30 Nisan 2008 Çarşamba

SEKÜLARİZMİN BİLİNÇSİZ BARINAĞI

Sekülerleşme,dünyevileşme anlamına gelir.Sekülarizm,yaşamı ve mücadeleyi madde olarak algılayan düşüncenin adıdır.Seküler bir hayat,batı hayat biçiminin üzerine oturduğu temel felsefedir.Ama bu anlayış günümüzde batı ile ifade edilecek kadar dar sınırlar içinde değildir.Öyle genişlediki,batının kokusunun uzandığı tüm coğrafya ve toplumlarda etkisini gösterebilmektedir.Zamanla bu anlayış,inasanların kalblerini ve beyinlerini kuşatmada şampiyon dahi olabildi.
Biz burada sekülarizmin marifetlerini anlatmıyoruz ama sekülarizmin bilinsiz barınaklığını yapan yaşamları azda olsa anlatacağız.Bu barınak islam olduğunu söyleyen yaşam tarzlarıdır kısaca.İslami düşünce ile seküler düşünce taban tabana birbirine zıt olan iki düşüncedir.
İlahi eksende görüntülenmek zorunda olan islami düşünce ,hayatı ahiret temeli üzerine kurarken,seküler laik felsefe hayatı dünya üzerine kurar.Bu anlayış farklılığı pratiklerin de farklılaşmasını doğurur.İslami değerler ile seküler değerler net çizgilerle birbirinden ayrılması gerekirken,sekülarizmin bilinçsiz taşıyıcısı diyebileceğimiz bünyeler,günümüzde alabildiğine yayılmaktadır.Sekülarist anlayışın bilinçsiz barınakları,teori ile pratik arasında bir uyum oluşturamayan,islami çerçevede yer aldığını söyleyen kişi ve toplumlarda kök salmaktadır.
İslami düşünce,teori pratik ve zihinlerle birlikte,bakış açılarını da yıkıp yerine kendi değerlerini koyan,tek sistem anlayış ve pratik bir hayat biçimidir.İslamı kendilerine din olarak benimseyen toplumlar,İslamın yıkıp yapması gerekenlerden bir tanesini dahi yıkmadıkları zaman,seküler anlayış ve yaşayışın bilinçsiz taşıyıcısı olacaklardır.Bu konuda Hz Peygamberimizin(A.S),İslamın hayat programlarını bizzat kendisinin ortaya koyduğunu görmekteyiz.Bu programlar İslam atmosferinde yer almak isteyen dimağları tam anlamıyla kuşatması gerekir.Bu anlayışların dışından değerler ve bakış açıları taşınarak, bir hayat oluşturulduğu halde, İslamı yaşadıklarını sanan ortamlar,sadece seküler anlayışın bilinçsiz barınaklığını yapmaktadırlar.
Seküler anlayışın bilinçsiz barınaklığını yapan kişi ve toplumlar,bu anlayışlarından bağımsız teori ve pratik oluşturmada zorlanacaklardır.Bu zihniyetler için oluşturulacak hayattta seküler anlayış daima öncül bir değer olarak varlığını koruyacaktır.Bu göstergeler bize şöylesi ipuçlarını veriyor;Müslüman aileler ve toplumlar sekülarizmin bilinçsiz barınaklığını yapmaktadır.İslamın dışındaki toplumlarda zaten seküler anlayış varılması ve yakalanılması gereken bir hedeftir.Bundan dolayı onlar sekülarizmin bilinçli savunucuları ve taşıyıcılarıdır. Ama Müslümanların dinleri,böyle bir hedef göstermemesine rağmen, müslümanlar hayatta bu anlayışları ve değerleri temel faktör olarak benimsediklerinden,seküler dinin bilinsiz barınakları haline gelmişlerdir.Böyle olunca da bakış açıları,anlama biçimleri,düşünce ,teori ve pratikleri,ALLAH'IN İSTEDİĞİ EKSENİN DIŞINDA VARLIĞINI ORTAYA KOYMAKTADIR.Oysa ilahi sistem olan islam,insanların kafalarına ve kalplerine değerlendirme ölçüsü olarak,ahiret,iman,takva,ihlas ve ve samimiyet gibi değerleri tek kıstas olarak yerleştirmesine rağmen,bu anlayış dinamitlenmiş,yerine seküler felsefe egemen olmuştur.Buna rağmen, bu insanlar seküler anlayışın döl yatağı diyeceğimiz bilinçsiz barınaklar değilde nedir?
Evet, böylesi bir anlayış sonunda oluşan hayatlar,ancak seküler hayatın sürekliliğini sağlar.Seküler anlayış hayatiyetini sömürgelerine borçlu olsa gerek.Yaşamlarını madde ekranlarında ıspatlamaya çalışan herbir aile kurumu,seküler hayatın yaşamını canlandırmadan başka bir işe yaramaz.Bu anlayış varolduğu müddetçede,bu anlayışın karşısında yer alan İslami potansiyelin belli bir kısmı,bu anlayış tarafından hep parsellenecektir.Bu anlayış parsellediği yerlerde kendisini koruyan evlerin kurulmasını ister.İşte,islami değerlere sarıldıklarını sandığımız bir yığın insanın zihni ve pratiği seküler anlayış tarafından parsellendiği halde,İslamın kalesi olacağını sandığımız aile kurumları,kapitalizmin araçlarına abone olan bir abonmen fonsiyonundan başka bir pratik oluşturmayacaktır.Bu süreç anlaşılmadığı sürecede böyle devam edecektir.
yıl:23-24.02.1995
yer:ELAZIĞ
(E.KEKEÇ)

HİCABSIZ TESETTÜR MODASI

Tekbir giyim, İslam düşmanı basının da alay konusu ettiği sözde "tesettür" defileleriyle İslami kimlik ve şahsiyeti...

24/04/2008
Tekbir giyim, İslam düşmanı basının da alay konusu ettiği sözde "tesettür" defileleriyle İslami kimlik ve şahsiyeti köreltmeye devam ediyor.
İslam'da "örtünme"nin asıl gayesinin mümin insanlarda "hicab" sorumluluğunu, iffet, haya ve edep duygusunu güçlendirmek olduğu halde, bu duygu ve sorumluluğu ayaklar altına alan girişimlerin "tesettür" adı altında yapılmasından daha sorumsuzca iş ne olabilir?

Sözde "tesettür"ü yaygınlaştırma, tesettüre ilgi ve eğilim oluşturma amacını taşıyan bu girişimlerin "tesettür"ü bir nesne ve meta aracı haline getirmeleri, "hicapsız tesettürlüler" akımının önünü açmaları, ciddiyetsiz ve şımarık bir burjuvanın oluşmasına sebep olmaları gerçekten İslam'a bir hizmet midir?

Şehid Seyyid Kutub'un ifadesiyle "İslami bir cemiyet"in, şahsiyetli bir toplumun oluşmasına karşı "dışarı"dan yapılan çok yönlü kuşatma ve saldırılara "içeri"den lojistik bir destek sunmaktan başka bir anlam taşımayan bu tür girişimler sonucu artık haya, edep ve iffet değerlerini alabildiğince aşağılara düşüren müslüman bayanlar toplumuna alışır olduk. Artık onları her yerde görebiliyoruz; eğlence partilerinden, mahremiyet sınırlarını alabildiğince zorlayan konser programlarına, arsız sosyetenin kulvarlarından, lüks ve konforun kirli koridorlarına kadar her yerde...

Sormak lazım, tekbir giyimin böylesi şatafatlı defilelerle yaptığı greçekten İslamlaşmaya bir "hizmet" midir yoksa, hicapsız bir tesettür akımıyla İslam toplumunun ahlak ve haya damarlarını kurutan bir "yıkım" mıdır?

23 Nisan 2008 Çarşamba

SÖMÜRGE İSTASYONU

Umut saçacak bir geleceğe!
Sömürge istasyonu,sömürülenleri taşıyan trenlerin konakladıkları yerlerdir.Sömürge istasyonunun düşüncesinin lokal seviyedeki kıvılcımlanış ve göverme yerleri,iki kişilik akitlerle oluşturulup,toplumların oluşmasını sağlayacak ailelerde ortaya çıkar.Sömürgeci zihniyetin istasyonlarına bir daha trenlerin uğramaması için,sömürülenlerin akıbetini hatırlatarak,akıllarını ipotek ettirmekten kurtardığımız zaman,bu sürecin çığırını başlatmış olacağız.
"Yüzleri ateşte çevrildiği gün,keşke Allah'a itaat etseydik,keşke peygambere itaat etseydik derler.Rabbimiz biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik,fakat onlar bizleri yoldan saptırdılar.Rabbimiz onlara iki kat azab ver,onları büyük bir lanete uğrat".(Ahzab:66-68)
Akıl ve beyinlerini korku çığlarına feda eden dimağlar(insanlar)ve iradelerini heva heves ve şehvetlerinin kurtarıcılığına terk etmiş zavallılar,sömürüldüklerini ancak hayatlarının sonuna kavuştuklarında anlayabilmekteler.Ama böyle bir anda kendilerine kurtuluş ümidi vaat etmeyen gerçekleri anlamalarının herhangi bir önemi yoktur.İşte biz, insanlar bu sona varmadan önce,onları iradenin ve hakikatın kuşatıcılığına açılan bir atmosferin içinde rollerini oynamaya davet ediyoruz.insanaları davet ettiğimiz ekranların senaryolarını bizzat onların bilmesini, tanımasını ve sonra da iradeleriyle kararlarını verdikten sonra oyuncu olmalarını istediğimiz ekranlardır davet ettiğimiz ekranlar...
Sömürge istasyonunun pencerelerinin hangi yöne açıldığının fazlaca öneminin olmadığını belirterek,bombanın istasyonun tam ortasına konarak bu tür şekilsel yapıların yok edilmesi gerektiğine inanıyorum.sevgilerin bile çoğunun dokusunda,sömürmek, faydalanmak anlayışlarının barındığı muhakkaktır.sömürgeci bir sevginin,faydalanmanın ötesinde bir başka yönünün olmadığı,sevgililerin birbirine kavuşmasıyla daha bir ortaya çıkar.Düşüncelere ,insanlara ve toplumlara sahip olmanın dışında herhangi bir sevginin olmadığı anlayışlar,tamamıyla sömürge anlayışının barınaklığını yapmaktadır.Bunlar için herhangi bir değer ve ilke diye bir hakikat sözkonusu değildir.Birilerinde görmek istediklerini bulamadıkları zaman,ne kadar o birilerini sevdiklerini söyleselerde,sevdiklerini söyledikleri o insanları,bir yumurtalarını haşlamak için ateşe vermekten çekinmezler.
Hayatı,sömürmek olarak algılamadığımı haykırmak isterim,kokusunun baygınları sarhoşluktan kurtaracağı solmayan güllere!Sömürülmenin bir yazgı olmadığını en içten düşüncelerimle belirtmeliyim.Sömürmeninde insiyatifi elde bulundurmak olmadığı bilinmelidir.Biz sağ yanağımıza bir tokat vuranlara sol yanağımızı yaklaştırmanın,aşağılık, küstahlık dalkavukluk ve bukalemunluk olduğuna inanan insanlarız.Hakikat endeksine hayatımızı endekslemenin kaçınılmazlığını biliriz.Şunu da hatırlatmadan yolumuza devam edemeyiz.Hakikat yolunun hakikat savaşçıları ancak;sömürge istasyonunu bombalayacak dinamizme ve enerjiye sahiptir.
