30 Haziran 2022 Perşembe

TANRI YARATANLAR ALLAH'TAN UZAK KALIRLAR

İnsan öyle bir varlık ki, gözle görülen bir yaratıcı tahayyül eder, ancak metafizik bir yaratıcıya inandığını söyler... Allah tarafından gelen elçilere verilen tepkilerin başında da hep bu yön ön planda olmuştur. Senin Rabbin şunları şunları gönderseydi ya da şöyle şöyle olması gerekmez miydi, şayet doğru ise neden bunlar yok diyerek itirazlarını yinelemişlerdir. Hatta Firavun Haman'a Ey Haman bana bir Kule yap ki, Musa'nın rabbi ile görüşeyim derken de, kendi kafasında tanımladığı bir Tanrı ile karşılaşacağını ummaktadır.

Musa (as) İsrail oğullarını Kızıldeniz’den geçirdikten sonra, kısa süreliğine Rabbi ile buluşmak için ayrıldığı zaman, Samiri’nin onlara size bir Tanrı yapayım diyerek Buzağı heykeli yapması, insanların içindeki gözle görülen bir Tanrı inancını pekiştirmektedir. Oysa onlar İman etmelerine rağmen, hemen gaflete dalarak Tanrıyı görmek istemeleri ve o inanışlarını pekiştirmek için böyle bir ilaha yönelmeleri, bu hususu doğrudan desteklemektedir. Onun içindir ki, gayba ait olan ve insan tasavvurundan uzak kendi varlığı kendisine ait olan ve tüm tanımlamalar ve belirlemelerden uzak bir güç olmasına rağmen, insan Tanrıyı kendi oluşturduğu şekle göre anlamak istemektedir. Böyle olunca insanların yöneldiği Tanrı Tek Tanrı olmaktan çıkıyor, birden fazla Tanrıya dönüşebiliyor.

İnsan zaafını gidermek için her dönemde kendisinin ötesinde ancak kendi tahayyül ettiği Tanrıları oluşturmaktan geri kalmamıştır. Tüm inanç biçimlerinde böylesi inanışları görmek mümkündür. Ancak Tek Tanrılı dinlere mensup olduğunu söyleyen kitleler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Hristiyanlar, akla uygun olmamasına rağmen, Baba oğul ruhulkudüs üçü birlikte bir eder diyerek aslında zihinlerinde oluşturdukları Tanrıyı böyle tanımlamak isterken, ruh ve beden olarak İsa varlık evreninde görülen bir yaşama sahip olduğu için, onunla Tanrıyı özdeşleştirerek birlemeye çalıştıklarını iddia etmekteler. Oysa birbirinden farklı üç varlığı bir bütün olarak ele alıp onları birlikte değerlendirmek, doğrudan insan zihnine yapılan saldırı ve imha planıdır. Yahudilerdeki Mehdi inancı da doğrudan Tanrı gücünde bir varlığı yeryüzünde somut olarak yaratmak istemelerinin bir kanıtıdır.  Aslında Mehdiyi beklemeleri demek Tanrıyı tahayyül ettikleri gibi görmek isteme arzularından başka bir şey değildir. Her iki inanış şekli de aslından uzaklaştıktan sonra kendi Tanrılarını kendi görmek istedikleri şekilde yaratmak istemişlerdir.

İslam olarak kabul ettiğimiz inanışta ise, Tanrı doğrudan hiçbir zaman varlığını ifşa etmiyor, ancak insan kendi yaşamındaki denge ve düzenden, bu varlığın var olduğunu ve her şeyin sahibi olduğunu anlayabiliyor. Buna rağmen İslam olduğunu söyleyen şahıslarda çoğu zaman somut tanrı anlayışı oluşturma düşünceleri ortaya çıkmıştır. Allah dostları diyerek belli ayrıcalıklı zümrelerin oluşması, Gayb olan yaratıcının bu âleme ait söyleyeceği sözü onlara bıraktığı ancak onların eliyle kendisini bu âlemde var edeceği anlayışı doğmuştur. Hatta bazı Tarikatlarda bunlar alenen ifade edilmiştir. “Allah ete kemiğe büründü Mahmut diye göründü" ifadesi tam tamına Samiri’nin icat ettiği buzağı putunun kendisidir. Fâni olduğu söylenilse bile bu ayrıcalıklı Allah dostu diye tanımlananlar, yeryüzünde ilahlıkları kabul görmüş canlı ilahlar zümresine girerler.

Bu zihni ve anlayış bozukluklarından insanlar arınmadığı sürece asla ve asla İslam’la tanışamazlar. Ondan dolayıdır ki, İslam’ın ilk çağrı mesajı "La ilahe İllallah'tır."Bu çağrının mahiyetini ve anlamını kavramamış insanlar İslam’la tanışma imkânını elde edemezler. İslam’ın bilgi olarak okunuyor ve konuşuluyor olması ortamların İslam’la tanışması ve yüreklerini Allah'ın kuşattığı anlamını ortaya çıkarmaz. Yüreklerde, Allah'ın kendisini tanımlama ve anlatma açıklığıyla bir anlayış oluşmuyorsa, o ortamların her yanı şirki yaşamların kol gezdiği yaşamlar olur.

"Allah tek ilah olarak anıldığı zaman Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerin korkup üzüldüklerini tedirgin olduklarını görürsün ancak Allah onların diğer ilahları ile anıldığı zaman güldüklerini eğlendiklerini ve rahatladıklarını görürsünüz" uyarısı böylesi ortamların ne kadar da şirkle iç içe olduğunun kanıtıdır. Allah, insanların yaşam alanlarında görmek ve oluşturmak istediği tanımlamaların hepsinden uzak ve münezzehtir. O doğmamış doğrulmamış bir ve tek onun eşi benzeri ve dengi asla yoktur. O halde bunda Allah'ın şu vasıfları var, Hatta Allah'ın tüm vasıflarını üzerinde toplamış gibi hakikatten uzak şirk sözcüklerinin Müslüman olduğunu iddia edenlerin yaşamlarında çokça kullanıldığı ortamlara hep şahit olmaktayız. Peki, Allah böylesi beşeri ve yaratılmış olanların fani vücutlarında zuhur ediyorsa, o zaman öyle bir ilah nasıl olur da, Göklerin ve yerin yaratanı olabilir (haşa).Allah insanların ve cinlerin tüm benzetmelerinden uzak sadece kendisinin tanımladığı yüce bir varlıktır. Onun için Yaratıcı gözle görülebilen pozitif alanda tanımlanamaz. Bu tanımlamaları yaparak Allah'a bir yer ve konum belirlemeye çalışan anlayışların tamamı, adına İslam dese bile şirk dinidir. Şirk dinine mensubiyet oluşturanlar Kur'an'ın dini ile tanışmadıkları ve Allah'ı yegâne eşsiz ve dengi olmayan bir Rab olarak görüp öyle yaşamadıkları sürece Allah'tan yardım bekleyerek insanları kandırmalarını alkışlamak ve onlara yaşam alanları oluşturarak onların meşru zeminlere yayılmasına yardım eden destek veren ve övgüyle bahsedenler de, Allah’a şirk koşarlar.

Hayatımızı gayp yönlendirmiyorsa, orada bir sakatlık var demektir. Gayp, Allah, hesap, ahiret cennet cehennem ve meleklerdir. Bu değerleri, hiçbir insan kendi yaşam alanındaki nesnelere yüklenilen anlam ve şekiller gibi tanımlayarak yaşamını onlara göre yaşayıp, Allah’a giden bir yolda çaba harcadığını sanmasın. Allah, bize kendi istediği şekilde iman edip o şekilde yaşamamızı istiyorken, bizler, onun o istekleri her ne kadar olsa da, gördüklerimiz ve bize anlatılanlar gibi onun emirlerini yaşamak istiyorsak, burada hangi Tanrı'nın hükmüne göre yaşadığımızı kendimiz rahat anlayabiliriz. Hz. İbrahim'e Nemrut ve adamlarının ateş hazırladığı ve onu oraya atacaklarının haberi ulaştırıldığında, İbrahim (as)onlara karşı kendi Tanrısı nasıl ona yardım edecek, göremiyor ve herhangi bir uyaran da yok, o halde ben mahvoldum şimdi ne yaparım diye düşünmüyor. Çünkü o biliyor ki yaratılmışların tahayyül edemeyeceği yücelikte bir Allah var, ondan dolayı da "Allah ne güzel vekil ve o ne iyi yardımcıdır..." diyerek yoluna devam ediyor. İşte burada doğrudan seksiz şüphesiz acaba olur mu vs. gibi bir duygu olmadan, doğrudan Allah'a yöneldiği için Allah onu yalnız bırakmadı. "Biz de ateşe dedik ki, Ey ateş İbrahim’e karşı serin ve esen ol..."Biz yeryüzün de yaşarken Allah'a böyle katıksız bir inançla bağlanıp sonucu ona havale edip, nedenleri en iyi şekilde yerine getirirsek inanıyorum ki, Allah kendisine bağlanan kulları asla zalimlere yem etmez. Yem oluyorsak bizdeki sorunları anlayıp, ortaya çıkarıp tedavi etmemiz gerekir. Yoksa sonuç bizler için hüsran olur.

Melekler Lut (as)'un yanına geldiklerinde, azgın kavim onun evine hücum etti ve gelen misafirleri ondan istedi, ancak misafirler Lut'a dedi ki, onları acı bir azap yakalayacak, buna rağmen insanın içindeki zayıflık, Lut (as)'ın içinden keşke size yetecek gücüm olsaydı diye bir yakınma geçirdi. Yani insan aynı zamanda zayıf bir varlıktır. Bu yönünü ihmal edenler değiliz. Ancak yanlışlarımızı savunarak onları din adına yaşayıp, Allah’tan medet umduğumuz zaman karşılığını alamayacağımız muhakkak. Allah’ın elçisi olsa bile insani zayıflığımız bizden alınmadı, ancak biz bu yaratılış fıtratımızdan gelen zayıflığımızı, kendi irademizle tercih ederek yaşadığımız yanlışlar için bahane oluşturma hakkına sahip değiliz. Tercihler fıtrattan gelen zayıflıkla karıştırılmamalı, yoksa tüm hatlar birbirine girer ve hakikati anlama basiretimizi kaybederiz.

Diyeceğim odur ki, bizler yaşamlarımızda yeryüzünden ilahlar edinip, onlara taparken Allah'a tapıyor gibi bir gaflette yaşamayalım, yoksa sonuç bizlerin helakine neden olur. Allah bizim benzetmelerimizin hepsinden uzak ve münezzehtir. O sübhandır. İsimler farklı olsa da yeryüzündeki dinler, şirkle olan yakınlıkları açısından hepsi birbiriyle iç içe girmiş durumdadır. Rabbim bizleri, tevhidi duruşla yaşayan ve ona hiçbir şeyi şirk koşmadan huzuruna varanlardan eylesin...

Selam muhabbet ve iyilik dileklerimle, rabbimden güzel bir gün herkese armağan olsun...

Erol KEKEÇ/29.06.2022/13.45


                

26 Haziran 2022 Pazar

BAŞKASININ YANLIŞLARI BİZİM YANLIŞLARI MEŞRULAŞTIRAMAZ

" Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; herkes yarın için ne hazırladığına baksın! Ve (bir kez daha) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır;"Haşr:18

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayınız! Onlar yoldan çıkanlardır."Haşr:19

Bu açıklamalar o kadar açık ki, Nasrettin Hoca'nın suya göndereceği çocuğu, suya göndermeden önce dövüp ondan sonra oğlum aman dikkat et testiyi kırmayasın tavsiyesini aklıma getirdi. İman ettiğimizi söylemek ve kendimizi bir değere dâhil etmek kolay, ancak dâhil olduğumuz o değerle ne kadar barışık ve ona uyumlu yaşadığımız baştan sona sorgulama konusu... Allah’a karşı sorumluluğumuzun bilincinde yaşadığımız bir ortamımız olsa, sahiden bu kadar olumsuzlukların üzerimizde bulut gibi bizleri kuşatması mümkün olur mu? Elbette olamaz. Ancak biz dine dâhil olduğumuzu söyleyerek hemen kurtulanlar için hazırlanmış olan bir listeye ismimizin kaydedildiğini sanıyoruz. Oysa insan, Mümin sabahlayıp kâfir yaşayıp mümin akşamlayıp, kâfir sabahlayabilir. Yani sürekli ruh hallerimizin ve yaşam alanınızdaki dinamiklerin değişimiyle iç içe olduğumuz bir hayatı yaşamaktayız.

Böylesi değişken bir dünyada kendimizi sabitlediğimizi sanarak, bir değeri benimsediğimizde onun bize sarılıp ayrılmayacağını sanıyoruz. Böyle ruh hali, canlı olan her insan için geçerli ve olması muhtemel bir hal olduğundan, Rabbimiz kullarına acıyarak yine uyarılarda bulunmaktadır. İşte, yukarıdaki ayetler bize bu alanda çok ciddi sorumluluklar yüklemektedir.

Sorumluluğun bilincinde olduğumuzu düşünmek, nelerle hesaba çekileceğimizi öğrenmek ve onları konuşarak kurtulacağımızı sanmak ise, olumsuz bir hayat tarafından kuşatıldığımızın göstergesidir.. Son dönem Müslümanım diyen bizler sorumluluğu, konuşmak ve sürekli tenkitler yaparak bir ağırlığın altına girmemek olarak algıladık sanırım. Çünkü herkese her şey hatırlatan çok fazla, ancak o ağırlıkların altına girip onu taşıyacaklar neredeyse yok... Peki, insan bunu hiç merak etmez mi? Sorumluluk eylemle alakalı bir durumu özetler. Eylemi olmayan söz ve düşüncelerin sorumluluk taşıdığı söylenemez. Eylemden uzak, her yerde seminer ve konferans verilmekte, ayrıca sohbet ortamlarda her şey konuşulmakta ancak gerçek yaşamda kimse kimsenin umurunda değilse bu nasıl bir sorumluluk bilinci...

Sorumluluk bilinci, kendi dışınızdaki yaşamlara dokunmak, onların yükünü hafifletmek ve onların varlık gayesine uygun yaşaması için gerekli ortamları hazırlamaya maddi ve manevi katkı oluşturmaktır. Bu katkılar yarınlarımız için bizden önce menzile varırlar ve bizi orada beklerler. Onun içindir ki, herkes yarın için ne hazırlayıp gönderdiğine baksın uyarısıyla karşılaşmaktayız. Sorumluluk, özgür irademizle yaptığımız eylemlerimizin sonucuna katlanmak olduğunu sanıyorum herkes bilir. Peki, yarınlarda bunlar karşımıza çıkacaksa, burada eylemlerimizi bilinçli yapmak zorunda değil miyiz? Bu bilinç yoksunluğumuzu yine rabbimiz bize hatırlatarak belli bir hedef doğrultusunda yaşamamızın gerekliliğini gündeme getirmektedir. Çünkü insanın bahanesi çok, yaşadığın zamana uyacaksın, ortamda ne varsa, sen de onlar gibi yaşamalısın, yoksa hayat durur diyerek hakkı öğütler gibi batılı öğütleyenlerle karşılaşmamak neredeyse imkânsız gibi... Bu algının ne kadar tutarsız ve insanı öz benliğinden uzaklaştırıp sorumluluk bilincini imha ettiğini Rabbimiz beyan etmektedir.

"Allah'ı hesaba katmayan sadece gördükleriyle avunan ve onun içinde boğulup Allah'ı unutan ve böylece Allah'ın ona kendisini unutturduğu kimseler gibi olmayın uyarısıyla bilinçli yaşama çağrı yapılmaktadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider diye savunma yapmak için, bahane üretmek kadar basit bir yaşam olabilir mi? Bu dünyanın içinde herkes amacını unutmuş ve tek bir fert sorumluluğunun farkındaysa, bahane üretme hakkına sahip değildir. Bu dünyada şu ana kadar herkes kendinden habersiz yaşıyor diye, biz kendimizi unutarak sorumluluk bilincinden uzaklaşma hakkına sahip değiliz. “Müslüman, bulunduğu her ortamda Müslümanların ilki olmak zorunda ve Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ona kullukla görevlidir. “Bu anlayışa sahip olmak, sorumluluk bilinciyle yaşamaktır.

Kitabın buyruklarına göre yaşamak için kitaptan haberdar olmamız gerekir. Kitap ile aramıza o kadar çok söz ve yaşamlar girmiş ki, onlarla meşguliyetimizden, sorumluluğumuzu bize hatırlatan kitaptan haberdar değiliz. Onun sözlerini müziksel bir uyum içinde kulağa hoş gelecek şekilde dinleyip transa geçmeyi kitaba göre yaşamak olarak algıladığımız sürece, biz kitaba uygun yaşayamayız. Kitap Allah'ın buyrukları olmasına rağmen, o buyrukların ne olduğunu merak edip yaşamak yerine, onunla transa geçip uyku modunu tercih eden, sorumluluktan kaçan bir yapımız var... Peki, böyle ruh halleri ile ne kadar hayatın içinde belirleyici olmayı bekleyebiliriz. Hayat bize çok yabancı biz hayatın dışında folklorik din öğretileri eşliğinde sükûn buluyorsak, bu kitap bizim için belirleyici bir manifesto olma özelliğini kazanamaz. Kitabın belirleyici olmadığı bir yerde, İnsanlar doğal olarak Allah'ı unutarak yaşamanın önüne geçemezler.

Kendinden ücra köşelerde yaşayanların, kendilerini yaratanın isteklerini anlayarak ve ona uyumlu yaşamalarını ne kadar bekleyebiliriz. Onun için, gelecek olan gelmeden önce kendimize dönmemiz gerekir. Kendine dönen Allah'a döner. Kendini bilmeyen, öz bilincinin farkına varmayanın, rabbini unutmadan yaşaması; nasıl mümkün olabilir ki?

Tüm yaptıklarımızı, yapacaklarımızı, zihninizde düşündüklerimizi, düşünmeyip içimizden geçenleri her yönüyle bilen yegâne güç sahibinin diyarında yaşadığımız halde, bunun bile farkında olmadan at koşturmaya devam ediyoruz. Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; herkes yarın için ne hazırladığına baksın! Ve (bir kez daha) Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır;"Haşr:18

Başta söylediğim gibi sorumluluk, konuşmak ve yazmakla sonuca ulaşan bir durum değil, tamamıyla eylemsel yönü olan bir farkındalıktır. Okullarda şunlar şunlar anlatıldı, neden hala insanlarımız bu halde diye yakınarak, kendimizi kandırmamızın anlamı yoktur. Sorumluluk, okulda konuşmak yapmak değildir. Yaşam alanı içinde karşılıklı ilişki iletişim kurmak ve haberdar olarak yük almak, ya da ağırlık yüklemekle kendini açığa çıkarır. Bir pazarda satıcı müşterisine doğru davranmıyor, bir kilo diye verdiği ürün yarım kilo ise, ya da verilen parayı eksik verdin diyerek ek sıradan para istiyorsa, bu insan, okulunda sorumluluk bilinci kazanamadığı gibi kendisini de tanımadığı için, yanlışlar hayatta çok olduğundan, onlardan biri olmaya aday olabiliyor. Ondan dolayı, toplum içinde ilişkilerdeki değişimler olumlu yönde gözle görülecek düzeyde çoğalarak devam ediyor ve daha geniş kitlelerin hayatına mührünü vuruyorsa, işte o zaman sorumluluk bilincine göre yaşanılan bir hayattan söz edebiliriz.

Yarınlar süratle yaklaşırken, “yeni bir vahiyle karşılaşıyormuş gibi heyecanımız ve mücadele ruhumuz, Ey iman edenler Allah’a karşı sorumluluk bilincinizin farkında olun uyarısıyla "tutuşmuyorsa, kendimizle hesaplaşma zamanı geçiyor demektir. İman ettiğini iddia eden her fert, bu yüzleşmeyi acilen yapmak zorundadır. Dünya ve içindekilere sahip olup dünyalık zevklerimizi ve rahat yaşama isteklerimizi doyurup, kendimizi yarınlara hizmet eden bir serdengeçti olarak lanse etmemizin anlamı yoktur. Her insan kendi hesabının ne olduğunu çok iyi bilir, kendi yorumunu başkalarına bırakmayacak kadar da onurlu olduğuna inanıyorum. Bu anlayışa sahip olan ve ben Müslümanım diyen her fert, yaşadığı ortama neler kazandırdığına ve nelerin yok olmasına katkıda bulunduğuna vicdanını rahatlatacak şekilde iyi bakması gerekir. Bu sorgulamayı yapan her fert, yarını için, dünyada sadece Müslüman olarak kendisi varmış gibi hayata yeniden başlamalıdır. Çünkü bizlerin değerler açısından yaşadığımız ortama kazandırdıklarımız, kaybettirdiklerimizin yanında devede kulak kadar olmadığına inanıyorum. Bireysel ibadetlerin çoğalması camilerin dolması, oruç tutanların artması, haca gidenlerin yer bulamaması, değerlerin çok iyi karşılık bulduğu anlamına gelmemelidir. Müslüman denildiği zaman, eminlik, güvenirlilik, sadakat doğruluk adalet, örnek alınacak bir yaşam, tüketim kölesi olmamak, herkesin insanca yaşayacağı ortamların oluşması için mücadele eden, her ortamda hakem olarak özel çağrılan biri olamamışsak; ibadetlerin sabahlara kadar devam etmesinin hiçbir anlamı olmayacaktır. Çünkü onlar tamamıyla bireysel sorumluluklar içindedir. Oysa Rabbimiz kendisine karşı sorumluluğumuzun bilincinde olarak yaşamamızı istiyor. Bunun yolu toplumsal yaşamda, hayatı hafifletmek ve ağırlığı fazla olanların üzerindeki yükleri azaltabilmektir. Bunları yapmıyorsak, yarınlar için önden bir şey taktim edememişiz demektir.

Yaşadığımız ortamın olumsuzluklarını referans gösterip, kendi olumsuzluklarımızı meşrulaştırmaya çalışmaktan vazgeçmediğimiz müddetçe, Allah bizi aydınlığa çıkarmayacaktır. Müslüman olduğunu söyleyenlerin yaşamında şu söz gerçekten hakikatin yerini alan bir referans olduğu için, tüm duyarlılıklarımızı kaybettik. Öncekileri görmüyor musunuz, onlar neler yapıyordu, sadece kafayı bize takmışlar vs. gibi savunmalar insanın feraset ve basiret yönünü imha etmektedir. Çünkü batıl, Müslümanım diyenlerin dini gerekçeler oluşturarak batıla hayat vermesi, onun meşrulaşmasına neden olmuştur. “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayınız! Onlar yoldan çıkanlardır."Haşr:19 Yoldan çıkmış olanların olumsuzluklarını örnek göstererek, kendilerinin doğru yolda olduğunu savunmaya geçenlerin tümü yoldan çıkmış olanlardır. Onun içindir ki Rabbimiz diyor ki, Allah’ı unuttuklarından dolayı kendilerini kendilerine unutturduklarımız gibi olmayın..."

Ey Müslümanım diyen ve öyle kalmak isteyen tüm kardeşlerim, gelecek yaklaşarak gelmektedir, yarınlar için önden ne taktim ettiğimize iyi bakalım ve vicdanen rahat olup olmadığımızı kontrol edelim, yoksa kötülüklerin din adına yaygınlaştıranları olarak, tarihe kaydedilecek toplumlar arasındaki yerimizi almaya az zaman kaldı...

Dünyada imkânları ele geçirerek insanlar nazarında kazandığımızı sandığımız itibarların hepsi bir gün yok olacak ancak Rabbimizin bize taktim edeceği itibarı kimse alamayacak..."İzzet Allah'ın Resulünün ve Müminlerindir. “Yoksa Allah'ın belirlediği izzet, şeref ve itibar dışında başka yerlerde itibar mı aramaktayız... O zaman vay bizim başımıza geleceklere..."Bu anlatılanlar birer haberdir ancak her haberin mutlaka bir gerçekleşme zamanı vardır..."Rabbimin bu uyarısından sonra yazacaklarımı burada noktalayarak rabbimden istikamet üzere dosdoğru bizleri yaşatmasını en içten kalbi dileklerimle talepte bulunuyorum...

Selam muhabbet ve dualarımla, selam Kâinatın üzerine olsun...

Erol KEKEÇ/25.06.2022/14.34


25 Haziran 2022 Cumartesi

ÖLÜMLERDEN ÖLÜM BEĞEN DEMOKRASİYLE EĞLEN(!)

Çağdaş demokrasi algısı ciddi bir köleleştirme sistemi desem sanırım abartmamış olurum. Demokrasiler Halkların oluşturduğu ve tercihlerini kendisinin yaptığı bir sistem değildir. İçerik ve sunum halkların dışında kurgulanıp halkın zorunlu beğenisine sunulan bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin yapısal ve içerik oluşumunda halkların zerre katkısı olmamasına rağmen sanki bu halkların kendi sistemiymiş gibi onlara dayatılması da apayrı bir garipliktir.

Dört ya da beş yılda bir insanların önüne sandık koyarak o insanların özgür bir seçim yaptığını düşünmek, seçim yapan insanların düşünme melekelerini imha etmekten başka bir şey değildir. Bir toplum kendisini yönetecek sistemin oluşumuna hiç katkısı olmayacak, ancak bu sistemin kurucuları tarafından önüne konulan seçenekleri onayarak seçim yapmış olacak, doğrusu böylesi bir seçme durumu insan beyninin ırzına geçmek değil midir? Çağdaş demokratik yönetimler diye insanlığa pompalanan bu anlayış doğrudan insanların zihinlerine tecavüz etmesine rağmen, tüm halklar kendi tecavüzcüsünü alkışlayarak onunla zorunlu bir evliliğe mahkûm bırakılmaktadır.

Bizim toplumda çokça kullanılan ve herkesin ağzında sakız gibi çiğnenen şu söz aslında insanların uğradığı tecavüzden nasıl da memnun olduklarını da ortaya koymaktadır. “Ehveni şer “yani şerrin içinden de hafif olanı seçeceksin gibi giydirmelerle zihinler doğrudan imha edilmekte ve farklı algı ve anlayışların oluşturulmasının önüne geçilmek istenmektedir. Ehveni şer ne demek, sorgulayan yok, ancak şerrin hafif olanını tercih edelim gibi bahane üretmekte kimse bu algıların önüne geçemez. İnsanın ruhsal dengesini olumsuz etkileyen ve akıl hastalıklarının oluşmasına giden yolda çatışmalar önemli görev üstlenir. Psikologlar bu çatışmaların en tehlikelisini ruh sağlığı açısında birden fazla istenen güdünün etkisinde kalınan çatışmalar olarak izah etseler de, en azından insanların istediği arasından seçmek zorunda kalması, belli bir zaman sonra olumlu sürece girebiliyor. Ancak olumsuzluklar arasından seçmek zorunda bırakılan uyarıcılar, tamamıyla insanı aldatmaya ve imhaya dönük çatışma örneğidir.

Mahkeme de bir insana ölüm kararı verilmiş, ancak nasıl öldürülmek istendiğinin mahkûma sorulmasının sizce hayata nasıl bir katkısı olur. “Ölümlerden ölüm beğen demek “Eninde sonunda senin için ölüm var, ancak bunlardan birini beğenebilirsin demek kadar, insan onuruyla dalga geçilen başka bir ifade olamaz. Ehveni şer denilen hadise de böyledir. Hiçbir şerri istemiyorsunuz hepsinden kaçmaya çalışırken, birinin daha merhametli ve faydalı yanlarının olduğunu ballandırarak anlatıp, insanların tercihlerini yönlendirmek ciddi bir manipülasyondur. Bu algı yönetimiyle doğruyu açıklamaktan uzaklaştığınız müddetçe, insanlığı hep karanlıklarda yaşamaya mahkûm edersiniz.

Demokrasilerde iktidar ve muhalefet diye iki uç vardır. Sistem bunun üzerine kurgulanmış ve böyle oluşturulmuştur. Yani İktidara gelecek olanı da muhalefette kalacak olanı da sistemin kendisi oluşturuyor. Ancak hangisinin iktidar hangisinin muhalefette kalması gerekir, bu konuda sizlerin görüşüne başvuruyor, bu görüşe başvururken doğrudan sizin seçmenizi de istemiyor, sizin yönelimlerinizi ve tercihlerinizi de kendisi yönetiyor, sonrasında siz bunu seçtiniz diye, seçileni de seçenlere sahiplendiriyor. Siz onu seçtiğinize inanıp onu sahiplendikten sonra, size aitmiş gibi uğruna ölümlere gidecek bir akıl tutulmasını yaşar oluyorsunuz. Zaten oluşturulmak istenen bu, bu amaca ulaştıktan sonra kimin iktidarda kimin muhalefette kalmasının ne önemi kalıyor. Nihayetinde her iki durumda sizin için çıkmaz sokak var. Yani ölümlerden ölüm beğen dayatmasıyla size birini tercih yapmanızı istiyorlar. Siz de ehveni şer diyerek kendinizi pasif bir nesne durumuna sokarak tercihleri sizin yaptığınızı sanıp, sıradan bir objeye dönüşüyorsunuz. İşte tam da demokrasi kazığı budur.

İnsan, düşünme melekelerini imha ederek verilen tüm gıdaları almanın faydalı olduğuna inanır, anlatılan tüm masalları kendi geleceğimizi düşünenlerin (!)bize sundukları hakikatler gibi kabullendiğimiz sürece bizim gibi toplumların bu karanlıklardan kurtulup, aydınlığa ulaşma imkânı olmayacaktır. Çobanın mı oyu, yoksa şehirlinin mi oyu diye, siz tartışadururken birileri ikinizin de bir anlamının olmadığını gözünüze baka baka deklare ederek sizi sömürmeye devam eder.

Bir toplum kendi içinden kendi acılarını bilen, toplumun dilinden anlayan, lisanı hal ile toplumla iç içe yaşayarak toplumun nasıl kurtuluşa ulaşacağını kendisine dert edinmiş insanların mücadelesiyle ancak bu kölelik zincirlerini kırarak özgürlüğüne kavuşur. Özgürlüğüne kavuşmamış insanların seçim yapma ve tercih belirtme gibi komik bir oyundan uzaklaşması gerekir. İyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin, adalet zulüm vs. gibi toplumsal değer algılarının ne olduğunu anlamaktan ve tanımaktan uzak insanlar, nasıl ve hangi tercihi yaptıklarında sağlıklı bir yön çizmiş olabilirler ki!

Ey aydınlar, entelektüeller, akademisyenler, sorumluluk duyan herkes, insanları doğru bilgilendirmezseniz onlardan daha çok siz bunlardan sorumlu olacağınızı bilesiniz. Demokrasi yeryüzündeki kurtarıcı sistemin adı değil, kurtulmak isteyenlerin boynuna yuları geçirenlerin, bu yularla bağlananların hallerinden memnun olduğunun onayını, kendilerine onaylattırdığı sistemin adıdır. Zorla baskıyla emperyalist anlayışlarla sömürülmesi zorlaşan toplumları farklı yollarla sömürmek için daha yumuşak bir geçişle sömürmeyi sürekli kılmanın adı demokrasidir. İşi ehlinden alarak işin özüyle alakası olmayanlara verilen o işler insanlığa zulüm gözyaşı ve ölümden başka bir şey getirmemiştir. Nasıl bir yönetim ki kendini kabullendirmek için gözünü kırpmadan milyonlarca insanı katledebiliyor. Hakka dayanan ve Hak için olan bir sistem kendisini zorla kabullendirmez ve kabul etmeyenlere de zorla baskı kurmaz. "Dinde zorlama yoktur, doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır, kim tağutu yalanlar Allah'a yönelirse o kopması imkânsız bir bağla Allah'a bağlanmıştır..."Bu ayet aslında bir yönetim sisteminin tüm koordinatlarını ortaya koymaktadır. Din bir yaşam biçimi, bir yaşam ve yönetim biçimini benimsemeleri için, insanları zorlamak ve onlara sistemi dayatmak yoktur. Ancak o sistemin tanıtımı ve anlaşılması vardır. Tağutların zalimlerin sömürücülerin bağımlığından kurtulanlar zaten o sistemin hak olduğunu bilir ona yönelirler. Ancak bir sistem kendisini benimsetmek için kan gözyaşı ve ölümleri reva görüyorsa o sistem meşrulaşamamış gayri meşru bir sistemdir. İşte, demokrasilerin tümü, yaldızlı ifadelerle anlatılmış olsa bile, insanlık yaşamını aslından uzaklaştırmak için fıtri yaşamın koordinatları ile oynayarak insanlığı imha çabasıdır.

Denize açılan bir geminin, dalgalarla nasıl boğuşacağını en iyi bilen kişi, onun ilmine sahip olan gemi kaptanı olmasına rağmen, gemideki yolcular biz bir seçim yapalım kim oyu çok alırsa o kaptan olsun derse, o geminin batması farz olur. Ancak ehli olan ilmiyle olaylara vakıf kişiye o ehliyet verilirse gemi karaya çıkar. Ne yazık ki demokrasi, böyle bir tercihe insanları zorlayan sistemdir. Dolayısıyla demokrasi diye bizlerin hafızlarına kazınan o sistemle insanların mutlu huzurlu adil bir yaşam ortamına kavuşmaları mümkün olmayacaktır. Onun içindir ki bize dayatılan tüm sistemleri sorgulayarak hakikate çıkacak aydınlatma fişeğini Rabbimiz bize vermesine rağmen biz hala kör karanlığa kurşun atmaya devam etmeye kararlı görünüyoruz. Dolayısıyla tüm atışların boşa gideceğinden şüpheniz olsa da arada bir isabet olursa onu da bahtınıza çıkan bir bir ikramiye olarak görün...

Ey insan, “Senin için ölümlerden ölüm beğen tercihini sana dayatanların, seni düşündüğünü söyledikleri tüm sözlerini ayaklarının altına al ve seni yaratıp rızık verenin nasıl bir yaşam ortaya koyman gerektiğini idrak et ve kendine gel... Yoksa bu sömürülme ölümle noktalanacak bir sonuç olmayacak, ölüm sonrasındaki hayatta da başımız beladan çıkmayacak çünkü buradaki kazanımlarımız önümüze konduğunda orada ölümlerden ölüm beğenme hakkımızı da kaybetmiş olacağız. Onun için diyorum ki, yaşamakla ölmek arasında bir tercih yap, yaşamak istiyorsan seni sen yapan ve insan olmaya yakın kılan değerlerini anla ve onlara göre yaşa ki, bir defa ölelim ve ölümümüz bir kurtuluş olsun yoksa ölüm bize zindan olabilir.

Ehveni şer, kati şer adı ne olursa olsun şerrin hepsi şerdir, Hak’ta haktır. “Haktan sonra dalaletten başka ne var ki..."Buyruğu hayatımıza bir umut olması dileğiyle siz dostlarımızın zihinlerini biraz yormaya çabaladım inşallah yormayı değmiştir...

"Hak gelince batıl yok olmaya mahkûmdur, Hak batılın beynini parçalar…"Bunlar bizim ellerimizle olmazsa Allah bizi giderir, yerimize başka bir toplum getirir onların eliyle de olsa bunu gerçekleştirir... Hiç olmazsa bizler bu yolda can vermeye aday olalım ne dersiniz?

Erol KEKEÇ/23.06.2022/13.57


22 Haziran 2022 Çarşamba

PSİKOLOJİK TRAVMALAR TOPLUMSAL TRAVMAYA DÖNÜŞMEMELİ

Psikolojik travmalar sosyolojik travmalara dönüştüğü zaman toplumsal kabulleri de kolaylaşıyor. Bireysel olarak yaşadığınız psikolojik olumsuzluklar sıradan bir vatandaşın bünyesinde vuku bulduğu zaman etkileme ve kabullenilme oranı da o oranda azdır. Ancak bu travmalar Belli bir yeri ve etkinliği olan kişilerin yaşamlarında ortaya çıktığı zaman toplumsal yaşamda rahat sindirilen bir hal alabiliyor.

Psikolojide herkesin bildiği rahatlama mekanizmaları var bunları savunma mekanizması olarak tanımlarız. Bazıları o kadar tehlikeli boyutlarda yaşamı etkisi altına alır ki kişi bunların etki alanından çıkıncaya kadar yaşamında bir gelenek haline gelebiliyor. İnsan normal yaşamın akışına aykırı tedirginlikler yaşadığında ve bunlardan kaynaklanan gerilimler ortaya çıktığında bunların etki gücünden kurtulmak için zaman zaman bunlara sarılarak kendini avutabiliyor. Ancak bu avunmalar süreklilik kazandığı zaman kronik bir hastalığa dönüşebiliyor. Ne yazık ki, gerilim katsayıları her geçen gün artan ortamlarda, bu mekanizmaların kullanımı giderek artış göstermektedir. Sonrasında gelinecek noktanın hesabı yapılmadan aşırı tepkisellikleri de beraberinde getirebiliyor.

Bahane üretme savunma mekanizmasının temelini oluşturmaktadır. Bireysel olarak başlayan bu travma süreci bazen öyle aşırı boyutlara gidiyor ki, toplumsal yaşamı allak bullak edecek çıkmaza insanları götürebiliyor. Genellikle ergenlik döneminin sığındığı bir sığınak olarak göze çarpan bu rahatlama mekanizmaları günümüzde toplumun geneline yayılan sosyolojik bir travmaya dönüştü. Eğitim kurumlarında haylaz çocuklar vardır, dersleri gayet başarısız olduğu için, öğretmen sınıfa girdiği zaman öğretmenin gözüne girebilmek için, ayağa kalkın oğlum hoca geldi gözünüz kör mü? Vs. gibi çıkışlarla sivrilerek rahatlamak ve kabul görmek isterler. İlkeli öğretmenler üzerinde bir etki bırakmasalar da genellikle bu öğrenciler bu çıkışlarıyla bulundukları ortamda sivrilir ve öylece kabul görürler. Dolayısıyla onların bu tavırları onları belli noktalarda rahatlatır ve başarısızlıklarını böylece kapatmaya çalışırlar. Ancak bu durum günümüzde o kadar yaygın hale geldi ki toplumsal yaşamın her noktasında olumsuzlukları örtmek için, insanların rahatlayacakları başka alanlarda sivrildiklerine şahit olmaktayız.

Son bir kaç yıldır yaşam kalitesinin ve ihtiyaçları karşılama imkânlarının aşağılara doğru sürekli alçalan bir grafik eğrisi çizdiği bir zamanda, hala bu davranışlara bahaneler üreterek kendilerini rahatlattıkları gibi, başkalarını da rahatlattıklarını sananları gördükçe; bu konuların sorgulamasının kaçınılmaz olduğunu gördüm ve bu gün sizlerle bu konularda biraz hasbihal etmek istedim.

Bir yönetici kendisinden kaynaklanan olumsuzlukların faturasını daima kendi dışındaki etkenlerde arayarak rahatlarken, bu kötü bir travma olmasına rağmen hala bazıları bu travmanın bir hikmetinin olduğuna inanarak yaşamını sürdürmektedir. Bu olumsuzlukların bir travma olarak görülmemesi ve rahatlama mekanizmalarının etkisi altında kalmadığına inanmamız için, insanın gerçeklerle yüzleşmesi gerekir. Gerçeklerle yüzleşmeyen ve gerçeklerden sürekli uzaklaşan insanlar, toplumsal travmaların oluşmasına neden olurlar. Geldiğimiz nokta ciddi anlamda toplumsal patolojik travmaların kökleşerek yayıldığına şahitlik etmektedir. Ancak bu vakaların yaygın hale gelmesine neden olanların hala bunları bir olumlu gidişat olarak tanımlamaları da apayrı bir vakadır.

Tüm psikologların ortak kanısı savunma mekanizmaları gerilim anlarında kısa süreli kullanıldığı zaman, gerilim yaşayan bünyede bir rahatlama meydana getirdiği için olumlu görülür. Ancak bu yaygın hale getirilip arkasına sığınıldığı zaman yaşamı olumsuz etkileyip kişiyi nesneleşen bir yaşama mahkûm ederler. Oysa bunları dikkate almayanlar daima bunlara sığınarak kendilerini haklı kılma mücadelesi içindedirler. Küresel virüs ortalığı sardığı ve belli ellerin insanların yaşamı üzerinde ciddi bir ifsat oluşturduklarını anlattığımız günlerde, yetkili ve etkili kurumlar tarafından potansiyel tehlikeli varlıklar olarak adlandırıldığımız ve kimsenin bu absürt çıkışlara inanmaması gerektiği anlatıldı. Ancak her türlü olumsuzluğun kökleşmesi sağlandıktan sonra aynı ağızlardan bu küresel güçlerin, küresel terörist olarak adlandırılmasının sizce ne kadar anlamı ve önemi olabilir.

Ekonomik yaşamın ciddi bir toplumsal sorun oluşturduğunu bilmeyen olmamasına rağmen, hala böyle bir durumun olmadığını ve bu olayları gündeme getirenlerin kendilerini istemeyen güçler ve onlarla işbirliği içinde olan içteki uzantılar olarak izahatının yapılması nasıl bir travma, bunu anlamak mümkün değil... Gelir düzeyi düşük ve düşük ücretle çalışan insanlar bu toplumda perişan bir hayatın açlığa dayanma diye(!) bir deneyin deney grubu olarak kullanılmalarına rağmen kimsenin gıkı çıkmıyorsa; orada ciddi bir sorun var demektir. İstanbul’dan Anadolu’nun bir yerinde cenazeniz olsa gidecek imkânlarınız olmuyor, gitseniz de gelecek zamanlarda yaşamınızın yerlerde sürüneceğini bilerek hareket etmek zorundasınız. Hayat bu kadar gerçeklerle dolu iken, hala bazılarının bu gerçeklerden rahatsız olmadan gerilimlerini azaltarak yaşamaları ancak savunma refleksleri geliştirmelerinden kaynaklanabilir. Yukarıda sözünü ettiğim öğrenci gibi bazıları da başarısız oldukları alanlardan kaynaklanan kaygı ve tedirginlikleri azaltmak için toplumda sivrilen davranışlar ortaya koyarak, o olumsuzlukları bastırıyormuş gibi görülseler de gerçekler acı üflemelerini yansıtmaya kararlı...

Yönetimin bir bakanı çıkıp, ekonomik kriz yoktur ancak muhalefetin yaygarası var diyorsa ve toplumda birçok kesimde bunlara inanabiliyorsa, bu durum toplumsal travmaya dönüşmüş bir psikolojiden başka bir davranışla açıklanamaz. Ey muhalefet, ey dış güçler gibi hitap cümleleri ile konuşmaya başlamayı, kişinin altından kalkamayacağı olumsuzlukları sloganik ifadelerle geçiştirmesi olarak görebiliriz. Bu kadar bahanelere sarılmak ve sürekli kişinin kendi sorumluluk alanlarındaki olumsuzlukların faturasını sırtına vuracağı sorumlu araması büyük bir travmatik durumdur. Ondan dolayıdır ki, toplumsal yaşam alanımız ciddi sorunlarla baş edebilmek için mücadele etmemizi gerekli kılmıştır. Eğer bu sorunları sorun olarak görmez ve sürekli dışardaki etkileyicilere sorumlulukları yüklemeye çabalarsak, hafifliyormuş gibi kendimizi hissetsekte, altından kalkamayacağımız ruhsal denge problemlerinin oluşmasına kapı aralarız. Toplum olarak ciddi bir mutsuzluk süreci yaşıyoruz. Bu sürecin ortadan kalkması için, sosyolojik travmaları toplum bazından kişisel sürece indirecek kadar alanını daraltmamız gereklidir. Bunu başaramadığımız müddetçe gelecek hayalleri kurmak, sadece uyuşturucunun etkisiyle bulutların üzerinde uçmaktan farksız olur.

Neden bireysel psikolojik bir vakıayı toplumsal vakıa içinde ele aldığımı merak edenler olabilir. Toplumla birey iç içedir. Toplum bireyden etkilendiği gibi, toplumda bireyi şekillendirir. Dolayısıyla toplum ve birey sürekli etkileşim halindedir. Karizmatik ve söz sahibi olan etkin ve yetkili kişilerin psikolojisi toplumsal yaşamın belirleyici dinamiklerini doğrudan yönlendirir. Toplum bu etkileme karşısında kendinden geçer ve çaresizlik içinde, sunulanları kabullenmekten başka çare bulamaz. Bu durum toplumsal travmanın genişlemesine ve yaygın hale gelerek kökleşmesine neden olur ve kronik vakaların oluşmasını sağlar. Son 0n yıl içindeki geçmiş yaşam alanımıza baktığımız zaman, savunma mekanizmalarını aktif olarak kullanan ve bu mekanizmaların yaşamda süreklilik kazandığı ortamları benimser olduk. Dolayısıyla hangi ayağınla yürüyorsun denildiği zaman hareket etmeyen ama düşünür olan kırkayağın durumuna düştük. Bu acınası psikolojik olumsuzlukları bir tarafa bırakmazsak planlamalarımız hep avucumuzda patlar. Onun içindir ki, kişilerin yaşamlarındaki olumsuzlukları, kişiyi özelleştirerek anlatmayı değil, sosyolojik vakıaya dönüşmesinden dolayı ele aldığımız bilinmelidir.

Gerçeklerle yüzleşmek, her zaman hayata yeni bir başlangıç yapmaktır. Ancak gerçeklerden kaçıp bahaneler üretmek potansiyel enerjimizi pasifleştirir. Yönetici ve tüm insanlarımıza naçizane çağrım, rahatlama mekanizmalarını hayatımızdan çıkaralım kısa süreli kişisel gerilimlerimizi azaltmak için, bütün bir yaşamı gerilimlere teslim etmeyelim. Gerilimli yaşamak ve sürekli gerilimlerden nemalanmak bu toplumun genel karakteri haline geldi. Oysa yaşam sükûnet ortamında anlamlı çıkışlar sağlar. Geleceğin öngörüsü olarak, sükûnet ortamında etki tepki sürecinden bağımsız kendinden yanmalı bir makine gibi kendisini yenileyen uygulamalara ihtiyacımız var; bu uygulamayı yapabilecek olanları her zaman baş tacı yapmaktır duruşumuz. Bahane üreterek rahatlamaya çalışanları da durakta bırakmaktır vazifemiz...

Çıkar iskelesinden gemiye binenler, hiçbir zaman olumlu ve olumsuzluk arasındaki ayrımı yapamazlar. Onların tüm doğruları menfaatlerinin artması ve devamıdır. Menfaatlerine bir dokunuş olduğunda çığlığı basarlar, yeni bir kaynak bulunca çığlıkları yerini sessizliğe bırakır. Ancak bizim böyle bir derdimiz olmadığı için hakikati, hakikat olarak ortaya koymak boynumuzun borcudur. Bu söylemlerimin ideolojik taraftarlık mantığı ile olayları ele alanları rahatsız edeceğini biliyorum, ancak onlara tavsiyem bir on dakikalığına beyinleri boşaltarak insani değerlere göre bu satırları ele almasıdır. O zaman doğruya yaklaşma imkânımız belki olur. Diğer durumlarda psikolojik travmaların toplumsal travmaya dönüştüğü ortamlarda bizler de birer vaka olarak yaşamaya devam ederiz.

Bizim toplumda çok ciddi anlamda birey toplum etkileşimi var, ancak bu etkileşim daha çok bireyden topluma devam ettiği için bireyler her yaptıklarını marifet bilerek yanlışlarında ısrar ederek bu yanlış süreci gelenek haline getirmeye başladılar. Bu geleneğin ortadan kalkması ve anlamlı bir yaşamın başlangıç yapabilmesi için herkesi yeniden bağımsız ve içten yanmalı araç gibi harekete geçmeye davet ediyorum. İşte o zaman belki kaderimiz değişir. Platonun deyimiyle, “İnsanlar kendi beyinsizlikleri yüzünden kaderlerinde olandan fazlasını yaşarlar..."Beynimizi doğru kullanarak kaderimizi kendimiz çizelim." İnsana ancak emeği var" gelin emeklerimizi zayi etmeyelim hep birlikte yeniden ayağa kalkalım ve kendimize gelelim yoksa yarınlar hep hastalıklı virüslerin kuluçkaya yattığı ortamlar olacak...

Sonsuz ikram ve merhamet sahibi rabbim sen bizim içimizi ve dileğimizi çok iyi bilirsin, hayra vesile olmak isteyen bu satırların şer olarak anlaşılmasına kapı aralama...

Selam saygı muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/21.06.2022/15.16




21 Haziran 2022 Salı

ACILAR DOKUNMUYORSA YÜREĞE YAŞAMIYORSUN DEMEK Kİ!

İçim kanıyor ama nereye aktığını bilmediğim için kanamayı bir türlü kesemiyorum. İçi kanayanlar acı çekenler olduğu için ben de kendimi acıların yoğunluğundan kurtaramıyorum. Her gelen gün sanki içimde bir başka yerimi kanatmak için görev üstlenmiş gibi üstüme geliyor. Bu saldırıların pençesinden çıkayım derken her an yeni pençelerle kuşatılıyorum... Nedir Allah'ım bu içine düştüğüm dehliz diye rabbimle baş başa konuşurken biraz rahatlıyorum ama kanı durduramıyorum.

Kendi yaralarımı kanatsam bu kadar acımazdı sanıyorum, ancak her yanımda bir başkasının acısı olduğundan içim içime sığmıyor ama derdimi dışarıya da salamıyorum. Kendi içinde kendi kanında boğuluyor gibi içim dışıma dışım içime döndü. Dışımdaki uyaranlar içime öyle bir dokunuyor ki, sanki yüreğimin her noktasında bir hazine kazar gibi içimi parçalıyor.

Kendi haleti ruhiyemin ne olduğunu anlatmak için klavyenin başına geçmedim. İçimden fışkıran acıların arkasında bıraktığı kanı durduramadığım için, kuşatıcıların nereden nasıl geldiğini bilme ihtimalinize karşı birlikte yok edelim diye bunları size açıyorum... İnanıyorum ki yaşadığınız ortamda sizler de en azından benim gibi acılarla kıvranıyorsunuzdur. Acılarla kıvranmayanların kanı akmaz. Çünkü onların kanı donmuştur. Kendinden başkasının huzuru ve mutluluğu için kafasını yormayanların acıyan yanlarını bulamazsınız. Acıyan bir yüreğe sahip olmayanları hangi acıların harekete geçirmesini bekleyebilirsiniz ki!

Acılar coğrafyasının üzerinden acı taşıyan bulutlar uzaklaşmıyor, ondan olsa gerek her yanımızdan acılar yağmur gibi boşalarak üstümüze geliyor. Dünyanın dengesi bozuldu diyenlere mi kulak veresin, ne yaptığını bilmeyen sorumsuz yetkililerin vurdumduymazlıklarına mı yanasın bilmiyorum ama galiba dirhem dirhem tükenerek azalıyoruz. Bu dünyanın gidişatını anlamak için yorduğum kafa yerine gelmiyor, hep yorgun dolaşarak bana yaşamı çekilmez kılıyor. Ondan olsa gerek acılar coğrafyasından acı duyanların yaşadığı coğrafyaya hicret etmek muradım...

Öyle bir hengâme ki, bir yanda mutlu azınlıklar, göbeğinde fındık kırarak gününü gün ettiği anlamsız yaşamın harcama da sınır tanımadan, kendinden geçerek kimseyi görmek istemediği aynı gökyüzü altında yaşananlar, diğer yanda yaşayıp yaşamadığı konusunda şüpheleri olan acıların sırtına kambur oluşturduğu hayatlar, alıp başımı gidesim var bu çirkef dünyanın huzursuzluğundan...

Gün geçmemiş olsun ki, acılar coğrafyasının sömürülen bir deneğiyle karşılaşmamış olayım... Her yanımdan oluktan su boşanır gibi kaynıyorlar ancak ne hikmetse bunlar yetkili ve etkili kişilerin kapsam alanlarından hiç geçmiyorlar. Ondan olsa gerek bu acılara kör ve sağır kesiliyorlar. Bunların sağır ve kör olması yetmiyor gibi bir de bunların yavşayarak dilleri sarkmış trolleriyle muhatap olunca dananın kuyruğu hepten kopuyor, cinler başımda cirit atmaya başlıyorlar. Ufka bir mermi sıkayım da bulutlar dağılsın korku azalsın diye bazen içimden geçiriyorum, ancak karanlık bulutlara değil de, sanki gelecek aydınlık varmışta ona kurşun sıkıyormuşum gibi aforoz olmaktan da sakınmıyor değilim. Yaşam böyle bir şey diyorlar ne yapacaksın, kimi ezilecek kimi ezecek, kimi gülecek kimi ağlayacak böyle gelmiş böyle gider sana ne, her şeye sen ulaşamazsın ki diye, bazen beni düşünenlerin (!)öğütleriyle de karşılaşmıyorum değilim. Aslında asıl sorumluların bunlar olduğunu da biliyorum, sen mi demiyorlar mı, tüm cinler başımda horon tepinmeye başlıyorlar. İnsan olmak nedir diye sorunca, sen ona göre yaşayacak olursan hiç yaşayamazsın ki diyerek bir de nasihat cümleleri kurmuyorlar mı, hatta çok yaşamazsın diyerek yanındaymış gibi timsahvari öğütler dökülürken ağızlarından onların ruh hallerini görüntüleyen ekran karşıma geldiği zaman aynı ortamın havasını solumaktan tiksinmiyor değilim...

Acısız bir günü ruh dünyamda misafir etmek için tüm çırpınışlarım... Bedensel acılar değil beni yakıp yıkan, benim dışımda olup ta dumanı hep ruhuma akan ocaklar beni rahatsız eden... Ne olur herkesin ocağında bir alev olsa, odunlar atılsa kıyamet mi kopar diyerek mırıldansam da kendim güç yetiremediğimden acıları duymak kalıyor bahtıma... Bu acılar coğrafyasının koordinatlarını yok edeyim, ya acılar tüm coğrafyalara dağılsın ya da tüm mutluluklar her coğrafyanın üzerine yağmur gibi yağsın istiyorum... İşte o zaman belki o zaman ruhumdaki sızılar yerini sükûnete bırakır... Ben sükûnet gemisinin gövertisinde bir yer edinmek istiyorum. Bu yer çok görülecekse bana, tüm limanları yakmayı kendime görev biliyorum... İşte ondan, acılardan bir kule yapıp içinde yandıkça yanıyorum. Bu acıları dağıtmaya ve mutlu bir yaşamı tüm yaratılanlara götürmeye istekli olanlar varsa onları da bu yaşamın kollarında bir görev almaya çağırıyorum... Ne yapabilirim demeyeceksin sen varsan ben varım, ben varsam o var, hep birlikte yola çıkarsak yol almaz, dolu bir dünya ayağa kalkar ve acılar son bulur mutluluk herkes için semadan aşağıya iner... Semaya açalım elleri ayaklarımızla yeri aşındıralım çıkalım yollara bir damla su taşıyan serçe gibi sen de atılmalısın ileri, yoksa ne anlamı kalır ki yaşamanın...

Mutluluk tomurcuklarını yakalamak ve acılar dikenini yok etmek için hep birlikte el ele verelim yolları aşındıralım hakikate kavuşalım; işte o zaman yaradandan gelir rahmet ve kardeşlik sevinçleri... Bunu ötelemeden ayağa kalkanlardan olmak ümidiyle herkese gönlümün derinliklerinden yüreğimin sıcaklığından bolca gönderiyorum sizinle yola çıkalım diye sorumluluğun başına ben geçiyorum... Sabah çok yakın aydınlanmadan gece şafağa hazır olarak erelim...

Selam muhabbet ve iyilik dileklerimle...

Bahadır Hataylı/20.06.2022/15.00



20 Haziran 2022 Pazartesi

HASRET İLE ARAMIZA GERÇEKLER GİRDİ

Yaşam denen yalan, ölüm denen gerçeğe bırakırken yerini Güneş tam tepede beyninizi kavururken bir çeşme başında su damlacıkları elinize değmeden son nefesi verebilmektir gerçek olan…

Birkaç gün öncesinde bir inanın fani dünyayla olan ilişkisinin bozulduğunu ve ansızın gerçek âleme gittiğini haber vermek için telefonumu aramıştı, oysa çok yakın zamanda onun da bu fani âlemin stresini bıkıp gideceğini bir başkasının haber vereceğini hiç ummasak ta ansızın geliyor sana o ayrılış saatinin içinde yer alanların isim listesi…

Hayat dedikleri böyle bir şey göz açıp kapayıncaya kadar sahip olduğunu sandıklarını kaçırabiliyorsun elinden ve ardından bağıracak mecalinde kalmıyor bazen… Yaşadığın günleri sayabilir misin diye bir soruyla karşılaşsan, yaşamadığın günlerin ve gelecekte sahip olmak istediklerinin hayallerini anlatırsın belki, âmâ yaşadığın günleri ne bileyim geldi geçti diye kısa yoldan tarife çalışırsın… Oysa o tarifin kısa oluşu bir tesadüf değil, hayallerin de ondan daha kısa olacağını bilmen için önüne çıkan bir imkân ve ışık olduğunu hiç düşünmek istemezsin…

Eskilerin masalları olarak bakarız bizden öncekilere, âmâ bizlerin de sonrakilerin masalı olacağımızı hiç düşünmek istemeyiz. Biz kendimizi, yaşamın ortasında orta sütun gibi görür ve sonrakilerin de eşyalarını o sütuna asmasını beklerken, bir de bakmışız ki o sütun çökmüş ev yıkılmış o evi kaldırmak için insanlar toplanmış, topraklar taşınarak evin yeri yeniden başka evler için hazır duruma getirilmekte. İşte yaşam dediğimiz yalan böyle bir an iken, biz hep anları sınırsız zamanlar gibi görür istediğimiz gibi kullanma hakkına sahip olduğumuzu düşünürüz. Biz düşünürken, bizi var edenin düşüncesinin ne olduğunu bilmediğimiz için hep hesaplarımızda yanılarak isteklerimizi yarım bırakarak ölümlü gerçeğe bilet alırız.

Bu kadar az zaman için çok sandığımız ömrü heba etmeyi de, doğrusunu söylemek gerekirse bir anlam veremeyiz. Ancak oyunlarımız başımızı döndürdüğü için onu düşünecek kadar açık basirete sahip olamayız. Böyle gelir böyle gider her gidenden sonra gelen nöbeti devralır diye kendimiz çalar kendimiz dinlerken, bir de bakmışız bizim yerimize başkaları çalıp söylüyor, ancak bizim ne çalınıp söylendiğinden haberimiz olmaz. Yalanlı yaşamdan gerçek ölüme böyle bir koro eşliğinde geçiş yaparız ama nasıl bir hüzün acı ve hasret bıraktığımızı bizler de anlamayız… Arkadan konuşulanlara şahit olabilsek sanıyorum burada yaşarken onlara şahit olacak sözlerin söylenmesini bir yaşam olarak ortaya çıkarırız.

Günlerden Salı, öğlenin sıcağının gökyüzünden yere konakladığı bir öğle sonrası vakti, cezaevinde yatarken ölüme gülümseyen bir insanın acı hatırasına dayanamayan bir garibanın gönül sesi içten vicdanına direktifler verir, sen bu mezarın başında olman ve kendi elinle onun mezarını onarman gerekir diye… Ferman dinlemeyen gönlün vicdanı biraz olsun ben de bu toplumda bir fert olduğum için benimde bir payım olabilir endişesiyle, gerçek hayata giden bu insanın yolculuğunu yalnız bırakmaz. Her kavşak noktasında bir iş yapar ancak dirençten düşen vücudu ve beynine dokunan güneş yavaş yavaş onu mezarın başından bu subaşına taşır. Suyun aktığı çeşmeye gelir gelmesine de suya hasret kalan Hüseyin gibi su dokunmadan dudağına suyun altında son nefes vermek nasip olur ona…

Suyun başına koşanlar bu da burada gitmiş demeye kalmaz acı haber erken yayılır rüzgârın etkisiyle, dört bir yana dağılar güneş ışınlarının etrafa saçılması gibi… Hayat dediğin ne ki bir bakarsın ansızın karşına çıkan bir acı seni rahatlatır belki vicdanen, ancak onun yüreğine koyduğu acı seni senden alıp, yüreğinin kaldıramayacağı acıları koyarak içine yüreğini taşıyamaz hale getirip seni yaşamdan koparabiliyor… Dünyalık sevinçlerin, bazen acıları karnında taşıyarak kuluçkaya yatabiliyor, öyle zamanlarda, ardından sadece hasret acı ve hüzün bırakarak gidiyorsun… Hasretin kucağında acıları büyüterek hüzne yatak eyledik her geçen günü, âmâ yine de dalıp gidiyoruz adını bilmediğimiz hayaller okyanusuna…

Son günlerin hayatıma mührünü bastığı iki acının gerçekleşme şekli, yerini acılardan alıp hasrete ayrılığa özleme bırakarak uzaklaşması oldu. Olmaz olsun böyle dünya diyenlerin çığlıkları altında tefekkürden yoksun çığlıkların göğü delebilme desibeline baktığımda öyle bir güce sahip değilken acaba neden bu kadar basınç var üstümüzde diye kendimle savaştığım anlar çok oldu. Acıların coğrafyası olarak kendi yürek coğrafyasındaki haritanın koordinatlarından habersiz yaşamların böylesi gidenler arakasından attığı çığlıklar bir kazanım mı yoksa insanın kendisiyle olan savaşını unutarak kendisine bir rahatlama şekli keşfetmiş olması olabilir mi diye, çok sorgulamalarım oluyor.

Demek ki, insan kendinden kaçarken başkasının ayrılış hüznüyle kendisine bir yol bulmaya çalışıyor da olabilir. Bizler görünmeyen yaşamın görünen yalan boyutunda yer aldığımızdan, yalanın marifetleriyle avunup ona alışmışken, görünmeyen gerçeğin, güzelliklerine yabancı olmamız kadar doğal bir durum olamaz. Geceye alışkınız çünkü yatıp kalkıp gündüze varıyoruz ve arkasından tekrar geceye kavuşuyoruz ve bu döngü her gün tekrarlanıyor. Ancak burası yalan olduğundan bu yalan dünyanın küçük dönüşümü, belli bir günden sonra ancak gerçekleşecek olan gerçekle karşılaştırıldığında insan havsalasının üstesinden gelemeyeceği kadar gerçeklerle dolu olduğu için orayı teğet geçerek yaşamayı tercih ediyoruz. Bu süreç bizlere, hayata olağanüstü dönüşümleri getirmekten çok uzak olduğu için, yalan dünyada elimizden gidenlere veya aramıza hasret girenlere bakarak kendimize acı bir ortamı reva görebiliyoruz. Bunların hepsini yaşam karmaşasının yalanlarından bir yalan olarak görüp, ölümlü gerçeğe biraz yakın olabilsek, hem buradaki yalan olan yaşamlarımız gerçeklik kazanacak ve buranın önemi anlaşılarak, değeri yüksek olan bir gerçeğe gitmeden oraya hazırlıklı olmuş oluruz.

İşte böylesi bir yalanlı yaşamın kolları arasından uzaklaşıp avuçlardan kayıp giden bir şahsın hayatından kısa kesitler benim hayatıma önemli noktalar bıraktığı için, o duygularımı sizlerle de paylaşmak istedim. Zamana yenilmeyen ama zamanla her şeye yenilgiden zevk almaya başlayan, anlamsız hayatlarımızı anlamlı yaşamın değirmeninde öğütmeye biraz olsun yakın olan dostlarla bu hayatları irdelemenin gerekli olduğunu düşünerek sizleri ölümlü gerçekle, yalanlı yaşam arasında bir köprüde buluşmaya davet ediyorum…

Zamansız gelen bir sevda gibi başımıza yuva kuran ölümü yuvadan uçup gitmemesi için, yaşamla aynı yerde buluşmaya çağıralım ve her ikisi ile aynı anlaşmada bir birlikte imza atalım ki, biriyle sözleşme yapmış gibi sadece onun isteklerini dikkate alarak diğer tarafa borçlu kalmayalım…

Ey insan! Sen vardın, âmâ şimdi sen yoksun… Ey insan! Peki, nedir senin anlaşılmayan ve altından kalkamadığın bu çilen… Çileler bahçesinden bir damla suya hasret kaldı benim ustam, son nefesinde bile nasip olmadı ona bir damla su, peki ben senin neyine güvenerek sana dayanayım ki… Sen varsan o gelmeyecek, gelince senin elin ayağın birbirine girecek ve hakikati görmez olacaksın…

Hakikati görenlerden olmak ve ayrılanların ardından ağıtlar yakmadan hakikate erişenlerden olmayı göze alabilirsek, sanıyorum yaşamdaki yalanlar, ölümdeki gerçeğin önüne geçemeyecek...

Her dosta selam muhabbet ve saygılarımla…

Bahadır Hataylı/19.06.2022/23.42


12 Haziran 2022 Pazar

YANAN KOR MU YOKSA AVUCUNDAKİ YÜREĞİN Mİ?

 Öyle bir toplum düşünün ki, herkes ahlaktan dinden dürüstlükten insan olmaktan, adaletten haktan hukuktan bahsediyor, ancak bir o kadar da bu bahsedilenlerden uzak yaşıyor…

Neden bir toplumda herkes olması gerekeni anlatıp dururken, olmaması gerekenler hayatın her noktasında bir lağımın patlaması gibi fışkırıp etrafı pis kokular sarar. İnsanlar kendilerinde olmayan özellikleri varmış gibi anlattıklarında ya da, iyi olan hasletleri anlattıklarında iyi bir yaşam ortaya çıkarmadıklarını anlamış olsalar sanıyorum bu kadar olumsuzluk bir ortamda yaşanmaz. Nereye giderseniz gidiniz herkes olumsuzluklardan bahsediyor ve ondan dert yandığı gibi, güvenilecek insan kalmadığını, aldatılmadık bir yanının olmadığını, kulağının arkasına kadar dokunulacak duruma geldiğini anlatır ve kendisini erişilmez bir dürüstlük abidesi olarak tanımlamaya çalışır. Ancak bu kadar mağduriyet kurbanı olan bu şahıslarla muhatap olduğunuzda ilk aldatılacak kişi siz olursunuz. Peki, neden bu kadar pervasızca sütten çıkmış ak kaşık olarak kendilerini lanse ederler. İnanılması çok güç ama böylesi ortamlarda ahlaksızlık, ahlaksızlıklardan dert yanarak, ahlakın arkasına sığınarak ahlak dışı yaşam alanları oluşturmaktadır.

Böylesi ortamlarda hakikaten kimin ahlaklı kimin ahlaksız olduğunu anlamak için o kadar güçlük çekersiniz ki, çoğu zaman hayatın dışında insanlardan uzak, yalnızlığa gömülmeyi bir yaşam olarak seçersiniz. Ancak bununda bir kurtuluş olmadığını bile bile kendinizi cezalandırmayı tercih edersiniz. Sebebi ise kendi dışınızdaki olumsuz eylemlerin faili sizmişsiniz gibi kendinize faturayı kesip, toplumsal yaşamdan kendinizi tecrit edersiniz. Bunun bir kurtuluş olduğunu düşünerek yaparsınız ancak kendinize çok ciddi bir ceza kestiğinizi anlayamazsınız. Bulunduğunuz yeni ortama uyum sağlamaya çalışırken, yaşadığınız psikolojik travmalar sizi kendinize getirmeye çalışır. Çünkü önceki aldığınız uyarım, normal uyarımın çok altına düşerek, rutin olan yaşamınızı devam ettirecek uyarımlar almadığınızdan ciddi bir sorunla karşı karşıya kalırsınız. Ha zindanda kalmışsınız, ha böylece kendinizi cezalandırmışsınız hiç önemli değil, sonuçta aynı yetersiz uyarımla psikolojik dengeniz allak bullak olur ve kendinizle ilgili sorunları anlamak için çabalamaya başlarsınız. Toplumsal yaşamda şavktın kayması nice olumlu düşünen ve topluma faydası olacak insanların yaşamlarına bir kâbus gibi dolanır onları yaşamdan koparır. Bu durum Yunus (as)’ın hayatında da oldu ve onu balığın karnında zindana koydu. Yunus (as) yaşadığı toplumdaki ahlaki çöküntüyü görünce, onlarla baş edemeyeceğini anlayınca ben bunlardan uzaklaşayım hiç olmazsa kendimi muhafaza edeyim ve bunlar kendi pisliklerinde boğulsunlar der gibi o ortamı terk etti. Sanki öylesi bir yaşamın mutlak düzenleyeni kendisiymiş gibi davranarak sorumlu olmadığı alana girdi ve kendisini zorladı, oysa onların bu tavrı, hiç de kendisiyle alakalı olmayan bir dairede olduğu halde kendisini sorumlu tuttu ve böylece kızarak onları terk etti. Sonuç herkesin bildiği malum durum. Peki, bu durumlarda nasıl davranalım ki kendimizi cezalandırmış olmayalım.

Toplum tamamıyla kötülüğün çukuruna batmış hatta ondan zevk almaya başlamışsa, onlara hakikati hatırlatacak olanlar gücünün ötesinde bir sorumluluk içinde kendisini görerek, altından kalkamayacağı ağırlıkların altına girmesi gerekmiyor. “Allah hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemez…”Durum böyle olunca bulunduğumuz ortamların acı veren yaşamlarını mutlak değiştirecek olarak kendimizi görüp, altından kalkamadığımız zaman da alışmış olduğumuz ortamlardan uzaklaşarak iyileştiremiyorsak burada bulunmamızın bir anlamı yoktur, en iyisi bunların ortamını terk edelim ve yapayalnız bir yaşam sürelim diyerek dağ başına çekilmek, sorumluluk sahibi insanların tavrı asla olamaz. Sorumlu olduğumuza inanıyorsak ahlak yoksunlarının ahlaki değerlerin arkasına sığınarak bizlere ahlaki değerleri anlatıp, gayri ahlaki davranışlarda bulunmasını gerekçe gösterip, sorumluluk alanlarımızı terk etme hakkına sahip değiliz. Çünkü Allah yeryüzüne gönderdiği hiçbir halifesine altından kalkamayacağı bir sorumluluk yüklemez. Onun bizlerden isteği adam gibi yaşamak ve zalimlere meyil etmemek. Zalimlere meyil etmemek için zalimlerin yaşam alanlarında bulunmanız lazım… Zalimlerin ortamını terk edip yeni bir yaşam alanı oluştururken, zalimlikte level atlayanlarla zaten muhatap olmuyorsunuz.

İnsan yaratanın kulu ve kölesi olarak çoğu zaman kendisini tanımlar. Oysa Allah köle istemiyor, onun bizi tanımlama şekli bana kul olun ve yeryüzünde halife olarak dosdoğru davranmamızdır. Yani ahlaki çöküntü yaşayan ortamlara kızarak kendimize ceza kesmek değildir. Toplumsal yaşamın dışında insanlardan uzak yaşama arzusu, aslında farkında olarak ya da olmayarak, müstağnileşmektir. Kendisinin imtihanının bittiğini ve kendisinin insanların imtihanı için bir uyaran olduğunu anlatmak istemektedir. İnsan yaşadığı sürece imtihanı devam eden varlıktır. İmtihanı devam eden birinin imtihanın ağır koşullarını geride bırakıp, daha kolay yaşam süreceği yerlere gitmeyi düşünmesi, kendisinin imtihanının son bulduğuna inanmasındandır. İmtihanı devam edenlerin imtihan alanı dışına çıkarak, hariçten olağanüstü çalışmalara ve yaşama öncülük ettiğini söylemesi, mütekebbirlik göstergesidir. Dolayısıyla Yunus (as)’ın içine düştüğü zindan gibi bir zindan oluşturmak istemiyorsak, yaşadığımız ortamlarda zalimlere meyil etmeden dosdoğru yaşamak zorundayız.

Rabbimizin bir ayeti var ki aslında bizim yerimizi ve konumumuzu detaylı ve doğrudan ortaya koymaktadır. “Deki benim salatım, orucum hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir ve ben ona hiçbir şeyi şirk koşmadan Müslümanların ilki olmakla emrolundum” 

Teslim olanların ilki olmak öyle kolay değil, kimsenin olmadığı bir yerde ilk ve sondan bahsedilemez. Ancak bir toplum içinde yaşıyorsanız böyle bir durumla karşı karşıya kalırsınız. Ahlaki değer sistemleri yerle bir olsa, hiç kimse sizinle aynı değerleri savunmasa, söylemleriniz karşılık bulmasa da, senin görevin belli, teslim olanların ilki olmak ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamaktır. Sen yaptığın salatın, tutuğun orucun, yaşadığın hayatın ve hayatın noktalandığında ki ölümün sadece ve sadece Âlemlerin Rabbi Allah’a olduğuna inanarak yaşamak zorundasın. Bunları yapman için toplum içinde olma zorunluluğun var. Toplum dışı, dağ başında yaşamanın faturası kabarık çıkmaz. Çünkü fatura kalemleri azalmıştır. Dolayısıyla senin toplum dışındaki anlamın da o kadar fazla değer ifade etmez. Bunları neden mi anlatıyorum, başta ben olmak üzere birçok yerde şahit olduğum, toplumdan uzaklaşıp kendi başına hiçbir ahlaksızlığa şahit olmadan yaşamak gerek. Artık bu çirkefliklerden usandık nedir bu, böyle yaşam olmaz olsun diye yakınmaları sürekli hale getirdiğimiz için buralara kadar gelmiş olduk. “Allah’a kulluk yapamayanların canlarını almak için Melekler geldiğinde onlara derler ki, neden sadece Rabbinize kulluk yapmıyordunuz, biz zayıf bırakılmıştık gücümüz kuvvetimiz yoktu dedikleri zaman, peki Allah’ın arzı geniş değil miydi, o halde sadece Allah’a kulluk yapacağınız yere hicret etseydiniz…”Bu uyarıyı dikkate alarak toplumdan uzaklaşmaya gerekçe oluşturacaklar olacağını tahmin edebiliyorum. Ancak bu durum toplumdan uzaklaşıp kaçmak değil, Habeşistan’a yapılan ilk hicret konumunda bir süreçtir. Ondan dolayı bizler her hâlükârda bahanelere sarılma hakkına sahip değiliz.

Ahlaksızlıkların her geçen gün ivme kazanarak hızlandığı ortamlarda, bunlara güç yetirememekten kaynaklanan kaçış ve uzaklaşma düşünceleri, Allah’ın kulu ve yeryüzünün halifesi olanlara asla yakışmaz. “Müminler felaha erdi…”Buradaki ayet erecek erer demiyor fiili mazi ile başlıyor ve erdi diyor. O halde Mümin olarak bulunduğumuz ortamdaki sorumluluğumuzu idrak ederek yaşadıktan sonra zaten felaha erenlerden oluyoruz. O halde bu kaçış da neyin nesi demek geliyor insanın içinden…

Ahlaksızlık yaşadığımız ortamda bir ahlak kalıbı gibi gelenek haline gelip süreklilik kazanmışsa ve bizler de bunlara her gün şahit oluyorsak, bize düşen sorumluluk bunlara meyil etmeden, adam gibi yaşamaktır. “Gaflete dalıp hesap gününü düşünmeyen kimse sakın seni onu düşünmekten alıkoymasın, yoksa helak olanlardan olursun…”Yasadığımız ortamda kötülükler ve iyilikler bir arada olmasa böyle bir uyarıya muhatap olur muyuz? O halde yapılması gereken, toplumsal yaşamın, insanın pişmesi gereken imtihan alanı olduğunu idrak ederek ona göre yaşamak ve kendimize toplum dışı gettolar oluşturmaktan uzaklaşmaktır.

Sorumlu ve özgür kul olmak, ahlak dışı çoğalan eylemleri sınıflandırarak yaşamak değildir. Ahlaki kalıplara ahlaksız eylemleri yerleştirerek, ambalajlayıp, duygusal yönleri ağır basan kararlı ilkeli sorumluluk sahibi insanların aldatılmasına yönelik uyarıcılardan etkilenmeden yaşamak çok zor olsa da toplumda onları dikkate alarak yaşamak zorundayız. Bu Allah’a kul olmanın ve yeryüzünde halife olmanın yüklediği bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu yabana atarak toplumdan uzaklaşmak, imtihanın kapandığına inanmak olur ki bu doğrudan mütekebbirleşmek olur. Bir hayatın ortaya çıkması acılarla olgunlaşmaktan geçer. Nur topu gibi bir bebeği öpmek sevmek ve koklamak isteyen anne, dokuz ay karnında taşıyacak acılarla onu doğuracak ve sonrasında ancak kucağına alacak. Bunlar var diye, acıları görmemek için kaçsa da gittiği yerde acısız bir çocuğun dünyaya gelmesini sağlayamayacak, o halde bizler istemediğimiz ortamları terk ederek, istediğimiz ortamları imtihansız elde edemeyeceğimizi bilerek hayata yeniden ve sağlıklı başlamak zorundayız.

Kimse kendisini dev aynasında görmesin, kendisinin imtihan olduğuna inanarak, imtihanı bitmiş gibi yaşama gayreti içinde olmasın… Çekildiğimiz inziva bizi var etmez imha etmek için kazılan hendekler gibidir bunu bilelim sorumluluktan kaçınmayalım. Yaşamak için direnmek, var olmak için inanmak gerek… İnanan bir gönülle dağlar aşılır inanmayan gönüllerle de düz yolda şaşılır… Rabbim bizleri şaşıranlardan eylemesin ve dosdoğru yaşamak için hakikati idrak ederek, sorumluluk bilinci kulluk aşkı ve halife yiğitliğinde var olanlardan eylesin…

Selam muhabbet dua ve tüm sevinçleri kucaklayarak rahmete ihtiyacı olanlara yağmur gibi serpmek ümidiyle… Kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/12.06.2022/02.28


11 Haziran 2022 Cumartesi

AKIL VE SEN VAR MISIN DOST OLMAYA

Duyguların doruğunda aklı istirahate çekerek yol alayım diyorum, her an karanlıklara gömülmemek için aydınlık ortamlar arıyorum. Ne yazık ki akıl dümende olmayınca duyguların karanlık ve aydınlık arasındaki seçimi zora giriyor ve işe yaramıyor.

Çok duygulu olduğumuzu zaman zaman söyleyerek kendimize ayrıcalıklı bir yer oluşturmaya çalışırız, oysa çok duygulu olmakla karanlıklara gark olmak arasında doğrudan bir ilişki olduğunu anlasak, o çok duygulu hallerimizi akılla yapılacak eylemlerin önüne asla geçirmeyiz. Akıl hayatın dümeninden indiği an, nelerle karşılaşacağını kestirmekte hayli zorlanırsınız. Çünkü akıl hayatın aydınlatma fişeğidir, o aydınlatma fişeğini patlatmadığınız zaman, atacağınız tüm mermiler boşa gideceğinden kuşkunuz olmasın. Arada bir isabet eden sonuçlarla karşılaşsanız da, bunlar sizin isabetli atışlarınızın sonucu olmaz; tamamıyla rastlantı sonucu oluşan tavırlardır. Böylesi garip ve istem dışı sayılabilecek hayatı neden kendimize reva görürüz diye bazen sorgulamamın dozunu arttırarak kritik yapmaktan kendimi alamıyorum.

Akıl, beşeri, insan kılan yegâne değerdir. Bu değeri yaşamda aktif kılmadığımız zaman, insan olma aşamasını bir türlü yakalayamayız. Nasıl ki, doğum sonrası insan evladı emekleyerek yaşamaya başlıyorsa, aklın kontrol gücünün olmadığı hayatların tamamı, küçük çocuk gibi emeklemeye mahkûmdur. Bir bebek bir an evvel büyüyüp yürümek koşmak istiyor, hatta dayanaksız kendi başına işlerini yapmak isterken, beşer olan bu varlık beşer olma aşamasını geçerek insan olmayı bir türlü tercih etmediği için, hep emekleyerek varlığını devam ettirip sürünerek var olmayı kendine reva görür. Beşer olarak yaratılıp ancak bu ilkel seviyeden daha üst seviyeye çıkmak istemeyen bu varlık, insan olmakla da övünüp kendini aldatır. Beşerin insan olma mertebesine yükseldiği yerde bu kadar böcek gibi yaşayan varlığı görmek mümkün değildir.

Beşeri, insanlık şamasına çıkaran en belirgin özellik aklın icra kuruludur. Aklın icra kurulu, seçim yapabilme ayırt edebilme özgür karar verebilme ve tercih yapabilme özelliğidir. Bu kurulun olmadığı bir yaşamda akıl, sadece hükmü olmayan yetkin ama etkisiz bir yönetici gibidir. Aklın hayatın otağında tam yetkili etkin bir yönetici olmasını istiyorsak, aklın icra kuruluna giden yolu çabucak oluşturmak zorundayız. Bu icra kurulu aktif göreve başladığı zaman göreceksiniz, duyguların bizi alıp götürdüğü ne olduğu belirsiz yaşamlardan dizginlerimizi kendi elimize nasıl aldığımızı göreceksiniz.

İnsan olmak için, öncelikle isyan edebilmemiz lazım, isyan edemeyen bir varlık, insan olmak için çaba harcamıyor demektir. Bunun için insanı yaratan Allah, kendisine dönecek tüm kulları önce bir isyana davet etmektedir. Bu isyan hareketi, yaratılış kodlarını değiştirerek insan üzerinde egemen olmak isteyen tüm yeryüzü ilahlarınadır. Bu isyan hareketi sonrasında özgürleşen Varlık seçim yapma seviyesine yükselmektedir. Seçim yapabilmek için Kararını kendisinin vereceği tüm kuşatmaların tesir alanından çıkarak, karar vermektedir. Bu karar sonrasında hayatın devam ettirici gücü yaratıcının belirlediği istikamette insanın yönelimiyle başlangıç oluşturmaktadır. Bu başlangıç aslında yeryüzünde bir devrimin başlangıcıdır. İnsanın hayatında bireysel olarak başlayan devrimler toplumsal devrimlerin tüm dinamiklerini harekete geçirir. Sonrasında duygulara hitap eden ve duygulardan beslenen tüm leş yiyicilerin heveslerini kursaklarında bırakır. Bir insanın yaşamın dümenine aklı geçirmesi, insan dışında insana hükmeden yaratılmışlar âlemindeki tüm hâkim güçlerin sonu demektir. Akıl bu kadar önemliyse neden insanlar bunları kullanmıyor diyenlerin olacağını biliyorum. Aklı kullanabilmek için beşer boyutundan insan olma aşamasına geçiş yapmak gereklidir. Yeryüzünde yaşayan varlıklar büyük oranda bu insani boyutta gerçekleşecek evrimi tamamlamadıkları için hep duyguların kölesi olarak yaşamaya mahkûm olmuştur.

Duygu insanın vazgeçilmezi, ancak insanın akıllı bir varlık olarak yaşamını akla göre düzenlemesinden sonra anlamı olan bir özelliktir. Akıldan yoksun veyahut ta aklı kullanamayanların yoğun bir duygu altında olmaları, anlamlı bir hayatı ortaya çıkarmayacaktır. Nasıl ki bir canlı organizmanın canlılık halini devam ettirmesi için yemek içmek yani canlılığın devamı için gerekli ise, akıl da insan olmak için gerekli ilk şarttır. Bu şartın olmadığı bir yerde bir vagonu ne kadar süsleyip onun içine tüm güzellikleri yerleştirseniz de, lokomotif olma şansı nasıl ki yoksa insan da böyledir. Aklın devre dışı kaldığı yaşamları hangi güzelliklerle süslerseniz süsleyiniz, bir beşeri insan formuna çıkaramazsınız. Onun içindir ki, güzel yaşamanın ve güzel kalmanın temel dinamiği akıldır. Akıl ancak bir canlı olan beşeri, insan yapıyor. O halde aklını çalıştırmaktan aciz popülasyonlara çağrım eğer kendimizi insan olarak tanımlamak istiyorsak, insan olmanın gereklerini yaşadığımız hayatta ortaya koymak zorundayız. Böylece yaşadığımız evrene belki bir katkımız olur ve evrende bir ağırlığımız ortaya çıkar.

Varken hayata dair bir katkısı olmayan ve idrakten yoksun olan varlıkların kaybı ve yok olması da hiçbir zaman bir eksiklik olmayacaktır. Ondan dolayıdır ki, insan olarak varlığımızı ortaya koyalım ve insani bir kimlikle ortaya çıkalım ki, yeryüzünden kaybolduğumuzda bir eksikliğimizin olduğu anlaşılsın. Neden Liderler komutanlar bilim adamları, filozoflar, önemli iş adamları göçüp gittikten sonra çok aranır oluyorlar. İşte mesele de tam burada düğümleniyor. Onlar ister doğru ister yanlış yapsınlar ancak aklı aktif kılarak yaşamlarına yön verdikleri gibi kendi dışlarında var olanların da hayatlarını yönlendirdikleri için hemen boşlukları anlaşılabiliyor. Bu haykırışlarımı umarım yabana atmazsınız.

Nerede tıngırtı orada bulunan ama yaşadığını sanan bir piyon olmaktan kurtulmak istiyorsak, beşer olma boyutumuzu insan olma aşamasına çıkaralım ve kendimize gelerek özgür seçimler yapacak dirayeti gösterelim ki, gittiğimizde boşluğumuz anlaşılsın... Yoksa ot geldi saman gitti denen söz bizim hayatımızı özetleyen bir atasözüne döner. Bu hayatta ben vardım, geldim yaşadım ve gidiyorum diyebilecek kararlılık ve dirayette kendimizi yaşadığımız evrene bir katkı sunan olarak görmek istiyorsak, hayatı sorgulamanın zamanı geçiyor. Yok, olmadan önce son anlarımız, bu anları değerlendirmek için, Hayatın yeryüzündeki hükümdarını uyandıralım ve onun icra kurulunun oluşmasına katkı sunalım ki, hayatlarımız kaydedilmeye değer olsun...

Bir hayat olsun kaydedilmeye değer... Bu veciz ifademle siz okurlarıma veda ediyorum kalın sağlıcakla...

Selam sevgi muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/10.06.2022/17.29




10 Haziran 2022 Cuma

TEKMELENEN KURAN MI YOKSA ANLAMSIZLAŞAN HAYATLAR MI?

Gün geçmiyor ki, ülke gündemi yeni ve farklı uyaranlarla karşılaşmış olmasın. O kadar hızlı değişimler ve problemlerle karşılaşılıyoruz ki bunların hangisinin gerçekten ironi hangisinin gerçek olduğunu anlamakta da zorlanıyor insan...

Herkesin alabildiğine saldırıya geçtiği ve neredeyse bir kaşık suda boğmak istedikleri, Antalya Serik’teki 17 yaşındaki Anadolu Lisesindeki öğrencilerin nahoş ve bir o kadar da düşündürücü çılgınlıklarını konuşuyor. Konuşulsun konuşulmasına da acaba bugün konuşmamız gereken bu gençlerin değerlere karşı alaya aldıkları eylemleri konuşmak mı daha iyi, yoksa bu gençlerin dünyaya ışık olacak çabaları olsaydı da onları konuşsaydık daha mı kötü olurdu. Ne yazık ki ne ekiyorsak onu biçiyoruz ama soğan ektiğimiz tarlalardan biz hala gül yetişmesini bekliyoruz. Peki, bu çelişkili ve çatışmalarla yoğrulan halimizi nereye koymayı düşünüyoruz.

Toplumsal yaşam bireysel davranışları biçimlendirip yönlendirmesine rağmen, toplum aklı başında ve değerlerine sadakati zirve yapmışsa böyle bireysel eylemlerin ortaya çıkması ne kadar mümkün olabilir dersiniz? Eğer toplum değerlerine sadakat gösteriyorsa, toplum içindeki bireylerin bu değerlere sadakatsiz davranışlarını alenen gözlemlemeniz mümkün değildir. Farklı anlayış ve ideolojide olanlar iç dünyalarında o değerlere karşı hınç ve kin beslemiş olsalar da, toplumsal reflekslerin nasıl bir reaksiyon göstereceğini bilirler. Ondan dolayı da böylesi eylemlere girişmezler. Peki, bu tarz hastalıklı davranışlar nasıl ortaya çıkıyor olabilir.

Bu eylemlerin arkasında çok önemli iki unsur, ateşleme yapmış olabilir. Çünkü bu eylemler bu etkileyici unsurların ikisinin de işine gelebilir. Bu eylemler, İktidar muhaliflerinin kaşımasıyla olmuş olabilir. Çünkü bu eylemler, muhalif kanadın herkese dönük bir oy alma kaygısı böylesi eylemlerin yayılmasında etken olabilir. Şöyle ki, Ey halkım sizin dindar olarak gördüğünüz ve sizi değerlerinizle yaşattığını söylediğiniz iktidar bakın sizin değerleri ne hale getirdi. Hatta en kutsal kitabınızı tekmeletecek nesillerin yetişmesine neden oldu. Peki, bu iktidarı hala destekleyecek misiniz diye mesajlar aktarmak isteyebilir. Böylece Muhafazakâr bir iktidarla dini ve ahlaki değerlerin nasıl erozyona uğradığını seçim meydanlarında kullanarak bunlardan menfaat devşirme peşinde olabilir. Böylece Muhafazakâr kitleler ne hale geliyoruz bu iktidar gitmeli diyerek muhalefete yönelebilir. Ancak bu davranışların arkasında İktidar kanadı da olabilir. Çünkü sonuçta her ikisinin de işine gelebilecek getirileri var.

İktidar kanadı ise bu olayları diğer taraftan okuyarak kitlelere seslenebilir. Biz iktidardayken bunlara rastlamadınız, bizim zayıflamaya başladığımız anda bizi götürmek isteyen güçler bakın nasıl harekete geçti, ilk icraatları da gençlerimizi kullanarak kutsal kitabımızı tekmelettiler. Dolayısıyla bizim gitmemizle sizin kutsallarınızın nasıl yerlerde sürüneceğini görün ve oylarınızı ona göre kullanın diyerek muhafazakâr kesimlerin azgınlığa dayanan davranışlarını yeniden kendi etrafında toplamak istemiş olabilir. Yani bu tür toplumda nahoş eylemler her iki kesimin de işine gelebiliyor, dolayısıyla bunların arkasında şu var bu var gibi şartlı refleksler geliştirerek tepki vermek, olayların anlaşılmasından sizi uzaklaştırır. Onun için bu tarz toplumsal sapkın eylemlerin oluşmasındaki temel dinamikleri iyi araştırıp tahlil etmemiz gerekir. Yoksa bu sorunlar genişleyerek insanların gündemini oluşturmaya devam eder.

Ben sapkın eylemlerin arkasında yatan bilinçaltı birikimleri de tahlil etme tarafındayım. Soyunarak bir farklılık ortaya koymak isteyenlerin de bilinçaltları dolu, Kutsal kitaba tekme atan çılgın gençlerin de bilinçaltı kaynama noktasında, onun için bu olayları bir bütünlük içinde ele almamız zorunlu ve kaçınılmazdır. Şunu anlamak herkesin üzerine farz olduğunu düşünüyorum. Hiçbir olumsuzluk, karşısında şiddeti yüksek bir kitle tepkisi ile karşılaştığında yok olmuyor. O davranışlara yol açan ve o davranışların beslenmesini sağlayan ortamlar ortadan kalktığı zaman yok oluyor. Bu sosyolojik ve insani bir gerçektir. Peki, o zaman ne yapılması gerekir, diyecek olanları buradan görüyorum.

Gençlerin Kutsal kitabın yazılı müsveddesine tekme atması elbette hoş ve normal karşılanacak bir tutum olamaz ama ondan önce onların zihninde bu kitabın o kadar rahat tekmelenecek hale getirilmesine neden olan düşünce eylem ve geleneklerimizi sorgulamamız gereklidir diye inanıyorum. O açıdan bakmadığımız zaman, reflekslerden beslenen ve o uyaranlara tepki verildiğinde çok büyük işler yaptığına inanan hipnoz kalabalıklar olup çıkarız.%99'u Müslüman olan bir ülkede yaşadığımızı hep söyleriz, peki bu kadar Müslümanın olduğu bir ortamda bu gençler kutsala böyle bir tekme atıp onu sosyal paylaşım hesaplarından yayarak bir eğlence alanı oluşturabilirler mi dersiniz? Benim kanaatime göre böyle bir davranışta bulunmak için akıl yoksunu ve kesinlikle muhakeme yapabilecek özelliklerini kaybetmiş olmaları gerekir. Ancak bu çocuklar öyle bir durumda olmadıkları halde bu eylemleri yapıyorlarsa, orada farklı etkenler aramak zorundayız.

İlahiyatçıların neredeyse hepsinden duyduğum bir gerçek var, Gençlik dinden uzaklaşıyor ve Deist oluyor diyorlar ve onun için de, çok çeşitli etkileme ve önleme yolları oluşturmaya çalışıyorlar. Hatta Diyanetten yetkili ağızlardan da böyle açıklamalar duydum. Hatta son Dönemde Sayın Cumhurbaşkanı' da biz Gençlerimizi kimseye yem etmeyiz diyerek o gidişlere gönderme yapmıştı. Peki devletin tüm yetkili ve etkin birimleri Gençliğin gidişinden ve yöneliminden memnun değilse, bunların yeniden değerlere nasıl döndürüleceğinin hesaplarını yapıyorsa, böylesi bir eylemde bulunmalarının doğal olduğunu kabullenmek zorundalar. Bu eylem üzerinden gerilim oluşturmanın hiçbir anlamı olmayacaktır.

Gençler mesajlarını çok net veriyorlar ancak anlamak istemeyen ve hala bu konularda direnç gösteren etkili ve yetkililer oluşan yöneticilerimiz kulaklarını kapamış olduğunu düşünüyorum. Yöneticiler bu gençlere kulaklarını kapadıkları sürece, bu gençler yakın gelecekte sizlerle anılacak olan hiçbir değer sistemini takmayacaklar, hepsini tepeleyip geçecekler. Bu geleceğin bir tahlilidir.

Adaleti anlatan, kardeşliği anlatan, paylaşımı anlatan, insan olmayı dayanışmayı saygıyı sevgiyi kritiği, insanlara kul olmamayı, liyakati, mücadeleyi doğruluğu ve yeryüzünde mal mülk yığarak devleşmemeyi anlatan bir kitap, bu gençlerin sorunlarına bir deva olmuyorsa, bunun ne anlamı var diye atılan bir tekme görüyorum... Gençlerin bu yaşamlarını sorgulayarak istenilen bir sonuca varılmayacaktır. Onun içindir ki, Yaşamda karşılığı olan bir kitabı Kimliğine kavuşturursak, o zaman bu tekmeler hiç bir zaman alenen böyle savrulmayacaktır. Kendi yaşam alanlarımızı iyice gözden geçirmemiz kaçınılmazdır. Bakkalın terazisine, anne babanın davranışlarına, kurumların uygulama biçimlerine, hocaların söylemleri ile eylemlerine yani kısaca hayatın tamamına müdahale etmeyen bir kitap ancak tekmelenir ya da boş bir top haline gelmiştir, denen bir bilinçaltı yansıması görüyorum. Onun için aslında tekmelenen kitap değil, o kitaptan bahsedip, hayatları ile kitap arasında hiçbir ilişki bulunmayan tüm hayatlaradır o tekme... Her türlü olumsuzluğu ortadan kaldırıp insanları mutlu ve huzurlu yaşatmak isteyen kitabın, hayatımızda bir karşılığı yoksa ne anlamı var bu müsveddeyi korumanın dercesine, bilinçaltında biriken tortuların açık kapı bulunca ortaya çıkmış halini görmekteyiz.

Yaşam alanlarımızdaki bu keşmekeşliği anlamlı bir zemine çevirmediğimiz müddetçe bunları hep konuşan ve refleksler gösterenler olmanın ötesine geçemeyeceğiz. Öncelikle Müslümanım diyenlere çağrım Kitabın müsveddesini tekmeleyenlere yönelerek, hayatımızın hiç bir yanına değer katmayan ve yetim bırakılan bu kitabı yetim olmaktan ne zaman çıkaracağız. Yetim olanlar herkes tarafından tekmelendiğini sanıyorum bilmeyen yoktur. Kitap yetim, hükümleri yetim ama o kitapla ilgili konuşan çok, onun içindir ki, bu yetimliği ortadan kaldırmayanlar, konuşma ve söz söyleme hakkına sahip değilidr. “Rabbimiz fakirleri doyurun onlara yardım edin" derken, nasıl ki bizler yetim ve yoksullar için dua ile geçiştirip Allah'ım bunları doyur diye Allah'a talimatlar yağdırıp bu eylemimizden hiç utanma duymuyorsak bu durum da onun gibidir. Allah kendi mesajını nasıl koruyacağını çok iyi bilir. Önemli olan o mesajların bizlerin hayatında ne kadar olduğudur. Kitaba göre yaşamayan ve hayatlarının kıyısında köşesinde Allah'ın hükmü olmayanlar, Zibidinin biri Kitabı tekmeledi onu şöyle yapacaksın böyle yapacaksın diyerek toplumsal yaşamı gerilimli hale getirmeye hakkı yoktur.

Yıllar öncesinde karşılaştığım bir nahoş eylemi bu vesileyle sizlerle paylaşarak ayrıntıya inmeden makalemi tamamlamak istiyorum. Ramazan ayında üniversite de oruç tutmayan gençleri dövmeye çalışanların gizli bir yerdeki kafede çay içtiklerini görünce, hani kardeş sizler üniversitede oruç yiyenlerle kavga ediyorsunuz ama burada kendiniz de aynı işi yapıyorsunuz dediğimde, aldığım cevap çok manidardı, âmâ abi oruç tutmayanları dövmek için karnın tok olacak ki dövesin, ama biz açıktan yemiyoruz diyerek gerekçelerini söylemişlerdi. Eğer bu din sizin korumanıza kaldıysa vay bu dinin başına geleceklere demiştim... Hakikaten vay ki nasıl vay!

Evet, Kitabı hayatın dışında taca atanların kitapla ilgili olumsuz bir davranış gördüklerinde yırtılmaya hakları yoktur. Kitabın emrine göre bir yaşamımız olsaydı, o genç bu kitabı baş tacı yapar onu yapmaktan hicap ederdi. Ama yetim gördüğü için elinden geleni arkasına koymamış. Durum bu olunca kendimizle ilgili sorgulamayı yapmadan ortaya çıkan bir eylem üzerinden herkesin mücahit kesilmesi ne kadar gerçekçi olur. Dolayısıyla tüm İman edenleri yeniden selim bir akılla düşünmeye ve gerçek kutsal olanı, kutsal olana yakışır şekilde hayatımıza aktaralım ki, bunlarla karşılaşmayalım.

"Ey iman edenler yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey yapmadıklarınızı söylemektir."

Kitap hayatımızda yer bulursa yetim olmaktan çıkar ve kimse yetim olmayan kitaba saldırmayı aklının köşesinden bile geçiremez. Ama yetim kaldığı için herkesin tekmeleyeceği bir kitap haline geldi; yazıklar olsun bize ki, kendimizi görmeden, içimizdeki serseri mayınları patlatarak cihada çıktığımızı sanıp mikrobu yaygınlaştırmaktayız. Vay o kimselere ki, onlar yaptıklarından gafildirler...

"Siz insanlara iyiliği anlatırsınız da kendinizi unutur musunuz oysa kitabı da okuyorsunuz, hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?"

Rabbimizin bu ayetleri gayet net bizi bize anlatırken, biz başkasını ikaza çalışmaktayız."...Ne mutlu onlara ki, Onlar rablerinden razı rableri de onlardan razı, onlar mutmain kullar için ayrılmış özel cennete girecekler..."Rabbim bizleri o kulları arasına katsın ve Kur'an'a göre yaşayan kullardan eylesin...

Selam muhabbet ve dualarımla her dosta aklımızı gereği gibi kullanmayı tavsiye ederim... Akıldan yoksun olanlar necistir.

Erol KEKEÇ/09.06.2022/13.43