7 Nisan 2022 Perşembe

DÜNYASI KOZASI OLANLAR, DÜNYANIN KAPTANLIĞINI UNUTSUNLAR!

İpekböceğinin sonunun nasıl olduğunu, onun hayatıyla ilgili malumat sahibi olanlar bilirler. İpekböceği kozasını örmeye başladığı zaman, dışarıya kendisini kapatır sadece içeriyle ilgili olanları görür ve işine devam eder. Kozasını örer bitirir ve son noktayı koyduğu zaman, kendi hayatını sonlandırır, ancak o hala kendisinin çıkacağını sanır. Oysa insanlar, onun kozasını alıp ondan ipek yaparlar, ipeğin alınabilmesi için kozaları sıcak suya atarlar, koza açılır böcek kozadan çıkar ama ölmüş olarak çıkar, oradan sağ çıkma imkânı kalmamıştır.

İnsanlık yaşamı da çoğu zaman buna benzer. Kendi düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanan ve ondan başka doğru kabul etmeyen anlayışlarda farkında ya da farkında olmadan kendi sonlarını hazırlarlar. Siyasal sistemlerde böyledir. Eleştiriye kapalı, yaptıklarının dışında doğrunun olma ihtimalinin olduğunu kabul etmeyenler ve tek adam olarak her yere emirler yağdıran totaliter yapıların son hali, bir ipekböceğinin sonundan farklı değildir. Düşünen insan ile düşünmeyen bir canlı arasında sonuç olarak fark yoksa acaba akıl ne işe yarıyor diye insan sormadan edemiyor.

Ortaokul ikinci sınıfta Rabbimin bir lütfu ile İslam ve onun yaşam kitabı Kur’an’ı Kerimle tanıştığım yıllarda, herkesin bir doğrusu vardı ve herkeste kendisinin Müslüman olduğuna inanıyor; ancak farklı düşünenler arasında bir selam bile esirgenir, hatta selam vermek insanı küfre götürüyor gibi algılanırdı. Öyle keşmekeş bir dönemde İslam’ı tanımaya çalışan, çoğu zaman da böyle düşünenler arasındaki bu duvarların neden var olduğunu sorgulamaya çalışırdım. Kimin yanına gidip neden böyle olduğunu sorduğum zaman, haksız olan kimse yoktu herkes haklıydı, ama haklılıklarını izah edecek ve karşıdakini ikna edecek devamlılığı olan bir düşünce yoğunluğundan da yoksunlardı. Tüm bunlara rağmen, bizim çocukluktan kaynaklanan duygusallığımız bizi bunların hiçbirinden koparmıyordu, birbirlerine görünmedikleri ortamlarda hepsini soruyorduk. Bu sormalarımız Allah’ta biliyor ki bir menfaat için değil; tamamıyla samimi duygusal ve içtenlikli halimizdi. Çok okuyan çocuklardık. Ortaokul ikinci sınıfta Ali Şeraitinin Hac kitabını okuyan ve hala tadı damağında, zihnini o konuda ondan başka tatmin edici başka bir mütefekkirin kitaplarında o hazzı alamamış bir okuyucuydum. Yani diyeceğim o ki, o dönemde farklı okumaları yapmak hayatımın vazgeçilmezleri arasındaydı. Lise bir öğrenciliğim dönemi, neredeyse Sosyolojik ağırlıklı Türkçe ’ye tercüme edilen tüm kitapları alıp bir an evvel okuyordum. Lise ikinci sınıfa geldiğimde en az üç tefsiri baştan sona okumuştum. Hatta “Fizilal-il Kur’an ”Tefsirini lise-2 de 35 bin liraya almıştım. Pansiyonda kalıyordum param yoktu, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir Hocam, git al ben sana destek olacağım demişti. Israrla bana o tefsiri aldırmıştı, o tefsirin Ödemesini hocama yapabilmek için, yaz dönemi İzmir’de Amerikalıların inşaatlarında çalışarak o parayı biriktirmiş 3 ay sonrası tekrar lise-3 öğrencisi olarak okuluma döneceğim zaman bir yıllık harçlığım olmuş, elbiselerimi almıştım hatta bir yıl evde tüketilecek buğdayı almak için Rahmetli Babama bir ton beş yüz kiloluk buğday parasını vermiştim. Öyle bir kendimi kaptırmıştım ki, O dönemin yazında, İzmir’in sıcağında Mevdudi’nin Hilafet ve Saltanat kitabını okuyarak; geçmişin olumsuzluklarını sorgulayarak kendimce bir düşünce alt yapısı oluşturuyordum. Sabah 07.30’dan ikindi saat 17.30 kadar çalışıyorum, o saatten sonra İzmir Fuarında ağaçların gölgesine gidip kitaplarla baş başa bir yaşam sürüyorum. Akşam gece yaklaştığı zaman İzmir’in gece kondu bölgesi olan Bayraklının Alpaslan mahallesine gidiyorum, oradaki gençlerle Kur’an ayetleri okuyoruz ve bir gençlik oluşturup o arkadaşlarla geleceğin yapılanmasını tartışıyoruz. O dönemdeki arkadaşlarımdan biri hala en samimi dostlarımdan İzmir’de önemli bir market sahibi, Rabbim hayırlı yolda yar ve yardımcısı olsun…         

Hafta sonları Urla Çeşme altına gidiyorum, orada benden bir iki yaş küçük olan genç kızlar var onlar yazlıktalar ben hafta sonu bir arkadaşımda kalıyorum, onlara tefekkür üzerine konuşmalar yapıyorum, yaratılış, hayatın amacı insanın yeryüzündeki fonksiyonunu gibi konuları duygusal ve tefekkür boyutlu konuşuyoruz. O genç kızlarımızın hepsi şortlu ve bisiklet sürerek sahilde günlerini gün ederken, belli bir dönem sonra ben bunlara hiç kapanın veya şöyle giyinin demediğim halde, onların çoğu kapanmıştı ve şortlu gezmeyi terk etmişlerdi. Çeşme altındaki Cami Hocasına giderek hocam o abi ne zaman gelecek diye hep beni sorarlarmış. Ben onları bir daha göremedim ama çok kitap gönderdim okumaları için…Lise3 öğrencisi olarak Bazı zamanlarımı da Bornova’da Ege üniversitesi kampüsüne giderek mühendislik fakültesi gençleriyle düşünce yoğunluklu küçük gruplara konuşmalar yapıyordum… O arkadaşlarla muhabbetimiz, siyasal yapıyı bizim cenah alıncaya kadar devam etti; ancak iktidar nimetlerinin çok sevimli gelmesiyle o arkadaşların çoğu ile bağlantılarım koptu, çünkü onlar artık o değildi oysa biz hep oyduk düşünsel bakış açısından, ama o derken statükocu o değil…

Bunlar çok güzel anılarımız olarak kaldı ama gelecek yaşamımızın daha güzel olması için çabalayanlardan olmayı tercih ettim. Bana tefsiri alan Hocam Bir dönem Refah partisinden Milletvekilliği yaptı, aynı dönemde iki hocam vekildi, birinin yanına yaklaşmak için kırk katır mı kırk satır mı dedirtecek kadar varmamız mümkün değilken, bana o tefsirin alınmasında destek olan ama daha sonra emanetini okul açıldığında iade ettiğim hocam, yarısını zorla aldı diğerini hediyem olsun dedi… O samimi ve içten hocamla vekil olmuş emekli olmuş Ankara’da oturmasına rağmen İstanbul’a her gelişinde beni evimden alır dostlarına gideriz ve hala heyecanımız insanlığın kurtuluşu ve insanlık faydasına adil bir yönetim için bizlere, bir kul olarak düşen sorumluluk nedir, bunları o günkü gibi değerlendiririz. Bunları neden mi anlatıyorum, her çiçekten polen almak nasıl ki kaliteli bir bal için önemli ve gerekli ise, ben düşünsel kalitenin birçok farklı ortamlardan alınan uyarıcıların birleştirilmesiyle elde edileceğine inandığım için, bunların hayatımda önemli mühürleri olduğu için kısaca değindim. Hatta Paul Feyereband’ın “Yönteme Hayır ”Kitabının tercüme edileceğini duymuştum ama daha basımı yapılmamıştı, o kitabı ararken Birleşik Dağıtımda Sayın Abdurrahman Arslan ve Ali Bulaç’la tanışmıştım. Abdurrahman abi delikanlı seninle tanışalım gel bir çay içelim dedi ve Ali Abi de geldi birlikte bir çay içtik yaşımı sordu,20 yaşındayım, ne okuyorsun, Sosyoloji okuyorum dedim. O zaman Ali Bulaç dedi ki, hakikaten böyle gençlere çok ihtiyacımız var… Çıktığı zaman kitap sana haber edeceğim dedi ve bağlantı kuracak o zamanın şartlarında normal bir telefon bağlantısı vermiştim; ama o bana ulaşmadan ben kitabı alıp okumuştum çıkınca, ondan sonra kritiğini yapmıştık aynı ortamda… Böylesi bir süreçten geçerek gelişen düşünce atlasımızın, her noktanın koordinatlarını yerli yerinde koymaya özen gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak bazen beyin dağarcığım patlama noktasına geliyor ve kendi ördükleri kozanın içinde yaşam sürenler, kendi gidişlerini görmeden bir başkasına da aynı kozanın kutsallığını anlatarak onları da mahkûm etmeye çalıştıklarını gördüğüm zaman, dayanamayıp patlama noktasına geliyorum. Yoksa şahısların kişilikleri ve düşüncelerinin ne olduğu onu bağlar benimle ilgili değil, âmâ onu bir kutsal gibi dayattıkları zaman ben zıvanadan çıkıyorum.

