayatta bir diğer önemli nokta da, yaptığımız seçimlerin sorumluluğunu alabilmektir. Çoğu insan, yaptığı hatalar için başkalarını suçlamayı tercih eder. Ama bu, sadece bir kaçıştır. Gerçek cesaret, hatalarımızı kabul etmek ve onlardan ders çıkarmaktır. Çünkü ancak bu şekilde büyüyebilir ve gelişebiliriz. Eğer hayatınızda bir şeylerin değişmesini istiyorsanız, önce kendinizden başlamalısınız. Kendinizi sorgulamalı, hatalarınızı kabul etmeli ve değişim için adım atmalısınız.

Şunu unutmayalım ki, "Hayatta en büyük dostumuz ve en büyük düşmanımız kendimiziz." Kendi düşüncelerimiz, inançlarımız ve tutumlarımız hayatımızı şekillendirir. Eğer kendimize inanır ve güvenirsek, başaramayacağımız hiçbir şey yoktur. Ama eğer kendimize sürekli olarak olumsuz düşünceler yüklersek, bu düşünceler bizi ele geçirir ve hayatımızı karartır. Bu yüzden, her zaman kendimize pozitif bir şekilde yaklaşmalı ve kendimize değer vermeliyiz.

Sevgili dostlar, hayat bir armağandır. Bu armağanı en iyi şekilde değerlendirmek bizim elimizde. Unutmayın ki, hayatın kontrolü sizin ellerinizde. Kendinize inanın, hedeflerinize odaklanın ve hayatınızı dolu dolu yaşayın. Çünkü bu hayatta gerçek başarı, kendi mutluluğunuzu ve huzurunuzu bulabilmektir. Hepinize bu yolculuğunuzda başarılar dilerim. Unutmayın, siz bu hayatta her şeyin en iyisini hak ediyorsunuz. Ve bunu gerçekleştirmek için gereken güce sahipsiniz.

Erol Kekeç/12.11.2024/Namazgah/İST

Dürüstlük Söz mü Yaşam mı?

 Sevgili Dostlar,

Dürüstlük nedir, hiç şöyle durup sorguladınız mı? Bugün, çok sık telaffuz edilen ama maalesef giderek nadiren rastladığımız bu kavramın derinliklerine inmeye ihtiyacımız var. Dürüstlük sadece bir kelime midir, yoksa hayata anlam katan, ışık tutan bir değer mi? Gelin, bunu beraber düşünelim.

Öncelikle dürüstlük bir dağ gibi sapa sağlam yerinde durmaktır. Etrafında kopan fırtınalar, yağan yağmurlar o dağı yıpratabilir ama yerinden sökemez. İşte dürüst bir insan da bu şekilde olmalıdır. Hayatımızın akışında, çıkarlarımızın bize sunduğu cazip yollara sapmak yerine, ışığımızın sönmemesi için çaba sarf etmeliyiz. Fakat dostlar, gerçekten de böyle miyiz? Her birimiz için bu soruya dürüst bir cevap vermek şart.

Etrafımıza bakalım: Ailemiz, arkadaşlarımız, komşularımız ve hatta toplumun genel tablosu... Kaç kişi dürüsttür diyebiliriz? Bir söz verildiğinde arkasında duruluyor mu? Bir yüzünüze söylenenle arkanızdan konuşulan aynı mı? Dürüstlük, günümüzde sadece şekilsel mi yoksa gerçek manasıyla yaşanan bir olgu mu?

Sevgili dostlar, dürüstlük yalnızca doğru söylemekten ibaret değildir. Aynı zamanda bir sözü yerine getirme, verilen bir emaneti hakkıyla taşıma, hakkaniyete riayet etme ve kimseye zarar vermeme bilincini de kapsar. Bu çağda, insanların yalana, hileye, çıkara dayalı yaşama alışması, dürüstlüğün yerini vurdumduymazlığa bırakması hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir sorun değil midir?

Bugün özellikle dijital dünya, bu sorunun daha da büyük hale gelmesine sebep olmuştur. Sosyal medya hesaplarında insanlar, olmadıkları gibi görünmek için yalanlar söylüyor. Kimliklerini gizleyerek başkalarına zarar verenler, bir hata yaptıklarında sorumluluk almaktan kaçanlar, dürüstlük örtüsünü yırtarak kendilerini gün yüzüne çıkartıyor. Dostlar, bu biz miyiz? Gerçekten olmak istediğimiz bu mu?

İşte tam bu noktada, şu soruyu kendimize sormalıyız: Biz hangi dürüstlükten bahsediyoruz? Güçsüz ve mazlum birinin hakkını savunmayıp susan, ama köşe başında "Ben doğrucuyum" diyen insanlar dürüst olabilir mi? Sözünü tutmayan, sorumluluk almaktan kaçan biri şu hayatta hangi dağın zirvesine çıkabilir? Dürüstlük bir sorumluluk, bir taahhüttür ve herkesin bu emaneti taşıyabilecek cesareti olması gerekir.

Sizlere şu basit ama çok etkili bir hatırlatmayı yapmak istiyorum: Hayat, bir göz açıp kapama kadar kısacık. Bugün insanların gözüne baka baka yalan söyleyen, arkadan dolaplar çeviren, düşene tekme atanlar yarın hangi aynada kendilerine bakabilecek? Yaşanmış her şey bir bir kayda geçiyor ve gerçeğin üstüne asla bir perde çekilemiyor.

Dürüst olmak, aynı zamanda kendi çıkarlarımızı bir kenara koyarak adaletin yanında durmaktır. Peki, sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bir şahit olduğunuz haksızlık karşısında süssüz bir kaya gibi yerinizde durabilir misiniz? Yoksa bu çağın çığırtısına kapılıp ışığınızı kaybetme tehlikesiyle mi karşı karşıyasınız?

Dostlar, gelin şu an kendimize bir söz verelim: Hayatta ne olursa olsun, dürüstlükten taviz vermeyeceğiz. Karşılaştığımız her durumda, hangi çıkarlar tehlikeye girerse girsin, gerçekten sapmayacağız. Dürüst bir insan olarak hayatımızı sürdürecek ve çocuklarımıza aynı değerleri aşılayacağız. Unutmayın ki, her birimizin bir dağ olma potansiyeli var. Bu dağın zirvesini hiçbir şeyin yıkmaması bizim ellerimizde.

Son sözümü şu şekilde tamamlamak isterim: Dürüst bir insan olmak kolay değildir. Ama dürüst olmadan şerefli bir yaşam sürmek de mümkün değildir. Haydi, gelin hep birlikte bu şairin dediği gibi yaşayalım: “Gözlerin görüp de dilin yalanı söylemeyecek kadar dürüst olsun.”

Sevgiler ve selamlar,

Bu yazı sona erdiğinde sıkça kendimize dönüp sorgulayalım: Dürüst olmak konusunda ne kadar çaba sarf ediyoruz?

Erol Kekeç/08.11.2024/Namazgah/İST

Yeni Osmanlıcılık-Tarihten Günümüze Toplumsal ve Siyasal Yansımalar

Tarih boyunca devletlerin ve ideolojik hareketlerin gelişim süreçlerini anlayabilmek, onları bir bağlam içerisinde değerlendirebilmek adına tarihsel, siyasal ve toplumsal perspektifleri dikkate almak hayati bir gerekliliktir. "Büyük Osmanlı" ya da "Yeni Osmanlıcılık" gibi ideolojik yaklaşımlar üzerine yapılan tartışmalar da aynı şekilde tarihsel ve güncel bağlamlarla ele alınmalıdır. Bu yazıda, Osmanlı mirası ve yeni Türkiye kurgusu arasındaki ilişki, toplumsal dinamikler üzerindeki etkisi ve bu yaklaşımın potansiyel tehlikelerini derinleştirmek adına, olayları tarihsel kökenlerinden başlayarak, neden-sonuç ilişkilerini irdeleyecek ve farklı olasılıkları göz önünde bulunduracağız.

Osmanlıcılık-Tarihi Kökleri ve Modern Bağlantılar

  1. yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı Devleti'nin çözülme sürecinde farklı ideolojik yaklaşımlar ortaya çıktı. Bunlar arasında Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi düşünceler vardı. Osmanlıcılık, dönemin başlıca entelektüelleri ve devlet adamları tarafından çok uluslu imparatorluğu ayakta tutma çabası olarak desteklendi. Amaç, din, dil ve etnik kimlik farkı gözetmeksizin tüm Osmanlı tebaasının "Osmanlılık" çatısı altında birleşmesini sağlamaktı.

Ancak, bu ideal, hem Batılı emperyalist güçlerin etkisi hem de Balkanlar ve Ortadoğu'daki milliyetçi hareketlerin yükselişi nedeniyle başarıya ulaşamadı. Osmanlıcılık, dönemin şartları altında uygulanabilir bir siyaset aracı olmaktan çıkınca yerini daha dar anlamda milliyetçiliğe ve pan-İslamizm gibi alternatif fikirlere bıraktı.

Yeni Osmanlıcılık-Günümüzdeki Temsili

"Yeni Osmanlıcılık," modern Türkiye'de zaman zaman farklı politik figürler ve hareketler tarafından bir kimlik unsuru veya ideolojik araç olarak kullanılmıştır. 1980 sonrası dönemde hız kazanan bu eğilim, Osmanlı İmparatorluğu'nun geçmişine dair romantize edilmiş bir anlatıyı yeniden popülerleştirerek bir "medeniyet inşası" çabasına dönüştürmekte. Bu çaba çoğunlukla şu unsurlar etrafında şekillenmektedir:

  1. Tarihsel Süreklilik İddiası: Osmanlı dönemine ait yönetim sistemi, kültürel değerler ve askeri zaferler, bugünkü Türkiye için bir ilham kaynağı olarak sunuluyor. Bu yaklaşımla halk nezdinde güçlü bir tarih algısı yaratılmaya çalışılıyor.

  2. Dış Politika ve Bölgesel Güç: Yeni Osmanlıcılık, Türkiye'nin dış politikasında daha aktif bir rol almasını, özellikle Osmanlı coğrafyasında lider bir ülke olarak görünmesini teşvik ediyor. Bu yaklaşım, Türkiye'nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da etkisini artırma girişimlerinde gözlemlenebilir.

  3. Toplumsal Kimlik ve Kahramanlık Anlatıları: Yeni Osmanlıcılık, toplumsal kimlik oluşturma sürecinde "fetih," "kahramanlık," ve "büyük liderlik" gibi temaları yoğun biçimde kullanıyor. Bu şekilde tarihi figürler ve olaylar, ideolojik bir çerçevede halkın gözünde yüceltiliyor.

Kontrolsüz Güç ve Toplumsal Dinamikler

Bu yaklaşımın toplum üzerinde kontrolsüz bir şekilde genişlemesi ve sonuçta bir ayrışma sürecine neden olup olmayacağı sorusuna eğilmek gereklidir. Tarih bize, abartılı ulusal veya tarihsel kimlik anlatılarının, toplumların içinde çatışma ve kutuplaşmaya yol açabileceğini göstermektedir. Türkiye özelinde aşağıdaki sonuçlara dikkat etmek gerekir:

  1. Etnik ve Mezhepsel Ayrışmalar: Osmanlı mirası üzerinden inşa edilen bir toplumsal düzen, Türk kimliği dışında kalan unsurlar (Kürtler, Aleviler vb.) üzerinde dışlayıcı bir etki yaratabilir. Bu, toplumsal bütünlüğü tehdit eden çatlakları genişletebilir.

  2. Sınıfsal Çelişkiler: Kahramanlık ve milliyetçilik temalarına yapılan vurgu, ekonomik eşitsizlikleri örtmek ve sınıf farklarını göz ardı etmek için kullanıldığında, geniş kitleler üzerinde ciddi huzursuzluk yaratabilir.

  3. Demokratik Geri Çekilme: Bu tür bir ideolojik mobilizasyon, eleştirel düşüncenin önünü tıkayarak demokratik tartışma zeminini daraltabilir. Yönetim erki, geçmişin "şanlı dönemi" üzerinden haklılık üreterek mevcut politikaları dayatabilir.

Kahramanlık Destanları ve Propaganda

Kahramanlık anlatıları, Yeni Osmanlıcılık ekseninde halka benimsetilen başlıca araçlardan biridir. Bu araçlar genellikle sinema, dizi, tarih kitapları ve diğer medya platformları aracılığıyla popülerleştirilir. Amaç, bireylerde geçmişe karşı bir hayranlık uyandırarak modern siyaset için destek toplamaktır.

Ancak bu tür bir yaklaşımda, mitlerin gerçeklik algısını nasıl etkilediği önemlidir. Bir yandan, bireyler kolektif bir kimlik etrafında birleşirken, diğer yandan sorgulamadan uzaklaşabilirler. Bu durum da eleştirel düşünen kesimlerin marjinalleşmesine neden olabilir.

Yeni Osmanlıcılık, köklü bir geçmişi yeniden diriltme amacı taşıyan, ancak modern dünyada uygulaması karmaşık bir yaklaşımdır. Bu yazıda ele alınan ilişkiler zincirinden hareketle şu sonuçlara ulaşabiliriz:

  1. Yeni Osmanlıcılık, güçlü bir tarihsel kimlik yaratmaya odaklanmakla birlikte, toplumsal uyum açısından ciddi tehditler barındırır.

  2. Kahramanlık anlatıları, toplumun daha büyük ideolojik projelere kanalize edilmesi için kullanılabilir, ancak bunun bir bedeli olarak eleştirel düşünme gerileyebilir.

  3. Günümüzün çok kutuplu dünyasında, yalnızca tarihsel referanslarla bir geleceği şekillendirme çabası yetersiz ve risklidir.

Sonuç olarak, bu tür politikaların uzun vadeli toplumsal etkilerini değerlendirmek ve olası ayrışmaları engellemek adına, daha kapsayıcı ve eleştirel bir yaklaşımı benimsemek gereklidir. Bu metni okurken ulaştığınız noktada, size kendi bakış açınızı ve sorgulamalarınızı daha fazla derinleştirme çağrısında bulunuyorum. Her soru, daha büyük cevaplara giden bir köprüdür; bu yüzden sormaktan vazgeçmeyin.

Bahadır Hataylı/22.12.2024/Sancaktepe/İST

22 Aralık 2024 Pazar

Emevi Camii- Tarih Aldatma ve Gerçeklik

 

 Mekânların Hafızası ve İnsanın Aldanışı

Emevi Camii, tarih boyunca dinî, siyasi ve toplumsal anlamları bir arada barındıran, sadece müminlerin değil, aynı zamanda tarihçilerin ve siyasetçilerin de dikkatini çekmiş bir yapıdır. Ancak bu kutsallık atfedilen mekânın tarihi, başlı başına sorgulanması gereken bir "aldatma ve kandırma tarihi" gibidir. İçinde barındırdığı iki önemli türbe: Hz. Yahya’nın mezarı ve Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kesilen başının bulunduğu rivayet edilen yer, bu camiyi özellikle  mazlumların ve tarih boyunca şiir gibi yazılmış trajedilerin merkezi haline getirmiştir. Ancak kutsiyet atfedilen bu mekân, gerçeklikten uzak siyasi manipülasyonun ve dinin halkları kontrol etmek için bir afyon olarak kullanılmasının en belirgin örneklerinden biri değil midir?

Bu yazı, Emevi Camii’nin tarihsel bağlamını, kutsiyetinin sorgulanması gereken yüzünü ve bugün Suriye politikasıyla ilişkisini akılcı ve eleştirisel bir çerçevede değerlendirmeyi amaçlamaktadır.

Tarihîn Derinliklerinde Emevi Camii

Emevi Camii, bugünkü Suriye’nin Şam (Damaskosu-Dımeşk) şehrinde yer almaktadır. Yapının tarihî, Romalıların güneş tanrısına adanmış bir tapınak inşa ettikleri döneme kadar uzanır. Daha sonra Hristiyanlığın yayılmasıyla bu tapınak, Hz. Yahya’nın mezarının bulunduğu kutsal bir kiliseye dönüştürülmüştür. 661 yılında Hz. Ali’nin ölümüyle birlikte halifelik makamını ele geçiren Muaviye, Emevi hanedanını kurmuş ve bu kiliseyi de zamanla bir camiye çevirmiştir.

İşte tam burada, tarihi bir mekanın dinî yüceltmeye hizmet eden bir sembol haline getirilme süreci başlar. Ama bu süreç sadece bir yapının mülk sahipliğinin değişimiyle değil; aynı zamanda, insanların tarihsel gerçeklikten koparılması ve dini duyguların manipüle edilmesiyle de alâkalıdır. Bugün Emevi Camii’nin kutsallığından bahsederken aslında, tarih boyunca şekilden şekile sokulmuş özgür bir düşünce alanının nasıl daraltıldığına da tanıklık ederiz.

Bir Kanlı Tarih-Hz. Yahya ve Hz. Hüseyin’in Türbeleri

Emevi Camii, sadece bir ibadet mekânı olmaktan çıkıp, kanlı tarihlerin suskun şahitliğini yapan bir türbe kompleksi haline gelmiştir. İçinde Hz. Yahya’nın (Yahya Peygamber’in) mezarı bulunduğu söylenir. Ancak bu mezarın ne kadar gerçekliği yansıttığı bir yana, Hz. Yahya’nın kanlı bir hikâyesinin burada türbeleştirilerek ölümsüzleştirilmesi, halkın dini hassasiyetlerini sömürmeye hizmet eden bir özellik taşır.

Daha da dikkat çekici olan, caminin bir köşesine inşa edilen özel bölmedir. Bu bölmeye Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kesilen başının getirildiği ve burada muhafaza edildiği rivayet edilir. Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki trajedisinin Emevi hanedanı tarafından gerçekleştirildiğini düşünürsek, bu türbenin varlığı tam anlamıyla bir ironiye işaret eder. Emeviler, Kerbela olayıyla ümmetin kalbine büyük bir yara açmışlar ve dinî birlik yerine, siyasi bölünmeyi tesis etmişlerdir.

Bu kanlı tarih, nasıl olur da bir kutsallık mekânı haline gelir? Bir elçinin ve Allah Resulü’nün torununun başı, neden bu kadar çok insanın özlemi haline gelir? Bunun yanıtını, dini afyon olarak kullanan siyasi aktörlerin halkları nasıl kandırdığını inceleyerek bulabiliriz.

Din ve Siyaset-Emevi Camii Örneği

Emeviler, tarih boyunca din sadece bir inanç sistemi olarak değil, aynı zamanda bir kontrol mekanizması olarak kullandılar. İslam’ın ilkeleri, yüksek ahlaki değerleri ve mazlumlara umut olan öğretileri; Emevi siyaseti altında kökten değişime uğradı. Din, adaletin ve hakkın tesisinden çok, biat etmeyenleri susturmanın bir aracı haline geldi.

Emevi Camii, tam da bu sürecin bir sembolü haline gelmiştir. Hz. Hüseyin’in türbesi, halkın mazlumlara duyduğu sevgiyi istismar eden bir siyasetin aracıdır. Kerbela’da şahit olunan kanlı vahşet, halkı susturmak ve Emevi hanedanının meşruluğunu sürdürmek için kullanılmıştır. Bugün bu mekanın kutsal olarak görülmesi, dini sorgulamayı reddeden bir anlayışı da beraberinde getirir.

Günümüz Suriye Politikalarıyla Tarihî Bağlamın Kesişimi

Bugün Suriye’de yaşanan siyasi ve toplumsal kaos, tarih boyunca süregelen benzer oyunları hatırlatır. Mezhepçilik, siyasi ayrışma ve halkın dini hassasiyetlerinin manipüle edilmesi, Emevi Camii’nin inşa edildiği dönemden bu yana değişmemiştir. Suriye’de bugün şiiler ve Sünniler arasındaki mezhep gerilimi, tam da Emevi hanedanının dini siyasetle birleştirerek uyguladığı politikaların modern bir tezahürü gibidir.

Emevi Camii, bugün hala ümmetin ayrışıklarla dolu hafızasını taşıyan bir semboldür. Bu ayrışıklıklar, tarih boyunca halkların ortak acılarını ve umutlarını birleştirmek yerine, onları birbirinden koparmış ve zayıflatmıştır. Bugün Suriye politikasında görülen çıkar çatışmaları, tarih boyunca coğrafyamızda yaşanan manipülasyonları hatırlatır niteliktedir.

Emevi Camii, İslam tarihinde derin bir öneme sahip olmasının yanı sıra, tarih boyunca çeşitli sembollerle yüklenmiş bir mekan olarak dikkat çeker. Ancak bu semboller ve anlamları sorgulamak, bizlere hem tarihsel hem de dini perspektiflerden çok boyutlu bir analiz yapma fırsatı sunar.

Emevi Camii, Şam’da yer alan çarpıcı bir yapıdır ve İslam tarihindeki önemli olayların birçoğuna şahitlik etmiştir. Ancak bu kutsal mekan, bir yandan halkı bir araya getiren dini bir merkezken, diğer yandan tarih boyunca çeşitli politik manipülasyonların ve ideolojik dayatmaların odağı haline gelmiştir. Camide yer alan Hz. Yahya’nın türbesi ve Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kesilen başının saklandığı iddia edilen bölüm, bu mekanı sadece dini bir ziyaret yeri olmaktan çıkarmış, aynı zamanda tarihsel bir sembol haline getirmiştir.

Hz. Yahya’nın (Yuhanna) türbesinin Emevi Camii’nde bulunması, hem İslam hem de Hristiyan dünyası için önemli bir detaydır. Hz. Yahya, İslam’da peygamber olarak kabul edilirken, Hristiyanlıkta da kutsal bir şahsiyettir. Bu durum, Emevi Camii’ni bir hoşgörü ve birleşme sembolü haline getirebilirdi. Ancak tarihsel gerçeklikler ve siyasi kullanımlar, bu potansiyelin önüne geçmiştir.

Emevi Camii’nde Hz. Hüseyin’in başının bulunduğu bölüm, Kerbela olayını ve bu trajedinin etkilerini anlamak için çok önemlidir. Kerbela, sadece bir tarihsel olay değil, aynı zamanda İslam dünyasındaki mezhepsel ayrılıkların temel taşlarından biridir. Hz. Hüseyin’in başının bu camide sergilendiği iddiası, bu trajedinin sembolik bir yükünü de beraberinde getirir. Ancak burada şu soruyu sormak gerekir: Bir peygamber torununun başının bulunduğu bir mekanın kutsallığından bahsedebilir miyiz, yoksa bu durum, ıstırap ve zulmün anısını yüceltmekten mi ibarettir?

Emevi Camii’nin tarih boyunca siyasi manipülasyonlara maruz kaldığı bir gerçektir. Bu cami, Emevi halifelerinin iktidarının bir sembolü olarak inşa edilmiş ve bu yolla halkın özellikle dini duyguları manipüle edilmiştir. Emeviler, kendi meşruiyetlerini sağlamak için dini sembolleri ve mekanları kullanmaktan çekinmemişlerdir. Bu durum, aslında dinin halkları kontrol etmek ve iktidarını pekiştirmek için bir aracı olarak kullanıldığının en bariz örneklerinden biridir.

Bugün, Emevi Camii’nin çevresinde gelişen politikaları ve bu mekanın sembolik anlamlarını sorgulamak önemlidir. Suriye’nin içinde bulunduğu karmaşık politik atmosfer, bu gibi mekanların anlamını daha da tartışılır hale getirmiştir. Emevi Camii, sadece bir ibadet yeri olarak değil, aynı zamanda bir ideoloji ve propaganda aracı olarak da kullanılmıştır.

Günümüzde, Emevi Camii gibi mekanların tarihsel ve dini yükünü anlamak, toplumsal bilinç ve eleştirisel düşünce açısından son derece önemlidir. Bu gibi mekanların kutsallığını sorgulamak, dinin insanları kandırmak ve manipüle etmek için nasıl kullanıldığını gözler önüne sermek açısından kritik bir önem taşır. Din, bireylerin ruhani yolculuklarını destekleyen bir rehber olmalıyken, tarih boyunca çoğu zaman iktidar sahiplerinin elinde bir kontrol mekanizmasına dönüşmüştür.

Emevi Camii, büyük bir tarihsel ve dini mirası taşırken, aynı zamanda sorgulanması gereken çok sayıda meseleye de işaret eder. Bu mekanın öyküsü, sadece bir ibadet yerinin tarihini değil, aynı zamanda halkın dini duygularının nasıl manipüle edildiğini de anlatır. Bu nedenle, Emevi Camii ve benzeri mekanların öykülerini anlamak, sadece geçmişin izlerini takip etmek değil, bugünün dünyasını daha iyi anlamak için de bir anahtar sunar.

Sonuç olarak, Emevi Camii’nin tarihini ve bugün sahip olduğu sembolik anlamları sorgulamak, sadece bu mekana değil, genelde dini mekanlara ve sembollere yüklenen anlamların eleştirisel bir perspektiften incelenmesine de olanak tanır. Dinin bireysel bir inanca dayalı ruhani bir rehber mi yoksa toplumsal manipülasyonların arkasına gizlenen bir ideolojik aracı mı olduğunu anlamak, bizim düşünsel özgürlüğümüzü belirleyecek en önemli adımlardan biridir.

Bahadır Hataylı/20.12.2024/Sancaktepe/İST

Dijitalleşme ve İnsanlığın Kararan Ufku-Değerlerden Arzulara Bir Yolculuk



Günümüz dünyasında dijitalleşme, hayatın neredeyse her alanına nüfuz etmiş durumda. Teknolojiyle donatılmış modern yaşam, insanlara konfor, hız ve erişilebilirlik sunarken, aynı zamanda onların özünü ve insani değerlerini eritmeye başlamıştır. Bu gelişim sürecinde, hayaller tükenmiş, umutlar kararmış, ve insanlar arasındaki diyaloglar yerini soğuk, yüzeysel etkileşimlere bırakmıştır. Acıma, merhamet, hakkaniyet, sadakat, güven gibi ahlaki değerler giderek azalmış, yerine haz peşinde koşan bireylerin egemen olduğu bir kültür şekillenmiştir. Buradaki amacım, bu dönüşümü detaylı bir şekilde ele alarak, gelinen noktayı ve bu değişimin ardındaki olası nedenleri sorgulamaktadır.

İnsan Hayallerinin Tükenişi ve Hazcı Kültürün Yükselişi

Dijitalleşme ile birlikte insanların hayal kurma kapasiteleri belirgin bir şekilde azalmıştır. Eskiden hayaller, bireylerin geleceğe dair umutlarını şekillendiren ve onları harekete geçiren birer motivasyon kaynağıydı. Ancak, dijital dünyanın sınırsız ve sürekli dikkat dağıtan yapısı, bireylerin zihinsel enerjilerini anlık hazlara yönlendirmiştir. Örneğin, sosyal medya platformlarında geçirilen uzun saatler, bireylerin yaratıcı düşünme kapasitelerini kısıtlamış ve onları gerçek yaşamdan uzaklaştırmıştır. Bu platformlarda insanların hayatlarının yalnızca "parlak" yönlerini sergilemeleri, bireylerin kendi yaşamlarını sürekli başkalarıyla kıyaslamalarına ve hayal kurma yerine anlık tatmin arayışına girmelerine neden olmuştur.

Hazcı kültür, sadece bireylerin yaşam tarzını değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı da derinden etkilemiştir. İnsanlar, artık uzun vadeli planlar yapma veya kalıcı başarılar elde etme yerine, hızlı ve kolay yoldan tatmin arayışına girmişlerdir. Bu durum, tüketim alışkanlıklarından kişisel ilişkilerdeki yüzeyselliğe kadar her alanda kendini göstermektedir. Örneğin, modern alışveriş alışkanlıkları, insanların ihtiyaçlarına değil, anlık arzularını tatmin etmeye yönelik şekillenmiştir. Aynı şekilde, bireyler arasındaki ilişkiler de derinlik ve bağlılık yerine, yüzeysel ve geçici tatmin odaklı hale gelmiştir.

Diyalogların Yitimi ve Toplumsal İzolasyon

Dijitalleşmenin bir diğer olumsuz etkisi, insanlar arasındaki diyalogların niteliğinde gözlemlenmektedir. Geleneksel olarak insanlar, diyaloglar aracılığıyla fikir alışverişinde bulunur, duygusal bağlar kurar ve birbirlerini anlamaya çalışırlardı. Ancak, dijital araçların artan kullanımı, bu doğal iletişim yollarını zayıflatmıştır. Özellikle sosyal medya ve anlık mesajlaşma uygulamaları, iletişimi kolaylaştırmak yerine, bireyler arasında mesafeler yaratmıştır.

Sosyal medyada paylaşılan mesajlar genellikle kısa ve yüzeyseldir. Bu tür bir iletişim, bireylerin birbirlerini anlamalarını değil, kendi fikirlerini dayatmalarını teşvik etmektedir. Dahası, bireyler, karşılarındaki kişiyi fiziksel olarak görmediklerinden, empati yeteneklerini kaybetmekte ve daha sert, kırıcı bir dil kullanmaktadır. Bu durum, toplumsal ilişkilerdeki saygı, sevgi ve hoşgörü gibi değerlerin kaybolmasına yol açmıştır. Örneğin, bir dost meclisinde yapılan samimi bir sohbet yerine, insanların gözlerini ekranlara diktiği ve birbirleriyle yüz yüze iletişim kurmakta zorlandığı bir ortam hâkim olmuştur.

Ahlaki Değerlerin Erozyonu-Merhamet ve Güvenin Kaybı

Dijitalleşme, bireylerin yalnızca hayal kurma ve iletişim becerilerini değil, aynı zamanda ahlaki değerlerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Acıma, merhamet, sadakat ve güven gibi temel insani değerler, dijitalleşmenin etkisiyle zayıflamış ve neredeyse yok olma noktasına gelmiştir. Özellikle bireylerin anonim olarak hareket edebildiği dijital platformlar, ahlaki değerlerin göz ardı edilmesine olanak tanımaktadır.

Bir örnek olarak, sosyal medya üzerindeki nefret söylemlerini ele alabiliriz. Anonimlik kalkanı arkasına sığınan bireyler, başka insanlara karşı merhamet ve empati göstermeksizin, ağır eleştirilerde bulunabilmektedir. Bu tür davranışlar, yalnızca bireyler arasındaki güveni zedelemekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı da zayıflatır. Bunun yanında, bireylerin özel hayatlarını sürekli paylaşmaya teşvik eden dijital platformlar, güven duygusunu da aşındırmaktadır. İnsanlar, kendi mahremiyetlerini koruyamaz hale gelmiş ve bu durum, ilişkilerdeki sadakat ve eminlik gibi değerleri de etkilemiştir.

Küresel Güçlerin Rolü-İnsanlığın İfsadı mı?

Dijitalleşmenin insanlık üzerindeki bu etkileri, sadece bireysel tercihlerin bir sonucu değildir. Aynı zamanda belli küresel güçlerin, dijital araçları bir manipülasyon aracı olarak kullandığı da açıkça görülmektedir. Bu güçler, insanları hazlarının kölesi yaparak, onları daha kolay yönetilebilir varlıklar haline getirmeyi amaçlamaktadır.

Örneğin, büyük teknoloji şirketleri, kullanıcıların dikkatini mümkün olduğunca uzun süre platformlarında tutabilmek için algoritmalar geliştirmektedir. Bu algoritmalar, bireylerin zayıf yönlerini hedef alarak, onları sürekli tüketime yönlendirmektedir. Aynı zamanda, bu şirketler, kullanıcıların kişisel verilerini toplayarak, onları daha da bağımlı hale getirecek stratejiler geliştirmektedir. Bu durum, bireylerin yalnızca maddi açıdan değil, manevi açıdan da çöküşüne neden olmaktadır.

Bunun yanında, dijitalleşmenin kontrolsüz yayılması, insanlar arasında eşitsizlikleri artırmakta ve toplumsal çatışmaları körüklemektedir. Örneğin, dijital okuryazarlık düzeyi düşük olan bireyler, bu dönüşüm sürecinde geride kalmakta ve toplumun dışında bırakılmaktadır. Bu durum, toplumsal huzursuzluğu artırmakta ve küresel güçlerin manipülasyonunu kolaylaştırmaktadır.

Çözüm-İnsanlığın Yeniden İnşası

Dijitalleşmenin bu olumsuz etkilerini tersine çevirebilmek için, bireyler ve toplumlar olarak bazı adımlar atmamız gerekmektedir. İlk olarak, bireylerin dijital araçları nasıl kullandıklarını sorgulamaları ve bu araçların hayatlarındaki etkilerini değerlendirmeleri gerekmektedir. Özellikle genç nesillerin, dijitalleşmenin olumsuz etkilerinden korunabilmesi için, dijital okuryazarlık eğitimine önem verilmelidir.

İkinci olarak, bireylerin insani değerleri yeniden hatırlamaları ve bu değerleri günlük yaşamlarında uygulamaları gerekmektedir. Empati, merhamet, sadakat ve güven gibi değerler, yalnızca bireylerin mutluluğunu artırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı da güçlendirir. Bu değerlerin yeniden canlandırılması, ancak bireylerin birbirleriyle daha derin ve anlamlı ilişkiler kurmalarıyla mümkün olabilir.

Son olarak, dijitalleşmenin kontrolsüz yayılmasına karşı toplumsal ve küresel düzeyde önlemler alınmalıdır. Büyük teknoloji şirketlerinin faaliyetleri, daha sıkı bir şekilde denetlenmeli ve bireylerin mahremiyetlerini koruyacak düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca, dijital araçların toplumsal eşitsizlikleri artırmak yerine, bu eşitsizlikleri azaltacak şekilde kullanılmasına yönelik politikalar geliştirilmelidir.

Dijitalleşme, hayatımıza birçok kolaylık getirmiş olsa da, aynı zamanda insanlığın özünü tehdit eden ciddi tehlikeler barındırmaktadır. Hayallerin tükenmesi, ahlaki değerlerin erozyonu ve toplumsal ilişkilerin zayıflaması, bu dönüşüm sürecinin olumsuz sonuçlarından sadece birkaçıdır. Ancak, bu olumsuzluklara karşı bilinçli bir şekilde hareket edebilir ve dijitalleşmeyi insanlığın yararına olacak şekilde yönlendirebiliriz.

Bu noktada, bireyler ve toplumlar olarak, dijitalleşmenin hayatımız üzerindeki etkilerini sorgulamalı ve insani değerlerimizi koruma çabasında olmalıyız. Aksi takdirde, insanlık, hazların kölesi haline gelerek, kendi özünden ve anlamından tamamen uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Bahadır Hataylı/21.12.2024/Namazgah/İST


21 Aralık 2024 Cumartesi

Sessizliğin Çığlığı- Mazlumların Yanında Olmanın Zorunluluğu

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin neye inandığını ve ne adına yaşadığını anlamak her geçen gün daha da zor hale geliyor. İnsanlar, çoğu zaman kendilerini belli bir inancın veya ideolojinin çerçevesinde tanımlıyorlar. Ancak, günlük yaşam pratiklerine baktığınızda, o inancın ya da ideolojinin izlerini bulmak bir yana dursun, bu iki dünya arasındaki çelişkiler karşısında hayrete düşüyorsunuz.

Özellikle İslam coğrafyası diye adlandırılan bu geniş topraklarda, insanlar  neye inandıklarını ve ne adına yaşadıklarını hakikaten kavrayabilselerdi, bu kadar acı, kan ve gözyaşı bu topraklara demir atamazdı. Ancak bugün, dünyanın bir köşesinde Gazze'de masum bebekler, yaşlılar ve çocuklar bombalar altında can verirken, diğer köşesinde kıpırdamayan, sessizliğe bürünmüş bir ümmet var.

Gazze’de 1,5 yıldır sürekli bir ateş hattı yaşanıyor. Bebeklerin çığlıkları, annelerin feryatları, yaşlıların çaresizlikleri bir kâbus gibi üzerimize çöküyor. Ancak bu kâbusun ortasında bile, kendine “Müslüman” diyen insanların kayıtsızlığı, vicdanları sarsacak kadar büyük bir soruna işaret ediyor. Bir zamanlar mazlumun yanında saf tutmanın bir şeref olarak görüldüğü bu topraklarda, şimdi mazlumları kurtarmak için bir adım atan çok az insan var.

Şimdi düşünelim: Neden? Neden bu kadar uzaklaştık mazlumun elinden tutmaktan? Neden, bu dinin “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye buyurduğu emirleri unuttuk? Hangi menfaat, hangi kırıntı, hangi korku bizi bu kadar sessiz hale getirdi?

Böyle bir düzende, kutsal günlerin bile anlamı yitiyor. Her bayramda insanlar şaşalı kutlamalar yapıyor, sofralar kuruyor, şatafat içinde bir günü daha geçiriyor. Ancak, o sofraların şatafatı, Gazze’de çocukların gözyaşlarına karışıyor. Kendi kıymetli hayatlarını sürdürmek için dünya nimetlerine dalanlar, hangi dinin temsilcisi olduklarını sorgulamalı.

Gazze’nin yanan topraklarında, bombaların gölgelediği çocukların masum bakışları, o sofralarda oturanların vicdanlarını sarsmalıydı. Ancak olmuyor. Mazlumun elinden tutacak eller ya uzanmıyor ya da görmezden geliniyor.

İslam, adı üzerinde teslimiyet dinidir. Ancak bu teslimiyet, zalimin zulmüne teslim olmak değil, Allah’a ve onun adaletine teslim olmaktır. Mazlumların çığlıklarına sessiz kalınan bir düzenin İslam’la bir ilgisi olamaz. İslam, mücadeleyi ve adaleti şart kılarken, biz hangi cesaretle bu şartlardan kaçıyoruz?

Kur’an bize çok açık bir şekilde, zalimin de mazlumun da tanımını yapar. Ancak zalime karşı dilsiz, mazluma karşı sağır olan bir toplum, hangi kitabın şahitliğini üstlenebilir? Hangi kitap, sessizliğin şairliğini kabullenir?

Bugün, çocukların bombalar altında kaldığı, annelerin cesetlere sarıldığı, yıllardır dinmeyen kanın akmaya devam ettiği topraklarda bir soru beliriyor: Biz neredeyiz? Allah’tan cihadı emretmesini isteyen diller, emredilince neden susar? Kaybedeceklerimizi düşünmek mi bizi bu kadar korkutuyor?

Ey ümmet! Bil ki, Allah’ın Resulü, “İnsanların en hayırlısı, insanlar için faydalı olandır” buyurmuştur. Ancak biz, insanların faydasından çok, kendi çıkarlarımızı düşünüyoruz. Bunun neticesinde mazlumları unutarak zalimlere boyun eğiyoruz.

Bu ümmetin kendine gelmesi, yeniden dirilişi ve adaleti tesis etmesi bir zarurettir. Mazlumların yanında olmaktan kaçtığımız her an, zalimin safında yer aldığımızı unutmayalım.

Ayağa Kalk!

Bu bir davettir. Mazlumların yanında saf tutmaya, hakkın ve adaletin şahitliğini yapmaya bir davet. Ey insan, unutma ki ölüm var, hesap var. Ve unutma ki bu dünyanın sahte ışıkları söndüğünce, yanında sadece amel defterin kalacak.

Haydi ayağa kalk ve bu karanlıklara bir son ver. Bu dünya, Allah’ın adaletinin tecelli edeceği bir mahkemedir. Adaleti ve merhameti önce kendi nefsinde başlat ve bu dünyada insan olmanın hakkını ver. Yoksa, yarın öz benliğini ararken sadece pişmanlık bulacaksın.

Bahadır Hataylı/20.12.2024/Namazgah/İST

18 Aralık 2024 Çarşamba

Övgüler ve Arkasındaki Siyasi Hesaplar

Bir çocukluk hatırası gibi başlayan bu anlatım, derinlerde siyasetin karanlık stratejilerini yansıtıyor. İlk olarak, bir kişi ya da toplumu manipüle etmek isteyenler, "sen çok zeki birisin, bunları herkese söylemem" gibi övgülerle yaklaşırlar. Bu türden yüksekten başlayan ama arkasından niyetlerin fark edilmesiyle yerini tehditlere bırakan yaklaşımlar, sadece bireyler arasında değil, uluslararası arenada da karşılaşılan bir gerçekliktir.

Bugün, özellikle Trump gibi popülist liderlerin siyasetteki söylemleri ve "dostane" mesajları, arkasında hangi stratejilerin olduğu konusunda derin şüpheler yaratıyor. "Güçlü bir ordu kurmuşuz, uzun süredir savaşa girmemişiz" gibi satır aralarına gizlenen mesajlar, sadece dostça bir çıkış mı, yoksa gelecekteki bir uluslararası savaş için zemin mi hazırlıyor?

Bu soruları öncelikli olarak irdelemek gerekir. Medyanın bu konuda oynadığı rol, bir yandan toplumu bilgiye ulaştırma görevi üstlenirken, diğer yandan manipülasyon araçlarının bir parçası haline gelmesiyle önemli bir tartışma alanı oluşturuyor. Bu analizde, bahsedilen "yağlama" süreçlerinin altında yatan sebepleri, olası gelecek senaryolarını ve medyanın rolünü sorgulamak önemli olacak.

Geçmişten Bugüne- Övgü ve Şantaj Stratejileri

Manipülasyonun ilk adımı, karşıdaki kişiyi ya da toplumu "özel" hissettirmek üzerine kuruludur. Tarihte de bunun çok sayıda örneğine rastlanır. Örneğin, soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği, birçok küçük devleti "stratejik ortak" olarak övdüler; fakat çoğu zaman bu övgüler, o ülkelerin bağımsızlıklarını tehdit eden politikalara dönüştü.

Bugün de benzer bir tablo, özellikle ABD'nin Türkiye ile olan ilişkilerinde görülmektedir. Trump'ın bir dönem Türkiye'yi "büyük bir müttefik" olarak övmesi, hemen ardından gelen yaptırım tehditleriyle çelişmiştir. Burada temel strateji, önce övgüyle başlayıp karşı tarafı yumuşatmak, sonrasında ise şartları dikte etmeye geçmektir.

"Sen çok zeki birisin, aptallık yapma" gibi bireysel düzeyde kullanılan bu şablon, uluslara da uygulanır. Çünkü çoğu zaman "şöyle bir fırsatı sadece sana sunuyorum" diyerek çıkan liderlerin, asıl niyetlerinin ne olduğu, zamanla tehdit diline geçmeleriyle ortaya çıkar. "Benim iyi niyetimi yok ettin, bundan sonrasını sen düşün" gibi söylemlerle bireyleri şantajla köşeye sıkıştıran bu zihniyet, devletler düzeyinde "müttefiklik" adı altında ekonomik ya da askeri yaptırımlarla kendini gösterir.

"Güçlü Ordu" ve NATO Planları- Satır Aralarındaki Mesaj

Anlatımın bir başka boyutunda, "güçlü bir ordu kurmuşuz, uzun süre savaşa girmemişiz" gibi övgüler öne çıkıyor. Burada dış politikadaki "mesaj" stratejileri devreye giriyor. Bu övgüler, gerçekten bir teşekkür ya da takdir mi, yoksa gelecekte NATO'nun çıkarları için bir hazırlık mı? Türkiye'nin coğrafi ve stratejik konumu, her zaman çıkar ilişkilerinin odağında olmuştur.

Bu noktada, Trump'ın döneminde Türkiye'ye yönelik övgülerle başlayan, ancak S-400 meselesi gibi konularla sert eleştirilere dönüşen süreci hatırlamak gerekiyor. Bu övgüler, gerçekten "Türkiye'nin başarısını kutlamak" için mi yapılıyor, yoksa bir savaş senaryosunda "bizim için savaşacak bir ortak yaratma" amacını mı taşıyor? Bu noktada, NATO'nun gelecekteki savaş planlarına karşı temkinli olunması önemlidir.

Medyanın Rolü- Gerçekler ve Boşboğazlık

Medya, günümüz siyasetinin en etkili araçlarından biri haline gelmiştir. Bir yandan bilgi akışını sağlayarak toplumu aydınlatma görevi üstlenirken, diğer yandan güç odaklarının manipülasyon mekanizması haline gelebilmektedir. Bu durum, özellikle dış politika söz konusu olduğunda belirginleşir.

Türkiye gibi stratejik bir konuma sahip ülkeler, sık sık medyanın yanıltıcı gündemleriyle karşılaşır. "Güçlü ordu", "büyük müttefik" gibi övgü dolu ifadeler, medya tarafından sıkça öne çıkarılırken; bu ifadelerin arkasındaki gerçek niyetler sorgulanmaz. Bilhassa kriz dönemlerinde medya, manipülatif söylemlerle halkın algısını yönlendirme işlevi görmektedir.

Medyanın bu rolü, sadece yanlış bilgilendirme değil, aynı zamanda kamuoyunu pasifize etmek amacı taşır. Örneğin, "savaşa hazır güçlü bir ordu" söylemi, halkın gururunu okşarken, gerçekte bir savaşın eşiğine sürüklenme ihtimalini göz ardı etmelerine neden olur. Bu nedenle medyanın rolünü sorgulamak ve gerçek bilgiye ulaşma çabasını artırmak, kritik bir uyanışın temel adımlarından biridir.

Gelecek Okumaları-Türkiye'nin Potansiyel Rolü ve Riskleri

Geleceği okumak, geçmişin verilerini doğru analiz etmekten geçer. Bugün Türkiye, siyasi ve askeri olarak büyük bir güç inşa etmiş görünse de, bu gücün nasıl kullanılacağı konusunda dikkatli olunması gerekir. NATO'nun ve Batı'nın Türkiye'yi övmesi, aslında bir ortaklık arayışı mıdır, yoksa bir "taşeron güç" yaratma çabası mı? Bu sorular, gelecekteki riskleri değerlendirme açısından büyük önem taşır.

Türkiye'nin güçlü bir orduya sahip olması, şüphesiz bir avantajdır; ancak bu gücün başkalarının çıkarları için kullanılmasına izin vermek, büyük bir tehlikedir. Bu noktada, ulusal bağımsızlığı ve çıkarları korumak adına, güçlü bir diplomasi ve sorgulayıcı bir akıl geliştirmek zorunludur. "Övgülerin" arkasında yatan niyetleri anlamak, bu bağlamda hayati bir öneme sahiptir.

Kritik Uyanış ve Sorgulayıcı Akıl

Övgüler ve şantajlar, sadece bireylerin değil, devletlerin de karşı karşıya kaldığı manipülasyon araçlarıdır. Bugün Türkiye gibi güçlü ve stratejik ülkeler, "büyük müttefik" ve "güçlü ordu" gibi ifadelerle övülerek bir noktada kendi iradelerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenle, her övgünün arkasındaki niyeti sorgulamak, kritik bir uyanışın ilk adımıdır.

Medyanın rolünü ve siyasi stratejilerin arkasındaki gerçekleri anlamak, halkın bilinçlenmesi açısından büyük önem taşır. Türkiye'nin gelecekteki rolünü şekillendirmek için, güçlü bir sorgulayıcı akla ve bağımsız bir diplomasiye ihtiyaç vardır. "Yağlama" süreçlerine karşı uyanık olmak, ulusal bağımsızlığı korumak için atılması gereken en önemli adımdır.

Bu bağlamda, bireylerin ve toplumların manipülasyona karşı dirayetli durmaları, ancak eleştirel düşünce ve sorgulayıcı bir akılla mümkün olabilir. Övgülerin cazibesine kapılmadan, her sözün ve her stratejinin ardındaki gerçek niyetleri analiz etmek, gelecekteki riskleri bertaraf etmek için şarttır.

Bahadır Hataylı/18.12.2024/02.10/Sancaktepe/İST

17 Aralık 2024 Salı

Zamanın ve Zeminin Rengine Bürünme Kendin Ol

 

Her çağ, insanı dönüştüren yeni düzenler yaratır. Zamanın ve zeminin rengine bürünmek zorunda kalmanın dayatıldığı dönemlerde, bireyin kimliği ve kişiliği yavaşça silinir. Bu çağda, kimliğini koruyarak yaşamak bir meydan okumadır. Ama unutmamak gerekir ki, insanın asıl direnişi, başkalarının kalıplarına girmemek, kendi renginde ısrar etmektir. Kimliğini koruyamayan insan, ne zamana hükmeder ne de zemine değer katar.

Bir değirmen düşünün. Her gün dönmek zorunda olan bir değirmen. Değirmenin başına oturmuş bir grup insan, kolu tutan elleri değiştirerek değirmeni döndürmekle meşgul. O değirmenin dişlileri arasından geçenler, farkına varmadan öğütülenlerdir. İnsanlar, o devasa çarkların arasında rengini yitiren buğday taneleri gibidir. Kendilerini orada var edebilmek için başkalarının rengine bürünmeye çalışır, sonunda ne kendilerini yaşarlar ne de başkası olabilirler.

Ama neden? Bu değirmenin başında oturanların belirlediği seçenekler mi gerçekten tüm hayatımızı kuşatan seçenekler? Yoksa bize dayatılan bu seçenekler, kurnazca tasarlanmış bir illüzyondan mı ibarettir? İnsan, sorgulamadıkça kendine sunulan “doğru” yolları kabul eder ve kendi kimliğini tüketir.

Renklerin Gölgesinde Yaşamak

Kendini başkalarının rengine boyayanlar, bir süre sonra kendi varlıklarını yitirir. Zaman, zeminin bir yansıması gibi hareket eder; ama insan, zamanı yaşayan, zemini anlamlı kılan varlıktır. Kendi renginden uzaklaşan birey, bu anlamı kaybeder.

Bir düşün. Bu dünyada senin rengin nedir? Sana ait olan, seni sen yapan rengini neden unutuyorsun? Başkalarının rengini ödünç alarak mutlu olacağını mı sanıyorsun? Renklerini kaybeden insanlar, farkında olmadan başkalarının kölesi olurlar. Ve bu kölelik, özgürlüğün en sinsi düşmanıdır.

Zamanın ve zeminin rengine bürünenler, “başarı” dedikleri illüzyonla sarhoş olurlar. Kendilerini güvende hissettikleri kalabalıklara dahil olurlar. Oysa bu güven, bir tuzaktan ibarettir. Bu insanların içinde yaşadığı dünya, aslında sahte bir “renk cümbüşü”dür. Gerçekten renkli olanlar, kendi kimliklerinden ödün vermeyenlerdir.

Dünyanın Rengini Kim Belirliyor?

Zamanı ve zemini yönetenler, aslında hayatı tek bir renge boyamak isteyenlerdir. Herkesin aynı olduğu, farklı düşünmenin bir suç kabul edildiği, bireyselliğin yok sayıldığı bir dünya hayal ederler. Bu renksizlik, gücü elinde tutanların varlıklarını sürdürebilmeleri için şarttır. İnsanlar aynı düşünmeye, aynı yaşamaya ve aynı doğruları kabul etmeye zorlanır.

Ama bu durum kime yarar sağlar? Tabii ki hegemonyasını sürdürenlere... Renkleri kontrol edenler, hayatı da kontrol ederler. İnsanların kendi rengini keşfetmesini engelleyen bu sistem, bireyleri sıradanlaştırır, köleleştirir ve onlara sahte mutluluklar sunar.

Kendine gel, kardeşim. Sana dayatılan bu “renklerin” arkasındaki gerçeği gör. Bu dünyanın renkleri, bir yanılsamadan ibarettir. Çıplak kralın elbiseleri gibi, aslında yokturlar. Onları gerçek zannedenler ise başkalarının oyununda birer figüran olmaya mahkûmdur.

Kendi Renginde Israr Etmek

Bu düzenin dışına çıkmak kolay değildir. Başkalarının renginden memnun olanlar, kendi renginde ısrar edenleri dışlar. Cesur olmak, bu sahte düzenin karşısında dik durmaktır. Kendi renginde ısrar etmek, bir isyandır. Ama bu isyan, en haklı olandır. Çünkü insan, kendi rengini bulduğunda, dünyaya gerçek bir değer katar.

Sen de bu kararmış talihi değiştirebilirsin. Dünya seninle başlar. Zemine basan ayakların, zamanı yönlendiren düşüncelerin olduğu sürece bu düzeni değiştirme gücün var. Ama bunun için önce korkularını yenmelisin. Ürkeklik ve korkaklık sendromunu atmanın zamanı geldi. Sana “sus” diyenlere aldırma. Renginle var ol ve “ben buradayım” de.

Zamanın ve zeminin rengine bürünmeyenler, tarihin akışını değiştirenlerdir. Onlar, başkalarının boyadığı sahte dünyada figüran olmayı reddedenlerdir. Onların sesleri, yankılanarak çağlara ulaşır. Çünkü bu sesler, gerçeğin sesidir.

Bir Renk, Bin Anlam

Kendini sorgula. Seni sen yapan değerler neler? Hangi rengin peşinden koşuyorsun? Bu sorulara cevap bulduğunda, hayatının rotası yeniden çizilecek. Ama bu soruları sormadan yaşayanlar, başkalarının yazdığı senaryoları oynayarak hayatlarını tüketirler.

Unutma ki bu dünya, yalnızca güçlülerin değil, cesurların dünyasıdır. Kendi rengini bulmak, bu cesareti gösterenlerin işidir. Eğer sen de kendi rengini savunursan, bu düzenin boyasını silip, yerine gerçeği koyabilirsin.

Renklerin Özgürlüğü

Zamanı ve zemini değiştirecek olan sensin. Ama bunun için önce kendini değiştirmelisin. Kendi rengini keşfetmeli, başkalarının boyalarını reddetmelisin. Bu dünya bir değirmen gibi dönse de, sen o çarkların arasında öğütülenlerden olmamalısın.

Bu çağın maskeleri seni kandırmasın. Gerçek olan, senin kimliğin, senin rengindir. Onu kaybettiğinde, her şeyini kaybetmiş olursun. Ama o rengi koruduğunda, dünyayı değiştirecek güce sahip olursun.

“Kendi rengini bul ve bu renkle dünyayı boya.”

Zaman seninle başlar, zemin seninle anlam kazanır. Bu düzenin rengini değiştirmek senin elinde. Korkmadan, çekinmeden, “Ben buradayım!” diye haykır ve bu çağın uykuda olanlarına bir uyanış fermanı sun.

Bahadır Hataylı/17.12.2024/Sancaktepe/İST