Müslümanlar tarihlerinden ders alıp onların olumsuzluklarını bertaraf etmek ve olumlu yanlarından faydalanmak için tarihe yaklaşmazlarsa, kendi yaşamları da gelecek nesiller için içi yanlışlarla dolu bir tarih olarak bilinecektir. Tarihi yanlışlarından ders alınsa bir daha tekrarlanmaz, ancak tekrarlanıyorsa, tarih insanlara hiç ders vermemiş demektir.
Emevilerle başlayan ve sonraki
dönemlerde de devam etmesi istenen algılardan birisi, dönemin âlimlerinin
siyasal otoritenin lehine fetvalar vermesi ve onların olumsuzluklarının
bilinmeyen hikmetlerinin olduğunu anlatmalarıdır. Bu anlayış Müslümanları
yöneten zalim yöneticilerin zalimliklerine ses çıkarmamanın sevap olduğunu
söyleyecek uydurma hadislerin oluşturulmasına kadar gitmiştir. Sizi yöneten ve
sizden birisi ise, onun cehaletine ve zalimliğine rağmen ona itaat edin…”gibi.
Oysa Kur’an’ının yaklaşımı bir zalime sözüyle, eliyle, gücüyle destek olmak
veya ona meyil etmek zalim olmak için yeterlidir. Hatta zalimlere meyil etmenin
bedeli cehennem ateşiyle karşılığını almaktır. Allah’ın beyanı böyle olmasına
rağmen sizden olan zalim de olsa emir sahiplerine uyun sözleri tamamıyla,
dönemin zalim yöneticilerinin istekleri doğrultusunda oluşturulan hipnotize
masallarıdır.
Allah’a asiliğin olduğu bir yerde
hiçbir yöneticiye itaat yoktur. Allah’a asilik, Allah’ın kullarını gözetmemek,
kullar arasında tefrika oluşturmak, birleştirilmesi ve kaynaştırılması gereken
kardeşlik ilişkilerini ayırmak ve düşmanlıklar oluşturmak bir asiliktir.
Allah’ın sevdiği dost bildiği kullar yeryüzünde ekini ve nesli korur hakka
şahitlik yapar adaleti gözetir. İnançlarına bakılmaksızın insanları
liyakatlerine göre kurumsal mevkilere getirir ve herkese aynı oranda yakın ve
uzak durur. Bunu kendisine göre uygulayan yöneticiler zalim, yönetimlerde zulüm
yönetimleri olur. Allah, Müslümanım diyenlerin yaşamlarında böylesi
olumsuzlukların olmasını asla istemez ve onlara yardım da etmez, merhametini
onlardan alır gazabıyla o yeri baş başa bırakır.
Siyasal yönetimlerden beslenen ilim
adamları, halkla yönetim arasında bir rehabilite aparatı olarak görev yaparlar.
Halkın keskin ve gözü kara çıkışlarını yönetime ulaşmadan bertaraf ederek
onları yönetimden uzaklaştırmak, hep bu ilim adamlarının görevi olmuştur. Halkı
bilgilendirmek ve yönetimin yaptığı yanlışlardan dolayı yönetimi savunmaya
geçmek, halka karşı durup ders vermek, siyasal otoriteden beslenen ilim
adamlarının işi değildir. İlim ve bilimin herhangi bir merkezi otoriteden beslendiği
ortamlarda doğruya ulaşmak hayli zor olur. Bu durumda, Bilim insanları, gücün
meşruluğunu onaylayan ve onun ortaya koyduğu zulmün devamı için, bir emniyet
aracı olur.
Bu olumsuzluklar, İslam toplumlarında
insanların basiretini ortadan kaldırmıştır. Yanlışlara ses çıkarmayan ve yanlışların
içinde hikmet arayan bulamadıklarında da kendilerinin bu hikmeti anlayacak
nitelikte insanlar olmadığına inanırlar. Bu anlayış bir toplumun imha
sürecidir. İslam toplumu Emevilerden günümüze bu imha sürecini yaşayarak,
farklı düşünceleri barındıran uyanış çıkışları yaşamış ise, tamamıyla bu
yönetimlerin kapsam alanından uzakta olmuştur. Çünkü onların kapsamına giren
onların antenlerinden hep yayın yapmıştır. Onların dışında olanların başında
ise Hem Emevilere hem de Abbasilere karşı mücadele edip hakkın yanında olan,
onların zulümlerine asla meşruluk kazandırmadığı için zindanda şehit olan İmam
Ebu Hanif’edir. İmam Ebu Hanife, Emevi Zulmünün yıkılması için Abbasilere
destek olmuş, ancak onlar da zulmü devam ettirince onlara karşı da mücadele etmiş
ancak netice onun öldürülmesiyle sonuçlanmıştır.