Bugünkü gibi yine bir ramazan ayı 27 yıl önce Gaziantep’te bir eğitim kurumu, ramazanın ilk günü oruçluyuz sabah saat 10 gibi öğretmenler odasına gelmeyen arkadaşların hepsi öğretmenler odasına doldu; herkes birbirine sigara tutuyor çay söylüyor ortam gayet şenlik… Ben de masanın ucuna oturdum bahçedeki öğrencilere bakıyorum. Sol düşüncede olan bir arkadaş bana sigara uzattı sağ ol İb… Hoca dedim, oruçlu olduğumu söylemedim ama onların hepsi beni çok iyi biliyorlar. Sigara içen üzerime üfürmeye başladı; bir iki üç derken benim şalterler attı ve kalktım.  Bana bakın benim değerlerimi benimsemek zorunda değilsiniz ama hakaret etme hakkına hiç sahip değilsiniz, dua edin üzerimde silah yok, yoksa şu anda bu davranışı yapanların hepsinin kafasına sıkardım dedim. Hoca ne oldu özür dileriz yanlış anladın falan dediler ve kalkıp gittiler o günden sonra bir daha öğretmenler odasına uğramadılar ve her gördükleri yerde hocam nasılsınız ne var ne yok sağlığınız nasıl gibi yapayda olsa hal hatır sordular. Düşünüyorum da bunlara gerek var mıydı, herkes kendi varlığıyla yaşasa başkasına zulmetmese olmaz mıydı? Elbet olurdu, âmâ herkes kendisini kanıtlamak ve başkasına dominat olmak zorunda hissediyor kendisini… Bu hastalık insanları içinden çıkamayacakları bir kozaya hapsediyor. Bizler hayatımızda karşılık bulan düşüncelerimizi bir yerlerden su doldurur gibi doldurmadık, ilmek ilmek dokuyarak bir fikir sahibi olduk ve hatalı olanları geldiğim noktaya bakmadan yerine daha doğrularını koymaktan zevk alırım. Böyle bir bakış oluşturmak çok zor olmasa gerek, neden zor olsun ki, ben dünyada sahip olduklarımı korumak için yaşamıyorum ki, dünyada doğrunun hakkın ve adaletin önce kendi nefsimde sonra çevrem, daha sonra daha kapsamlı genişleyerek yayılması ve ortaya çıkması için çaba harcayanlardanım. Bu anlayışla geleceği kuşanmak isteyenler, kendi zindanlarını kendileri oluşturur mu, varsa öyle bir ihtimal onu terk etmekten ve doğruya yönelmekten kaçınmazlar.

Bu coğrafyanın talihi hep kara lekelere sahip, özellikle İslami düşünce bu topraklarda çok bahtsızlık yaşadı. İnsanlar bir bilgi sahibi olmadan, kritik akıl ve sorgulama becerisi kazanmadan doğrudan bir fikrin savunucusu oldular. Ondan sonra da o fikre uymayan herkese mührü bastılar. Sonrasında karman çorban bir yaşam ortaya çıktı. Bu yaşamlardan günümüze gelen örneklerin şu anki yaşamdaki karşılığına baktığımızda, böylesi karanlık tabloların içine bizleri çekmiş olmaları doğal bir süreç gibi görünüyor. Oysa bu karanlıkların hiçbirisi doğal olamaz, çünkü bizlerin düşünsel altyapısı doğal bir gelişimle oluşmadı, tamamıyla yapay ve zoraki bir yaşam alanına insanlar taşındı, istemeseler de grup ve kitle dürtüsüyle kendilerini o grubun bir elamanı olarak gördüler. Grup içindeki güven duygusuyla galeyana gelen fertler, o gruptan dışarı çıktıkları zaman, sudan çıkmış balığa döndüler. Sonrasında da kendi canını kurtarmanın derdine düştüler. Bu anlayışların hepsi çorak toprakta büyütülmeye çalışılan bir bitki gibi olmasına rağmen, dünyalık önemli kaynakların başına geçirildi ve onlar orayı korumakla görevlendirildi. Sınırsız yetki ile ödüllendirildiler. Onlar da bu durumu kendilerinin ayrıcalıklı olduklarından böyle görevlere getirildiğine inanmalarıyla, film koptu. O kopuş bu kopuş durdurana aşk olsun, freni patlamış bir tır gibi nasıl ve nerede hangi kayaya çarparak duracağını beklediğimiz korkulu bir yolculuk süreci başlamış oldu.

Karadeniz’de Köylüler yaylaya çıkmışlar büyükçe bir değirmen taşı yapmışlar, ama bu taşı nasıl getireceklerini bilmiyorlar. Köylüler içinde kendisine danışılan ve fikir alınan bilge kişi Temel’miş. Temel’e durumu anlatmışlar Temel bu çok kolay uşağım, bunu bana bırakın demiş. Haçan Uşaklar yaylaya gideyrük, ben o değirmen taşının içine kafamı koyacağım, onunla birlikte teker gibi olacağım siz oradan beni yuvarlayacaksınız, aşağı ovaya gidip beni orada bekleyeceksiniz, oraya geldiğimde hop hop diyerek beni uyaracaksınız ben de iki ayağımla sağa sola fren yaparak duracağım siz de değirmen taşını alırsınız demiş. Köylüler oldu demişler ve aşağıya inmişler. Taşı yuvarlamışlar aşağıdakiler de taşı izlemişler, taş yaklaşınca hop hop demelerine rağmen taş durmamış, inmiş bir yokuşta durmuş. Bakmışlar ki Temelin kafası yoktur. Ulan Uşaklar Temel geldiği zaman onun kafası var mıydı yok muydu, bunu ancak hanımı Fadime bilir gidip ona soralım demişler. Fadime’ye gelip sorduklarında Ha uşaklar Temel oraya girdiğinde kafası yok idi demiş, biz anlamıştık zaten olsaydı kafası da taşla gelirdi deyince, Fadime kafası olsaydı oraya kafasını geçirmezdi diye cevaplamış…

Evet, dostlar İnsan bazen kendisini kozaya hapsedecek kadar kafasını Temel gibi bir yerlere bırakmış olabilir. Ancak onun faturasının çok ağır olacağını bilmiş olsalar öyle bir kozanın içine girerler mi dersiniz? “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar.” Âlemlerin Rabbi Allah’ım, bunu boşuna söylemiyor. Çünkü insanın içindeki hırsının onu nereye götüreceğini ve başına ne getireceğini bildiği için, bu kadar açık beyanıyla bu sonla karşılaşmamızı istemiyor.1990’lı Yıllarda Güneydoğu’da din adına ne domuz bağları ile insanların öldürüldüğüne şahit olduk. Değneklerle sabah namazı çıkışında katledilenleri gördük gecenin saat üçünde kimsesiz sokakta evimin nasıl kuşatıldığını biliyorum. Bunların hepsi kendi kozaları dışında dünyanın olmadığını düşünen ve inandıklarına karşı da o kadar samimiler ki bunların hepsini bir ibadet aşkıyla Allah’a yakın olmak için yapıyorlardı. Peki, Allah’a yakın olmak için yapılan bu davranışların Hz. Ali’yi katleden Kutsal harici timlerinden ne farkı vardı. Asla yoktu ve olması da mümkün değildi. Çünkü harekete geçiren dinamikler ve hedef aynıydı. Amaçları Günahlardan arınmak ve Allah’a yakın olmak. Peki, bu eylemler kişileri aşıp yönetimler tarafından yapılamaz mı elbette yapılır. Irak’ta Saddam, mazlum ve mahrum Halepçe Halkını kimyasal gazlarla katlederken bir hedef için yapıyordu. Yani kendisi doğru onun dışındakilerin katledilmesi kendi doğrularının daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktı. Yani ibadet aşkıyla yapıldı. İran’la süren savaşın arkasında Tüm batı ona verdi gazı o da saldırdı ve sonuç hüsran iki taraf için… Sonrasında elindeki bu silahlar imha olmazsa bu bölgede sorun olur diye düşünen Şeytan ABD, Saddam’a verdi gazı, Kuveyt’in eskiden Irak’ın bir vilayeti olduğu, basında bile dillendirildi ve Saddam’ın ağzının şorikleri akmaya başladı, bir gecede Kuveyt’i kuşattı ABD’nin hiç sesi çıkmadı ama bir gerekçe buldu ve dedi ki, Saddam burayla durmaz Suuda saldırabilir; onun için Dahran Limanına geldi yerleşti. Önce şişirdiler kendisine bir koza ördürdüler, oysa Saddam bu eylemleri yaparken kendi ölüm fermanını kendisi imzalamıştı. ABD sadece ipekböceğinin kozasını almak için kozayı alıp sıcak suya attı ve ipeği alıp gitti. Peki, Saddam ne oldu, ördüğü kozanın dışına çıktı ama yok oldu; kazanç ABD’nin kasasına aktı. Evet, dostlar İslam topraklarında buna benzer örnekler çok fazladır. Onun için, bu örneklerin sona gelmeden önce uyarılması ve kozaların etrafının kırılması ve kozanın dışında çok farklı bir yaşamın olduğunu uzun yıllar kendilerini kozaya hapseden yöneticilere hatırlatmak gereklidir diye düşünüyorum. Bana sorsalar, Sudan’da Ömer El-Beşir’in Temel gibi gerçekten kafası var mıydı yok muydu diye, oraya gittiği zaman kafası vardı ama orada uzun süre kalınca, kafasını bir yere bırakmış olmalı ki, sonuçta kafası olmadığı anlaşıldı derim.

Evet dostlar, kendi gettolarını kendileri oluşturanlar, ipekböceğinin kozasının son halini ve oradan nasıl çıkarıldığını idrak ederlerse, öylesi bir yaşamı kendilerine reva görmezler. Böylesi bir sonun içinde olmamak için gençlik ve çocukluk yaşamımdan örneklemeler yaptım ki, her an kendimizi yeniden sıfırdan başlıyor gibi yenileme imkânımız olsun…

Zaman hızla akarken, düğümler daha bir çözümsüz hale getirilmeden, kozanın son noktası örülmeden kozanın dışındaki yaşamın nasıl olduğu ve oradaki yaşamın kozanın içiyle benzer olup olmadığını anlayarak dışımızdaki dünyanın gerçekliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi çevirerek yürekten bir hissediş yaşamalıyız ki, kozalar kendiliğinden açılsın ve ipekler kendiliğinden serilsin, biz ise ayaklarımıza dolanan ağların karmaşıklığından çıkarak aydınlık ufuklara gözlerimizi çevirerek, fecrin doğumuna şahitlik yapacak duruma gelelim…

Zamanda yolculuk benimki, bir yerde dur durak nedir diye sormam, her limana demir atmam, demir atacağım limanın her yanı ipekböceği kozalarına tahsis edilmiş ise, ya kozalakları sıcak suya atılmadan yırtarım ya da o limanı yakar, denizlerden karaya bir daha dönmem; ben denizlerin korkusuz ve deli kaptanıyım… Haşin dalgalara göğüs germeyi, yakılacak limana demir atmaya yeğlerim…

Selam sabır metanet ve dirayetle Kozaları delip dünyaya hakikat gözleriyle bakanlara selam olsun…

Erol KEKEÇ/07.04.2022/01.30

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder