21 Ocak 2011 Cuma

MERHAMETLİ OLMAKTAN ASLA VAZGEÇME!!!

“Allah’ı sakın zulmedenlerin
yapmakta olduklarından habersiz
sanma, onları yalnızca gözlerin
dehşetle belireceği bir güne
ertelemektedir.” İbrahim: 42

Allah merhametlidir, merhametli olanları sever. Merhamet
etmeyene, merhamet edilmez. Sadist duygularla kendine bir hayat
felsefesi oluşturanlar asla mutlu olamazlar. Sadizmin kökeninde,
bencillik, saldırganlık, zulüm, kendini beğenmişlik kin, kıskançlık
ve nefret gibi duygular bulunduğundan, sadistler asla mutlu olmazlar.
Merhameti olmayanın, vicdanı sızlamaz, vicdanı bozuk
varlıklar, hezeyanlarla hayatlarını süslerler. Dünyanın üzerine kurulduğu,
kapital yaşam ağı, kesinlikle insanların yüreğinden merhamet
tohumlarını ve genlerini yok ederek, kendini kökleştirmeye çalıştı.
Bu genlerden yoksun fertler, tamamıyla materyal bir ideolojiye
göre, bakış açısı oluşturmakta ve herkese de bu bakıştan bakmayı
yeğlemektedir.
Bir taşa bile merhametli olmayı bilmeyen, taşlaşmış kalpler
ne anlar merhametten. Merhamet, insanın kutsallık boyutunu belirgin
kılan yöndür. Topraktan yaratılan bu varlık yumuşak olmalı,
Allah’ın ruhundan üflendikten sonra da, kuşatıcı bir rahatlıkla herkesi
bağrına basacak kadar geniş nefesli olmalıdır. Ama bireyciliğin ve
egoizmin kuşattığı günümüz dünyasında merhamet tohumları kurumaya
terk edilmiş. Dünyanın dört bir yanında mazlum insanların
açlık ve hastalıklarla boğuştuğu bir dönemde, merhameti olmayan
sadist kapitalist ve materyalist zalimler yaşamlarını bu insanların
ezilmişliğine borçludurlar. Bu dev güçlerin yaşamlarının son bul-
ması ve sadist eğilimlerinin yok olması, merhamet sahibi insanların
çoğalmasıyla mümkündür.
Mümin olmak, emin olmak, kabul görmek ve Müslim olup
kendini Allah’a satmak kolay değildir.”Allah müminlerin canlarını
ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.”Bu en karlı ticareti
yapan müminler, kendilerine emanet edilen hayatı, emanet eden
Allah’ın isteklerine göre yaşadığı zaman, çok karlı bir ticaretin içine
girmektedir.”Ticarette acıma yok diye, bir yalaka deyimle insanlar
daima, kapitalizmin felsefesine çağrılmaktadır.”Oysa acımanın ve
merhametin olmadığı bir hayatı tasavvur etmek insan olmamakla eş
anlamlıdır. Müminin kalbi müşfiktir, şefkat onun hayat
damarlarından akan bir kandır. Merhamet gönül yatağında döllenmekte
olan her bir hücrenin, yaşam mücadelesidir. Bu anlayışla yola
koyulan bir mümin nasıl olurda, kendine ait olmayan beşeri safsataların
yalan dolan kabiliyetsiz ve zürriyetsiz laf cambazlıklarını
kendine örnek alır. Bunları bir yana bırakıp, kendine ait olan hayat
felsefesiyle hayatını devam ettirmek zorundadır.
Acıma duygusu insanın fıtratının derinliklerinde yatan en
güçlü temel güdüdür. Bu güdüleri bastırıp, insan azgınlığın pençesine
takılırsa azgınlaşan bir hayduda döner hayatı. Haydutların
çoğaldığı bir çağda, insani değerleri ve erdemliliği yaşam felsefesi
edinerek, ethik değerlerin yüceltildiği bir dünyayı kurmak için yola
çıkanlar, Mutluluğun doruğunda yaşayanlardır. Bu yaşam biçimi
herkese nasip olmaz, onu ancak Allah’ın seçtiği kullar yaşayabilir.
Allah kimseye zulmetmez, bunu söylerken insanlar arasında
Allah’ın taraflı davrandığı sakın anlaşılmasın, sizler ne kadar
yaklaşırsanız; Allah size o kadar yakın olur.”En sevdiklerinizi Allah
için harcamadıkça kesinlikle birre(iyiliğe-hayra)
erişemezsiniz.”Allah’ın kulları” Hayırda yarışanlardır, gösterişten
kaçanlardır, Gönülleri Allah’ın rahmeti ve merhametiyle dolup
taşanlardır. Allah anıldığında kalpleri ürpererek titreyenlerdir vs.”Bu
yaşamın erleri neden mutsuz olsunlar ki, onların tüm mücadelesi
kimseyi karanlıklara terk etmeden, gücünün yettiğince herkese bir
ışık olup yolları aydınlatabilmektir. Aydınlık yollarda yürüyen bu
yiğitlere bizden selam olsun, onlar tamamıyla Allah’ın
kuşatıcılığında yollarında usanmadan yürüyen kahramanlardır. Onlar
merhametin umudun ve mutluluğun kapısını açmadan içeriye asla
girmezler. Huzuru, gönülden secdeye kapanıp, miraca yükseldiklerinde
hissederler, ondan işte, onların her damarından merhamet ve
huzur fışkırır…
EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010

18 Ocak 2011 Salı

ELEŞTİRİNİN KESKİN BİR BIÇAK OLDUĞUNU UNUTMA SÖYLEYECEKLERİNİ İYİ TART!

“İşte (şu) namaz kılanların
vay haline Ki onlar,
namazlarında yanılgıdadırlar.”
Maun: 4-5

Eleştiri, hayatın doğru yolda ilerlemesi için, yollara konulan
trafik levhaları gibidir. O levhalara dikkat edilmediği takdirde hayat
kendiliğinden farkında olmadan uçurumlarda kendini imha edebilir.
Bu işaretlerin konulacağı yerler iyi belirlenmez ve sürücülerin o levhalara
odaklanması gibi hayattaki eleştirilerde, eleştirilen makamda
olanların dikkatini eleştirinin verdiği mesaja değilde, eleştirinin
kendisine yoğunlaşmasını sağlarsa orada hayatta yıkım kaçınılmaz
olur.
Eleştiri mekanizmasının gelişmediği toplumlarda yeni fikir
ve düşüncelerin önü tıkanmış, toplumların gelişim ivmesi durdurulmuş
ve toplumlar karanlık bir yaşamı yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Bu uygulamaların görüldüğü toplumlarda genellikle zorba diktatörlerin
egemenliği hükümrandır. Bu dikta yönetimler tek boyutlu bir
at gözlüğü ile yaşamayı insanlara reva gördüklerinden, buralarda
insanlığın yeni buluşlarına ve hayatın farklı renklerine rastlamanız
imkânsızdır. Buralarda yapılacak sıradan açıklamalar bile birçok
köprüleri yerinden alıp götürebilir.
Kültürel yozlaşmanın oluşumuna bakarsanız, bir kültürün,
kendini koruma ve kollama adına dış dünya ile irtibatını koparıp,
kendi kendine yeterli olduğunu iddia etmesiyle içine düştüğü çekilmez
durumdur. Bu durumda kültürel değerler albenisini kaybeder,
insanların gözündeki prestijini yitirir, yavaş yavaş sıradanlaşıp kim-
senin ilgi göstermediği basit bir yaşama dönüşür; zamanla da
kendiliğinden ortadan kalkar. İşte eleştirinin hayatlardan koparıldığı
ortamlarda yozlaşmadan başka bir hayata rastlayamazsınız.
Yozlaşmış yaşamlar, bir cazibe merkezi asla olamazlar, onlar insanlar
nezdindeki yerlerini kesinlikle koruyamazlar. Eleştiri, yaşama
potansiyel enerji kazandıran bir araç gibidir. Araçtan gelen enerjiniz
kesildiğinde aracın çalışması nasıl ki durursa, eleştiriyi yok ettiğiniz
zaman da hayat durur. Baskı ve zorlamayla sevdirilmek istenen bir
yaşam, tüm hayatları kuşatmaya başlar. Zorlamayla devam ettirilen
ve daim var olan bir yaşam tarzını göstermek mümkün müdür? Bu
sorumuza verilecek cevabın hayır olduğunu söylemek o kadar zor
değildir. O halde yapılması gereken hayatın odağına eleştiri
mekanizmasını koyalım ki, daima kendini yenileyen bir araç gibi
bizde yalpalamadan yolumuza devam edelim.
Yerlerin ve Göklerin Rabbi Allah’u Azimuşşan, her şeyi en
iyi bilen olduğu halde, Âdemin yaratılma öncesinde meleklere:”Ben
yeryüzünde bir beşer yaratacağım”diye sorar ve onların verecekleri
tepkiye bakar. Bu durum, kesinlikle Allah’ın yaptığı işlerde sanki
onun bir danışma kurulu vardı gibi anlaşılmasın, yaratacağı beşerin
yaratılmış olarak Allah böyle davranıyorsa, benim nasıl davranmam
gerekir ve yapacaklarımı ne kadar gözden geçirmem gerekecek, diyerek
kendini sorgulaması için bir hatırlatma niteliğindedir. Evet,
Allah eleştiri kapısını ilk beşer, âdemi yaratmadan önce araladı ve
hepte devam etmesi için, K.Kerimin çeşitli ayetleriyle bunları
anlatarak bizlere uyarısını yapmaktadır. Bu hakikatleri görmeyip
kendimizi mutlak kurtulanlardan olduğumuzu iddia edip, eleştiriye
kapayıp, kendimize has bir hayat biçimi oluşturduğumuzda kendi
mağaramızı kendimiz yapmış oluruz. Bu mağaralar, ipek böceğinin
kozasını örmeye başlarken kendisini hapsedeceği zindanı yaptığını
bilmeden kendisini kozasına kapayıp yok etmesi gibi, farkında
olmadan kurduğumuz mağaralardır. Bu döngünün bizlerin yaşamına
uğramadan teğet geçmesi için, geniş ufuklu, mangal gibi yürekleri
olan yiğitler olmamız gerekir. Bu yiğitler asla gocunmazlar, kendilerine
bir eleştiri yapıldığı zaman, Rabbim sana şükürler olsun ki,
yanlış yaptığım zaman beni düzeltecek kulların var diyerek secdeye
kapanırlar. Eleştiri hayatımızı canlandırsın, hayatımzı canlı kılacak
eleştirilere katlanmayı bilmeyenler, basiretleri kapanmış, onları
uyarsan da uyarmasan da birdir, onlar inanmazlar buyruğuna uygun
yaşayanlardır. Bu uyarının muhatabı olarak yaşamak istemiyorsak,
kendimize bir çeki düzen vermek zorundayız. Bu ayetler filancalar
için, şunlar Yahudiler için, öbürleri münafıklar için diye Kur’an
ayetlerini parça parça taksim edip kendimizi hiç ilgilendirmeyen bir
ceza kitabı gibi algılarsak, o zaman başımıza geleceklerin hesabını
yapacak zamanımız olmayacaktır. Bunu bilmemizde fayda olduğunu
umuyorum. Ya Ömer Allah’tan kork dendiğinde şükürler olsun,
bana rabbimden korkmamı hatırlatanlar var diye sevinen, Ömer’in
yaşamına bir bakalım, birde bize biri ya kardeşim Allah aşkına
Allah’tan kork ya dediğinde, Allah’tan korkacak ne yaptım ki ya
diyerek ya içten ya dıştan gözlenen tepkimizi hemen göstermiyor
muyuz? Böyle bir hayatın taşınmazlarını sırtımıza sarıp altında inim
inim inlerken; bir de bu yaşamlarımıza, kendimizi haklı çıkaracak
gerekçeler bulmayı da ihmal etmeyiz.
Ya Muhammed sen Allah’ın Resulü değil misin? Neden biz
şu an da Mekkeyi ziyaret edip Haccımızı yapamıyoruz diye itiraz
edip eleştiren tüm ashabın söylediklerini harfiyen dinleyen ve onları
düşündükten sonra Rabbinin korumasında kararını alıp, geleceği
planlayan bir peygamberin ümmeti değil miyiz? Onun ümmeti isek
bu içine düştüğümüz acınası zillet hayatını neden yaşamaktayız? Bir
yerde yanlışlık olmuş kardeşim biz kitabı kendi aralarında parça
parça bölüp her fırkanın kitabın kendi yanlarında olan kısmıyla sevinen
Yahudilerden farkımız kalmadığı halde, birde eleştirilmeye,
düzeltilmeye de kökten karşı olan düşük akıl sahibi zavallılar değil
miyiz? Bu akıl ve bu yaşamla Muhammed’e asla bir ümmet olamayız.
Onun ümmeti, dayanmasını, dinlemesini, düşünmesini,
yorumlamasını, at gözlüklerini atmasını bilen, Allah’a gönülden
bağlanan işittik ve itaat ettik diyebilen, Allah’ın bizim için indirdiklerine
karşı kalplerimiz apaçık, Muhammed’e ümmet, Allah’a kul
olmak bizim şiarımızdır diyenler ve yaşayanlar olacaktır.
Muhammed’in ümmeti ve İbrahim’in dini üzere olanlar asla
kendilerini kanıtlamak ve kendi yaşamlarının tarihe damga vurması
için eleştiri yapma gereği duymazlar. Onlar bir Hüseyin gibidir.
Allah’ın dinini kendi çıkar menfaat ve emellerini korumak için bir
kalkan olarak kullanan Yezidin karşısına dikilip onun Allah’ın dinini
değiştirmeye çalıştığını ve kendisi ona biat ettiği takdirde,
Allah’ın dinin çöllerin kızgın kumlarına gömüleceğini bilerek, bize
ulaşan dinin Yezidin dini olarak gelmemesi ve Allah’ın dininin
bizlere kadar gelmesinde o keskin eleştirisini yapıp canını o uğurda
feda etmekten çekinmeyen Hüseyin gibi yaşayanlardır.
Hüseyinlerin eleştirileri asla bitmeyecektir. Yezitlerin dayanma güçleri
de, Hüseyinlerin sabrı vakarı ve sadakati karşısında, temmuz
ayında eriyen bir buz kalıbı gibi eriyip yok olacaktır. Ebuzerler tarihin
her döneminde doğruları hatırlatacak, doğruları yaşamakta nasibi
olmayanlar gökyüzünde uçuyormuş gibi nefesleri daralacak, ama
şunu unutmamak gerekir ki, Kazananlar hep mus’ablar, Ebuzerler,
Abdullah İbn-i mes’udlar, Ammarlar, Bilallar gibi eleştirenler,
Ebabekirler, Ömerler ve Aliler gibi eleştiriye katlananlar
olmuşlardır. Eleştiri bu dinin özünde var, hakaret ise bu dinle ilgisi
olmayan, bu dine sokulmaya çalışılan sıradan varlıkların hayat felsefesidir.”
Onların ilahlarına küfretmeyin (hakaret etmeyin)ki, olur ki
onlar da farkında olmadan sizin rabbiniz Allah’a küfreder…”Evet
dostlarım eleştiri bu dinin özünde var.”Bilmediğin bir şeyin ardına
düşme zira göz ve kulak ondan sorumludur…”derken Rabbimiz,
yaşadığımız hayatı bilerek ve kritiğini yaparak yaşamamızı istemektedir.
“…Söyleyeceklerini açıkça söyle, dilini eğip bükerek
doğruyu yamultmaya kalkma…”Eleştiride esas olan, söyleyenin
kendisini ön plana çıkararak sert söylemesi olmamalı, sözün gücü
etkisi karşısında, eleştirilecek makamda bulunan söyleyecek bir şey
bulamayacağı gibi, dizlerinin bağı çözülerek af ve mağfiret kapısına
yönelip tövbe etmekten başka çaresi olmadığını anlamalıdır. Bu
eleştirileri yapan tüm peygamberler ve onlara tabi olan Allah erleri,
her dönemde galip gelenlerden olmuşlardır. Maddi âlemde onların
galibiyeti bizim gibi zavallılar tarafından fark edilmese de.”Sizin en
yüce rabbiniz benim diyen Firavun’a karşı, Allah’ın elçisi, Hüküm
ancak Allah’ındır…” diyerek sözün gücü ile azılı düşmanın
karşısında dilini eğip bükmemiş, bizzat hakkı haykırmış ve
eleştirisini yapmaktan geri kalmamıştır.”Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol…”Bu ayet bizlere yaşam felsefemizi apaçık beyan
etmektedir. Anladığın gibi, kendine göre kimseyi kırma, insanlar
üzülebilir diye yalpalama, dosdoğru olayım diye sakın bir kazma
olup insanların kafasını parçalamaya kalkma; senin görevin hakkı
hak olarak yaşamak ve söylemektir.
Eleştirinin keskin kılıç olduğunu sakın unutma, elindeki kılıcı
güzel kullanmazsan, farkında olmadan başkalarına doğrultayım
derken; senden önce başkaları seni düzelmeye kalkabilir. Kılıç
kınından çıkınca bir işlevi olur; eleştiri mekanizması çalışmaya
başladığı zaman ne yapması gerektiğini bilmezse, eldeki kılıç gibi
suçsuz günahsız insanları da kesebilir. Ondan dolayı
konuşmalarımıza ve attığımız her adıma iyi dikkat etmek zorundayız.
Yani emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamız gerekir. Yeri ve
zamanı olmayan konuşmaları, bizi de bir adam sansınlar diye dilimizi
eğip bükerek kırılarak, konuşmalarımızın başı ile sonu arasında
bir bağlantı kuramayacak kadar bizden uzak konuşmalarla bir mesele
anlatmaya kalkarsak sadece kendimizi alçaltırız yapacağımız bir
marifet olmaz. Bu konuşmalar ve sözler sakın sizi aldatmasın,
onların temelinde toplumda çokça kullanılan bir ifade vardır,”iş
olsun diye,”bunun için harcayacağınız zamana ve kendinizi yormanıza
yazık. Susun bari sizi bir adam sansınlar. Filozofun birine,
bir başka filozof sorar, bir insanın değerini nerden anlarsın? O da
cevap verir. Konuşmasından, peki hiç konuşmuyorsa nasıl anlarsın
der; diğer filozof cevaplar: O kadar değerli bir insan var mı ki,
diye… Evet, sevgili dostlarım şunu unutmayalım ki, iş olsun diye
yaptığımız davranışlarımız hakikaten bir gün bizim işimizi bitirecekler,
bunu ne zaman anlayıp, adam gibi yaşayan bir kul olacağız.
Günümüzdeki yanlış algılardan biri de doğrunun, daima yüksek
sesle ifade edilen ve karşıdakine dominant tavır alan sanılır.
Neden öyledir diye sormayacağım, gücün mantığının olmadığı
bağıranların ve çağıranların her türlü küfrü ve hakareti yaşam felsefesi
edindiği bir ortamda böyle düşünmek insanların en doğal yaşam
tarzı haline gelmektedir. Ama biz insanımıza âcizane, doğrunun
bağırmalarda ya da baskın karakter rolü oynayanlar yanında
olmadığını bilmeleri gerektiğini hatırlatırız. Baskın olmaya çalışanlar
kendi yanlışlılarını bu tarz davranışlarla örtmeye çalışırlar. Bu insan
doğasında bulunan ve daima üstün görünme, kendini kanıtlama
arzusu, kabilden günümüze gelen bir gelenektir. İşte bu geleneğin
kökünü kurutmanın yolu, Kabili tarzda ya da Mekke’nin azgın
müşriklerinin yaptığı gibi yapmamaktır.”…Sen onlara karşı kaba ve
katı kalpli olsaydın çevrende kimse kalmaz dağılır giderlerdi…”İşte
İslamın eleştiri mantığı yıkmaya ya da boyun eğmeyi gerektirecek
bir yamulmayı asla öngörmez. İslam’da Dosdoğru yaşamak dik durmak
ve “Firavuna git o azdı, ona yumuşak sözle arınmak istemez
misin?”diyerek her iki hakikati bünyesinde barındıran bir hayattır.
Mütevazı olmak demek boyun eğmek ya da kabullenmek değil,
derin nefes alıp daha fazla direnmenin koşuludur. Dik durmak
hakaret savurmak değil, İnanılan değerler uğruna gözünü kırmadan
canını verecek kadar inanmaktır.”Müminlerden öyleleri vardır ki,
Allah yolunda canlarını vermişlerdir, kimi de sıra beklemektedir…””
Allah katına yükselecek olan söz güzel sözdür, onu yükseltecek
olan da Salih ameldir…””İşte sözlerin en güzeli Allah’ın
sözüdür…”Allah’ın sözü üzere mücadele eden ve canlarını mallarını
feda etmekten çekinmeyen kullardan olmak dileğiyle, Rabbimiz iş
olsun diye yaşayanlardan bizleri beri kılsın...amin

EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010

17 Ocak 2011 Pazartesi

.“VAY ONLARIN HALİNE” (YENİ)

Kur’an’da 29 yerde “Vay onların haline!” yani “Yazıklar olsun, mahvoldu onlar!” anlamında müthiş derecede “sarsıcı” uyarı ve ikazlar var.

Bunların neler olduğunu merak ettim ve tek tek bularak nuzül (iniş) sırasına göre dizdim.

Baktığımızda “Vay onların haline” denilenler günceliğinden hiçbir şey kaybetmiş değil…

Bakın, Mekke’den Medine’ye doğru 23 yıl süren vahyin iniş sürecinde kimlere “Vay onların haline!” denmiş.
***

[ “En küçük yardımı dahi geri çevirerek, gösteriş yaparak ve kuru kuruya yatıp kalkarak namaz kılanların vay haline!” Maun; 107/ 4-7 ]

Çok ilginç, nuzül sırasına göre Kur’an’ın “Vay onların haline” ikazını yönelttiği ilk muhatap “namaz kılanlar”…

Yani Kur’an “Vay onlara haline!” demeye ilk “dindarlık tezahürü sergileyenlerden” başlıyor. Çünkü bütün otoritelere göre bu sure (Maun) vahyin ikinci yılında ve tamamı bir anda nazil olmuştur. Sure, bütünüyle, o günkü Mekke’ye egemen “Yeda Ebu Leheb”e yöneliyor. Yani Ebu Leheb’in başını çektiği 7-8 tefeci bezirgandan oluşan “çetenin” elebaşlarından olan Ebu Cehil’i hedef alıyor. Çünkü bunlar da kendilerince bir dindarlık tezahürü içindeydiler.

Dahası büyük müfessir Ebu Muslim İsfehani’ye göre Ebu Cehil namaz kılmaktaydı. Ebu Cehil’in namazı (salâtı) şöyleydi: Kabe’ye gelip saygıyla duruyor (kıyam), övücü sözler söylüyor (kıraat), eğiliyor (ruku) ve yere kapanıyordu (secde)…

Hz. Peygamber’in, bunu, putları inkar ederek ve yalnızca Allah için yaptığını görünce çılgına döndü. Onu engellemeye kalktı (Alak; 96/9-10).

İşte Maun suresi onu ve tarih boyunca onun gibi olanları/olacakları deşifre ediyor.

Yani Kur’an “Vay haline” demeye “Namazlı Ebu Cehiller”den başlıyor…

Ve (bugün için) demek istiyor ki: Komşusu açken tok yatanların, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alanların, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, gureba doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılanların vay haline! Mazlumun ahı arşı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması arşı çatlatırken sadece kıldıkları namazlara güvenerek cennetin kapısına koşanların vay haline!

Onlar işin gösterişindedirler. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten sonra, “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı” diye ağlamaklı ağlamaklı konuşurlar. Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini başkasıyla bölüşmeyi hiç düşünmezler. Her yemekten sonra “huril-ıyn” duaları ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler. Nedense her şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez. Allah güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten hoşlanır. Bunlar hem namaz kılarlar, dindar görünürler, hem de bir kapitalistten daha beter mal, mülk ve para düşkünüdürler. En küçük yardımları yapmakta bile pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda, pavyonlarda para harcayamazlar ama saray yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını maldan mülkten, gösterişten, güçlü görünmekten çıkarırlar. Bir şeyi vermek onlardan kerpetenle etlerini koparmak gibi gelir. Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık… Dışı Müslüman içi kapitalist bir ehli-namazlık…

Bu halleriyle Allah’a değil güce ve güçlüye taparlar. Kendinden güçlü olana köle, kendinden zayıfa karşı da Firavun kesilirler. Boyuna, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine “elhamdülillâh” çekip burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremezler. Yoksulluk, ezilen, emek vs. lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını zannederler. “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak” deyip dururlar. “Ben Müslümanın zengin olanını severim” diye de kafasına uygun hadis uydururlar. Vay bunların haline!

[ “ (Yoksullarla) alay eden her kişinin vay haline! Ki o mal toplar ve sayar da sayar. Sanır ki malı onu sonsuza dek yaşatacak.” Hümeze; 104/1-3]

Yani insanların açlığı, yoksulluğu ve çaresizliği ile alay edenlerin vay haline! Derisinin rengine, bölgesine, yaşadığı eve, giyimine, kuşamına, kaşına, gözüne bakarak alay edenlerin, özürlü olmalarıyla dalga geçenlerin vay haline! Paracıklarını saya saya bitiremeyenlerin, dönüp dönüp tekrar sayanların, saydıkça keyif alanların, onlarla küçük tepeleri ben yarattım havalarına girenlerin vay haline! İnsanlara tepeden bakanların, yoksulları böcek gibi görüp Mammon’a (paraya, altına) tapanların ve para hışırtısından ibadet zevki alanların, dönüp dönüp tekrar sayarak ayin yapanların vay haline!

[ “Bilir misin, nedir ayırma günü (yevmu’l-fasl)? O gün yalan diyenlerin vay haline!” Mürselat; 77/8-15]

Yani bilir misin haklı ile haksızı, zalim ile mazlumu, güçlü ile zayıfı, paraya tapanlarla Allah’a tapanları, haram yiyenle helalinden geçineni, günahkar ile namusluyu, üçkağıtçı ile dürüstü, gerçek ile sahteyi, avanta ile emeği, devletin malı deniz diyen ile alınteri ile geçinen emekçiyi, insana kıyan ile insanı yücelteni, riyakar ile samimiyi, din üzerinden mal yığınla, malını din için tüketeni ayıracak günün ne olduğunu bilir misin? O gün bu dünyada bir gün gelecek, öbür dünyada ise mutlaka gelecek. “Böyle bir gün yok, ne yaparsam yanıma kâr” diyenlerin vay haline!

[ “Biz göğü, yeri ve arasındakileri boş yere yaratmadık. Cehennemi boylayacak o kâfirlerin vay haline! Sad; 38/27]

Yani hayat boş, her şey boş, hayatın anlamı şarap ve kadındır diyenlerin, Moğol orduları gibi hayatın anlamını “Düşmanın kadınlarını ele geçirme” felsefesinde görenlerin, hazza ve şehvete tapanların, arzularına köle olanların, eğlenceyi ayin sayanların, ne cennet var ne cehennem; ye, iç eğlen diye oyunda oynaşta olanların vay haline!

[ “İşte hakkında tartışıp durdukları Meryem oğlu İsa hakkındaki gerçekler bunlardan ibarettir. Allah’ın oğul edinmesi olur şey değildir. Allah bu gibi şeylerden uzaktır. Allah bir iş ve oluşa karar verdimi ona sadece “Ol” der o da olur. İsa’nın dediği hep şuydu: “Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Onun için hep O’na ibadet ediniz. İşte doğruluk ve dürüstlük yolu budur.” Hal böyleyken bir takım gruplar kendi aralarında çekişip duruyorlar. Büyük gün gelip çattığı zaman vay onların haline!” Meryem; 19/34-37]

Yani insanlardan kimisi “İsa bir isyancı, sahtekâr ve veled-i zinadır” diyerek, kimisi “O bir tanrıdır/tanrının oğludur; bizim için kendini feda ederek insanlığı ölüm yargısından kurtarmıştır” diyerek, kimisi de “Öldükten üç gün sonra dirilmiştir. Tanrı onu göğe çekmiştir, kıyamete yakın dünyaya geri dönecektir” vs. şeklinde avunup duranların vay haline!

[ “Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimseye Rabbinden bir aydınlanma gelmiş değil midir? O halde Allah’ı unutmaktan yürekleri kararmışların vay haline!” Zumer; 39/22]

Yani Allah’ı (halkı) unutmaktan yüreği kararmışların, vicdanı donmuşların, aklı tutulmuşların, zihni dumura uğramışların vay haline! Kalpleri bomboş olanların, gözleriyle göremeyen, kulaklarıyla işitemeyen sağırların, körlerin, dilsizlerin vay haline! Allah’ın kavlî ve kevnî ayetlerini çoban sesini bağırtı sanan sürüler gibi algılayanların vay haline! Hayatlarında bir kez olsun “Allah var, ölüm hak” diyemeyenlerin vay haline! Vicdansızların, akılsızların, yüreksizlerin vay haline!”

[ “Şöyle diyorlar: “Kalplerimiz bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır. Kulaklarımızda da sağırlık var ve seninle aramıza bir perde çekilmiştir. İstediğini yap, biz bildiğimizi okumaya devam edeceğiz.” Söyle onlara: “Ben sadece sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın Tek Tanrı olduğu vahyolunuyor. O’nun yolunda dosdoğru yürüyün ve bağışlamasını dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet; 41/2].

Yani “Ne söylenirse söylensin, duymayız, anlamayız” diyenlerin, “Söylenenlere kulaklarımız sağır, kalbimiz perdeli; sadece bizim bildiğimiz doğrudur, gerisi kesinkes yanlıştır” diyenlerin, önyargı putlarını bir türlü kıramayanların vay haline!

[ “İsa söze dayalı apaçık deliller ile geldiği zaman “Ben size bilgelik getirdim, anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin bir bölümünü açıklamak üzere geldim. Onun için Allah’ın öfkesini çekmekten sakının ve bana uyun. Allah benim Rabbim, sizin de Rabbiniz ancak O’dur. Onun için hep O’na ibadet edin. İşte bu tek doğru yoldur” dedi. Sonra o gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler. Acı bir günün azabından dolayı vay o zalimlerin haline!” Zuhruf; 43/63-65].

Yani İsa’nın vefatından sonra onun ardından gelen kimi guruplar İsa hakkında ayrılığa düştüler. Farklı farklı görüşler savunmaya başladılar. Kimi İsa’nın Tanrı’dan bir parça olduğunu, kimi Tanrı’nın oğlu olduğunu, kimi ölüp üç gün sonra dirildiğini, göğe çekildiğini, şu an gökte Tanrı’nın sağ yanında oturup dünyayı gözetlediğini, kimi kıyamete yakın gökten dünyaya geri döneceğini savunmaya başladı. Eski dünya dinlerinin “ölüp dirilen Tanrı” (Mısır), “gökte yaşan Tanrı oğulları” (Sümer/Akkad/Babil) “efsanevî büyük kurtarıcı” (Hind/Cayna) inançlarına geri dönerek İsa’yı onlara âlet ettiler. İsa bunlardan beridir, bu tür guruplarla alâkası yoktur. İsa’nın apaçık mesajı şuydu: “Ben size bilgelik getirdim, anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin bir bölümünü açıklamak üzere geldim. Onun için Allah’ın öfkesini çekmekten sakının ve bana uyun. Allah benim Rabbim, sizin de Rabbiniz ancak O’dur. Onun için hep O’na ibadet edin. İşte bu tek doğru yoldur…” Bunu bırakıp oğul/mesih/mehdi muhabbetlerine dalanların vay haline!

[ “Allah’ın ayetleri karşısında okunurken bal gibi duyar da kibrinden sanki hiç duymuyormuş gibi umursamaz davranır. Ayetlerimizden bir şey öğrendiği vakit onu alaya alır. İşte onları aşağılık bir azap bekliyor. Her kendini aldatan günahkârın vay haline!” Casiye; 45/7].

Yani Allah’ın ayetlerini alaya alanların, peygambere “Malımızda mülkümüzde gözü var” diyenlerin, “Vahiy almak buna mı kaldı, iki şehirden birinden bir zengine vahiy gelmeli değil miydi?” diye alay edenlerin, “Ayak takımını yanından kov” diye burun kıvıranların, kibrinden burnundan kıl aldırmayanların vay haline!

[ “Ben görünen ve görünmeyen tüm varlıkları yalnızca Bana ibadet etsinler; çalışsınlar, üretsinler, meydana getirsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni yedirip içirmelerini de istemiyorum. Tam tersi rızkı veren, düşmez kalkmaz bir Allah’tır; kesinlikle! Onun için, şimdiki zalimlerin payına düşen, acele etmesinler, önceki yandaşlarının payına düşen gibi aheste aheste çıkacaktır. Söz verilen o günde inkarcıların vay haline!” Zariyat; 51/56-60].

Yani Allah’ın günboyu verdiği ekmeği, suyu, havayı, ömür boyu verdiği sağlığı, sıhhati ve her dem gelen binbir çeşit nimeti göremeyenlerin, yediği ekmeğe, içtiği suya, soluduğu havaya nankörlük edenlerin, üstelik de yoksullara küstahça “İstese Allah’ın doyuracağını biz mi doyuracağız?” diyenlerin vay haline! Yoksulun ahı aheste aheste çıkacak onlardan… Mazlumlar, bir gün, karanlıklarda konuştukları şeyi evlerin damından haykıracak! Eninde sonunda mazlumun duası zalimi devirecek! Zulmedenlerin nasıl bir inkılab ile devrileceklerini görecekleri o vadedilen günde onların vay haline!

[ “Onlar dünya hayatına dalıp onu ahirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyup onu çarpıtmak isterler. İşte bunlar derin bir sapıklık içindedir. Şiddetli azaptan dolayı vay onların haline!” İbrahim; 14/2-3].

Yani onlar hem dünya hayatına (malına) taparlar, hem de herkesin tapmasını isterler. Allah’a ve ahiret gönüne iman edenlere tahammül edemezler. “Zenginlik bizde, demek ki Allah’ın sevdiği kulları bizleriz. Bizden daha büyüğü ve güçlüsü yok, gelin bize uyun vebali bize” derler. Böyle çok bilmiş küstahların, nasıl bir inkılap ile devrileceklerini görecekleri o vadedilen günde vay haline!

[ “Biz gerçeğin ta kendisi yoluyla sahte olanı darmadağın ederiz. Her sahte şey yok olur gider. Allah’a yaptığınız o yakıştırmalar yüzünden vay halinize! Enbiya; 21/16-18].

Yani “Ben Allah’ın seçilmiş kuluyum, milletiyim, ırkıyım, kavmiyim, mezhebiyim, cemaatıyım, grubuyum” diyenlerin, içi boş kuruntularla avunanların, örümcek yuvalarını saray sananların, dinlerini hurafe çöplüğü üzerine kuranların, Allah’a olmadık yakıştırmalarda bulunanların, gerçeğin ta kendisi gelince her sahte şey gibi yok olup gidecek olanların vay haline!

[ “Dile gel dağ! Dile gel inceden inceye yazılıp dağıtılan kitap! Dile gel çağlara meydan okuyan ev! Dile gel yükselen gökyüzü! Dile gel kabaran deniz!; “Rabbinin azabı kesinlikle gerçekleşecektir!” Ona kimse engel olamaz. O gün gök öyle bir sarsıntıyla sarsılacak ki, O gün dağlar öyle bir yürüyüşle yürüyecek ki… O gün bütün bunlar yalan diyenlerin vay haline! Ömür boyu oyunda oynaşta olanların vay haline!” Tur; 52/1-11].

Yani dağları dile gelemez sananların, yazılanları dile gelemez sananların, çağlara meydana okuyan Ev’i konuşamaz sananların, yükselen gökyüzünü, kabaran denizi dile gelemez sananların vay haline! Bütün bunların altında yaşayıp da, bunların tanıklığından kaçabileceğini sananların vay haline! Göklerin sarsılıp, dağların yürüdüğü gün vay onların haline! “Ölülerin dirilmesi hurafe; kıyamet, hesap, mahşer, cennet, cehennem diye bir şey yok, bunların hepsi hikaye, efsane,…” diyenlerin vay haline! Ömrü oyunla oynaşla geçenlerin vay haline!

[ “Onlar alacaklarının son kuruşuna kadar peşine düşerler. Ama iş vereceklerine gelince kıyısından kenarından nasıl çalıp çırpacaklarını hesaplarlar. Yolsuzluk yapanların vay haline! Mutaffifin; 53/1-2].

Yani alacak söz konusu olunca borçlunun tepesine binenlerin, verecek söz konusu olunca da kıyısından kenarından eksiltenlerin, evrakta sahtekarlık yapanların, nitelikli dolandırıcıların, naylon fatura düzenleyenlerin, rakamlar üzerinde kalem oynatanların, tüyü bitmemiş yetimin hakkını zimmetine geçirenlerin, arazi kapatanların, ihale oyunlarını pek iyi becerenlerin vay haline! Yolsuzluktan karnını ateşle dolduranların vay haline, vay!

[ “Kötülerin sicili tutulmuştur.

Bilir misin, sicil ne demek?

Orada her şey madde madde yazılmıştır.

O gün yalan diyenlerin vay haline!” Mutaffifin; 53/7-10].

Yani “Nasıl olsa kimse görmüyor, bir daha bu fırsat ele geçmez” diyerek yolsuzluk üstüne yolsuzluk yapanların, kötülüğü, sahtekarlığı, başkasının sırtından geçinmeyi meslek haline getirenlerin vay haline! Yaptıkları önlerine tek tek konulduğu gün, her şeyin anı anına videoya kaydedilmiş gibi gösterildiği gün, “Bunlar montaj” diyemeyecekleri o gün onların vay haline! Hem dünyada yaptığı yolsuzlukların hesabını vermek için Adalet devletinin pençesine düştükleri gün, hem de ahirette ilahî adaletin pençesine düştükleri gün onların vay haline!

[ “Para hırsıyla kendi yazdıklarını ‘Bu Allah'tandır’ diye sunanların vay haline! Uydurduklarından dolayı onların vay haline! Üstlendikleri vebalden dolayı onların vay haline!”Bakara; 2/79].

Yani vay haline o din adamlarının! Vay haline o tapınak tacirlerinin! Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in kürsüsünde oturup ağır ve taşınması güç yükleri insanların üzerine yükleyenlerin, bu yükleri taşımak içinse parmaklarını bile oynatmayanların, yaptıklarının tümünü gösteriş için yapanların, allı pullu din adamı kıyafetleri ile dolaşanların, toplantılarda başköşeye, tapınaklarda en seçkin yerlere oturmaya bayılanların, meydanlarda selamlanmaktan zevk duyanların vay haline!

Allah’ın kitabını okumak isteyenlere kapatanların, ne kendisine ne de başkasına açmayanların vay haline! Bir tek kişiyi dinlerine döndürmek için kıtalar dolaşıp, dinlerine döneni de kendilerinden iki kat cehennemlik yapanların vay haline! Nanenin, dereotunun, kimyonun ondalığını sayıp durmaktan adaleti, sevgiyi, merhameti unutanların vay haline! Küçük sineği süzüp ayıran fakat deveyi amuduyla yutanların vay haline! Yemeği “Sünnetir inşallah” deyip temizleyen ve fakat ömründe bir kap yemeği açlarla bölüşmemişlerin vay haline! Görkemli mezarlarda yatan curûfların vay haline!

“Ey din bilginleri, Ferisiler, ikiyüzlüler, engerek soyu!” Allah’ın kitabını okutmazsınız, kendi ellerinizle yazdıklarınızı ise sanki vahiymiş gibi ezberletirsiniz. Allah’ın adını azgın ihtiraslarınıza âlet edersiniz. Ayet alıp ayet satarsınız. Uydurup uydurup “Allah böyle dedi” diyerek pazarlarsınız. Allah’ı, Kitabı, Musa’yı, İsa’yı, Tevrat’ı, İncili (ve de Kuran’ı ve Muhammed’i) hepsini servet yığmaya alet etmeyi pek de iyi becerirsiniz. Din iman nutuklarıyla servet yığanların vay haline! Her kendini aldatan günahkârın vay haline!

***

Kur’an’da kimlere “vay haline” dendiğini gördünüz.

Onca kavlî ve kevnî ayetlere kör ve sağır kesilenleri, hırsızları, yolsuzları, despotları, tiranları, zalimleri, putperestleri, zevkperestleri, malperestleri, paraperestleri, dünyaperestleri, kariyeristleri, konformistleri vs. boyuna inzar ediyor yani derin uykulardan uyanışa çağırıyor…

Çok ilginç, nuzül sırasına göre dizince dikkatimi çekti; Kur’an “Vay onların haline” demeye “Namaz kılanlarla” başlıyor, gördüğünüz gibi “din adamları” ile de bitiriyor!

Mala mülke tapanların, dünya hayatını ebedi zannedenlerin, özellikle de servet ve iktidar sahiplerinin “vay onların haline” denerek sonlarının çok hazin olacağı haber veriliyor. Bu ayetlerin ilerisi ve gerisini (siyak ve sibakını) dikkatle okuyun, muhatabın hep bunlar olduğunu göreceksiniz.

Kur’an sanki bugüne sesleniyor…

Musa, İsa ve Muhammed sanki bugün konuşuyor…

Anlayana sivrisinek saz…

İHSAN ELİAÇIK

10 Ocak 2011 Pazartesi

EN SEVDİĞİN ŞEYLERİ, BAŞKALARIYLA PAYLAŞMANIN KEYFİNE VAR!!!

“Ey mutmain(tatmin bulmuş)
nefis, Rabbine, hoşnut edici
ve hoşnut olmuş olarak dön.”
Fecr: 27-28
Hayat paylaşıldıkça güzelleşir. Paylaşılmayan değerler kimseler
farkına varmadan yok olmaya mahkûmdur. Paylaşımdan
korkan insanların çoğaldığı ve egoist duyguların kökleştiği bir
zamanda yaşamaktayız. Hiç kimse bir başkasıyla en değerli şeylerini
bırakın da değersiz olanları dahi paylaşma taraftarı değildir.
Günümüz dünyasında insanlar alabildiğine bireyselliği oynamaya
meyilli ve başkalarına açılırsam acaba nelerimi kaybedeceğim
endişesiyle yaşamını sürdürmektedir. Bu anlayışların her gün daha
bir çoğaldığını gördüğünüzde bir hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Bu
sıradanlıkları kırmanızın ve başka yaşamlara aldırmadan ilk öncü
sizmişsiniz gibi hareket etmenin yollarını arayacaksınız. Bu yaşama
ilk adımı atar atmaz gönlünüz de bir rahatlama hissedersiniz.
Rahatlamayı rehavet olarak anlamayalım sakın, rahatlama
gönüldeki genişlik ve huzurun ilk yansımalarıdır. Bu huzurun
devamlılık kazanması ve sizin yaşamınızın her noktasında bir
gülücük tomurcuklarının açması için, huzurunuzu daim
eylemelisiniz. Huzurun devamlılık kazanmasının yollarından biri
paylaşımcılığı öne çıkarmaktır. Paylaşımcı insanlar, aşkın, rahat ve
endişeden uzak insanlardır. Onların hayatlarında nasıl olur acaba,
beni benim silahımla vurabilir mi, benim karşıma bir rakip olarak
çıkıp beni yok edebilir mi, insanoğlu bu, kesinlikle güvenilmez
hayatın her noktasında böyle şüpheci yaklaşmazsam sonra kendi
elimle kendi sonumu hazırlarım diye düşünüp, yaşamı zehir edenler;
hep mutsuz kalmaya mahkûmdur. Oysa paylaşımcı insanların
yaşamı bu septik algılamalardan uzak ve rahatlık içinde geçer. Birini
sevdiğinizi içinizde saklayıp durun bakalım, o kişi sizin onun
hakkında ne düşündüğünüzü bilmeden size tepkisi nasıl olur. Eğer
bir değerin kalıcılığını sağlamak ve kök salıp bütün bir insanlığın
yaşamını saracak kadar hakikat taşlarıyla donatılmasını istiyorsanız,
onu başkalarıyla paylaşmalısınız ki, neresinde düzeltilmesi gereken
yerler var, neresi gerçekten iyi algılanmış, ne kadar etkili bir
düşünce bunu fark etme imkânlarınız doğar. Bu durum da, insanın
kendisine bir değer verdiğini ortaya çıkarır. Kendisine değer veren
insanlar, kendilerinin değerini belirleyecek düşüncelerini
başkalarıyla paylaştıklarında, değeri onların gözündeki ve gönlündeki
işgal ettiği yer oranında olacaktır. Bu anlayış oluşmazsa çok
değerli ve ulaşılması imkânsız değerler de olsa, ortaya koymayan
insanlar, o gün fani olduklarından yok olacaktır. Oysa insan şunu
aklından hiç çıkarmamalıdır.”kim iyi bir çığır açarsa, kıyamete kadar
o çığırdan gidenden dolayı, o kişi iyi bir karşılık alır.”
Yaşam, paylaşma ile anlam kazanır ve süreklilik sağlar.
Yaşanılmayan ve paylaşılmayan hangi değerin günümüze kadar
sağlıklı geldiğini gördünüz? Böyle bir değer varsa o ancak Allah’ın
koruması ile olabilir, aksi halde mümkün değildir. Allah
Peygamberlerine hitaben,”Biz seni halkını uyarman ve onlarla
hakikatleri paylaşıp onları doğru yola çağırman için
gönderdik”derken hayatta paylaşımın önemini de anlatmaktadır
aslında. Paylaşmaktan korkmayalım, hakikatleri başkalarıyla birlikte
nasıl paylaşabiliriz diye düşünmek hedefimiz olsun. Şayet insanlar,
onları sadece biz bilelim insanlar ihtiyaç hâsıl olduğunda bize
sormak zorunda kalsınlar gibi, bilinçaltında bir birikimi taşıyorlarsa
şunu bilsinler ki, kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamaktadırlar.
Huzur paylaşımın olduğu yerde açan bir tomurcuktur.
Paylaşılmayan iyi ya da kötü ne olursa olsun, kişiyi içerden saran
bir ateşin dumanını dışarıya gönderecek bir aralık bulmadan, içerde
tütmesinden farksızdır. İçerimizde yanan ateşin dumanı hayatımızın
yegâne stresidir. Stresli hayatlara huzur çok az uğrar uğrasa da
orada konaklamayı düşünmez, çünkü huzur rahat bir ortamı ve sıkıcı
olmayan bir yeri hep arzular.
Paylaşıldıkça azalmayan tek şey insanlıktır. Nasıl ki, bir eye
başka bıçakları keskinleştirdikçe kendisinden bir şeyler kaybetmiyorsa,
insanda kendindeki tüm insani muhtevayı başkaları ile
paylaştıkça kendisinden bir şey asla kaybetmeyecektir. Bu paylaşım
birçok insanın insanca yaşamının yollarını aralayacaktır. Hayata bu
bakışla bakanların, egoist olup paylaşım kapılarını kapaması
mümkün müdür? Hayat anlamlı olduğu zaman, insanın insanlığı da
yörüngesinde devam eder. İnsanlık yörüngesi, Güneş sistemindeki
yörüngede her bir gezegenin kendi yörüngesinde ilerlerken, başka
gezegenlerle paylaşması gereken ısı ve ışığını da esirgemeden
hareket etmesi gibi, yaşaması kaçınılmazdır. Bu sorumluluklar
karşılıklı evrensel bağımlılık eşgüdümünü doğurur. Yaşamı bu gözle
değerlendiren her bir bireyin hayatta paylaşmadığı bir hakikat kalır
mı?
Paylaşmak, yaratıcının kullarına bağışladığı en büyük
nimetlerden biridir. Hatta Allah, Ulûhiyet, Rububiyyet ve Ubudiyet
gibi mutlak kendisine taalluk eden konuların dışında birçok şeyi
kulları ile paylaşmıştır. Kullarına ilim vermiş, onlara güzel duygular
rahatlık, merhamet, acıma, sorgulama vs. gibi birçok özelliği
vermiş, oysa bunlar kendisinde var, ama rabbimiz bizimle kısmi de
olsa bu değerleri paylaşmış. Bize ne oluyor ki, Rabbimizin yanından
bize bol bol verdiği hakikatlerini ve nimetlerini insanlarla
paylaşmaktan içtinap ederek, kendimizi bir dev aynasında göstermek
istiyoruz. Kendisi için paha biçilmez değerler suru çekip, kendisini
o surların arkasına hapsedenler şunu iyi bilsin ki, bu tarz
büyüklenmelerin hepsinin arkasında büyüklenme ve mütekebbirlik
vardır. Oysa mütekebbirlik sadece Allah’a aittir. En sevdiğimiz
değerleri, Allah’ın kulları ile paylaşmasını bilmez kendimizi surların
içine hapsedersek şunu bilelim ki, mutluluk asla yanımıza uğramayacaktır.”…
Derken müminler ile mücrimler-Kâfirler, arasına bir sur
çekildi…”ayetinde olduğu gibi orada müminler içerde, oysa biz,
Allah korusun içi azap olan surların içinde kalabiliriz. Bundan
dolayı dikkat etmemiz gereken temel etken, büyüklenme
kulelerinden aşağıya inmek, insanların arasına karışmak, sadece
bekçiliğini yaptığımız, bilgilerimizin, malımızın, mevkimizin ve asla
vazgeçemeyeceğimizi sandığımız değerlerin başkalarıyla
paylaşımına gayret sarf etmektir. Bu süreci yakalayan herkes mutluluğun
tadını çıkaracak ve hayatı huzurlu olarak yaşayıp rabbine yolculuk
yapacaktır.
EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010

8 Ocak 2011 Cumartesi

MODERN HAYATIN ÇARPIKLAŞTIRDIĞI KADIN ERKEK İLİŞKİLERİNİN HAYATINI ESİR ALMASINA MÜSADE ETME!!

“Kadın dedi ki: Beni kendisiyle kınadığınız işte budur.
Andolsun onun nefsinden ben murad istedim,
o ise(kendini)korudu. Ve andolsun, eğer o
kendisine emrettiğimi yapmayacak olursa,
mutlaka zindana atılacak ve elbette küçük
düşürülenlerden olacak.(Yusuf) dedi ki:
Rabbim zindan bunların beni kendisine
çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir.
Kurdukları düzeni benden
uzaklaştırmazsan, onlara(korkarım)
eğilim gösterir,(böylece )cahillerden olurum.”
(Yusuf: 32-33)

İnsanların sıradanlaştığı ve bayağılaştığı bir çağda
yaşadığımızın farkında mıyız? Hareketli nesnelerle dolu etrafımız, o
nesneleri tercih imkânımız çoğalsın diye seçenekler artmakta hepsi
o kadar. Modernizim, moderin hayatın cilalı taşlarıyla insanlığın
yaşam yolunu süslemekte ve insanların bu yaşamı tercih etmeleri
için iradi seçenekleri öldürüp, tamamıyla nefse hitap edecek maket
varlıklar yaratma peşinde. Bu maketler arasındaki seçenek sayısını
artırmak için, erkeklere kadının biyolojik yapısını pazarlamada.
Bunun içinde yepyeni ve farklı istihdam alanları oluşturduğunu
iddia ederek insanlığa yapay bir mutluluk parfümü dağıtmaktadır.
Bu parfümün kokusunun yayıldığı her ortamda insanlık kendisini
çok mutlu hissederek kendinden geçmektedir. Ama bilmediği bir
hakikat var, o da asla ulaşamayacağı mutluluk kitabının elinden
alındığı ve uyuşturulduğudur. Dişi varlıklar özgürlük adına kendini
avutmakta, erkekler de zaten arzu ve isteklerine hitap eden bu nesnelerin
hayatın her noktasında olması gerektiğini savunarak, iç
dünyasındaki gizli denklemi açığa vurmaktadır. Farklı yaklaşımlarda
olan birileri olursa zaten senin için kötü, her şeyi cinsellikle açıklamaya
çalışıyorsun diyerek, kendilerini rahatlama sendromuna
sokarak saldırganlık eğilimlerine daha fazla ivme kazandırıyorlar.
Bunlar tamamıyla, içinde yaşadığımız çarpık modern
yaşamın, hayatın tadı ve mutluğu ancak böyle elde edilir, safsata
denkleminin bir nebzecik görünen yanı. Hayat, mutluluk gülücükleriyle
anlam kazanır ve insan hayatına bir değer katar. Mutluluk
adına kurulan yapay ve anlamsız yaşamları hayattan uzaklaştırmanın
zamanı geçmektedir. Hayatların karmaşıklaştığı ve yaşamı
kolaylaştırma adına oluşturulan araçların sayısının gün be gün artığı
dönemde, bu formülü elde etmek gerçi kolay olmayacaktır. Kadın ve
erkeğin rollerinin anlamsızlaştığı ve biyolojik statülerin birbirine
karıştığı bir zamanda yaşamaktayız. Kadın, dişilik özelliğini
yitirmekte, erkek ise külhanbeyi ya da salyalarını dişisinin peşinde
akıtan sıradan bir varlık olmuş çıkmış ortalığa. Böylesi basit sıradan
hayatların mutluluk reçetesi fizyolojik hazlarının doyurulmasına
endekslenmiştir. İşte içinde yaşadığımız modern hayatın çarpık
anlayışı, hep bu mutluluk aşısını insanlara enjekte etmeye çalışırken,
iradesi kavli insanların bu tuzaklara aldırmadan, sağlam bir yürek,
muhakeme gücü sağlam bir beyin ve adımları sağlam basan bir
adımla yollarında ilerlemekten başka bekleyecekleri herhangi bir
mutluluk haritası olmamalıdır. Mutluluk beklenerek elde edilen bir
ürün değildir. Hayat alanının dışında beklenildiğinde, çok mutlu
olduğunu iddia eden insanlar, insanın sosyal bir varlık olduğunu
unuttuklarından, kendi dünyalarında inzivai bir yaşamla mutlu
olduklarını sanabilirler, ama şunu hiç unutmamak gerekir ki, kuş
olmak yuvada yatmayı değil, yuvadan çıkıp uçmayı gerektirir. İnsan
da sosyal bir varlık olduğundan hayatın içinde mücadelesini
verirken, karşılaştığı çarpık yaşamlara aldanmadan hakikati yaşadığı
zaman insan olduğunu kanıtlamış olur.
Sen esaret zincirlerini kırmak zorundasın… Bu zincirler, seni
senden alıp kendine bağlayan, hakikati görmene engel olan ne varsa
hepsidir. Konfüçyüs’ün şu veciz sözünü hatırlayalım”altın ateşle,
kadın altınla, erkekte kadınla erir. “Modernizm, bu felsefeyi çok iyi
ezberlemiş ve insanların önüne mutluluk tablosu olarak, bu tabloyu
başucuna koymayı ihmal etmemiş. Kapitalizmin üretim felsefesi
dişiyi çekici kılmaya yönelik, dişiyi de erkeğin arzulayacağı motiflerle
süsleyerek tam bir yaşam denklemi oluşturmaktır. Bu denkleme
göre hayatlarında mutlu olacaklarını sananlar sadece yalancı
bir oyalanma ile hayatlarını noktalar ve yaşam serüvenlerine bir son
verirler. Bizim insanlara sunmaya çalıştığımız mutluluk formülü,
insanı kayıtsız yaşamaya hazırlamaktır. Dünya ve içindekilere karşı
kayıtsız kalmayı beceremeyenler, yaratıcıya kayıt asla yaptıramazlar.
Yaratıcının mektebinde ve onun Rabliğinde terbiye olmadan nasıl
esaret zincirlerini kırıp mutlu olabilir ki, Mutlu olmanın yolu tevhit
mektebinde özgür bir birey olmaktan geçer. Yusuf(a.s)bu özgür ve
mutlu insanlardan biri. Yusuf özgür bir insan aynı zamanda kalbi
Allah’ın sevgisi ile dolu olduğundan her damarından mutluluk
fışkırmaktadır.”Rabbimin koruması olmasa muhakkak ki, nefis
insana kötülüğü emreder.”Esaret zincirlerini kırmak, elbette böyle
kayıtsız yaşayacak kadar Allah’a yakın olunca, Rahmanın çekim
alanına girerek gerçekleşir. Ashaptan Abdullah Bin Revaha,” ey nefsim!
Beni rabbimin cennetine girmekten alıkoyan eğer bağım
bahçem ve hurmalıklarımsa hepsini Allah ve resulü yolunda infak
ediyorum, eğer kölelerimse onları da azad ediyorum, şayet
hanımlarımsa onların hepsini boşuyorum”dedikten sonra sancağı
alarak başkomutan olarak kendini savaşın ortasında bulur. Bu
yürekliliği göstermeden yerinden kıpırdayamaz. İşte Allah’tan
başkasına kayıtsız yaşamak hem mutluluğu hem de esaret zincirlerini
kırarak özgürce koşmayı beraberinde getirir. Abdullah Bin
Revaha bunlardan biri. Ey dostlar işte modern çağın açmazları bizi
kendi zindanına hapsederek, bizleri mutlu ettiğini bizlere yutturmaktadır.
Bu yutturmacalardan kurtulmak istiyorsan, seni senden
alan tüm esaret zincirlerini kır ve kendine gel…
EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010

ANNE VE BABANA ‘OFF‘ BİLE DEME

“Rabbin ondan başkasına kulluk etmemenizi
ve anne –babaya iyilikle –davranmayı
emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi
senin yanında yaşlılığa ulaşırsa,
onlara: Öf bile deme ve
onlara güzel söz söyle” İsra: 23

“Benden sonra anne ve babana şükret, onlar seni bilmediğin
bir konuda, seni Allah’a şirk koşmaya zorlamıyorlarsa sakın onlarla
kötü geçinme, onlardan herhangi biri ya da her ikisi yanında
yaşlandıklarında onlara öf bile deme…”Mutluluk arayanlar, ana ve
babalarını yanlarından uzaklaştırıp, kumrular gibi çağdaş yaşamın
dayatmalarıyla onları yarı açık ceza evine bıraktıklarında asla mutlu
olamayacaklardır. Ana toprak, baba gök, toprağa basmadan ve
stresini dağıtmadan yaşamak nasıl ki imkânsızsa, göğün boşluğu ve
nefes alacak bir genişlik ve üzerinde seni gelecek tehlikelerden
koruyan bir gök gibi, ebeveyni hayattan sildiğiniz zaman huzur ve
mutluluk sizin mıntıkanıza asla uğramayacaktır. Geniş ailelerde
neden insanların daha çok mutlu ve huzurlu yaşadıkları sosyolojik
açıdan değerlendirilmesi gereken bir konu olmasına rağmen, konumuzun
kapsamı açısından şu an onlara yer vermeyeceğim.
Sizin dünyaya gelmenize vesile olan bir varlık, ne kadar da
hayat felsefenizle yakından uzaktan alakalı olmasa bile, onların bir
kıymeti ve değeri olduğunu düşünüyorum. İbrahim(a.s)’ın, andolsun
ki senin için rabbimden bağışlanma dileyeceğim dediği babası,
o toplumda tapılan ilahları, putları yapan bir insan. Bir Peygamberin
babası için ifade ettiği bu açıklama neden bizlerin hayatını kuşatan
bir hakikat değil de, vehimlerimiz hayat felsefemiz oluyor, sonra da
ne yaptığını bilmeyen başı kesik tavuklar gibi yerimizde parpazlayıp
mutluluk arıyoruz. Bu gidişle mutluluk yanımıza uğramayacak bunu
bilelim.”İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel örnekler
vardır, hani onlar kavimlerine:” Biz sizden ve taptıklarınızdan ebediyen
ayrıldık ve uzaklaştık, sizinle bizim aramızda ebedi bir kin ve
düşmanlık vardır, ta ki bir olan Allah’a iman edinceye
kadar.”Sevgili dostlar, Tevhit konusunda bu kadar net olan bir
peygamberi Allah’u Teâlâ bizlere örnek olarak sunuyor.Ama görüyor
muyuz o peygamber in Babası için dediklerini.Senin için
Rabbimden bağışlanma dileyeceğim…
Saygının sevginin yerini tamamıyla günlük çıkarların aldığı ve
ekonomik bir babanın doğduğu, annenin bir cariye köle ya da,
çocukların güç yetiremedikleri streslerini yönelttiği bir nesneye
dönüştüğü, bir ortamda anne ve babanın değerinin ne kadar
olacağını varın siz düşünün. Post modern çağ, anne ve babayı bir
kuluçka makinesine indirgedi. Kuluçka makinesinin sıcaklığı ve
sevgisi olmayacağından, sosyal devlet diye insanlara batı bu gün
yeni kandırmaca yöntemleriyle ailenin fonksiyonlarını üstlenir
görünmekte. Oysa bunun arkasında bireyi bencilleştirme ve insanın
gerçek doğasıyla olan ilişkilerini keserek bireye anne sevgisini
sıcaklığını unutturmakta, babanın bir koruyucu olma özelliğini
ortadan kaldırmaktadır. Bu değerlerin yerini, yapay ve anlaşılması
güç basit sıradan kavramcıkların aldığı bir dönemde, insanlar için
mutluluk tabloları çizmek o kadar kolay olmayacaktır.
İslam’ın şu güzelliğine bakın ki, ana ve babanın dini
inançlarını dikkate almadan onlara öf bile deme, dersen ne olur,
Allah’a karşı şükrünü ifa etmemiş olursun. Bana ve anne babana
şükret.”Allah’a şükretmenin yolu, ana ve babaya öf bile demeden
onları mutlu kıldığında sende ancak mutlu olabilirsin. Evet on
lar,”İmana karşı küfürlerinde diretiyorlarsa onları dost
edinme.”Ancak onları dost edinmemiş olman, hiçbir zaman onların
senin üzerindeki haklarını ihmal edeceğin anlamına gelmesin; çünkü
Allah sana böyle bir hakkı vermiyor. İşte batının seküler hayatı,
insanı anadan babadan bağımsız düşünerek, onları sosyal nizamın
devamını sağlayan ve koruyan; olmazsa olmaz birer piyon olarak
görmekte ve belli yaşlarda anne ve babasının denetiminden alarak
kendince bir eğitim vererek kendine uygun kobaylar yetiştirmektedir.
Bizim gibi, batının her yaptığını marifet bilen zavallılar da bu
tarz uygulamaları yaptıklarında, kendilerini ayrıcalıklı bir maymun
gibi görmeye başladılar çoktan. İnsanın köleleşmesini özgürlük
olarak kabul eden başka bir dünya var mı bilmiyorum, ama içinde
yaşadığımız toplum aşağılılık kompleksleriyle özenti ve taklit türü
davranışlarıyla kendini özgürleştirdiğini sanmakta. Oysa kölelik
özentilerle başlar, çılgınlaşmakla yüreklerde karargâh kurar. Bizim
insanımız buna dikkat etmediği sürece özgürleştiğini sandığı bir
çağda, her gün kölelik bağlarından birinin sayısını arttırır. Yıllar
öncesini hatırlıyorum babası savcı olan bir genç kızımız, gayet
dekolte giyinmiş olmasına rağmen, babasının özgürlüğünü
sınırladığını 18 yaşını doldurunca istediği gibi yaşayacağını ve evi
terk etmek için gün saydığını söylediğinde, doğrusu şaşırmamıştım.
Neden diye sorduğumda, aldığım cevap gayet netti, bıktım bunların
hayatıma sınırlar koymasından, ben istediğim zaman eve gelmek,
istediğim zaman çıkmak, erkek arkadaşımla istediğim vakitte
buluşmak ve istediğim gibi yaşamak istiyorum. Öf be sanki anne
baba oldular diye benim her şeyim mi bunlar, bıktım böyle
yaşamaktan diye cevap almıştım. O gün ona belli nasihatlerden
başka bir şey söyleme gereği duymadım, çarpık yaşamın insanı
getirdiği bu noktadan, yine aynı çarpık ve çözümü olmayan bir
klemle çıkılmayacağını biliyordum. Öncelikle ana ve baba olmanın
ne anlama geldiği sosyal bir proje olarak toplumda doğan ve
doğacak her insana ilkesel bazda anlatılıp, insanların bu eğitimle
büyüdüğü ortamda, anlatacaklarımın bir karşılığının olacağını biliyordum.
Bundan işte, karşılığı olmayan bir meseleyi konuşmak,
hiçbir değer ifade etmemektedir.
Mutluluğa açılan pencere, anne, baba ve çocukların barışık
ve uyumlu yaşamasıyla elde edilir. Bunun en güzel örneği Hz. Ebu
Bekir’in, babasıyla yaşamını karşılaştırdığımızda, umarım bizlerde o mutluluk
tablolarından birer nebze payımıza düşeni alırız.
EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010