Dönemin siyasal iktidarlarından
beslenmeyen ilim adamları İmam Ebu Hanife gibi hep susturulmuş ve
katledilmişlerdir. Dolayısıyla Zalim sistemlerin zalimliklerini örterek bize
kadar ulaştırılmaya çalışılan din, Kur’an’ın dışında, hak din olmadığını
rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü Kur’an’ın zalimlerin yaptıklarını onaylamayan
ayetleri hatırlatıldığı zaman, hemen Kur’an dışında bir kaynak aramışlar,
iktidarların beslemesi olan ilim adamları. Halkları inandırmaları için de
Kur’an dışı kaynak, Kur’an’ın referans olması gibi etkili bir kaynak olmalı ki,
Kur’an dışı bir yaşam oluşturulsun. Bunun için âlimleri kullanarak Allah’ın
elçisini referans gösteriyor gibi, Allah’ın elçisinin sözü gibi oluşturdukları
müsveddelerle, zulümlerine meşru dayanaklar oluşturmuşlar, bunları da günümüze
kadar din diye bize aktarmışlardır.
Sonrasında Dinin dayanakları diye bir
hiyerarşik makam belirleyerek kaynaklar oluşturmuşlar. Bu sistematik ve
hiyerarşik kaynak sınıflaması, tamamıyla Allah’ın dinine karşı oluşturulan
karşı dindir. Ancak Yaşadığımız ortamda bunları sorgulamak sizi din dışı
bırakır. Çünkü onlar hiçbir şey bilmiyor muydu gibi size yönelen oklarla
karşılaşırsınız. Önceden söylenmiş olan beşer mahsulü sözlere uymayı İlahi bir
emir gibi telakki eden toplumların dini, öncekilerin masalları dışında bir
yaşam olamaz. Oysa her dönemin dini ve yaşam kaynağı vahye dayanan Kur’an’dır.
Resul de Kur’an dışı bir dinin temsilcisi değildir. Dolayısıyla Resulullah’ın
sözü gibi anlatılan ama zalimlere içinde övgü barındıran ayrıca dinin kaynağı
Kitap ile örtüşmeyen onu sulandırıp sınırları ortadan kaldıran sözler, Allah’ın
Resulünün sözü olamaz. Çünkü onun konuştuğu Kur’an’dır. O Kur’an dışı bir söz
söylemez. Ancak toplumsal yaşamda öyle bir algı var ki, Resulullah’ın söylediği
vahiydir, yani ona atfedilen sözler de vahiy gibidir. Kur’an’a uymak ile ona
uymak aynıdır demek, dinin ruhu ile uyuşmaz ve dine katkı yapmak ulamalar
yapmak olur ki, bunun adı şirktir. Ben bir şey yapabilecek olsaydım önce
kendimi cehennem azabından muhafaza ederdim… Diyen bir elçi, Allah’ın kitabı
dışında farklı bir şey asla söylemez. O insan olarak yaşayan ve normal günlük
insani ilişkileri olan bir beşerdir. Bunun dışında bizden farklı olarak bize
getirdiği mesajı aktaran elçidir. Elçinin o görevi bizleri bağlar ve onun
söylediklerine harfiyen uymak zorundayız. Beşeri münasebetlerindeki ilişkileri
Kur’an gibi değildir, uyulabilir de uyulmayabilir de bundan dolayı kişi
Allah’ın elçisini küçümsemiş olmaz, aksine ona atılacak iftiralardan elçiyi
uzak tutar. De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah’ta sizi
sevsin…”diyen ayetin ne anlatmak istediğini anladığımız gün Resulullah’ın
zalimlerle hiçbir ilişkisinin olmayacağını da anlamış oluruz. Dolayısıyla Resule
ait sözlermiş gibi uydurma masallarla bizleri zulümlerine ortak etmek isteyen
zalimlerin bu manevralarına da inanmamış oluruz.
“Ben Allah’a hiçbir şeyi şirk
koşmadan Müslümanların ilki olmakla emrolundum…”Ayeti dikkate alındığı zaman,
her şey karmakarışık olsa, ortalıkta anlatılan masallar Kur’an ile taban tabana
zıt olsa da, kişi Kur’an’ı kaynak alarak aldığı zaman, karşılaşacağı
olumsuzlukların hepsinin üstesinden gelebilecek basirette olur.
Ne yazık ki insan, hayatını
etkileyen, zihni ve kalbi olgunluğa eriştirecek olan kitabın buyruklarını
dikkate almaz da, kendisine sunulan masalları tüketerek boş kaldığında geviş
getirerek hazımsızlığı gidermeye çalışan bir canlı gibi yaşamaktan zevk alır. İnsanın
bu vurdumduymazlığı ve aymazlığı onu hakkın rotasında yer almaktan hep
alıkoyar. İnsan bu rotayı doğru tespit edemediği zaman, yaşadığı ortamlardaki
zalim yöneticileri alkışlayarak bunu da bir ibadet aşkıyla yerine getirir.
Yanlış kurgulanmış ama gelenek olarak devam eden bu karmaşık çözümsüz
denklemlerin içinde yaşamı zorlaşan ve gittikçe zihinsel bir paradoksa
sürüklenen denek olmaktan çıkmak isteniyorsa, İnsan doğru kaynaktan, doğru
beslenmesi gerekir. Doğru kaynağa gidersiniz, ancak o kaynaktan aldıklarınızı,
o kaynağın sahibinin dediği gibi yapmazsanız yine sonuç hüsran olur.
Geçmişle günümüz ve yarınlar
arasında, yaşadığımız dönemde ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum ve ben
Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmam diyecek dirayette bir hayat ortaya
koyamayacaksak, her dönemin siyasal iktidarlarından beslenen âlim sıfatlı
koruma görevlilerinin verdiklerini tüketerek tüm vücut metabolizmamız
zihnimizden yüreğimize kadar virüs kaparak sürüngen bir hayata mahkûm
olacaktır.
İslam bir hayat nizamı olarak yaşamda
karşılık bulursa, ortaya çıkacak geleneksel yaşamlarımız, Kur’an dışı bir
kaynaktan beslenmemiş olacaktır. Kur’an’dan beslenen geleneksel ve devam eden yaşamlar,
yarınlar için doğru bir bakış açısı oluşturmanın en azından kapısını aralamış
olurlar. Bugün o kapıları aralayamazsak, yarınlar sanıyorum bu günlerden daha
karmaşık olacaktır. Çünkü gelecek nesillerin hayatları rasyonel ve reel
yaşamdan alınacak pozitif argümanlar üzerine olacaktır. Dolayısıyla inanma
temelli bilgilerin onların yaşamında çok fazla karşılığı olmayacaktır. Ama reel
yaşamdan yola çıkarak o bilgileri temellendirerek bir inanca dönüştürülecek sonuçlara
ulaşacakları muhakkaktır. Dolayısıyla geleceğin rasyonel ve reel yaşamı içinde
bizim oluşturacağımız bağımsız ve otoritelerden uzak sistematik düzenli, akılla
kavranılacak türden bilgi kaynaklarına ulaşılacak yolları ortaya koymamız bizim
bir sorumluluğumuzdur. Bunları ortaya koymaktan kaçınan korkan, âmâ yaşama
dokunmayan ve kimsenin olumsuzluğunu ötelemeyen bilgileri aktararak gelecek
nesillere bir ışık olduğumuzu sanmayalım. Işık olmak, tarihi aktaran değil,
tarihi yorumlamaktan korkmayan ve aklı yaşamın dümenine oturtan, ama
ilahlaştırmadan onun sorumluluk alanlarını çizerek, o alanda işini çok iyi
yapmasına katkı sunmaktır.
Allah’ın Resulünden hemen sonra,
Müslümanlar bir karmaşa ortamına girdilerse bu tesadüf değil, gönüllerde yatan
bir hayatın dışa vurumudur. O görüntüler sonrasında bir din olarak inanmayı gerekli
kıldı ve günümüzde iman esasları arasındaki muhteşem(!) yerini aldı. Yani
diyeceğim o ki, Müslümanlar yaşadıkları dönemde, güce sahip olan otoriteyi günahsızlaştırarak,
kendilerine Allah dışında yeni ilahlar oluşturmaktan kurtulmadıkları müddetçe,
adı İslam diye bildikleri dinin gerçek hayattaki Karşılığı Şirk dini olur. Şirk
dini üzere yaşayıp, onun uğruna mücadele edip, İslam olduklarını söyleyerek
kendilerini avutarak yaşama son noktayı koyarlar.
Güce sahip olan siyasal otoritenin
yanlışlarını yumuşatarak aktaran, siyasal yapının etrafına çöreklenmiş bilim
adamlarının hepsi, insanlara sadece gücün belirlediği bir çizgi sunarlar. Onun
dışına çıkmaktan korkarlar ve o konuları hiç gündeme getirmezler, çünkü kendi
yaşamlarının maddi kaynağı onlar olduğundan o kaynaklarını kaybetmeyi göze
almazlar.
Geçmişte siyasal yönetimler, dini
değerleri kendi kontrollerine alarak, yaşamlarını tehlikeye sokacak dini
fetvaları bastırmak için icat ettikleri dini müsveddeler, çağımıza kadar dinin
emir ve yasakları olarak geldiği için, bunları kabul etmeyenleri dinden çıktı
diyerek ötekileştireceğimize, kendimizin sahip olduğu dinin ne kadar Allah’ın
dini olduğuna baksak daha iyi olmaz mı?
Müslümanlar, kritik ve sorgulamaya
dayanan bir yaşamı, sorgulanmadan olduğu gibi aktarılan geçmişin uygulama ve
düşünsel birikimlerini, bir yaşam manifestosu gibi alıp ona göre yaşadıkları
müddetçe hep sömürülen toplumlar olarak kalacaklardır. Hayatta sorgulanmayacak
hiçbir şey yok yoktur” Bilmediğiniz bir şeyin ardına düşmeyin, zira göz kulak
ve kalp ondan sorumludur…”Buyruğu, bizlerin inanacağı esasları bile, anlayarak
bilerek kabullenmemizi istemektedir. Hakikate ulaşmak için sorgulama, anlamak
için kritik şarttır. Bunları hayattan uzaklaştırdığınız zaman, hayat, anlamsız
müsveddeleri taşıyan bir yük vagonuna döner. “Canlılar içinde en altta yer
alanlar, hiç şüphesiz aklını kullanmayanlardır. Akıl en büyük nimettir, bu
nimetin işlevini yok etmek ve duygusal bağlılıklarla inanma temelinde bir
gelecek oluşturmak, tüm nesillerin hayatını ipotek almak olur ki, bu ortamlarda
gelişimden söz edemezsiniz. Kölelik bir yazgı değildir. O halde Müslüman
topluluklar, köle bir hayatı değil, bilinçli tercih edilen bir hayatı verimli
kılmak zorundalar. Bu verimlilik küçük çapta olsa da, geleceğe mührünü basacak
bir yaşam olacaktır. Müslümanların, gelecek nesillerinin yeniden doğuş ve
şahlanış hamlesi gerçekleştirmesi için, hikâyelerden uzak, Kur’an’ın özü ile
tanışmaları gerekir. Merhum Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, ”Lafzı
muhkem, yalnız anlaşılan Kuran’ın, hiçbirimiz kaydında değil mananın, ya açar
bakarız nazmı celilin yaprağına yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına, inmemiştir
hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için…”Bu
yürekle hayat kaynağımıza yöneldiğimiz zaman, ne zalimlerin zulmü, ne nede
zalimlere alkış tutacak zalimlerin sırtından yaşamını sürdürdüğü böcekler
kalır. Böcek olmayı kabullenenler ezildiklerinde şikâyet etme hakkına sahip
değiller. Dolayısıyla böceksiz ve onuruyla var olan, geleceğe mührünü basacak
nesillerin oluşması için, öncelikle biz ayağa kalkıp hakikate şahitlik eden bir
dinin, neferleri olduğumuzu ortaya koyacağız. Yoksa yarınların kararmasındaki
her karanlık zerresinde bizlerin bir payı olacağını unutmayalım. “Kim bir çığır
açarsa, o yoldan gidenlerin sorumluluğundan bir pay da onadır. Bunu bilerek ve
aydınlık yarınlara meşale olmak olsun hayatımız…
Selam muhabbet ve dualarımla aydınlık
yarınlara hep birlikte koşalım, karanlıkları korkusuzca kendi inine gömerek
yola çıkalım…
Erol Kekeç/06.04.2022/02.23
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder