17 Mart 2022 Perşembe

PLANLAMA BİLİMSEL SONUÇLARA DAYANMALIDIR

 Önceliği olmayan toplumların sonrası olmaz ya da çok karanlık olur. Canlı olan her varlığın yaşamsal önceliği, biyolojik varlığının gıda alması ve varlığını sürdürmesidir. Biyolojik varlığı tehlikede olanların ikici adım üzerine yoğunlaşmasını düşünemezsiniz. Bu durum kâinattaki tüm canlıların yaşamı için geçerli olan bir kuraldır. Yani birincil ihtiyaçlar doyurulmadan ikincil ihtiyaçlar için eyleme geçmek düşünülemez.

Üretmeyen toplumların durumu birincil ihtiyaçlarını karşılamadan ya da karşılayacak ihtiyaç maddelerini almak için başaklarına bağımlı oldukları halde, daldan dala atlayarak kendilerinin çok iyi bir sirk maymunu gibi oynadıklarını anlatmalarıdır. Bir köylü ile filozof arasında latife olarak anlatılan şu hikâye tam da böylesi toplumları anlatır. Uzun bir yolculuğa çıkan filozofla köylü, yol boyunca konuşurlar ve filozof anlatır köylü dinler, uzunca bir yol gittikten sonra yorulurlar ve bir mola verip karınlarını doyurmak isterler. Köylü azığını ortaya koyar, filozofa senin ekmeğin nerede der, filozof benim azığım yoktur, neden yok, olmadığı için der. O zaman senin anlattıklarının ne kıymeti var, çünkü sen karnını doyuracak bir azığı elde edemiyorken, bırak o düşünceleri boşuna anlatıp kendini yorma der… Biyolojik ihtiyaçlarını karşılayamayanların ortaya koyacağı ihtişamlı fikir ve projelerin reel yaşamda bir anlamının olmadığını anlamadığımız zaman kendimizi bunalttıkça bunaltırız ve sonrasında aklını kaybeden, tımarhanede tımar edilmesi gereken bir meczup olup çıkarız.

Son yıllarda, yeryüzündeki kaynakların tükendiğini ya da azaldığını, bu kadar insanı yaşatacak kaynak kalmadığını anlatarak bilinçli olarak insanlık bir korku paranoyasının etki alanına sokuldu. İnsanların bu aczi yetini kullanmak isteyen güçler harekete geçerek, kendi yaşamları için başkalarının yaşam alanlarını istila ederek meşru ya da kendilerince haklı gerekçeler oluşturma peşine düştüler. Yani çatışma ve savaşların havadan sudan gerekçelerle oluşturulması için uygun ortamlar yarattılar. Bu süreci sorunsuz atlatacak toplumlar, birincil ihtiyaçlarını kendi ürettikleri ile karşılayan toplumlar olacaklardır. Silahı çok olan ya da nükleer güç sahibi olanlar bu savaşların kazananı olmayacaktır. Yaşamını devam ettirecek ve kimseye bağımlı olmayan üretici tarım toplumları bir sıfır galip bu savaşa başlayacaklar. Çünkü gıda temel ihtiyaçtır. Temel ihtiyacınız için başaklarına bağımlı iseniz, sizin ayakta kalma şansınız fazla olmaz; onun için herkesin kendi toplumu içindeki rollerini çok iyi oynaması gerekir.

Son dönemde ülkemiz içindeki karmaşaların arkasında ciddi anlamda gıda baronlarının olduğunu görmek gerekir. Gıdayı azalttığınız ya da karaborsa olarak piyasa sürdüğünüzde, insanların tedirginliklerini ve kaygılarını tavan yaptırırsınız. Bu korkuyla piyasaya çıkanlar, yalan yanlış demeden her söyleneni doğru bir bilgi aktarımı gibi alenen yayarlar. Sonrasında toplumsal yaşam ciddi yara alır. Bir ülkenin kendi içinde yaratılmak istenen korku ve tedirginlik, böylesi karanlık ortamları oluşturmaya yetiyorken, bir ülke ile savaşa girdiğiniz zaman, eğer toplum bu ihtiyaçlarının karşılanması için dışarı bağımlığını anlarsa savaşı hükmen kaybedersiniz.

Üçüncü dünya ülkelerinin en kısa zamanda, asırlar önce başlamış olan tarım devrimini tekrardan yapmaları kaçınılmazdır. Savaşların genel mantığına bakarsanız arkasındaki ana nedenin, yaşamak için ellerindeki imkânların yok olması ve başaklarının eline geçme endişesinin oluşturduğu korku olduğunu görürsünüz. Yani savaşma isteği, temel insani yaşam ihtiyaç maddelerinin tükenmesi veya kaybedilme endişesinden kaynaklı olduğuna şahit olursunuz. Özelde kendi toplumumuz için süreci ele alıp değerlendirmek istersek, öncelikli olarak iyi ve doğru saptamalarla istenilen anlamlı sonuçlara doğru yol almamız gerekir.

1923 Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda, ülke ekonomisinin nerdeyse tamamı tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Küçük ölçekli şehirlerde yapılan ticaret ve küçük imalatlar dışında. Yani Osmanlının Yüz ölçüm olarak üç kıtadan çıkarak toplayıcılık ve vergilendirme sistemi yerini doğrudan kendin üret kendin var ol anlayışına dönüştü. Hatta onun için Mustafa Kemalin ilkelerinden Devletçilik bu anlamda önemli bir yer tutuyordu. Yani kendi yağınla kavrulup başka yağlara ihtiyaç duymamayı içeriyordu.70-80 yıl nerdeyse bu anlayış tam olarak uygulanmasa da büyük oranda istenilen hedefe doğru gidiyordu.” Köylü Milletin efendisidir” sözü üretim yapan köylüleri, doğrudan motive ederek işlerini severek yapmaya teşvik olan bir sözdü. Köylü tarlalarını bırakarak şehirlerin yolunu tutmadı, belki düşük verimlilikte ilkel yöntemlerle üretim yaptı ama üretmeye devam etti. Onun için köylerimiz nüfus potansiyeli açısından şehirlerden nerdeyse başa baş gidiyordu.1980 sonrasında hızlı bir demografik hareketlilik başladı ve kentlerde ciddi bir çarpık yapılaşma, alt yapı sorunu, işsizlik ve tarımsal üretimde daralma başladı. Bu daralma her geçen yıl, devletin bu konudaki planlamaları dikkate alındığı zaman, sorunu önlemekten çok sorunların genişleyerek yayılmasını beraberinde getirdi.2000’li yıllarda %30 civarında olan kır nüfusu, 2020’li yıllara geldiğimiz zaman %5’lere indiği görülmektedir. Nüfus azalmasına bağlı olarak üretimde de ciddi bir düşüş yaşandığı göze çarpar. Demografik yapıdaki bu ciddi değişim, toplumsal yaşamımızı doğrudan etkileyerek, üretici toplum olmaktan çok tüketen topluma bizleri dönüştürdü. Küçük ölçekli Sanayi kuruluşları ve montaj sanayi ile kısmi bir sanayi üretimi olsa da, bu üretim tarımsal alandan boşalan üreteci yanımızın eksilmesini tamamlayamamış; dolayısıyla başkalarına bağımlılığımız kendiliğinden doğmuştur.

Ülkemizin gerçekliği bir yanımızı törpüleyerek, başka bir yanımızı yükseltmek üzerine kurulu bir anlayıştan geçtiği için, geçen bu kadar zamana rağmen, kendi duruşumuzu belirleyerek ayakları üzerinde duran bir ülke olmayı beceremedik. Bu hususta politik farklılıkları bir yana bırakarak, ülkemizin geleceği ve devletimizin dünyadaki yerini en iyi konumda alabilmesi için, üretim alanındaki plan ve programlarımızı yeniden gözden geçirerek, kalıcı ve çığır açıcı yatırımlar yapmak zorundayız.

Bir ülkenin gelişimini tamamlaması için, gelişim sürecindeki hiyerarşiyi dikkate alması zorunludur. Hangi alanda yatırım yapılacağını belirlerken, politik algılardan ve gündem belirlemeye çalışan algı yönetmenlerinin çabalarından uzak ciddi ve devlet aklı kullanılarak çalışmalar yürütülmelidir. Hiçbir zaman ülkenin kalkınabilmesi ve bu kalkınmanın devamlılık içinde olması için; ülke yönetimine gelen politik anlayışlar kendi anlayışına göre bir süreç belirlememeli. Ülkenin kalınma modelinin ve planlamasının bilimsel raporlar doğrultusunda bağımsız uzman bilim adamlarının belirleyeceği programa göre yürütülmelidir. Bu programlar önceden devlet planlama dosyalarında arşivlenmeli süreç oradan takip edilmelidir. Böyle olmazsa sürekli değişen politik anlayışlara göre ülkenin gelişim programları yapılır ki, bu bize hep zaman kaybettirir. Ve bu keşmekeşlik farklı politik algıların bir kendisini kanıtlamak için birbirinden bağımsız çalışmalarla iki ileri giderken, ondan sonra gelen sil baştan yeniden aynı konuları ele alıp, o konuda çalışmalar yapacağı için, uygun adım yerinde say komutunu yaşamak ve yapmak zorunda kalırız ki; bu ülke olarak imha olmamız demektir.

Geçmişte doğru yanlış veya eksik olsa da en azından DPT’i diye bir kurum vardı ve orada çalışan insanlar ülkenin beyin takımından oluşuyordu, sahiden bugün soruyorum, o kurum ne oldu ve onun yerini nasıl bir kurum aldı, almadıysa o işleri şimdi kim yapıyor. Günü kurtarmak için bir ülkenin programı olamaz. Son 25 yılı dikkate aldığım zaman bu net olarak ortaya çıktı. Öncesi çok mu iyiydi diye sormak hakkınızdır. Elbette farklı değildi, ancak son dönemi ele alarak sonuca gitmek istiyorum.

1983-1991 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu illerimize verilen hibe desteklerinin nasıl ve nerelerde çar çur edildiğine şahit olanlardan biriyim. Öğrenci olmama rağmen ülkem adına çok üzüldüğümü ve sinir kat sayılarımın nasıl yükseldiğini anlatamam. Adam besicilik için hibe alıyor, iki tane duvar örüyor, denetlemek için gelen görevliye biraz kıyak yapıyor, inşaatın %50 tamamlanmış gibi rapor yazılırken, inşaatın daha %1 bile ortada yokken parayı alıp götürüyor, son noktaya geldiğinde yine bir rapor ve alacağı miktar tamamlandığında zarar ettiğini söyleyerek bu ülkenin imkânlarını nerede nasıl tükettiklerini Allah biliyor. Büyükbaş hayvan, tavuk çiftlikleri mi, gazete üretim matbaası mı ne ararsanız bunların çoğuna bu fani şahit oldu, devlet soyuldu, ahlak sorunu olan insafsızlar tarafından… Buradaki sorumlu sadece bu vurgunu yapanlar değil, denetimi yapmayan devlet veya denetmenlerin para ile ilişkisi iyi olan insanlardan seçilmiş olması bu işte önemli etkendi. Böyle bir dönemde devletimizin imkânları heba oldu çoğu yerde, ancak buna karşın çok dürüst ve doğru insanlar da aradan çıktı şimdi onlar hala ülke ekonomisine katkıda bulunuyorlar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen devlet aklı, iyi bir kontrolör olması gerekir. Kontrol ve geri dönüşüm iyi çalışıyorsa bir ülkenin gelişmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Ama geri dönüşümden yoksun sadece prosedür ustası ellere devlet teslim edilmiş ise, vay o devletin haline…

Son 20 yılda özelleştirme furyasıyla Millete ait olan kurumların neredeyse hepsi bireysel ya da tüzel kişilerin eline geçti. Yabancı sermayeyi getirmek için işleyen kurumların bir kısmı ya da çoğu yabancı firmalara satılarak daha çok elimizdeki tesislerimize ortak getirdik ama yeni bir üretim tesisinin açılması için yabancı sermaye gelmedi bu ülkeye. Ya gayrimenkul alımı için ya da yol köprü ve yollar için yabancı sermaye geldi, bunlar da nakit paralarını alıyorlar; dolayısıyla topluma artı ne katkıları olup olmadığını çoğu zaman merak etmişimdir. Yani şunu vurgulamak istiyorum her dönemde ülkemizin ciddi bir gelişim dönemini yaşaması için kalıcı ve önceden planlanmış ciddi bilimsel çalışmalarının olmadığı görülmektedir.

Ülkemizin Şeker fabrikaları ya kapandı ya da özelleştirildi, şeker pancarı üretimi sınırlandırıldı, âmâ buralara alternatif devlet alım garantili ne tür ürün ekileceğine dair bir plan olmadığı için, ya tarlalar boş kaldı ya da toplumsal yaşamda tüketilme imkânı olan kısa ömürlü ürünlerle tarlalar boş bırakılmadı. Bu ürünlerin yetiştirilmesine uygun olmayan iklimlerde insanlar çoğu zaman zarar da ettiler. Bu zararlar yaşamın bir parçası haline geldiği zaman topraklarını boş bırakarak şehirlerin çekilmez yaşamları cazip alanlar haline geldi. Köyünde ağa ya da patron iken, şehirde asgari yaşama talim ederek hayattan koparıldılar. Bunların böyle olmasının sebepleri araştırılıp ve köklü çözümler olmadığı zaman bundan sonrası için de bundan farklı olmayacaktır.

Ülkemizin her karış toprağı her türlü yaşamsal ürünlerin yetiştirilmesi için uygun bir ülkedir. Buna rağmen biz dışarıdan buğday alıyorsak hayatımızı devam ettirmek için, nasıl bir yanlışlık olduğunu sorgulamaya gerek yoktur. Çeltik, suyun gittiği her yerde iklim ve zaman yeterli ise yetişmesine rağmen, Çin’den Pirinç alıyoruz neden? İç Anadolu Buğday arpa Yulaf gibi tahıllar için yaratılmış olmasına rağmen birçok yerde tarlaların boş kaldığını görüyoruz. Güneydoğu Anadolu Mercimek Nohut gibi bakliyatlar için yaratılmış ama bayağı azaltıldı ekim… Trakya tamamıyla Ayçiçek ekimi için neden planlanmaz? Bunları birer örnek olarak verdim ancak ülkenin her bölgesi için üretim ve bitki planlaması yapılarak ülkemizin nüfusunun üzerinde üretim yapma imkânımız varken neden böyle bir karanlık ortamı yaşamak zorunda kalıyoruz. Bunun sorumlusu şudur diye günahın yükleneceği kişi ve kurumları aramıyorum ancak ülkemizin içinde bulunduğu durum tüm bu iyi koşullara rağmen, hiç de iç açıcı değil…

Üretim seferberliği başlatılmalı. Topluma din anlatılması için diyanet yeni vaiz kadroları açmış ve KPSS’de 60 puan almış herkesin müracaatını kabul edecekmiş… Buraya kadar sorun yok, ancak şunu sormak hakkımız değil mi? Bu toplumda şimdi acil ve birincil öncelik hakikaten bu kadar cami ve 120 binin üzerinde çalışanıyla insanlar din anlatıldığı yerden uzaklaşıyorsa yenisini mi almak gerekiyor, yoksa var olan kafa yapısını değiştirip yeniden beyni resetleyip yeni format atmak mı gerekiyor. Maalesef biz sorunu bilmediğimiz için hep sorun üretmeye devam edeceğiz. Vaiz alacağına diyanet, Tarım il müdürlükleri, ilçe müdürlükleri Ziraat Mühendisleri ve Sosyologlar alsa, Mühendisler üretimin gerekliliğini ve önemi köy köy gezerek insanları doğru bilgilendirse, sosyologlar toplumsal bilin ve kültürel süreklilik konusunda toplumsal kaynaştırma eğitimleriyle her gün köylülerin evlerine misafir olarak yeni bir başlangıç için seri bir hareketlilik olsa daha mı kötü olur?

Bunları mesleğe alırken de alan uzmanları olarak alacak ve her gün yapılan çalışmaların raporları incelenecek ve toplumsal bilinç ve farkındalık yaratılarak, millî birlik ve vatan aşkıyla yeni gelişmelere insanlarımız hazırlanacak. Bunlar zor değil, yapmak inanmakla alakalı, inanıyorsanız başarırsınız… Öğretmenlere yaz döneminde bir ay tatil sonrası, gönüllü tarım seferberliği adı altında alana yönlendirerek halkımızı aydınlatmaları sağlanır ve toplumsal birlik ve beraberlik sağlanır ve devlet halkın içine iner… Hayvanın nasıl otlandığını bilmeyen Tarım Bakanının olduğu ve masa başından ahkâm kesmeyle insanların sorunlarını anlamayacağı anlaşılmalı… Bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin içinde bulunduğu hantal ve geleceği görememe basiretsizliği, geleceğimizi karanlıklara taşıma noktasında bizleri uyandırması gerektiği için… Biz bu uykudan uyanmazsak, herkesin horultusu bir başkasına müzik ritmi gibi geliyorsa, horlamaya devam edeceğiz demektir.

Biz Ülkemizi seviyoruz ve gelen karanlıkları, gelmeden nasıl önleriz diye heyecan ve aşkla bunları elimizin yettiği kadar durdurmaya çalışan gönül erleriyiz. Bu haykırışlarımız, duyduğumuz acıların bizlerde yarattığı travmadan kaynaklanıyor. Bu travmaları birlikte atlatmalıyız. Onun için menfaatsiz ve ülkesini seven erdemli insanlarla ortak bir akılla bu konuları gündem yaparak gerekli yerlere ileterek, ciddi ve kalıcı planlamamaları hayata geçirmemiz gerekir. Yoksa yarınlar bizim için öyle sanıldığı gibi tozpembe olmayacaktır. Köy yaşamı ve tarımı çok canlı hale getirmeliyiz. TV programları baştan sona değişmeli, eğitimle TV programları paralel gitmeli. Ülkemiz ve insanımız gün geçtikçe ayakta dolaşan ruhsuz bir kadavraya dönüyor, yazıktır bunlar biziz biz de onlar bir yanımız eksilmesin hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için olduğumuzu idrak ederek yaşayalım… Gece olmadığı zaman gündüz de yok olacaktır. Dolayısıyla herkesin birbirine ihtiyacı vardır. Ayrım gözetmeden, ideolojik yaklaşımları bir tarafa bırakarak herkesi Allah’ın yarattığı ilahi bir ruh taşıyan varlık olarak bağrımıza basarak, hayata yeniden başlayalım…

Makalemin konusu her ne kadar birincil ihtiyaçların önemini anlatmak olarak başlamış olsa da, aslında bu kaotik bakış tarzımızı kaldırmadan, birincil ihtiyaçlarımızın bir planlamasını yapmakta da zorlanacağımız için her alandan kısa kısa bazı hatırlatmalarla düşünsel ufkumuzda bir sorgulama yapmanın gerekliliğini ortaya koymaya çalıştım, faydalı olabildiysek, bu da rabbimin bir ikramıdır…

Selam saygı ve muhabbetlerimle,

Bahadır Hataylı/16.03.2022/01.19

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder