26 Ocak 2023 Perşembe

DOLAŞIMI DURAN MAL YIKIMA GİDEN TANK GİBİDİR

Müslümanların yaşam alanında yaptıkları en büyük yanlışlardan biri, kapitalist sistem içinde yaşayarak, kendileri olarak kalacaklarını sanmasıdır. Günlük yaşamınızı belirleyen kurallar ne ise düşünce sistematiğiniz de ona göre biçimlenir. Dolayısıyla Marks’ın alt yapı üst yapıyı belirler yaklaşımı da tam bunu açıklar. İslam’ın ilk dönemlerine baktığımızda Allah’ın Resulü Medine de sosyal yaşamın oluşması için, öncelikle bir Pazar piyasası oluşturdu. İlk Pazar tezgâhları Yahudiler tarafından yakılınca, kendilerine özgü bir Pazar oluşturdular. Bu pazarın koşullarını da yine kendi değer sistemleri doğrultusunda belirlediler.

Toplumsal yaşamın devam etmesi için herkesin, organizeli hiyerarşik kamu otoritesinin bir memuru olarak çalışmasının imkânı olmayacağına göre, sivil ortamda çalışarak yaşamını devam ettirmesi gerekir. Bunun için Medine pazarı Müslümanların yaşamında belirleyici bir ışık olmalıdır. O Pazar Piyasasının oluşum dinamiklerini dikkate almayan, Müslümanım diyenlerin hepsi, kapitalist yaşamın sağmal inekleri haline gelmelerine rağmen, kendilerini Müslüman bir piyasada yaşıyor sanabilirler. Müslüman olmak, bir sorumluluk sahibi olmayı ve dünya yaşamına dair bir ihtiyaç hiyerarşisi oluşturmayı gerekli kılar. İhtiyaç hiyerarşisi olmadan, sadece kazanım üzerine oluşan bir anlayış kapitalizmin çok istediği bir tavırdır. Kapitalizmin mimarı, İlahi buyruğu çiğneyen İblistir. Çünkü İblis, cennette sürekli kalabilmeleri için, Âdem ve Havva’yı cennetten uzaklaştırdı. Onlarda bu hissi uyandıran iblis olsa da onlar Rahman’ın uyarısına dikkat etmediklerinden sınırsız arzu ve isteklerinin kurbanı oldular. İblisin bu yaptığının onun ilk ve son işi olmayacağını bilen rabbimiz der ki,” Ey Beni âdem İblis sizin atanızı saptırdığı gibi sakın sizin de başınıza bir bela getirmesin, ona yönelmeyin sadece bana kulluk edin işte dosdoğru yol budur.”

Bu uyarı aslında bir toplumun inşa edilme temellerini de belirliyor. Toplumsal yaşamın devamlılığı için, sınırlı sorumlu ilkeleri olan, herkesin huzur bulduğu, insanlık değerlerinin korunduğu ve insanın kutsallığına bir gölgenin düşmediği yaşam olmalıdır. Bunun oluşması için iktisatın çok iyi düzenlenmesi ve kimseye haksızlığın olmaması şarttır. Ekonomik ifsadın olduğu bir yerde başka değerleri koruma ve onların varlığını devam ettirme imkânınız olamaz. Ekonomik yaşamdaki bozulmanın, tüm yaşamı karartacağı bilinmek zorundadır. Bunun için Allah’ın Resulünün ilk icraatı, Medine pazarını kurmak ve pazarın çalışma kurallarını belirlemek olmuştur. O Pazar, bu günkü anlamıyla Pazar olarak anılsa da yaşamın devamı için gerekli tüm ihtiyaçların alınıp satıldığı piyasanın adıdır. O piyasanın koşullarını kendi çıkar ve menfaatlerini arttırmak için bozmaya çalışanlar pazardan atıldığı gibi, ticari ortamdan da uzaklaştırılarak cezalandırılmıştır. Yahudilerin yaptığı oyunlar bunlara en güzel örnektir, o zaman ki pazarda…

Başka yerlerden gelen ticaret kervanları pazar dışında, önemli kişilerle görüşerek, mallarını bir kişiye satarak, piyasayı o şahsın belirlemesine ortam oluşturamazlardı. Böyle davranan tacirler o piyasaya bir daha girme şansını kaybeder, böyle kurnazlık yapmaya çalışan bir satıcı da cezalandırılırdı. Her şey açık bir ortamda olur ve insanlar bu piyasadan mallarını alıp ihtiyaçlarını karşılarlardı. Allah’ın elçisi (sa.) şöyle söylüyor:” Hiçbiriniz gelen bir kervanı şehir dışında karşılamasın. Şehirli köylü namına satış yapmasın” (komisyonculuk). Kervanın karşılanması demek; tüccarın şehir dışına çıkarak mal sahiplerini karşılaması ve şehre girmeden mallarını satın alması ve tekrar şehre dönerek insanlara satmasıdır. Bu kadar açık seçik bir hayatın günümüze yansıyan şekli, kapitalizmin kölesi olmuş kültür armağan etmek mi olacak…

Medine pazarında yetişmiş doğruluğun eminliğin ne olduğunu çok iyi anlayan tüccarlar eliyle İslam, dünyanın dört bir yanına taşındı ve bu tüccarların güvenirliliğinden etkilenen başka toplumlar da İslam’la tanıştı. Ancak bize gelen şekliyle baktığımızda İslam’ı kabul ettirmek için cihat yapıldığı ve savaşların da genellikle İslam’ı kabul etmeyenlere karşı olduğu söylenir. Bu tamamıyla bir oyun ve İslam’ın gölgede bırakılmak istenmesinden başka bir şey değildir. İslam’da savaş zalim yönetimlere karşı olmuştur. İslam’ı kabul etmek isteyen toplumlara baskı kuran ve halkın İslam’la olan diyaloğunu yok etmek için halk ile İslam’ın mesajı arasına duvarlar ören yönetimlerin bu duvarları yıkması istenmiş, duvarları yıkmamakta kararlı olduğunu ve zulmünü devam ettireceğini ortaya koyunca onlarla savaş kaçınılmaz olmuştur. Ancak tarihi süreç baştan uzaklaştıkça bunlar ganimet savaşına kadar gitmiştir. İslam, savaşlarla başka toplumlara ulaştırılmamış, tacirlerin ticaret kervanlarıyla gitmiştir. Bu mantık ve yaşamın kodları doğru okunduğu zaman Müslümanların içinde bulunduğu bu sisli havalar yerini aydınlığa bırakacaktır. Aksi taktirde bu karanlık sisli havalar bu coğrafyayı hiç terk etmemekte kararlı olacaktır.

Allah, malın mülkün bir elde toplanarak onun eliyle insanlara aktarılmasını asla istemiyor. Malın paranın insanlar arasında dolaşmasını istiyor. Öyle olduğu zaman herkes o malın dolaşımından yaşamını devam ettirecek imkanlar elde edecektir. Ama belli ellerde toplandığı zaman, herkesin o mallara ulaşma imkânı olmayacaktır. Bu da insanlar arasında sorunların oluşmasına ve huzurun bozulmasına sebep olur. Karun’un sarayının köşkünün örnek verilmiş olması, bir toplum oluşumunda toplumun terbiyesinin nasıl olması gerektiğini anlatmaktan başka bir şey olabilir mi? Karun gibi belli kişiler oluşturmak toplumda ifsadın oluşumunu sağlar. Onun için Yüce Yaratıcı insanın bu zaafını bildiğinden, mal yığarak, kendini malıyla tanımlayan insanların topluma örnek olmasının önüne geçmek için, bizlere o örnekleri en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır.

Müslüman bir toplumda tüketim malı durdukça değer kazanmaz, yıpranır aşınır ve değer kaybeder, onun için insanlar mülkiyet edinerek ondan kazanç sağlama yoluna gitmezler. İnsanların kazançları, emeklerinin karşılığı olan ve hareketli piyasada dolaşımı sağlanan mallardan elde ettikleridir. Piyasada, insanlar arasında dolaşımı olmayan malların, belli ellerde toplanarak o malların kiralanması ve piyasayı belirleyenlerin de bu mallara sahip olanların olduğu yerde toplumsal yaşam kararır. İnsanların doğal ihtiyaçları olan evleri ve aile bireylerinin oturması gereken konutları dışında, ayrıca tacir olanların kendi ticarethaneleri dışında mülkiyet alıp onu biriktirmesi önlenmelidir. Yatan mallardan yani arazi arsa ev dükkân fabrika gibi yerlerin kazanç sağlamak için yapılmaması gerekir. Bir inşaatçının yaptığı binalardan para kazanması bir ticarettir. Ama bir mülk zengininin birçok iş yerlerini alarak onları kiraya verip piyasayı da kendisinin belirlediği bir yerde onlardan para kazanması bir ticaret değil tefeciliktir. İnsanların alım gücü yükselmeden, tekelleşmiş mülkiyet zenginlerinin kendi istekleri doğrultusunda Piyasanın koşullarının belirlenmesi kiraların arttırılması, ekonomik yaşamın altını üstüne getirdi. Ticaret yapmadan ellerindeki mülkleri insanlara kiraya vererek oturduğu yerden para kazanma ortamı oluşturanlar, kapitalist yaşamın bir belirleyeni olarak yaşamdan uzaklaştırılmalıdır.

Bir toplumda ev dükkân vs. mülkiyetlerin yapılması ve dolaşımı ihtiyaçlar belirlenerek, ihtiyaçların biraz fazlası olarak her yıl piyasaya sunulmalıdır. Bu sunumlar el değiştirmeli ve alanlar satmak için almalı ve karını koyarak satışı sağlanmalı, birilerinin oturduğu yerden para kazanması için, paranın dolaşımdan alınıp, mülkiyete aktarılması, piyasanın daralmasına ve toplumsal dengenin bozulmasına yol açar. Bu dengesizliğin oluşumunda, ortamı insanlara sunan yönetimler etkili olur. Yönetimler bu uygulamalarıyla, işsizliğin artmasına işyerlerinin kapanmasına, insanların düşük alım gücü ile çok pahalı malları almak zorunda kalmasına neden olurlar. Birileri sürekli kazançlarına kazanç katarken, üretimden yana olanlar ezilirler, insan çalıştırmayı değil, farklı yollarla kazançlarını artıracak yollar aramaya başlarlar. Sonrasında piyasada emek açısından çok ciddi bir arz oluşur ama bunları karşılayacak talep oluşturulamadığı için toplumsal dengesizlik ve kaos ortamları oluşmaya başlar. Çünkü piyasanın dengesizliği, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görülen problemlerin birlikte kaynamasına yol açar. Üretici firmaların girdileri ve üretimi sağlayıcı enerji ihtiyaçlarına gelen sürekli artışlar, düşük karla mal üretmeyi ya da çalıştırdığı insanların ücretlerini kısmayı beraberinde getirir. Çalışacak emekçi insanlar, sürekli değişen piyasa koşullarındaki farklılaşmayla alım gücü azaldığından ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, birçok iş tekliflerine sıcak bakmayacak duruma gelir. Üretim için ihtiyacı olan, çalıştıracak elaman bulmakta zorlanırken, çalışacak kişi ihtiyacını karşılayacak alım gücünü karşılayacak iş arayarak işsiz kalır. Dolayısıyla hem eldeki üretim araçları istihdam edilmez hem de emek gücü üretim dışında kalır. Toplumsal yaşam mekanizması yavaşlar, hayat farklı kulvarlara kayar. Aileler sarsılır, ahlaki çöküntü oluşur, illegal örgütlenmeler ortaya çıkar, emeksiz kazanım yolları meşru zeminler yaratmaya çalışır. Ferdi ve toplumsal psikoloji etkilenir, toplumsal travmalar çoğalır. Değerlerin bağlayıcılık gücü etkisini kaybeder ve tam da kapitalizmin oluşturmak istediği ortamın zamanı yakalanmış olur. Biz toplum olarak kendimizle ilgili problemlerimizi doğru okuyarak, nedenleri gerçekçi saptayıp ona uygun çözüm denklemleri oluşturmadığımız sürece, gelecek beklentilerimizin bir hayalden ibaret olduğunu bilmemiz iyi olur.

Son bir yıl içinde sonuç olarak karşılaştığımız problemli tablo, yıllardır uygulanan yanlış ve inatçılık üzerine oturan arzu ve isteklerin ekonomik olarak bizi getirdiği sonuçtur. Zenginlerin sayısındaki artış ve mülkiyeti ellerine alanların kazançlarını toplumun genelinin bir kazanımı gibi topluma pompalayan algı, bu karanlık süreçte neden tökezlediğini idrak etmediği zaman bu karanlık yaşamın sürekliliğine katkı sunmuş olacaktır. Benim söylemek istediğim çok şey var ancak bu makalenin içinde hepsine yer vermeyeceğim, Medine pazarının oluşum ve işleyiş kurallarını doğru idrak edenler, çok ekonomi bilgisine sahip olmadan bu ülke ekonomisini düze çıkarır. Aksi taktirde halkın sırtındaki ağırlığı daha bir arttırarak, halkı yaşamından bıktırır duruma getirir. Şunu iyi anlamamız gerekir ki, üsten gelen basınç ne kadar artarsa toplumsal yaşamdaki karşılığı çok tazyikli akmak olur.

Günü kurtarmak için yapılacak politik açıklamaların, gerçekle yakından uzaktan ilgisinin olmaması, yönetim birimlerini çok kuvvetli bir selle suyun dışında karaya bırakır. Karada kalan bir yaprak gibi kopuşun, yaşama yeniden kavuşması mümkün olmayacağı için, yaşamın içindeki canlılığın korunması gerekir. Tekrar söylüyorum, dolaşımdan kalkan malın mülkün paranın belli ellerde toplanarak onların gelirlerini hesaplayarak, Milletin gelir düzeyi arttı gibi bir manipülasyonla toplumu hipnotize etmekten vazgeçmeyenler, gelecek için kendilerine hipnotize seansında randevu alırlar…

Medine pazarında bir tezgahtar olmayı, Karun’un malını sayan bir müşavirliğe tercih eden biri olarak, acıyan yanlarımı törpüleyerek bu makaleyi yazdım anlaşılmasının faydalı olmasını ümit ediyorum; selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Bahadır Hataylı/25.01.2023/17.45/Namazagah/İST



24 Ocak 2023 Salı

CİDDİYET İSTER YAŞAMAK

Bir toplumda eğer insanlar, bugün değil her dönemde hırsızlık adam kayırma ve yolsuzluklar var diyerek konuşmaya başlıyorsa, orada ahlakın tüm koordinatlarının yeri değiştirilmiştir. Ne yazık ki bizim toplum bu konuda çok yol almış, her anlayış kendi adamlarını korumak ve kollamak adına bu ahlaksız ifadeyi kullanmaktan ve onun arkasına sığınarak bir savunma yapmaktan imtina etmiyor. Ondan sonra da biz ahlaken nereye gidiyoruz, ahlaksızlık aldı başını gidiyor, bunu nasıl durduracağız diye dert yanıyor. Bu patolojik vaka toplumun tüm katmanlarına dalga dalga yayılırken ahlakı fenerle arasanız da bulamazsınız.

Yaşam ciddiyet ister, ciddiyetten uzak öylesine, konuşmak için konuşulan bir boyut almış ve insanlar duyduklarını konuşarak vakit tüketmeye başlamışlarsa, hayat tüm olumlu yönleriyle öğütülüyor demektir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklerin tatmin edildiği bir haz alanı değildir. Herkesin huzurlu ve mutlu olarak yaşayıp, herkese karşı emin ve güvenilir olduğu yerdir. Bu sistem yalpalamaya başladıysa öyle bir ortamda ahlak olmayacaktır. Çünkü her olumsuzluk geçmiş olumsuzluklarla nötrleştirilerek meşru bir zemine taşınmak isteniyor. Olumsuzlukların kabuk ve kimlik değiştirerek, orada yaşayanların savunduğu bir yaşam haline gelmesi, toplumsal yaşamın omurgasının çatırdadığının göstergesi olur.

Sanıyorum geçmiş ilkel kabul edilen ortamlarda, ahlaksız eylemler bulundukları ortamlarda bu kadar savunulur olmamıştır. Çünkü ahlaksız bir eylemde bulunanlar toplumsal yaşam içinde tecrit edilerek, bireysel ferdi yalnızlığa mahkûm oluyordu. Ancak günümüzde bu eylemler bir cesaret belirtisi olarak kabul görüyor hatta ahlaksız kişiler için, acaba yürek mi yemiş bu kadar cesur denebiliyor. İnsan zihninin bu kadar çamura saplandığı bir dönemde, hangi zeminde huzur ve mutluluk tomurcukları bekleyebilirsiniz ki! Tohumlar çürümüş ve içi boşalmışsa, siz o tohumlardan güllük gülistanlık bir bahçeyi umut edemezsiniz. Öncelikle zihinlerin berraklaşması ve tüm haşerelerden temizlenmesi gerekir ki, temiz bir zemine uyanalım…

Hangi toplumda olursa olsun, politik taraftarlık ahlakın kökünü kazımak için duyarsız toplulukların oluşumuna gebedir. Yaşadığımız ortamdaki düşünsel ve eylemsel yaşam biçimlerine baktığımızda bunlara yakından şahit olmaktayız. Sormak gerekmez mi, ahlak yerlerde sürünüyor, insanlık ayaklar altında bunların nasıl önüne geçeceğiz diye boş konuşanlara, acaba neden böyle diye? İnsan biraz olsun tutarlı olmak zorundadır. Oysa tutarlılık diye bir gerçekliğe hasret kaldık. Hiçbir olumlu eylem olumsuz eylemle birleştirilerek toplama ve çarpma yapılamaz. Olumlu ile olumsuzu topladığınız zaman olumlu eylemler azalır, olumlu ile olumsuzu çarptığınızda, olumlu ortadan kalkar olumsuzluk onu yutar. Yani negatif ile pozitifin çarpımı negatif eder. Buna rağmen kendi politik taraflarını korumak adına, politik taraftarlar neden başkalarının yanlışlarını ortaya dökerek kendi taraflarının yanlışını korumaya geçerler ve onları temiz sınıf içinde göstermeye çalışırlar.

Olumlu ve olumsuzluk, insanın bakışıyla olumlu ve olumsuz olmuyor. Eylemler ve düşünceler yaratıcının belirlediği sınırlar içinde anlam kazanır veya anlamını kaybeder. Eğer bir eylem yaratıcının belirlediği sınırlar içinde yapılıyor ve insanlarının genel çoğunluğunun menfaatini gözetiyorsa olumlu, belli bir topluluğun çıkarlarını gözetiyor ve yaratıcının belirlediği sınırları aşarak, günün koşulları denen tahrifat boyutuyla yaşama aktarılmak isteniyorsa olumsuzdur. İyi ve kötü anlayışı böyle kök salarsa yaşam dengeye oturur. Aksi durumda herkes kendi pisliğini ve olumsuzluğunu korumak için rakibinin olumsuzluklarını ortaya dökerek kendisini masumlaştırmaya çalışır. Günahların masumlaştırılmak istendiği, ahlaksızlığın yıpratma payının, amortisman hakkı gibi olumlu bir hisse olarak görüldüğü ortamlarda, ahlak çukura düşer ve bir daha yukarı çıkamaz. Ne yazık ki bizim toplum, böyle bir talihsizliğin ve ahlaki çöküşün pençesinde can çekişir olmuştur. Bunu değiştirmenin ve ayağa kalkmanın yegâne ve biricik yolu, çifte standartçı olmaktan uzaklaşmak adil ve adam olmaktır. “Vay o çifte standartçıların haline…”

Doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilmek neden bu kadar zorlaştı. Merak edenler var mı bilmiyorum. Doğrunun ve yanlışın birbiriyle iç içe girdiği ortamlar hep gazabın gelmesini yaklaştırmıştır. Gazaba uğramamak için, el ve avuç açıp istekte bulunmak kimseyi gazaptan kurtarmayacaktır, doğru ile yanlışı birbirinden ayırarak doğrunun temsilcisi bir yaşam ortaya konulmadığı müddetçe…

Çıkarlarını kaybedeceğini düşünenler her dönemde doğruya doğru ve yanlışa da yanlış deme cesaretini gösteremediği için, bugün karmaşık ve keşmekeş bir yaşam ortaya çıktı…Bu yaşamın devam etmesini istemiyorsak, politik taraftarlıktan çıkarak hakkın ve adaletin gözetenleri olmak gerekir. Hakkı, hak olarak çıkarsız kabullenemeyenler, taraftarı oldukları anlayışların yanlışına yanlış diyecek cesaret ve basireti ortaya koyamazlar. Hak kimsenin hoşuna gidip gitmemesine göre hak olma hüviyetini kazanmadı, hak sadece yaratıcının belirlediği bir çerçeve olduğu için öyle görülmesi gerekir. Geçmiş dönemde üniversite yıllarında sol düşünceli ateist bir hocamız ile aynı düşünce de olan sınıf arkadaşımız arasında olumsuz nahoş bir çatışma yaşanmıştı, o çatışmada bizlerin de görgü tanığı olarak şahitlik yaparak hocanın dilekçesine imza atmamız istenmişti. Bölümde iki tane hocamız ve olayın sorumlusu hocamız herkesin imzasını alıyor ve sıra bana geldiğinde, ben dilekçeyi okuyarak imzamı atmak istediğimde, olaya sebep olan hoca kâğıdı elimden çekti ve affedersiniz, at ulan imzanı dedi, ben senin isteğine imza atmak zorunda mıyım dedim ve o kâğıdı parçalayıp çöpe attım. Bu davranışımı gören muhafazakâr diğer hocamız, geldi beni kendi odasına götürdü; oğlum sen neden böyle yaptın, boş vereydin it iti ısırmış sen bunlar için niye kendini heder ettin, şimdi seni okuldan atacaklar iyi mi yaptın dedi ve beni koruduğunu gösteriyordu. Oysa benim doğru şahitlik yapmamın önündeki en büyük engel olduğunun farkında bile değildi. Ben oradan çıkıp gittim imza atanların çoğu da gitmişti. Disipline çağardılar, her iki şahsı ve bizi de dinlemek için, herkesin çok sevdiği bir hocamızı görevlendirmişlerdi. Hocamız tek tek çağırdı öğrencileri olayın görgü tanığı olarak dinliyordu, sıra bana geldiği zaman hocam doğrudan dedi ki, Erol’um buradaki mahkeme sürecini senin söylediklerin belirleyecek, onun için bir şey söylemiyorum, neden böyle oldu dedi. Ben, arkadaşın farklı bir anlayışa kaymasından rahatsız olan hocanın, öğrenciyi bu şekilde korkutarak onu sindirmek istediğini, öğrencinin de buna karşı koyduğunu, önceden devam eden bir sürtüşmenin sınıf ortamında öğrenciyi aşağılamak için kullanıldığını, dolayısıyla hocanın haksız olduğunu, öğrencinin de gençlik tepkisiyle hocaya karşı sert tavır gösterdiğini anlattım. Hoca üniversiteden uzaklaştı, öğrenciye bir dönem uzaklaştırma verildi. Hocamız o arkadaşa benim ifademin onu okuldan attırmaktan uzaklaştırdığını söylemiş, bir vesileyle…Bunu duyan o arkadaşla düşünce ve ideolojik bakışlarımız çok farklı olmasına rağmen, bir gün geldi ve dedi ki, senin inancın mı sana böyle davranmayı söylüyor, neden beni koruma gereği duydun oysa birbirimizden pek hoşlanmıyoruz dedi. Ben ona ben Müslümanım Müslüman dosdoğru olmak zorunda ve hakkın şahitliği için bu alemde yaşar dediğim zaman, ben bundan sonra İslam’ı araştıracağım ve Müslüman olmak istiyorum demişti ve arkadaşlığımız daha fazla pekişti…

Evet buradaki ayrıntı kendi hayatımı anlatmak değil, olmak zorunda olduğumuz gibi olduğumuzda hastalıkların nasıl şifaya dönüştüğünü ortaya koymaktır.

Toplumsal hastalıklarımızı tedavi etmek için üstü açık en geniş ve kapsamlı klinik ve tedavi merkezi adam gibi adam olmak, yanlışa yanlış doğruya doğru bakabilmektir. Kimin tarafı olursa olsun her ortamda şahitliği şahitliğimize uygun yapmaktır. Ancak böyle bir yaşam ortaya çıktığı zaman ahlak kalkışa geçer. Yoksa sürekli düzgün doğrusal aşağı saplanan bir uçak madunda çukura saplanır.

Tüm bu açıklamalardan sonra diyorum ki, ahlaklı birey ve toplum oluşturmak istiyorsak önce samimiyetimizi ortaya koyalım. Kendimize geldiği zaman yağlı ballı ekmek, başkasına geldiği zaman kuru kılçıklı buğdayı çok görmek, böylesi bir düşünce ve yaşam ne insanlığa şahit olur ne de ölmeye yüz tutan ahlakı yaşama döndürebilir. İnsan olmak için insan olalım, sonra başka alanlara yolculuk yaparak yol alalım, aksi taktirde battıkça batacağız, çıkarın adı doğru değil, hakkın kendisidir doğru, çıkarımıza uymasa da…

Bu konular üzerinde biraz kafa yormaya ne dersiniz, selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/23.01.2023/18.26/Namazgah/ÜSKÜDAR/İST



22 Ocak 2023 Pazar

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ!

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan ifade, bir masalın tekerleme bölümüne giriş olarak bilinir. Oysa masal olacak hayatımızın bir gerçekliğini anlattığı halde bunun üzerinde bir nebze olsun tefekkür etmek aklımıza gelmez.

Hayatımız bir varmış bir yokmuş kadar kısa ve geçici olmasına rağmen öyle bir gerçeklik olarak tanımlarız ki, kendimiz bile o kadar gerçek olup olmadığına inanmakta güçlük çekmemize rağmen, o an için aklı ve idraki kapsam dışı bıraktığımız için, bir varmış bir yok muşu hep bizim dışımızda bir masal olarak değerlendiririz.” 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Bir gün veya bir günden de az kaldık. Sayanlara sor!' derler. 'Gerçekten çok az kaldınız. Keşke bilseniz!' "

İranlı Yazar Muhsin Mahmelbaf’ın” Başkasının Ölümü” diye yazdığı tiyatroda, hep başkaları ölüp giderken sıranın bize gelmeyeceğini, hatta bizden çok uzakta olduğunu hesaplarken, Azrail bir anda karşımıza dikildiğinde daha çok işimiz var, yapacaklarımız yarım kaldı, çocuklara miras bırakmamız gerektiğini bizden sonra kimsenin erişemeyeceği mallarımızın geride kalmasını ve ismimizin silinmemesi için hep çabalarken, sıranın bize geldiğinin hiç farkında olmayız. İşte bunu iyi anlamak için, Bir varmış bir yokmuş” göz açıp kapayıncaya kadar her an her şeyin değiştiği ve bizlerin garantisi bize ait olmadığına göre, bu kadar arsız huysuz ve doyumsuz yaşamaya anlam verebiliyor muyuz? İnsan var yok arasında bir çizgide yaşarken çizgiyi kaybetmeden yol alması kaçınılmaz. O çizgi kaybolduğu an varlığı ve yokluğu anlamsızlığa bürünür.

İnsan için, zaman algısının oluşumunun, bulunduğu ortama göre şekil aldığının farkında mıyız? Dünyada yaşarken hiç bitmeyeceğini sandığımız zamanın, Allah’ın huzuruna vardığımızda bir gün ya da bir günden az olduğunu anlatır oluyoruz. Yaşarken daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini hatta hiç ömrümüzün bitmeyeceğini düşünerek kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki, hesapla karşılaşınca, hesabın zorluğuyla baş başa kaldığımızda buradaki hayatın ne kadar kısa olduğunu düşünüyoruz. Çünkü orada olumsuz bir yaşamın hesabının faturası kabarık olacağından o zorluklar buradaki yaşamı çok kısa algılar oluyor.

Zaman kavramı çok önemli bir kavram. İnsanın nasıl davranacağına göre kendisini açıyor. İnsan sevmediği ve hoşlanmadığı bir ortamda ise zaman hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor. Ama çok sevdiği ve ayrılmak istemediği dostları ile beraber ise o zaman da zamanın ne kadar kısa olduğunu ve çabuk geçtiğini söyleyebiliyor. İşte burada öyle bir dalıyoruz ki, sevgiden muhabbetten ayrılmak istemediğimiz bir dünya hayatından kopup, asıl varılması gereken yere gittiğimizde buranın çok kısa olduğunu söylüyoruz. Oysa herkese kendisini idrak edecek kadar bir zaman verilmiş olmasına rağmen, bir gün veya ondan biraz kısa diyebiliyor insan. İnsan ancak hakikati gözleriyle idrak ettiğinde buradaki hayatın kısalığını anlıyor, âmâ onu idrak etmesi için dünyanın cazibesinden çekiciliğinden kurtulması ve asıl hayat için anlamlı bir duruş ortaya koyması gerekir.

Tecrübeli büyüklerimiz, bize hayatı hep nüktedan anlattıkları için, bir varmış bir yokmuş diye başlarlar bize kendilerini dinletmeye…Biz onların tecrübelerine sırt dönerek hayatın cazibesine kapıldığımız için kendimizle ilgili bir varmış bir yok muşu hiç düşünmeyiz…        

Bir varmış bir yokmuş, eski zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eşekler hamal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken buradan vurduk kılıcı Mısırdan çıktı bir ucu, , atmış altı halle firik pirinci yedik içtik karnımız doymadı yüzümüz gülmedi, altı ay gece altı ay gündüz yol gittik bir arkamıza baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz, öyle bir dev varmış ki bir eli balda bir eli gaf dağında, oturduğu yerden her isteğine kavuşurmuş, onun yanına gidenler geri gelmezmiş, âmâ bir gün küçük bir sineğe yenilmiş…Böylesi masallarla büyüdük biz, bizim hayatımıza masallar öyle dokundu ki, hayatımızın bir masal olduğunu, bir var mış bir yokmuş kadar kısa olduğunun idraki ile yaşıyoruz.

Bir varsın bir yoksun, bakarsın harapsın ya da muhteşem bir yapıtsın…Burada yaşarken dünya ve içindekilere dalmadan, yaşamak için gerekli olduğu kadar değer verilen bir yer ise burası, hayat anlam buluyor…Yok buradakilere sahip olmak için yaşanıyorsa anlamsızlıklar içinde insan yok oluyor. Dünya değişimi sonrasında hiç dünyaya dalmadan adam gibi yaşayıp göçenler, dünyada ne kadar uzun kaldıklarını keşke daha çabuk bitmiş olsaydık diyorlar, ancak oradaki karşılık bambaşka bir ortam olduğu için burada geçen zorluklar bir anda unutulabiliyor. Ancak dünyaya dalmış olanlar oraya gittiklerinde buradaki lezzetten henüz uzaklaşamadıkları için çok az bir zaman kaldıklarını tekrar buraya geldikleri zaman daha iyisini yapabileceklerini söylüyorlar, oysa onlar yine eski hallerine dönecekler. Bu isteklerin oluşumu, orada geçirecekleri yaşamın korkunçluğundan kaynaklanmaktadır.

Bu hayat öyle bir şekil alıyor ki, develer tellallık yapabiliyor, yani boyuna posuna baktığında adam sandıklarınız, toplumda laf getirip götüren, insanları birbirine düşüren, söylenilmemesi gereken bir sözü herkese yayarak örtülmesi gerekeni ifşa edebiliyorlar…Bazıları eşek gibi yük altında inim inim inleyebiliyor, hiç o işe layık olmadığı halde size biçim verenler pireler olabiliyor, yaşamda karşılığı olmayanlar cinler gibi görünmeden size cirit atabilirler, Babalar çocuk gibi evlatları tarafından avutulmak için beşikte sallanır…O kadar yol gittiğinizi sanırsınız aslında bir arpa kadar bile bir yol gidemezsiniz, yersiniz yersiniz doymak bilmezsiniz…O kadar çok savurursunuz ki mangalda kül bırakmazsınız, hatta kılıcı salladığınızda bir ucunun Mısırdan çıktığını anlatacak kadar boşboğaz olursunuz, âmâ bilmezsiniz ki, bir varsınız bir yoksunuz bu hayat için böyle savrulmaya değer mi?

Bir masalın tekerleme bölümüyle böyle güzel özetlenmiş bir masalı o kadar ciddi ve değerli bulup, kendinden habersiz yaşamak kadar korkunç bir şey olamaz…Önemli görmek ile değerli bulmak çok farklıdır. Değerli olan bu hayattan sonra karşılaşacağımızdır. Buradaki ise o kadar çok önemli ki, bir varmış bir yokmuş kadar kısa olan bu anın çok hassas ve anlamlı kılınması elzemdir. Bu önemi kavramadığımız için hep başkalarının gidiş hikayelerini anlatırız kendimizle ilgili bir cümle söylemekten kaçınırız…Oysa herkesin bu trenden ineceği son istasyon bellidir. Trende kardeşçe insanca bir yolculuk yapalım herkesin hakkına hukukuna riayet edelim birazdan herkes varacağı istasyonda inecektir.

Bir varmış bir yokmuş, gidenler ermiş mürüvvetine biz de çıkalım bu hayatın kerevetine…

Sevgisiz olmaz ki gülüm, sevgisiz bülbülü neylesin gülüm…Gülen gözleriniz yarınlarda da ağlamasın bugün masalımızı iyi okumak dileğiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/22.01.2023/00.03/Sancaktepe/İST




20 Ocak 2023 Cuma

YAŞAMAK İÇİN YAŞATMAK GEREK

Yaşamak için yaşatmak gerekir. “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı dirilten de bütün bir insanlığı diriltmiş gibidir. Yaratıcının bu uyarısını dikkate almayan bir Müslüman tasavvur edemeyiz. Müslüman ismi, dinsel bir kimlik olarak sizi tanımlayan sıradan bir isim değil, doğrudan bir yaşam biçiminin dosdoğru ifadesidir. Bu yaşam biçiminin içini, insan kafasına göre doldurma hakkına sahip değildir. Ecdadımızın verdiği bir isme uygun yaşamadığımız zaman, ismimize layık değiliz diyebiliyoruz, ancak bu kimliğe sahip çıkarak istediğimiz gibi yaşama hakkına sahip olduğumuzu da hal hareket ve davranışlarımızla ortaya dökmekten zerre endişe duymayız.

Müslüman ismi, teslim olmaktır. Kime neden ve niçin teslim olmamız gerektiğini idrak edemeyen, birey ve toplumlar bu kimliğe sahip çıkma hakkına sahip değildir. Allah, yeryüzünde İslam olarak kendimizi tanımlamaktan başka bir isim vermedi. Bu isim, yaratıcının tüm kapsamını belirlediği ve onun tarafından renginin belirlendiği bir kimlik ve isimdir. “Allah’ın boyası ile boyanın Allah’tan daha güzel boyası olan kim vardır.” Ey İman edenler, Allah’tan nasıl ittika edilmesi sakınılması ve ona karşı nasıl sorumluluk duyulması gerekiyorsa öyle olun ve sakın Müslüman İsminin yanında başka bir isimle can vermeyin…” Bu ayetin açıklamalarını neden yazmış olduğumu merak edenler olabilir. Şunu anlamak ve bilmek zorundayız, Müslüman yaşayan bir varlıktır. Allah’a teslim olmamış ve beşer olarak yaratılmış olan tüm varlıklar sağır dilsiz ve kördürler. Onların mezarlarda olanlardan farkı yoktur. Dünyalık imkanları ele geçirmek için hareket etmeleri, buradaki yaşamlarını kolaylaştırmak için imkanlar üretmeleri, onların yaşıyor oldukları anlamına gelmez. Beşer olarak vardırlar ancak İnsan olarak var olabilmenin en önemli koşulu, Allah’ın boyası ile boyanmak ve onun bize gönderdiği isimle isimlenerek, ona uygun yaşamaktan geçer. Bu isme sahip çıkanların yaşamı kabirdekilerden farksız olduğu halde, nasıl olurda bu değere sahip çıkmaktan utanç duymazlar.

Yaratanın vermiş olduğu bir isme layık olmak için, önce yaşamak sonra yaşatmak gerek. Yaşatmayı becerebiliyor uğurda gerekli tüm çabayı harcayabiliyorsak ancak o zaman bu isme layık olabiliriz. Ne yazık ki, İslam coğrafyası diye tabir edilen coğrafya hem yaşamayı bilmiyor hem de yaşatmak istemeyen bir yaşama bürünmüşken, nasıl olur da bu ismin arkasına sığınabiliyorlar. Bu ismin arkasına sığınmak ve o isme sahip çıkarak her türlü olumsuzluğun zirvesinde tepinen toplumlar bu ismi ancak ve ancak lekelerler kendi basitlikleriyle bu ismin anılmasına neden olarak, diğer beşer için bir fitne kaynağı oluştururlar. İslam seçilmiş bir isimdir. Ama kim için diye baktığımızda, İslam toplumu diye isimlendirilenler için seçilmemiştir. Yeryüzünde Allah’ın kainattaki yasasına uygun yaşayan ve o yasaları, tüm mahlukatın yaşamını kolaylaştırmak için mücadele edenler için seçilmiştir. Yaratıcının kâinattaki bu yasalarını idrak ederek yaşayan ve kâinatın sahibine yolculuk yapan her insan iman üzeredir. Kitap bu yasaları pekiştirmek için gelmiş ve bu yasalardan uzaklaşanların yaşamlarına bir ışık olması için gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın yarattığı kâinat yasaları ile Kitabi buyruklarının birbiriyle çatışma halinde olması düşünülemez. Allah her türlü eksikliklerden ve hatalardan münezzehtir. Dolayısıyla iki ayetinin birbiriyle uyum içinde olmaması düşünülemez. İşte, İslam alemi kâinat kitabını hayatın dışına attıklarından, kitabi ayetleri anlamak ve algılamaktan da uzaklaştıkları için her ne kadar bu isimle kendilerini ifade ediyor olsalar da, bu isme layık bir yaşamları olmadığı için, nasıl bir tanımlamayla adlandırılacağı da zorlaşmaktadır.

Allah katında sadece İslam dini vardır derken, biz öyle bir şekle bürünüyoruz ki, sanki bizim sahip olduğumuz bu isimmiş gibi kendimizi erişilmezler arasında görüp, bizim dışımızda kalanları hüsranda olanlar biliyoruz. Bu anlayışın kendisi hastalıklı olduğu için, kendi hastalığımızın da farkına varmıyoruz. Allah katından size teslim olmanız gereken dışında bir din, inanç göndermedi, Onun için sizler, Ben Müslümanım dedikten sonra bu kimliğe uygun yaşayarak o kimliğin herkesin kimliği olması için çaba harcadığınızda, sizden daha güzel kim iş yapmış olabilir. Bu kimlik, asaletin onurun vakarın insan olmanın merhametin hakkaniyetin edebin dürüstlüğün, adaletin şefkatin, ehliyetin, saygının sevginin barışın huzurun mutluluğun vs. içine sığdırıldığı ve yeryüzünde kimsenin bunu dağıtmaya gücünün yetmediği bir kimliktir. Bu kimliğin vasıflarına göre yaşayanlar Müslümandır. Bu vasıfları hayatlarında barındırmayanlar ben buyum diyerek, o kimliğe hakaret etme ve onu deforme etme hakkına sahip değildir. Şayet sizler bu kimliğe sahip çıkmaz onun ihyası ve inşası için dünyalıklarınızı öncelik olmaktan çıkarmazsanız, Allah sizi yok eder yerinize başkalarını getirir onlar o kimliğe hakkıyla sahip çıkarlar, mütevazidirler gerektiği yerde de İzzetlidirler. Mücadele ederler ve mücadelelerinden de asla taviz vermezler, onlar kınayanlara aldırış etmezler, çünkü bu özgürlüktür, bu özgürlük herkese verilmez bu ancak Allah’ın bir lütfudur. O isme layık olanların elde edeceği bir ödüldür.

Bu ödüle hakkıyla layık olanlar yaşatırlar ki, kendileri de yaşadıklarını bilsin…Başkalarını yaşatmak için zaman ve efor harcamayanlar yaşayıp yaşamadıklarını da anlayamazlar. Biyolojik olarak robotlaşmış ve hareket halinde olmak yaşıyor olmanın göstergesi değildir. Yaşamak, var olmak ve taktim edilmiş kimliği, vakarlı olarak korumak ve o kimlikle mücadele edebilmektir. Bugün İslam dünyası denilen coğrafya kan revan içinde iken, onları yönetenlerin her türlü imkanlara sahip olduğu, güç ve kuralları da kendi sahip olduklarını korumak ve kendi menfaatlerini daim kılmak adına bir paravan olarak kullandığı yerde, bu kimliğe sahip olmanın alameti ve göstergesi nedir, böyle bir gösterge olabilir mi? İslam varsa hayat var, canlılık var, farklılık var, farklılıkların bir araya gelerek tevhidin oluşumu var. Ancak bunlar yoksa orada İslam da yok demektir. Bu uyarılarım bazı kafalarda karşılık bulmayabilir. Zaten böylesi keşmekeşliğin ve Dinsel şovenizm olarak varlık sahnesinde bir yer işgal eden bu kavram gerçek kodlarından uzaklaştıktan sonra böylesi yıkımlar kaçınılmaz oldu. Bu yıkım ortamlarında tanımlanmış olan kimlikle benim söylemlerime olumlu bakan insanların ortaya çıkması büyük bir adım olur. Çünkü İslam, insana bir duhul ederse bir daha gitmez, ne yaparsan yap yeter ki sözlü olarak Tevhidi söyle cennete gidersin diye oluşturulan bir anlayış, Allah’ın katında ancak din, inanış olarak İslam vardır, ayetinin içindeki İslam değildir. Allah’ın katında din olarak bulunan İslam, teslimiyetin barışın felahın olduğu dindir. Bu felah ortamını yaşamayan, cinayetlerin kol gezdiği insanların açlıktan öldüğü, kâinatın dengesinin bozulduğu, insanların umutsuzluğa yolculuk yaptığı, yarınları düşünemeyen ve gelecek endişesi taşıyan toplumlarda İslam olamaz. İslam huzur getirir. Huzurun her geçen gün duman olduğu, ölümlerin, fuhşun, ahlaksızlığın, tefeciliğin, karaborsacılığın, dolandırıcılığın sahtekarlığın, liyakatsizliğin, emin olmayışın, güvenin kayboluşunun arttığı yer İslam olamaz. Çünkü İslam’ın olduğu yerde bunlar olmaz, bunlar yaygınlık kazanıyorsa İslam oraları terk etmiş demektir. “Hak geldi Batıl zail oldu” ayeti de tam bu dramatik sahneyi anlatmaktadır. Şayet hak geldi diyorsak, batıl hayatımıza egemen oluyorsa, orası İslam diyarı ve alemi olarak adlandırılamaz.

Müslümanım diyen öyle yöneticilere şahit oluyoruz ki, insanların umutlarını hayallerini yok etmişler, insanların açlık ve sefalet içinde yaşamalarına neden olmuşlar, kendi saraylarını ve şürekâsını korumak ve kollamak dışında bir yaşamları olmamasına rağmen bunlar hala Müslüman olduklarını söylüyorlarsa, böylesi bir anlayışın ne kadar İslam olduğunu sorgulamamak, İslam’dan bir şey anlamamaktır. İslam’ın olduğu yerde hayat var, İslam’ın olmadığı yerde karanlık ve zulmet vardır. “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir. Diyen bir elçinin sözüne uyduğunu söyleyenler bu yaşamlarıyla çok büyük yalancıdırlar. Yalanın olduğu bir yer, toplum ve birey, İslam kimliğiyle anlatılamaz.” Allah çokça taşkınlık yapanları ve yalan söyleyenleri hidayete erdirmez. “Mümin suresindeki bu ayetin muhatabı olmuyor muyuz yoksa…Yalan söylemeyi belli gerekçelere sıkıştırarak kendince meşruiyet oluşturmaya çalışanların tamamı, hakkı batılla karıştırmaya çalışanlardır. Hak hiç batıl gibi olur mu,” Hakkı batılın üzerine salarız da o, onun beynini parçalar…” O günlerin çok yakın olduğuna şahit olunacaktır. Bizler kendimizi düzelterek o kimliğin bir yaşayanı olmazsak, o kimlik bizden alınır ve ona sahip çıkacak başka toplumlara verilir.

Ey Müslümanım diyen ve mütekebbirlikte sınır tanımayan, müstağnilikte çağ atlayan bir damla su olduğunu unutup rızkın sahibiymiş gibi davrananlar, şunu biliniz ki, Allah yok etme gücüne sahiptir. Çıkarlarını kutsallaştırarak, zavallı biçarelere onu bir ilahi buyrukmuş gibi sunan ve cinliklerini de gizleyerek kendilerini erişilmez varlıklar gören, Karun’un CEO’ları, hesapların görüleceği günler çok yakındır. Ya iddia ettiğimiz kimliğe uygun yaşayalım, ya da insanların bu kimlikten uzaklaşmaları için bir fitne olmaktan çıkıp köşemize çekilelim…Allah hesap görenlerin en hayırlısı ve hesabında çok seri olandır.

Rabbimin bir uyarısıyla makalemi sonlandırmak istiyorum inşallah teslim olmayı gerektiren bir inancın tercümanları oluruz…”Ey nefislerine karşı günah işlemekte aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin, muhakkak ki Allah günahların hepsini bağışlar, ölüm size gelip çatmadan önce rabbinize dönün…”Önceden kazanıp gönderdiklerimizden başkası bizi huzuru mahşerde karşılamayacak, ne şeyhler ne dervişler ne pirler, ne gavslar,ne papazlar ne hahamlar, ne pastörler bizim adımıza bir söz söyleme hakkına sahip olmayacaktır. “Her nefis kendi yaptıklarına karşı rehin alınacaktır…”

Ey rabbimiz biz seni hakkı ile taktir edemedik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, daldık dünyanın çamuruna kana kana içmekten kendimizi alamadık…Rabbimiz bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla ve sarp yokuşu çıkan kullarından eyle…”Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misiniz bir garibe destek olmak, bir acı yoksulu yolda kalmışı doyurmak ya da bir insanı özgürlüğüne kavuşturmaktır…”Allah’ım, Müslümanız diye kimlik taşıyan senin gönderdiğin kimlikten haberi olmayan bizler, insanları biyolojik yaşama mahkum ederek onların düşünme melekelerini ellerinden aldık, onları köleleştirdik ki bizim yaptığımız yanlışları görebilecek kadar zamanları olmasın ama her şeyi onlar için yaptık…(!)

Derinlerimizde neler gizli, Allah’ım bizleri affet bizleri bağışla bir daha gerisin geriye topukları üzerinde dönmeyecek dirayet ve erdemi bizlere bağışla ve bizi katındaki değerlerinle meşgul et, isteklerimizi onlarla mutmain kıl ki, dünya ve içindekilerin bizi zulme meyil ettirmesine fırsat verme…Sen her şeyi evirip çevirensin Allah’ım bizlerin kalbini beynini ve tüm uzuvlarımızı sana yönelt…Kalplere dokunması umuduyla her canlıya selam ve esenlik diliyorum kainatın sahibine hamd ederek satırlarımı noktalıyorum kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/19.01.2023/15.03/Namazgah-Çamlıca/İST



18 Ocak 2023 Çarşamba

ÇARESİZLİK KADERE DÖNERSE SÖMÜRÜ KAÇINILMAZDIR

Efendisiz kalmaktan korkan toplumların sömürülmesi o kadar kolay ki, efendilerinin ağzından çıkacak her söz onların kurtuluşuymuş gibi algılanır ve o sözler kölelerin yaşam umudu haline gelir. Bu toplumlarda efendilerin en çok kullandığı kavramlar, toplumun inanç değerlerine dayanır. İnançlardan bağımsız verilen mesajlar toplumda karşılık bulmakta zorlanır ve insanların bir anda farklı hareketlenmeler gerçekleştirdiği görülür.

Onuru ile oynanan toplumların kölelik kimliğini benimsemesi o kadar zor olmuyor. Ancak hala onurlarından bir kırıntı barındıranların kolay kolay bir efendinin egemenliği altına girmesi kolay olmaz. Kişiliksiz ve kimliksiz toplumlar her ortam ve zamanda sömürülmeyi tescillerler. Onlar, yaşam alanlarında bir haklarının olduğuna kendileri inanmadıkları için, efendilerinin onlara bağışlayacağı bir menfaat, onlara yaşamı veriyormuş gibi algılandığı için, yaşamın neresinde neden olduklarını idrakten yoksun yaşarlar. Bu ortamlarda hep kurtarıcılara sarılır insanlar. Kurtarıcı olmadan yaşamlarının zor olduğuna inandıkları için, kurtarıcısız kalmamak adına her türlü yenilik ve farklılıklarla savaşmayı ibadi ve inanca dayanan bir eylem olarak görürler. Bu tarz anlayışların tarihte çok örneklerine rastlarız. Bunların en açık örneği Firavun döneminde Mısır da yaşayan İsrailoğullarıdır.İsrailoğulları dönemin Firavun ’unun zulmünden inim inim inlemesine rağmen, onsuz olmanın da mümkün olmadığını kabullenmesi, Firavunun onların inançlarına dayanan mesajlar aktarmasından sonra tescillenmiştir.

Firavunun zulmü tavan yaptığı zaman, halk, ne olur Tanrımız bizi bu firavunun zulmünden, acısından kurtar ve bize katından bir yardımcı gönder diye yalvarırlar. Ne zaman ki bu dualarının karşılığı olarak Allah onlara Musa (as)’ı bir kurtarıcı olarak gönderir. Firavun bu halk uyanır ve Musa’nın mesajını idrak ederse, o zaman Firavunsuz yaşanacağını anlayan halk, firavunu terk eder ve Firavunun zulmü son bulur. Bu ayrıntıyı gören Firavun, çok uyanık bir mesajla halkın karşısına yeniden çıkar. Musa ve Harun’un yeryüzünde bozgunculuk fitne çıkarmasından ve sizin dininizi değiştirmesinden endişe ediyorum bu fırsatı ona vermemelisiniz. Firavun ’un bu çağrısı o halkta hiç karşılık bulmaz mı hurra firavuna koşarlar ve onun efendiliğini onaylayarak onsuz yaşanılmayacağını yaşamlarıyla kanıtlarlar.

İnsanların inançları onların en fazla korktukları hassas noktaları olduğu için zulüm mekanizmaları hep buradan başlar ilk kalkışa…Bu hareket kitlelerde çabuk karşılık bulur ve kısa sürede kök salar. Alışılmış çaresizlik kadar kötü bir hastalık yoktur Kitleleri imha etmek açısından. Alışılmış çaresizliğin, kader inancının anlamsız tanımlanmasıyla kafalarda karşılık bulduğuna şahit oluruz. Çaresizliklerini alışkanlık olarak devam ettiren toplumlar, bu yaşamlarına bir kader anlayışı olarak baktıkları andan sonra kendi köleliklerini tescillemiş olurlar. Çaresizliklerinin adına kader diyen toplumlar, efendi aramaktan çıkıp efendisiz olunamayacağına ikna olarak yaşarlar. Dolayısıyla başlarında olanın zulmüne, verdiği acıya bakmaksızın var olan efendilerini kaybettiklerinde yaşama imkanlarının da kalmayacağını düşünürler. Böylesi toplumlarda uyarıcı kıvılcımlar her zaman imha edilmek istenir. Çünkü bu kıvılcımlara şeytanın yaratıldığı ateş gibi bakılır ve tüm inanç değerlerini yok edeceği endişesiyle, saldırı oklarını onlara yöneltirler.

Yaratıcının özgür olarak yarattığı kullar ne zamandan beri özgürlüklerini imha edenleri kurtarıcı olarak görmeye başladılar.J. J Rousseau’nun dediği gibi, insanlar analarından özgür olarak doğarlar ancak yaşam alanı içinde sonradan zincire vurulur ve özgürlüklerini kaybederler. İnsanın özgürlüğünü imha edenlerin başında da kurumsal otoriteler gelir. Bu otoriteler devlet ve Hükümet gibi oluşumlardır. Devlet, ben devletim der ve gözünü kırpmadan insanları katleder ve bu öldürmesini de meşru kılmak için kanunlar yapar o kanunlara uyulmadığı için onların ölümünün doğal olduğunu savunarak, kendisini efendi bilen kitleler oluşturur. O kitlelerin devlete bağlılığı, devletsiz olunamayacağı anlayışını beraberinde getirir. Devlet benim adıma her işi yapıyor, devlet başımızdan eksik olmasın algısı, aslında efendisine zeval gelmesini istemeyen çaresiz halkların doğumunu sağlar.

İlkel topluluklardan, kırsal yaşamlara, oradan şehir devletlerine, ulus devletlere hatta modern laik ve liberal oluşumlara kadar her toplumda böylesi bir köleleştirme taktiklerinin uygulandığını görmek mümkündür. Bir toplum, kendisini yönetmesini istediği kanunların çıkarılmasında,yönetim biçiminin kritiğinde ve oluşumunda yer almadığı halde, onlara ait olduğunu ve onlar olmadan yaşamanın imkansızlığını anlatıyorsa, orada kabullenilmiş bir çaresizliğin dayattığı kaderin kurbanı olmuş, efendisiz kalmaktan korkan köle toplumlar oluşmuş demektir. Köle toplumlar günümüzde hep bu yönüyle ortaya çıkmaktadır. Köle arayan efendilere hizmette kusur etmeyen kölelerden oluşmuyorlar. Her türlü acıyı yaşatan efendiler kaybolduğu zaman onlarsız nasıl yaşanılacağını bilmeyen beceriksiz kölelerden oluşan toplumlarda yaşar olduk. Günümüzün köleliği daha çok bu boyutta tezahür etmektedir.

Ferdi özgürlüklerini imha etmiş, efendilerinin bevlini şifa niyetiyle içip, o şifa kaynağı kaybolduğu zaman her türlü hastalığın etkili olacağı ve kendilerini ölümcül hastalıkların yakalayacağına inananlar, asla şifaya kavuşamayacaklardır. Çünkü bu toplumlar kendi zehirlerini şifa niyetiyle içmeye devam ettikleri sürece şifanın kaynağına sırt dönmeye devam ederler. Efendisiz olunmayacağına inananlar La ilaha İllallah öncesindeki, La ilaha demeyi beceremedikleri için yaşam boyu köle olarak yaşadıkları halde, kendilerini özgür sanan köleler olarak yaşarlar. Köle olarak yaşamayı tanrının yarattığı kader olarak gören ortamlara özgür olmayı nasıl anlatabilirsiniz ki, çünkü bu ortamlar bağımlı olmayı bağlılık sanırlar. Efendilerinin bağımlılığından kurtulamayan köleler, yaratıcıya nasıl bağlanır ki, yaratıcıya bağlanamayan köleler, dünya gözüyle efendisiz yaşamanın imkânsız olduğunu sandıklarından, tüm gaybın ve zahirin Rabbinin bahşettiği özgürlüğün tadından ne anlarlar ki!

Göklerin ve Yerin Rabbi ve yaratanı Allah’tır…O hal de Allah’tan başka efendiler olmadan yaşanılmaz ha nasıl da çevrilip döndürülüyorsunuz yazıklar olsun…Sizin de Çocuklarınızın da rızkını Allah veriyor, o halde ona hiçbir şeyi şirk koşmadan sadece ona kulluk edin ve yeryüzünde özgür bir kul olun…Dünya yaşamının anlamı, ancak Kâinatın sahibinin yarattıklarını gözeterek yaşanılıyorsa vardır. Onun dışında sadece kölelerin efendisiz olmayacağını sandığı Tağutlara kulluk ettiği, efendilerin kendisini alkışlayan kölelerden oluşan kitleler karşısında dört köşe olduğu kabullenilmiş çaresizliğin oluşturduğu kadere boyun eğilen karanlıklar hayat diye yaşanır.

“Ben ve bana uyanlar biz bilerek ve basiretle Allah’ın yoluna çağırırız…” Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelen kulları müjdele, ki onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar…” Size söylediğimi bir gün anlayacaksınız…” Yaratıcının, elçilerin diliyle verdiği bu mesajlara kulak ve yürek veren kullardan olmak dileğiyle…Rabbim bizleri, sadece kendisine kul eylediği, kendisinden başka efendilerin hepsinin yok olacağına inanan halis kullarından eylesin…

“Allah tek ilah olarak anıldığı zaman Allah’a ve ahiret gününe inanmayanların korktuklarını görürsün, ancak Allah’ın adı yöneldikleri taptıkları ilahlarının adı efendileri ile anıldığı ve zikredildiği zaman, güldüklerini eğlendiklerini neşelendiklerini görürsün…” Rabbim bizlere, Tek ilah olarak sadece kendisine yönelttiği kulları arasında bir yer versin ki, yeryüzü efendileri olmadan nasıl yaşanılacağını örnek yaşamlarımızla ortaya koyalım…

“İnsanlardan değil ancak benden korkup ittika edin ve benim ayetlerimi buyruğumu küçük menfaatleriniz için satmayın, kim böyle yapar benim hükmüme göre hareket etmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir…”

Rabbim bizi, yeryüzünde köle olarak yaşamanın bir değer olarak algılanıp kaderimiz buymuş diyerek yaratıcıya iftira atanlardan, uzak eylesin ve istikamet üzere dosdoğru kılsın ki, yarın Rabbimize karşı mahcup olmayalım…

“Ey İnsan Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?”

Selam muhabbet ve iyilik dileklerimle; Rabbim bizi, müstağnileşen kendimizi kendimize yeter görerek sapanlardan eyleme, biz bir damla suyuz sen Merhametlilerin en merhametlisisin, bizlere rahmet kanatların altında bir yer bağışla, biz kendi nefsimize zulmettik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, bize acı bizi bağışla, bizi zalimlere meyil ettirme Allah’ım yoksa bize ateş dokunur…

Gecenin muhabbetinden kendime haykırışlarım, içime sığmayıp dışarıya fırladı ve bu satırlar ortaya çıkınca dostlarla paylaşmak istedim selamlarımla…

Erol KEKEÇ/18.01.2023/00.08 Sancaktepe/İST



16 Ocak 2023 Pazartesi

KARANLIKLAR YOK OLUŞA GEBE

Yeni Dünyanın oluşum dinamikleri, biyolojik hazlar üzerine oturmaktadır. Biyolojik hazları duygusal canlılar boyutunda alan ve aklın duyguların gerisinde kaldığı, hatta aklın yaşam üzerinde karar vermede hayatın dışına çıkarılacağı, günlerin arifesinde yaşar oldu insanlık. Bu sürecin başlaması için belli bir zaman dilimine ihtiyaç olmayabilir. Çünkü yaşamda zamanın karşılığının olmadığı günlerin kâbusu çöktü insanlık üzerine…

 Bütün bir insanlık, üç buçuk soysuz küresel cinayet şebekesinin ellerinde kıyma makinesinde kıyılırken, insan kendi yaşamı üzerinde oynanan bu oyunları ve gelecek yaşamı planlayanların amaçlarının, hala insanlık için faydalı üretim yapacağını ve gelecek daha güzel olacak diyerek, görmeyen gözlerinin karanlık gölgesinde anlamsız bir varlığa dönüşürken, bu rahatlığını anlamakta zorlanıyorum…

Felaket tellallığını ve komplo teorilerini oldum olası hiç sevmem, ancak yaşamın içinden elde ettiğim verilerle yaşamın karanlık yüzünü görme cesaretini görmek istemeyenleri de gerçek mermilerle nasıl imha ettiklerini göstermekten ve söylemekten de hep haz almışımdır. Ondan dolayıdır ki, insanlık üzerinde tasarlanmış ve pratize edilmeye başlanan bu yeni dünya cehenneminin koordinatlarının nerede başlayıp nerede bitmeyeceğini ortaya koymak bir insanlık görevi ve onuru olduğuna inanıyorum. O onurumu korumak için bunları açıkça deklare etmekten asla çekinmiyorum ve sakınmıyorum.

Küresel kriz dalgaları diye bütün bir evrenimizi karatmaya çalışanların amacı, doğal atmosferin yaşamı karşılamada yetersiz kaldığını anlatarak, kendilerinin bir kurtarıcı olduğunu söyleyerek, insanlığı yok oluşa götüren bir Tağut zümresi dünyayı kuşatmaya gitmektir. Bunda başarılı olabilirler mi bilmiyorum ama insanlığın bu hale inanmalarını sağladıkları muhakkak. Bir planı uygulamak için öncelikle, planı uygulayacağınız evrende o planın gerçek bir oluşum olduğuna insanları ikna etmeniz gerekir. Bu da fazlasıyla gerçekleşti. Tek kurtuluşun batı dünyasında devam eden bir yaşamın parçası olmak gerektiği tüm beyinlere kazıldı. Üçüncü dünya ve Ortadoğu toplumlarına bir göz attığımızda, neredeyse gençlikten olgunluğa kadar herkes kurtuluşu batıya bir adım atmakta görüyor. Kendi topraklarında ölüm kan göz yaşı ve bu kaderin değişmesinin imkansızlığına ikna olup, mücadeleden el etek çekerek, rahat bir ortamı bulmak için, deniz aşırı çıktıkları göçmen yolculuğunda can veriyorlar. Bu kabullenilmiş çaresizliğin insanlığı imha etme sürecindeki rollerini herkes rahatlıkla görebiliyor. Acaba neden genellikle doğu ve Afrika toplumları böyle bir cehennemin yanan odunları olarak kullanılıyor. Bunu kimse sorgulamayacak mı? İnsan, insan olarak varlığını sürdürebilmek için, hazlardan kurulmuş yeni dünyanın kendileri için bir kurtuluş olduğuna nasıl inanır.

Birkaç yıl önce gerçekleştirilen Dünya ekonomi zirvesinde dünyanın nasıl dizayn edileceği açıkça o toplantıya katılan yöneticilere deklare edildiğini biliyoruz. Dünyayı ciddi bir kıtlığın beklediği ve dünya nüfusunun giderek çok arttığı ve eldeki imkanlarla dünyanın bu kadar nüfusu kaldıramayacağı, onun içinde bu nüfusu çeşitli yollarla meşru zeminler oluşturarak yok etmenin planları açıklanmıştı. Bu zirveye katılan tüm yöneticiler, dünyanın yeni oluşumunu bilmelerine rağmen, kendi halklarına bu planı anlatmadılar ve sürekli toplumlarını korkutarak onları yönetme yoluna gittiler. Dünyadaki tüm yöneticileri göz önüne aldığımız zaman, bizim ülkemiz yine diğerlerine göre çok şanslıydı. Çünkü yeni oluşumla doku uyuşmazlığı yaşayan bir yöneticimiz vardı. Dünya beşten büyüktür vurgusu her ne kadar pratikte çok anlam ifade etmese de bir algı açısından kendi toplumumuzda ve bize bakarak etkilenen toplumlarda çok ciddi etkiler bıraktığı bilinmektedir. Buna rağmen toplum olarak bu korku senaryosu içinde yerimizi alabiliyorsak, dünya insanlığının ne hale geldiğini düşünmek bile istemiyorum. Bugün gençlik ciddi bir beyin travması ve akıl tutulmasının karanlık dehlizlerinde çırpınırken, hala kurtuluşa çıkacağını sanır duruma geldi. Gençlik üzerinde ciddi bir araştırma yapılsa bu söylediklerimi herkes yakından görecektir. Gençlik kendi bulundukları ülke yönetimlerinin kritiğini yaparken, temellendirilmiş bilgilerle bilinçli ve aydınlatıcı kritikler yapmadığını görmekteyiz. Çünkü Gençlik yeni dünya içinde bir yer alırken beynini ve aklını ipotek vererek, duyguların yönlendirmesiyle uyaranlara tepki gösterir duruma geldi. Belki ülke gerçekliğini ele alırken kendi yerel dinamikleri ve dünyada var olmanın temel koşullarını dikkate alarak ciddi bir entelektüel donanımdan sonra kritize etseler hem ülkemize hem de önceki kuşaklara bir kıvılcım olabilirler. Ancak durum çok farklı kulvarlara kaydı. Küresel uyaranlar sosyal paylaşım ağları ile tek tip insanlık oluşturmayı başardığı için, ülkemiz gençliği de tepkilerini tamamıyla bu uyaranlara göre oluşturmaktadır. Bu uyaranların temel özelliği ise haz ve duyguların yaşama egemen olmasını isteyen uyaranlar olmasıdır. Batı zaten bu anlamda yaşamı haz hız ve tüketim denklemine göre oluşturduğu için, evrensel insani değerlerin imha edilmesinde büyük çaba harcamaktadır. Yeryüzüne egemen olmaya çalışan Dünya Küresel Tağutları,” Yaratıcıya rağmen Yaratıcıdan bağımsız bir yaşamı ihya etme derdindeler.” Böylesi bir yaşamın kodları da düşünebilme melekelerini yaşamın dışına bırakarak, tamamıyla duygularıyla yaşayan akla ihtiyacı olmayan, kendini yönlendiren uyaranlara göre yaşamayı en mutlu yaşam olarak gören bir sürü oluşturmaktır. Bu vurgularımın doruluğunu anlamak için net üzerinden sosyal paylaşım ağlarında insanların ne tür paylaşımlarla görülmek ve kendini kanıtlamak istediği paylaşımlarına bakmanız sanıyorum yeterli olur. İnsanlık faydasına olabilecek paylaşımlar birkaç tane olurken, haz ve duygulara dayanan paylaşımlar neredeyse insanlığın genel bir yaşam tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kâinattaki doğal kaynaklara, var olanlar ve henüz kullanılmayanlar olarak baktığımız zaman yaşayan tüm canlıların yaşamını devam ettirecek kadar bol olmasına rağmen, bu kaynakların tükendiğini ve yok olmayla yüz yüze olduğu anlatılarak insanlık endişe ve kaygı tedirginliğine hızla taşınıyor. Amaç ise yönetimi kolay, ne verilirse onu tüketecek, geviş getirme dışında başka bir şey düşünmeyen ve kendi melekelerini yok etmiş bir nesneye dönüşmüş yeni bir canlı inşa etmektir. Bakar mısınız şurada yaşam daha güzel ben oraya gidersem daha mutlu ve rahat yaşayacağım demek, başkalarının senin yaşamına mutluluk getireceğini söylemekten başka nedir ki! Oysa düşünen varlık insan, bulunduğu ortamı kendi aklı ve yaratılış gayesine uygun bir hale getirmesi gerekmez mi? İnsanın bu özelliği insandan alınarak, bir iskelet haline gelmiş canlı, kendisindeki kaportayla insana benziyor gibi görülse de insani donanımları imha olunca farklı bir yaratığa dönüyor. Bu yeni yaşam, hayvani bir yaşam olarak ta adlandırılamaz, çünkü hayvani yaşamda hayvanlar yaratılış kodlarına ve hedefine uygun yaşamaktadır. İnsanın, insani hedefi yok edilerek hayvansal bir yaşamın içine taşınması onun hayvanlaşması değil, işe yaramayan yeni bir varlık oluşturulma çabasıdır. İnsanı böyle bir karanlığa taşıyarak ona nasıl bir mutluluk ve huzur getirebilirsiniz, bunu kimse anlamak istemiyor.İnsanın,dünyanın yeni düzeni içinde anlamsız bir varlık oluşturulmaya doğru hızla yol aldığı dönemde, eski dünyanın insanları olarak, insan olarak yaşamımızı devam ettirmemiz, yeni dünyanın oluşturacağı ortamdan çok üstün ve değerli olduğunu anlamak zorundayız. Tüm çırpınışlarımız ne olduğunu bilmediğimiz bir karanlığa, aydınlığa koşar gibi koşarak gitmemizin bizi tüketen bir süreç olduğunu gösterebilmektir.

Şunu açık yüreklilikle söylemek gerekiyor. Dünyanın bu gidişatı içinde bizim yaptığımız yanlış, bu güçler arasında bulunarak, dünyanın gidişatına çomak sokmak. Oysa bu gidişatın içinden ona çomak sokmak onun gidişatını pek etkilemeyecektir. RTE, çeşitli ortamlarda dünyanın emperyalist güçlerine karşı tepkilerini açıkça ortaya koymasına rağmen, sistemin işleyişini çok etkilediği söylenemez. Bunun en önemli sebepleri arasında da ülkemiz sivil toplum kuruluşlarının olduğu muhakkak. Biz maddi göstergeler açısından ülke olarak çok ileri gitmiş olmamıza rağmen manevi değerler, ahlak ve eğitim yönünle aynı başarıyı elde edemedik diyordu RTE. Bu sözler iç hesaplaşma açısından bakıldığında doğru ifadeler, ancak bu değişimin doğru yapılabilmesi için imkanların sunulduğu ve her türlü koşullarının karşılandığı sivil toplum kuruluşları açısından baktığımızda koca bir fiyasko olduğunu görmekteyiz. Özellikle muhafazakâr dindar olduğu söylenen sivil toplum kuruluşları, genç nesillerin küresel şebekelerin ağlarında basit sıradan yeni bir varlık olarak anılacak nesneye dönüştürülmesinde çok büyük katkı ve çabaları olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü STK’lar sadece kendileri zenginleşti maddi kazanımlarıyla anılır oldu, bunların bu hastalıklı yapılarını gören gençler mutluluğu başka alanlarda arayarak bu kurumların söylemlerine itibar etmez oldular. Ey sorumluluk sahibi insan olduğunu dillendiren varlıklar, bu hal bizi tükenişin içine taşıdı. Bu yoldan dönülmeden, bu akıntının içinde yeni dünyanın kuşatmasıyla başa çıkamayız. Akıntının aktığı yöne doğru akmak ve o yönde bir kayıkta yolculuk yaptığımızı sanmak bizi kurtarmayacaktır. Ayakta kalmanın tek şartı akıntının tersi yönde kürek çekmektir.

Biz toplum olarak, dünyanın bulunduğu yerden dönmesine katkı sunacak potansiyele sahip bir toplumuz. Bu donanımlar bilgi bilinç ve sorumluluk olarak bizlerde fazlasıyla var. Ancak dünyalık haz duygularımız bize bu sorumlulukları unutturmuş olabilir.600 yıl dünyaya hükmeden bir ecdadın torunlarıyız övünmeleriyle kendimizi bu akıntıdan dışarı çıkaramayız. Ancak bu kadar zaman dünyaya hükmeden bir ecdadın bilinçli duyarlı ve sorumlu torunları olarak hareket edersek, ülkemizden başlayarak dünyanın götürülmek istenen yönüne fren olabiliriz. Yönetimin başında olan kişi sorumluluğun kendisinde olmasından dolayı bizim eleştiri evrenimizde fazlasıyla yer alıyor. Ancak RTE’nin dünyanın en ücra köşelerine kadar destek ve ikmal çalışmalarını gördüğümüzde bir kişinin bizi kurtaracağını sanarak, tüm günahlarımızı o insanın sırtına vurarak cennet hayali kurarsak, cehennem kapılarını bize açmış bekliyor olacak. Toplumsal uyaran ve kıvılcımları oluşturmak liderin işi, ama bu kıvılcımları geniş kitlelere taşıyarak yaşanılır bir gelenek oluşturmak sivil kuruluşların ve bu işe gönül koymuş olanların işidir. Ey destekçiler, köstek olmaktan çıkıp hakikaten, hakikate şahitlik ettiğimiz gün, dünyanın üzerindeki bu kâbusun dağılmasında bir kıvılcım olacağız. Ben ülkemizin tüm insanlarını bu sürecin içinde yer almaya çağırıyorum…

Dünya Tağutlarını telin edip onları imha etmenin karargâhı olmak için, her bireyimizi hazın pençesinden kurtulup sorumluluğun zirvesinde olması için, aklın dümenine ve kalbin hissettiği bir yaşama çağırıyorum…İşte o gün bizim diriliş günümüz ve dünyanın karanlıklarına çomak sokacağımız gün olacaktır. O gün omuz omza yürüyen cefakâr yiğitler ile birlikte buluşmak ümidiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/14.01.2023/15.27/Namazgah -Üsküdar/İST




10 Ocak 2023 Salı

“ALLAH’IN YASASINDA BİR DEĞİŞİKLİK BULAMAZSINIZ”

“Yemin olsun, daha önce Yusuf da size açık seçik mesajlar getirmişti de onun size getirdikleri hakkında hep kuşku duymuştunuz. Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.” Mü’min:34

Rabbimiz insan psikolojisini o kadar net açıklıyor ki, bunun dışında bu kadar net açıklayıcı bir bilgiye ulaşamazsınız. İnsan öyle bir varlıktır ki, kendisi ve yaşamıyla uyumlu hale getirmediği bir doğruyu, doğru olarak asla görmek istemiyor. Apaçık mesajlarla gelen Yusuf (as) için hep kuşku içinde olanlar, bu aşırılıklarını Yusuf(as) öldükten sonra da devam ettirmişlerdir. Ancak bu aşırılıklarını da Yusuf’u çok seviyormuş ve ona bağlılarmış gibi yapmaları da ayrı bir konu…

İnsan tartışmaya ve azgınlaşmaya meyilli bir varlıktır. Bu azgınlığını azgınlık olarak ortaya koymaz, kendince akli gerekçeler ve mantıki kabul ettiği ama mantık içerisinde yer almayacak ifadelerle savunma refleksi geliştirir. Bu savunma refleksleri, kabul etmek istemediği bir düşünce ve eylemi onun doğru olup olmadığına bakmaksızın kendi çıkar ve menfaatlerine ne kadar uyumlu ona göre değerlendirip, karşısında yerini alır. İnsanın bu haddi aşan ve çıkarcı içten pazarlıkçı yapısı, onu o kadar kuşatır ki, zamanla çok horladığı ve asla onun yanında yer almayacağını söylediği kişi düşünce ve inançları savunur duruma geçerek, aşırılıklarını zirveye taşır. Ancak bu aşırılıklarının onu doğru bir rotaya götürmediğini idrak edemez ya da etmek istemez.

Yusuf (as) dönemindeki bu aşırılığın aynısı, Allah’ın Resulü Muhammed(as) yaşarken de olmuş ve ebedi hayata gittikten sonrada aşırı düzeyde zirve yapmıştır. Ebu Süfyan ve ailesini herkes çok iyi tanır. Ebu Süfyan, Mekke’nin Fethine kadar Allah’ın elçisi ile savaş halinde, ancak Mekke’nin fethinden sonra kaçacak delik kalmayınca, ben de Müslüman oldum diyerek kendisini ölümden kurtarmak için yaptığı bu oyun, Allah’ın elçisinin vefatından sonra da devam etmiş, hatta oğlu Muaviye ile taşlar yerine tam oturmuş; Yezit döneminde zirve yapmıştır. Ebu Bekir’in (ra) halife olmasıyla ortalığı karıştırmak için gecenin bir yarısında Ali (ra)nin kapısını çalarak, Ey Ali halifelik senin hakkın, bu senden gasp edildi, eğer istersen bu görevi geri almak için, yüzlerce atlı ve yaya adamlarımla senin yanında Ebubekir’e karşı savaşırız der.O güne kadar Ebubekir’e biat etmeyen Ali, ey müşrik sen Allah Resulü döneminde savaşarak baş edemediğin Müslümanlar arasına, fitne sokarak bu savaşı kazanmayı mı düşünüyorsun, gidin söyleyin ben Ebubekir’e biat ettim o halifedir der. Bunu duyan Ebu Süfyan kuyruğunu kıstırarak evine döner ancak oyunların büyüğü daha sonra oğlu ve torunlarıyla başarılır.

Daha sonraki dönemlerde, Allah’ın Resulünün getirdiği dini kabul etmeyen ve içlerinde büyüyen o kini farklı boyuta taşırlar. Emeviler Allah’ın Resulünü yüceltme bahanesiyle, Kuran dinini imha etmek için, Resule ait olmayan olsa bile Kur’an ile ortak bir kaynak oluşturulmak istenen bu oyun, sonraki dönemlerde İslam’ı kabul edeceklerin beyin hücrelerini işgal ederek, Allah’ın dini karmaşıklaştırılarak, farklı yollarla dine karşı ciddi bir savaş vermişlerdir.Reslün getirdiği vahyi ortadan kaldırmak veya ona erişimi zorlaştırmak için Allah’ın elçisine iftiralar atılarak, Resule ait gibi(haşa) bir din oluşturulmuş ve adına da İslam denmiş…Emevilerin İslam için yaptığı en büyük ihanet, Allah’ın Resulü hayattayken ona inanmamış olanların, Resulden sonra ona ait olduğu iddia edilen sözler yazdırılarak onun erişilmez ve asla ona söz söylenmesi haram diyerek bir din oluşturmalarıdır. Kur’an ile alay eden bir ecdadın çocukları ve torunları, kendi makamlarını sarsmış bir dinle, ancak bu kadar uğraşabilirler. Emevilerle başlayan bu hadis yazımı Abbasiler döneminde kurumsallaşmış ve dinin vazgeçilmez kaynağı haline getirilmiştir.

Bu zihniyetlerin Hz. Yusuf için iddiada bulunan kavimden ne farkı var. Her iki kavimde hakikati bozmak için ellerinden geleni arkalarına koymamışlar. Dinin aslının, kendisine verilmiş emaneti yerine ulaştırmak ve ona ek bir ekleme yapma gücü olmadan, olduğu gibi beyan eden bir elçiye karşı yapılmış olması en büyük ihanettir. Allah’ın Resulünü gönderiliş ve seçilmiş bir kul olmanın dışında ilahi vasıflarla onu yüceltiyor sanmak aşırılığın ve sapmanın belirgin örnekleridir. Ona saygı demek Onun getirdiği dini hayatın dışına atıp, Emevilerin ve sonrasının dinden insanları koparmak için oluşturdukları sözleri, din olarak yaşamak değildir. “Resul size ne getirdi ise onu alın ve sizi neden sakındırdı ise ondan kaçının…” Resul, bize bir dönemin tarihsel kültür karmaşasını akla ve mantığa uymayan masal ve hikayelerini getirmedi. Harem kurma, ne kadar huri verileceğini, nasıl sakal bırakılacağını hangi cübbe ve takkenin giyileceğini ne kadar boncuk dizerse kaç günahının af olacağını bize getirmedi, bunu getirdi diyenler Allah’ın dini ile, oluşturdukları oyuncakları birbirine karıştırmasınlar.

“Yemin olsun, daha önce Yusuf da size açık seçik mesajlar getirmişti de onun size getirdikleri hakkında hep kuşku duymuştunuz. Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.” Mü’min:34

Apaçık mesajlarla gelen ve hakikati, hakikatin sahibinin istediği gibi arı duru ve has olarak anlatan elçiye baş kaldıracaksınız, ancak onun ölümünden sonra onun getirdiği dini değil, âmâ onun adına oluşturduğunuz yeni dini onun adını yüceltiyoruz diyerek piyasaya süreceksiniz. Böyle bir din olur mu diyenleri de dinden çıktı kafir ve peygamberi kabul etmiyor dışlıyor, peygamberi hafife alıyor gibi yaftalarla karalayıp, aforoz edeceksiniz. Hayır Allah’a yemin olsun ki, bu algı ile Yusuf (as) dönemindeki toplumun algısı aynı algı ve gelenek devam ediyor şirkte…

Emevi ve sonraki Abbasilerin, kendi oluşturdukları dini kabul etmeyenleri, nasıl zindanlara atıp onları şehit ettiklerini bilmeyen toplumlar, onların Allah’a rağmen Allah’ın elçisini yücelttiklerini söyleyerek, Allah’a ortak koşarak oluşturdukları dini, vahiyden bağımsız ilahi bir din olarak yaşarlar…” Deki halis din ancak Allah’ın dinidir…” “Deki ben dini sadece ona has kılmakla emrolundum…”Allah’u Teala,Zümer suresinde bu durumu apaçık beyan ederken, bizler iki dirhem saksılarımızı havalandırmayı düşünmeyiz, ancak kullandığımız toprak hiçbir bitki yetiştirmese de onun kutsallığını anlatır ona taparız….Veyl olsun böyle bir dine ve ona inananlara…

Allah’a has kılacağımız din Allah’ın elçisi aracılığıyla gönderdiği din değil de, Yusuf(as) dönemindekilerin, Yusuf’tan sonra oluşturdukları din veya benzeri ise Allah böylesi sapıkları ve haddi aşanları doğru yola eriştirmez. Sapkınların, bugün oluşturdukları dine uymayanları zındıklık müşriklik ve kafirlik gibi kavramlarla anlatmaları kendileri açısından doğrudur. Çünkü Mümin böylesi dinlerin kafiridir. Mümin sadece Allah’ın dinini ancak Allah’a has kılar. Sadece Allah’a has kılmak istediğimiz din, Allah’ın dini değil karmakarışık Emevi kitabelerinden oluşan özlü sözler ontolojisi ise vay başımıza gelenlere…

Sahip olduğumuz bilgilerin kaynağının gerçeklikle uyuşmaması ve vahiyden ayrı bir çalışmanın dayatılmasının arkasında ise, bilerek insanların inançlarının karmaşıklaştırılması hedeflenmiştir. Emevi döneminde yazdırılmasının başlandığı Allah’ın elçisine ait olduğu söylenilen sözlerin, Resul yüceltiliyormuş gibi onu yaşamdan ve vahiyden koparmak için yapılan kurnazlıklar olduğu bilinmelidir. Allah’ın elçisini Allah’ın kitabının dışında ondan bağımsız, başlı başına bir din inşa eden olarak görmek ve o sözlere öyle bakmak haddi aşmak ve İseviler gibi baba oğul oluşturmaktan farklı değildir. Allah’ın elçisi bizim yaşamımızın tam ortasına mührünü vurmuştur o mühür vahiyle bize aktardıklarıdır. Vahiy dışında vahye denk bir söz ikrarında bulunmak veya vahyin söylemediği bir şeyi, vahiy dışı kaynaklara atfederek onların sorunları çözmede dini kaynak olduğunu söylemek yaratıcıya ve onun gönderdiği elçiye iftira atmaktır.

Bu sözleri yaşamak veya kabul etmek o kadar mı kötü, diyenlerin olacağını biliyorum. Bu sözler güzel, insanlığı eğitici sözler olarak faydalı olduğu sürece insanların alıp ondan faydalanması sakıncalı değildir. Ancak bir dönemde oluşturulmuş sözlerin insanlarca kabulünü kolaylaştırmak için, Allah’ın elçisine dayandırılması kadar doğal bir şey olabilir mi? Bir inancın aslına karışım yapmak istediğiniz zaman o inancın düşmanı olan birinin o inanca benzer ne kadar güzel sözlerinin olduğunu ve o insanın bu sözlerinden dolayı bu inancı ne kadar çok sevdiğini söylerseniz söyleyiniz, kimseyi ikna edemezsiniz. İşte bundan dolayı referans olarak Allah’ın Resulünün seçilmesi hiç mi hiç tesadüf değildir. Şunu bilmekte ve beyin hücrelerimizi biraz geliştirmede fayda olacağını ümit ediyorum…Tarihte sapanların örnekleri ne kadarda birbirine benziyor, bunlar üzerinde biraz düşünsek ve idrak etsek sanıyorum katıksız arı duru kaynaktan besleneceğiz,o zaman da mis gibi kokan fidanlar göverecek, insanlığın sorunlarına deva olan…Ama böyle giderse bu kaynaklardan içilen suların tamamı bizim metabolizmamızı harap edecek…Manipülasyonda, yollara iyi şeyler koyarsınız, iyi sözlerle insanlığı kötü bir sona taşırsınız. Emevilerle başlayan bu manipülasyon sonraki nesiller üzerinde çok etkili olmuştur.

Allah’ın elçisi, vahyin insanlara ulaştırılmasında ve örnek olmasında dinin olmazsa olmazıdır. Ancak din oluşturmada dinin olmazsa olmazı değildir. Resul kendisine gelen vahye bir söz katma yetkisine sahip değildir. Yaşam alanındaki işlevi, (teşbihte hata olmasın) bir makine üreticisinin ürettiği makineyi en iyi tanıttığı görevlisini, makinenin kullanım kılavuzuna göre kullanılması için, o makineyi tanıtmak gayesiyle makineye ihtiyacı olan her yere gönderip onları bilgilendirmesine benzer. Tanımlayıcı verilen bilgileri kendi dili ile o insanlara tanıtır. Farklı dillerde insanlar varsa o zaman tercümana ihtiyaç doğar. Buradaki görevli o makinenin çalışması için nasıl ki yeni ve farklı formüller ve kendince kafasına yatmayan konuları iptal etme gibi bir yetkisi yoksa elçilik de böyledir. Ancak elçi hepimizden daha çok bilgiye sahip, çünkü onu yapıp gönderen ile irtibatlı olan odur. Allah’ın elçisi de getirdikleri ile hayatımıza mührünü vurmalı, ona ait olmayan bir dini ona aitmiş gibi gösterip, onun adına oluşturulan karmaşık denklemlerle sorunları çözülmez hale getirip, Allah’ın elçisini yaşamın dışına atmaksa hedef, bu tam anlamıyla yaşamlarda karşılık bulmuş durumda…

Biz, Resulullah’ın getirdiği vahye ve onun vahiyle canlandırdığı hayata hasretiz…Dünyevileşmiş bir yaşamın din olarak oluşturduğu masalları okuyarak ve yaşayarak vahiyden ve Resulden ne kadar uzaklara gittiğimizi anlayarak ayağa kalmaya ihtiyacımız var…” 

De ki: "Benim yolum budur: Ben yalnızca Allah`a çağırıyorum. Ben de bana uyan kimseler de (ne yaptığımızın) çok iyi farkındayız; ki Allah`ın şanı pek yücedir ve ben O`na ait vasıfları başkasına yakıştıranlardan değilim.” Yusuf:108 

Diyen elçiler gibi bir yaşama susadık o sudan doya doya içenlere selam olsun…

Erol KEKEÇ/10.01.2023/01.40/Sancaktepe/İST



BAĞIMLILIK BAĞLILIĞIN YERİNE GEÇİNCE

 “Hani İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen” demişti.” Al-i İmran:35

La ilaha İllallah diyen cennete girer diye, kendilerince kurdukları dini teşkilatın bonuslarını sunan bezirganların tekelinden çıkarılmayan hiçbir din, insanları cennete götürmez. Kendi olumsuzluklarını meşrulaştırmak için dini kavramları kalkan yaparak, La ilaha İllallah diyoruz, elbette cennettir yerimiz diye kendilerine korunaklı bir mekân oluşturan din bezirganları, kendi dışlarında kalan ve onların anlayışlarıyla örtüşmeyen kim varsa, hepsini cehenneme yollamada da o kadar cesur davranırlar. Cennet ve cehennem kimsenin malik olduğu bir yerin adı değildir. Oraya kimin gidip kimin gitmeyeceğinin kararını veren de tüm mahlukatın efendisi ve yaratanıdır.

Neden acaba, Allah’a kulluğa giden yolun ilk başkaldırı manifestosu, La İlaha ile başlayıp, İllallah ile bitiyor, bunu anlamak ve ona göre yaşamak insan olmanın gereği değil mi? Bunu anlamak için yakarıdaki ayeti kerime bizlerin tüm duyum ve algılarımızı açarak derinlikli bir düşünme üzerine hayatımızı kurmamız için gerekli uyarıyı yaptığını sanıyorum…Karnımda olanı her türlü bağımlılıktan özgürlüğüne kavuşturulmuş olarak sana adadım…Bağımlılıkları olan varlıkların adanmışlığından da söz etmek zordur. Bağımlılıklardan berat etmeyen, özgürlüğüne kavuşamaz, özgürlüğüne kavuşamamış olanlar seçim ve tercih yapamazlar. Tercih yapamamış olanların kavramlarla La İlaha İllallah demesi, onu nasıl cennete götürür acaba, anlayan var mı?

Alışkanlık olmuş ama bunu kişinin kendisinin bile anlamadığı, hissedilmeyen eylemler insanı nasıl bir hedefe taşıyabilir…Sıcak suya ayağını sürekli sokan birine, sıcak suyun çok şifalı bir nimet olduğunu anlattığınızda, acaba o su onun alışkanlık haline getirdiği, ayağını suya sokma eylemi üzerinde ne kadar ve nasıl bir etki yapar. Hatta hiç etkilenmemesi bile mümkün olabilir. Onun için alışkanlıklar haline gelmiş su içmek, yemek yemek gibi sürekliliği olan eylemler insan metabolizmasını çok fazla etkisi altına almadığı gibi, beyni tırmalayan bir kalkış hamlesi başlatamayan kuru sözler de, anlamsız alışkanlıkların tekrarından ibaret olduğu için bir anlam içermez.

Her türlü bağımlılıktan ve bağlayıcılıktan arındırılmış özgür bir eylem üzerine kurulan bir yaşam değilse hayatımız, bizi Allah’a götürür mü, onu sorgulamak en büyük çabamız olmalı ve tüm yönleriyle adanmış bir yaşam olarak ortaya çıkmak insan olmanın gereğidir. Sizi ve Taptıklarınızı yok sayarak inkâr ederek, ben sadece Rabbime gidiyorum diyebilecek yüreklilikte insanlarla, ancak bu evrenin denklemi yeniden fıtratına döner. Bu duruş İbrahim’i bir duruştur.

Kalabalıklar arasında manevi iklimin hipnotize seanslarında alınan hazlarla, uyanık özgürce gidilen bir yolun acısına katlanmak öyle kolay değil. Özgürlük olmadan bağlanmak mümkün değil, ancak bağımlılıklar oluşabilir, ancak hiçbir bağımlılık özgürlüğün sonucu olan bir eylem değildir. İnsanlık, bağımlıklarını özgürce seçilen bir davranış olarak gördüğü için, bağlanmayı bir yıkım olarak görüp, kendi bağımlılıkları arasında can vermeyi tercih edebiliyor. “Karnımda olanı her türlü bağımlılıktan özgürlüğüne kavuşmuş olarak sana adıyorum…”

Şu güzelliği ve yüceliği görebiliyor muyuz, her türlü bağımlılıkların etkisinden arınmış, arı, duru ve halis bir özle sana adıyorum…Sen ancak böyle özgürlüğüne kavuşmuş olanları sana kulluğa kabul edersin, benim bu adağımı kabul et Rabbim diyebilecek erdem ve kararlılığı gösteremeyenler, oluşturdukları dinsel merkezi mekanizmalarla insanlara yol gösteremezler. Onların göstereceği yol ancak Allah’ın dışında gidilen karanlık dehlizler olabilir. Geldiği özün dışında dışarıdan herhangi bir etkileyici olmadan doğrudan yaratanın isteklerine göre yaşayacak bir adağın kabul edilmesi için gayret harcayan bir anlayış ve diğer tarafta, Allah’ım biz her türlü haltı yesekte sen gafur rahim ve affedensin, bizleri bağışla biz Müslümanlarız diyerek alışkanlıklarını hayat zanneden ürkek yalancı gaddar ve hakikati küçük çıkarları için harcamakta sakınca görmeyen biz zavallılar…Sormak gerekmez mi şimdi, hakikaten cennete gidilecekse hak kimin…

Bu açıklamalardan sonra La İlaha İllallah’ın hayatımızdaki anlamına bir bakalım derim…Bu söz bir yaşamın başlangıç berat fermanıdır. Bu beratı almayanlar kapıdan içeriye giremezler, girdikleri kapı ona benzetilmiş olan kapılar olabilir, ancak o kapıdan bilerek Allah’a giden bir yol çıkmaz. Allah’ın bu sınırlarını doğru olarak anlayıp yaşama aktardıktan sonra kimin cennete nasıl gideceğini veya kimlerin gitmeyeceğini belirlemek bizim hakkımız değildir. Bizim görevimiz sadece Hakikati doğru ve olduğu gibi tanımlayarak onun üzerine kümelenmiş sisleri dağıtmaktır. Ancak biz onunla uğraşmak yerine, kendimizi cennet ve cehenneme aralıksız bilet kesen bir bilet kontrol memuru olarak gördüğümüz için, bu alışkanlıklar bizleri hakikati idrakten uzaklaştırır duruma getirdi.

İslam alemi diye bilinen alemde ciddi bir bağımlılık sarhoşluğu yaşanırken, hala bu ortamlar bir değere bağlı olduklarına inanarak hayatlarını sürdürmektedir. Bireysel ferdi yönelimler her ortamda olabilir; ancak gelenek olarak yaygın hale gelen anlayışlar bağımlılıkların oluşturduğu bir hayat olmuştur. Bu hayatın, her ortamda gerçek yaşamın yerine konulduğunu gördüğümüz için, bizler bu hayatları Allah’a bağlanmış hayatlar olarak anlar olduk…Oysa Allah’a bağlanmış hayatlar La ile başlar. La demesini bilmeyen, bağımlılıklardan kurtulamayan, özgürlüğüne kavuşamamış hangi yaşam; Allah’a ait olabilir. Allah’a ait olan yaşamlarla yeryüzünün çehresi yeniden imar edilecek ve insanlık tarihi, insani belirleyicilere göre yazılacaktır.

Allah’ın kendisine bolca verdiği nimetlere bağlanarak, Allah ile arasında oluşturduğu duvarlar arkasından bende oradayım diye bağırmak kimseyi duvarın öbür yanına geçirmeyecektir. Bugün kendisine Müslüman diyen yaşamlar aynen buna dönmüştür. Bağımlılıklarının etkisinden kurtulup özgürlüğüne kavuşmadan ben Müslümanım demektedir. Müslümanlık Ayşe Fatma Ali vs. gibi atalarımızın verdiği bir isim değil, bir yaşam iksiridir. O yaşamı kabullendiğinizde yaşadığınız evrene Güneş yeniden doğar. Uzaklaştığınızda zifiri karanlık bir yaşama mahkûm olursunuz. Oysa bizim gördüğümüz yaşam, çocuklara ataları tarafından verilen bir isim gibi algılanıp sahip çıkıldığı için, bize ait ve ona kimsenin sahip çıkamayacağı bir kimlik olarak bakılıyor. Böyle bir anlayışın neresinde tüm bağımlılıklardan kurtulmuş özgürlüğüne kavuşmuş Allah’a adanmış bir yaşam görebilirsiniz. Allah’a adanmamış yaşamlar, Allah katında kabul gören eylemlerin sahibi olamaz.

Yeryüzünde ciddi bir akıl tutulması, duygu patlaması ve bilinç kırılması yaşandığı için, bu söylemlerin adrese dokunması çok zor olsa da, bunları idrakimiz ölçüsünde ortaya koymak ve idrak sahipleri ile paylaşarak bu yolda sağlıklı bir hayatın oluşmasına katkı sunmak zorundayız.

Yeryüzüne ait nimetleri, verenin istediği gibi harcayarak ona yakın olmak istiyorsak, bunların bağımlılığından özgürlüğümüze kavuşarak Allah’a bağlanmamız gerekiyor. Allah’a bağlanmak için, hayatımızı esir alacak yeryüzündeki tüm ilahları, hayatımızın kılcal damarlarından atıp özgürlüğümüze kavuşmak zorunludur. Özgürlüğüne kavuşanlar ancak eylemlerinin kabul olması için yaratana dua ederler. Diğerleri ise, ben bunları bunları yaptım, daha ne yapayım diyerek bağımlı olduğunu gizlemek için gerekçeler peşinde koşar. Tüm hücreleriyle Allah’a bağlanan ve yeryüzünde Islah görevi üstlenen sevgi muhabbet barış dayanışma kardeşlik için mücadele eden, merhamet sahibi kişilere ne kadar ihtiyaç var günümüzde…

Bağımlılıklarının esiri olmuş, kendilerini özgür zanneden bizler ne zaman “La” diyerek yaratıcıya giden yol güzergahına geçip Allah’a bağlanacağımız bir hayatın canlı tanıkları olmayı düşünüyoruz. Dün gitti, bugün, yarın olmayabilir bir an evvel tüm kalbimiz ve içtenliğimizle, Allah’a giden yolda bize ondan daha sevimli ve bağımlı gelebilecek hiçbir şeyin hayatımıza etki etmesine müsaade etmeyecek kadar, özgürlüğümüzü elimize alalım ve Rabbimizden kendisine adadığımız bu yaşamı, bizden kabul etmesini temenni ederek ayağa kalkalım…İşte o zaman göreceksiniz dünyanın çehresinin nasıl değiştiğini…Bizim dışımızdaki cehenneme taşıma görevini bir tarafa bırakalım, bizim işimiz insanın beden ve ruh yapısıyla alakalı olmamalı, biz olumsuz ve kainata zarar verecek eylemler üzerinde kafa yoralım ve iyiliklere öncü olalım….Yaratan kimi cennetine koyar kimi cehennemine koyar onu o bilir…Biz bir kuluz, görevimiz bağımsız özgür olarak Rabbimize bağlanıp onun yolunda bir adak olmaktır…Bizden kabul buyursun rabbim, katına mahcup olarak bizi çıkarmasın tek temennimiz bu…

Selam ve muhabbetlerim, kurda kuşa tüm kâinatın üzerine olsun yaratılmış olan her şeyi yaratandan dolayı seviyorum…Bu onların olumsuzluklarına ses çıkarmayacağım anlamında değil…Kalın sağlıcakla…

 

Erol KEKEÇ/07.01.2023/12.57/Namazgah Çamlıca/İST



6 Ocak 2023 Cuma

CEHENNEME ADIM ADIM….

Yeryüzü o kadar kirlendi ki, ne tarafından baksanız kirlenmiş tarafıyla karşılaşıyorsunuz. İnsanlık bu kirlenmiş küre üzerinde son nefesini veriyor gibi, ancak hala kendini mutlak sahipmiş gibi görmekten de geri kalmıyor. Böylesi bir evrende yaşıyor olmak temiz olduğunuzu iddia etseniz de sizi temiz kılmıyor.

İnsanın kültürel, düşünsel ve yaşamsal katkı kalitesi açısından hep evrimleşme yaşadığı söylenir, oysa evrim olumlu, karmaşık ve daha kapsamlı bir yöne gidiş ise, insanlık neden bu kadar ucuzladı ve basit sıradan bir canlıya dönüştü bunu kimse konuşmak istemez. İşte bugün sizlerle göremediğimiz ve üzerinde kafa yormak istemediğimiz insanın bu bilinmeyen yönlerini ele almak istiyorum.

Kâğıt sayfalarında yazılı olan ve herkesin kutsal bildiği ilahi buyruklara saygılı olduğunu söyleyen her fert, acaba neden, canlı gözle görülen ilahi burhanları görmek istemez ve onlarla ilgili bir gayreti, yaşamdan kayıp zaman olarak değerlendirir. İlahi olan kitapların hepsine bu dinlerin müntesipleri inanır ve onları kutsal bilir, ancak o kitapların yeryüzünde korumak ve yaşatmak istediği ayeti herkes inkâr etmekte ve yok saymakta yarış halindedir. Canlıların tümü Allah’ın gözle görülen apaçık ayetleridir. Bu ayetlerin tahrip olduğu evrende, kitabi ayetlerin korunduğunu ve onların hala değişmediğini söylemek insanın kendi aklı ile alay etmesi ve bunu da anlamayacak kadar basiret yoksunu olduğunun göstergesidir. Kutsal kitaptaki emir yaşatmak, paylaşmak, kolaylaştırmak, ulaşmak ve yardımlaşmak olduğu halde bu ayetlere uyulduğu söylenilen evrende, varlık sahnesindeki göstergeler farklı ise, demek ki, kutsal kabul edilen kitapla, kitaba inandığını söyleyenlerin hiçbir alakası ve bağı yoktur.

İnsan kendi yaptığı icraatlarında kesin kati uygulamalar yaparken, yaratıcının gönderdiği buyruklara neden bu kadar duyarsız ve öylesine davranır. Acaba Yaratıcının emirleri kendi beyninin direktiflerinden daha mı basit ve sıradan, uyulsa da olur uyulmasa da mı olur deniyor. İşte bu yaklaşım insanın serüvenini kurtuluşu olmayan yarın kenarına getirdiği halde, insan hala anlamlı bir evrim sürecinden geçtiğini sanır. Bir binanın yapımı öncesinde onun bir projesini yapıyorsunuz ve proje, gerekli değerlendirme kriterlerinden geçtikten sonra başlama ruhsatını alıyor ve inşaatı yapıyorsunuz. Ona uyulmadığı taktirde yıkım kararı çıkabiliyor, ya da yeniden düzeltilmesi için ceza alınıyor. İnşaat işiyle uğraşan herkes kendi ülkemizde bunu bilir ve o mevzuata uygun işler yaptığı zaman ürünlerinin bir anlamı olduğunu görür. Peki inşaat işleriyle uğraşanların hepsinin yaptığı binalar bir rüzgarla savruluyor ve yıkılıyorsa, nasıl bu mevzuatlara uygun yapıldığı iddia edilebilir. Şayet o mevzuata uygun yapılmış olsa bile mevzuattaki kurallar, yaşamda karşılığı olmayan kurallar olduğu için o zaman kurallar ve kaideler sorgulanmaya başlar. İşte bir yaşamı kurmak isteyen kaide ve kurallar doğru bir yaşam ortaya çıkarmıyorsa sorgulanması kadar doğal bir durum olamaz. Biz bu örneği yaratıcının gönderdiği ilahi buyrukları ile kıyaslarsak, ilahi buyruklar değişmeyeceğine ve içinde yaşama aykırı vakti geçmiş bir kaide ve kural olmadığına göre, o zaman yaşam kaide ve kurallardan bağımsız oluştuğu için yaşamın anlamsız ve karanlık bir dehliz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. O zaman kitaptaki uyarılara göre bir yaşam oluşturduğunu söyleyen insanlık ne kadar doğru söyler. Yaşamda karşılığı olmayan tüm binaların yıkıldığı bir ortamda, proje dışı inşaat yapılması gibi bir durum ortaya çıkar. Yaşamda böyledir, kitabın oluşturmak istediği bir hayat yeryüzünde yoksa o zaman tüm ayetler imha edilmiş kaçak bir yaşam oluşturulmuştur. O kaçak yaşam ortadan kaldırılmadığı ve yeni bir yaşamın kodları projeye uygun geliştirilmediği müddetçe depremler hep bizim canımızı alacak ve acılar üstümüzden gitmeyecektir.

Bir Mushaf’ın yere düşmesinden rahatsızlık duyduğunu söyleyenler, Allah’ın en açık ve en değerli ayetleri yerlerde sürünürken bunlardan acı duymuyorsa, ilahi kitabın hiçbir tarafında yer alamaz. Siz gördünüz mü kutsal kitaplara inandığını söyleyenlerin kitabın sayfalarını parça parça ederek bir kısmını çok yukarıya bazılarını ayaklar altına bir kısmını kuyulara ve bir kısmını da ateşe atıp o kitabı çok sevdiğini söyleyenleri, hayır göremezsiniz. Çünkü o kitaba inandığınızı söylemeniz yaşam alanınızda bir şeyleri harcamadan bunları iddia ettiğinizi biliyorsunuz. Ancak Allah’ın canlı ayetleri için fedakârlık yapacaksınız, emek vereceksiniz seveceksiniz, bataktan çıkarıp güç kaybedeceksiniz, elinizdekileri onlarla paylaşıp, ezilen bir ayeti dirilteceksiniz, bunu yapmak öyle kolay değil…Ancak Kutsal kitabı bir proje olarak görüp yaşam alanında hayatı yeniden inşa etmek isteyenlere çok kolay gelir.

İnsan sahip olduklarını arttırdıkça dünyaya olan bağlılığı onun kutsal ve ilahi olan yönünü hep törpüledi ve insan bir çamur yığını haline geldi. Çamur yığını içinde bir aydınlatma aygıtı olamayacağı için, insanlığın geldiği noktayı evrimin en gelişmiş noktası olarak görmek insanı tanımamaktır. Gelişen insanlık değil, kaybedilen insanlığın yerini alan istek ve arzuların çamura batmış birikinti tortularıdır kabaran, bunu hala anlamayacak mıyız?

Günde yirmi beş bin ayetin canlı canlı imha olup toprağın altına girdiği bir evrende, hangi inancın ayetlerinin tahrif olmadığını söyleyebilirsiniz. Yaratıcının yeryüzündeki ayetlerini görmeyenler onların yaşaması için gerekli olan can suyunu onlara çok görüp daha fazla obur olmak ve konforlarını artırmak için yaşayanların hiçbiri Kutsal kitabın ayetlerine inandığını söylemesin…Yeryüzünde Allah’ın vermiş olduğu rızka kavuşamadığından biçare düşmüş garip guraba var ise, o zaman inandığını söyleyenlerin hepsi neye inandıklarını bir sorgulasınlar. Proje sağlam, demek ki kaçak yaşam oluşturulmak isteniyor. O yaşamların yeryüzünde karşılığı yoktur. Yeryüzündeki cehennemin kendisine ulaşmasından korkanlar şunu bilsin ki, ayetlerin imha edildiği bir evrende herkese o cehennemde bir yer var…Cenneti düşleyerek yaşıyor olmanız cehennemi transit geçtiğinizin göstergesi değildir. Bu evrende, Allah’ın üstün yarattığı ayetlerinden bir kısmının ateşte yakıldığı bir kısmının kuyulara doldurulduğu bir kısmının ayaklar altında ezildi bir yaşamda, yeryüzünde kutsal ayet kalmamıştır. İnsanlık kitabı parçalanmış ve o kitabın bazı sayfalarının korunaklı yerlerde olduğunu sanmanızın hiçbir anlamı olmayacaktır…Herkes için dünya bir cehennem olmaya doğru hızla ilerlerken, hala evrimsel bir değişim geçirdiğimizi sanan küçülmüş beyinler irkilip kendine gelsin ki belki yanan ayetler kurtarılırsa ateşin etkisi azalır ve bizler yanmaktan kurtuluruz…Yine kendiniz için yapın onlar için olmasın…

Yanan kitabi bir ayet değil, Allah’ın yarattığı en yüce ayet yok oluşun kenarında, sahip olduklarını korumaya çalışırken kendisini kaybediyor insan…Elveda edemeden biriktirdiklerine İsrafil’in çalacağı son düdüğe hazırlıklı olmalı…O gün çok yakın belki şimdi belki sonra yaklaşıyor yaklaşmakta olan….

“İnsanların hesabının görüleceği zaman çok yaklaştı, ancak onlar daldıkları gafletle hala yüz çeviriyorlar…” Enbiya:1

Selam ve muhabbetlerimle bu uyarının hepimizin dirilmesine vesile olması ümidiyle….

Erol KEKEÇ/05.01.2023/Namazgah/Çamlıca /İST