Saat tamam, vakit durma vakti değil,anlaşılmayan bir kaderin yeniden tarif edileceği bir zamandır,içinde yaşadığımız çağ.Bir toplumu, bir hayatı,bir geleneği ve bir düşünceyi yozlaştırmak istiyorsanız,öncelikle onların asıl olan değerlerinin hangi tarifle açıklanması gerektiğini değiştirin yeter,sonrası çorap söküğü gibi kendiliğinden gelir.İşte bizim kavram ve değerlerimizin uğradığı dejenerasyon süreci,bizleri ister istemez sömürgecinin kucağına bırakmıştır.Anlaşılmayan bir kaderin kurbanları mı olacağız biz hep.Anlaşılmayan bir kaderin gözü bağlı kurbanları olamayız biz.Sömürge istasyonunu param parça edip, hakikate önderlik etmek için ayağa kalkmış adaylar olduğumuzu ve olacağımızı,Hakikat geleneğini mikro seviyede yaşayarak ortaya koyacağız.
Kadim bir geleneğe tanık olmaya,aday olacaklarına dair Allah'a söz vermiş sebatkar ve vefakar insanlara!...Bireysel ferdi bilinçlenmenin eylemsel boyutu,kollektif davranışa dönüştüğü zaman,sömürge istasyonunun ışıkları hemen birden sönüverir.Kollektif bilinçlenmenin kollektif davranışa dönüşmesi için de bireysel bilinçlenmenin motivasyonu şarttır.Ferdi bilinçlenmeyi sağlayan güdülerin kollektif motivasyona dönüşmemesi için sömürgeciler her türlü cambazlığı güpegündüz oynamaktan çekinmezler.Onların oynadıkları bu oyunların sayıları bizlerin hafızasına sığmayacak kadar fazladır.Biz onların oyunlarından bir tanesini irdeleyeceğiz.
İnsanlık hayatını bir kuşun iki kanadına benzeterek açıklarsak,bir kanat erkek cinsiyetini diğer kanat ise dişi cinsiyetini ifade etmektedir.Bu iki kanadın fonksiyonlarında tahrifatların meydana gelmesi,sömürgeci zihniyetin şahlanmasını sağlamıştır.İnsanlığın mesajının taşıyıcılığını yapan kuşlar,tek kanatlı olamazlar,mutlaka iki kanada sahip olması gerekir.Bu iki kanat dengeli bir mücadele sonrasında kuşun uçmasını sağlar.İnsansanlığın zürriyetinin taşıyıcılığını yapan bu iki kanadın hiçbir zaman birbirine üstünlükleri olamaz.Bir kanat herhangi bir nedenden dolayı kıpırdama işlemini gerçekleştirmezse kuş uçmayacaktır.İnsanlığın onurunun taşıyıcısı olan dimağlardan herhangi birinde buna benzer sebepler ortaya çıkarsa,hayat durur.Hayatın durduğu yerde de yöneticiler ve yönlendiriciler hep başkalrı olmuşlardır.
Sözü dinleyip en güzeline uymayı hayatı boyunca şiar edinecek insan!Sömürgeci zihniyetin virüsleri,kanadı kırık kuşların,kırık kanatlarının yaralarının içinde ,tarihten günümüze kadar taşınagelmiştir.Bundandır işte ,varlıklarını devam ettiren yuvalarının çoğalması için mücadelelerine her gün yeni bir boyut kazandırarak,parçalayıcı dişlerinin ivmelerini hızlandırmaktadırlar.
Ey yarının doğacak güneşi!biz başları dik,onurumuzu zedelemeyecek kadar haysiyetli insanlar olduğumuzdan,kendi gerçeğimizin tarifini başkalarına bırakmadan kendimiz açıklamamızın gerekliliğine inanırız.Sözlerimizin her kelimesini, kanlarımızla yazmış gibi,değerli ve kutsi bildiğimizden,onlar uğruna mücadelemizin devamlılığını sağlayan savaşımızın durmasını istemeyiz.
Zeynebi yiğitlikte tavırları,yezidi canilere yaşamıyla anlatacak yiğitler!İnanan gönülleri bu savaşın içinde bir nefer olmaya çağırıyoruz.Bu savaş,insanlığın kirletilen onurunun ve zedelenen ruhunun temizleme savaşıdır.Kirlenen onurlarını ve zedelenen ruhlarını temizlemek isteyen herkes bu savaşa gözünü kırpmadan katılmalıdır.Onuru kirletilen bir toplumun,yanlış geleneğinin taşıyıcısı olmaktan kurtularak,hiç kimsenin hayatını görüntülemek istemediği ekranlarda kendimizi göstermeye çalışacağız.Bu ekranlar ne bir tv ekranı ne de toplumsal yığınların sahip olma mücadelesi verdikleri rol savaşı ve statü(makam) arzuları ekranlarıdır.Bizim görüntülenmemmizi istediğimiz ekranlar,İbrahim'in(as)oğlu İsmail'i ve hanımı Hacer'i terk ettiği bir çölün hareret ekranıdır,Ali'nin kızı Ali'nin dili,Zeyneb'in;Yezidin zulmünü sarayında suratına haykırarak,yarınlarda doğacak Güneşin yaklaştığının haberini verdiği mücadelenin ekranı olacaktır.İnşaALLAH...
Karar anı bizim elimizde şimdi diyerek,ortaya çıkamsını istemediğimiz olumsuz kararlara son noktayı koyup, tarihi bir dönüşümü başlatmada cesaretiyle örnek olacak kahraman savaşçı! Ali ve Fatıma'nın olduğu yerde sömürgeciler kaçacak delik arayacaklardır.Ali ve Fatıma'dan herhangi birinin özelliklerini kaybederek varoldukları veyahutta birinin diğerinin bütünlüğünde yok edildiği yerde sömürgeciler kaçmayacaklardır.Sömürgecilerin karargahlarının kurulduğu yerler böylesi yerler olmuştur zaten.Ali Ali'dir dostlar,Fatıma da Fatıma'dır.Bir başkası değildir onlar,Elma ağacının armut olduğunu iddia etmenin mantıksızlık olduğu gibi,bir bütünü başka bir bütün içinde görmekte aynı şekilde mantıksızlık ve saçmalık olacaktır.İşte sömürgecilerin tuzakları ve ağları hep böylesi alanlara,yani bütünlüklerini başka bir bütün içinde ifade etmeye çalışan ortamlara kurulmuş ve onları da rahatlıkla kapana düşürebilmeyi de becerebilmişlerdir.
İslam toplumları olarak bilinen Doğu toplumları,yanlış bir geleneğin ve kurutulması gerekli bir bataklığın içinde battıkça batmaktadırlar.Biz bu bataklıklara başkaları tarafından bırakıldık,gerçeklik,hakikat ve şifa adına.Ne olduğunu anlamayan bizler,kurtuluş ümidi olarak sarıldık,sonrada kendimizi toplumsal hayatın dışında bulduk.Böylece yönetim ve yönlendirim rejonlarını da başkalarına bırakmış olduk O halde sömürülmek ve emilmek böylesi bizlerin hakkı değilde kimlerin olacak...
Musa'nın Rabbim bileğimi kardeşim Harun'la kuvvetlendir.Yani Harun'un ve benim gücümü bir nehire akıt ki,nehirin yatağı sel olup taşsın ve Fravunun sarayını denizlere batırsın,dercesine bir haykırıştan başka bir gerçeği canlandırmıyor Musa.Evet Musa bir bütün,Harun da bir başka bütün,ikisinin de bütünlüklerini ayrı ayrı ortaya koyarak hakikat cetveline endekslemeleri,yeni bir hayat,anlayış ve kuvvet ortaya çıkaracaktır.Musa'nın yanlışlarının taşıyıcısı Harun olmayacak,Harunu'un yanlışlarının tasdik merciide Musa olmayacaktır.Musa'nın diliyle:"Ey anamın oğlu!,bunlara benden sonra buzağıyı ilah edinmelerini yoksa sen mi söyledin?Allah'a yemin ederim ki onlar kendi nefislerini ilah edindiler."
Burada üzerinde dikkatlice durulması gereken bir gerçek var,o da bütünlüklerin bir cismin ve objenin bütünlüğüne değil,Hakkın rotasına endekslenmiş olmasıdır.Birbirlerine hakkı emreden ve münkerden de nehyedeceklerine dair,Allah'a söz veren bir kuşun iki kanadı!Özellikle kadın ve erkek iki cins üzerinde durmamızın sebebi,sömürgeciliğin döllenme merkezinin burası olmasından kaynaklanıyor.Mikrop taşıyıcı canlılar,hastalık virüslerini canlılığın kaybolduğu,hareketliliğin yitirildiği ortamlara bırakırlar.Aile kurumlarında da tek boyutlu bir emir komuta zincirinin yaşandığı yerde,ölü ruhlar çoğunluktadır.Ölü ruhların hareketsizliğinden kimsenin kuşkusu olmaz.işte hastalık virüslerinin yaşamak için tercih ettiği bünyeler böyle bünyelerdir.Bu tür dimagların ileri sürecekleri mazeretlerinin geçersizliğini Alemlerin Rabbi şöyle dile getiriyor:"Yüzleri ateşte çevrildiği gün;keşke Allah'a itaat etseydik,keşke peygambere itaat etseydik derler.Rabbimiz biz yönecilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik,fakat onlar bizi yoldan saptırdılar.Rabbimiz onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanete uğrat derler."
Ey bacı !ey kardeş!tarihin karanlıklarından çıkarak,ayın üzerinde adımlayarak,zamanın sömürgeci zihniyetini telin eden,zalim yöneticilere başkaldıran,Ali'nin dili,Hüseynin atan kalbi,Muhammed(A.S)ın sevgili torunu Zeyneb'i tanır mısınız? O sadece Zeyneb'ti Fatımanın kızı Zeyneb'ti.Kerbela çölünün kızgın kumlarının derinliklerine gömülen,Hüsynin kanını dünyanın dört bir yanına taşıyan ,serinleten,rahatlatan bir rüzgardır Zeyneb.Tarihin cinayet şebekesinin caniliğine tanıklık yapacak neferlerin kalblerine, mesajını kanla kaydeden fedakar hattatların divitlerine mürekkep olan kırmızı bir güldür Zeyneb.Koklamakla solmaz,yazmakla tükenmez O...
Günün batımına küskün,Güneşin doğumunu sabırsızlıkla bekleyen yiğitler!Varlıklarını benliklerini,Zeyneb gibi ortaya koyacak zamanın dilleri,sömürge istasyonunun treninin raylarını sökecekler.Hüseyin gibi yiğit savaşçılar da birer bomba olarak,sömürge istasyonlarını havaya uçuracaklardır.Böylece ne sömürgecilerin treni yürüyecek ne de konaklayacakları birer istasyonları olacak,Hüseyinler ve Zeynebler varolduğu sürece...Güneşin doğumu çok yakın,çabuk olalım haremiler su başında...

22.02.1995 Elazığ
( E.KEKEÇ)

20 Nisan 2008 Pazar

DİN DEVLET VE DİYANET

ALİ BULAÇ
Din, devlet ve diyanet
4 Mayıs 1920'de kurulan Şer'iye ve Evkaf Vekaleti, 3 Mart 1924'te lağvedildi, yerine Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. 20 Nisan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu "Türkiye Devleti'nin dini vardır ve bu dinin ahkamını tenfiz etme devletin vazifesidir" diyordu.
10 Mayıs 1928'de Anayasa'dan "Devletin resmî dini İslam'dır" maddesi çıkartıldı, 1937'deki düzenleme ile 'laiklik' Anayasa'ya dahil edildi. Özetle, 1924'te kurulmuş bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), sistem içindeki yerini muhafaza etmeye devam ederken, devletin dini olmadığı (1928) ve 'laik' olduğu (1937) açıkça belirtilir. Bir başka ifadeyle laik devletin dini yoktur, ama 'diyanet' işlerine bakan devasa bir bürokratik kurumu (DİB) vardır.
1961 Anayasası'nın 154. ve 1982'nin 136. maddesiyle DİB anayasal kurumlar arasında ve genel idare içinde yer almış, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmesi öngörülmüştür. 22 Haziran 1965'te çıkarılan 633 sayılı kanunla da yeni bir statüye kavuşturulmuştur.
Bir küçük not daha: Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "dinî bir teşkilat olmadığı", aksine "idarî bir kuruluş olduğu" hususu resmen belirtilmiştir (Resmi Gazete, 15 Haziran 1972; no: 14216.)
İdare ve hukuk tekniği açısından bu kombinezonda bir çelişki olduğu ortadadır. Devlet, hem laiktir ve dini yoktur hem de "diyanet işleri"ne bakan idarî bir teşkilatı vardır, üstelik bu teşkilat 'dinî' değildir. Dini olmayan devlet dini kontrol ediyor, "diyanet"e ilişkin işleri yürütüyor. Üstü kapalı fiiliyatta "İslam dini" ile ilgili anlam haritası (hüküm ve pratikler bütünü) "din" ve "diyanet" olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmış bulunmaktadır ki, bu üstü kapalı fakat fiilen "İslam içinde reform"dur.
Bir önceki yazıda (Üç Tutum, 16 Nisan) Hıristiyan tecrübesinin "Tanrı-Sezar" ikilemi üzerinden üç ayrı model ürettiğini yazmıştım: Teokrasi, yani Katoliklik; Bizantinizm, yani Ortodoksluk ve Laiklik, yani Protestanlık. Bizim tarihimizde "Allah ve Sezar ikilemi" yoktur, dolayısıyla iman-akıl, din-bilim, ruh-beden, din-devlet çatışması da yaşanmamıştır. Nasıl Hıristiyanlık tarihi "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin" cümlesinin bir açılımı ise bizim tarihimizin de açılımı Kelime-i Tevhid'dir. Bu çerçevede devlet ve din iki ayrı ontolojik cevher, iki ayrı özerk alan, iki ayrı hakikat değildirler, rekabet etmezler, çatışmazlar. Din "asl", devlet "fer"dir; "din-ü devlet" çifte gerçekliğe işaret etmez. Ve biz, teokrasiye düşmeden; inancı ve dini ne olursa olsun herkesin din ve vicdan özgürlüğünü, kamusal alanda ifade ve görünürlülük hakkını teminat altına alarak modern bir pratik geliştirebiliriz.
Mevcut hiyerarşide devlet en üstte, din alt bir kademede yer almış bulunmaktadır. (Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Şaşırtan rapor, Zaman, 17 Mayıs 2004.) Bu bağlamda devlet önceliklidir, din bağımsız bir değer değildir, devletin öngörülerine, proje ve politikalarına göre arkadan gelmektedir. Bu da ister istemez Bizantinist modelde olduğu üzere dinin araçsallaştırılmasına, devletin politikalarını meşrulaştırma işinde kullanılmasına imkan vermektedir. Asıl din istismarını mü'minleri değil, devlet yapmaktadır. (Örnek: 1992 yılında Diyanet, Nevruz'un 'haram' olduğunu ilan etmişti, şimdi kutlanması gereken bir 'kardeşlik bayramı' olduğunu söylüyor.)
Din işlerinin devlet tarafından yürütülmesi, din ve vicdan özgürlüğü bakımından da sorunludur, çünkü burada söz konusu olan "resmî din"dir. Bu durumda farklı dinî kanaat, yorum, içtihat, tefsir ve dinî pratikler zorlaşır. "Dini olmayan laik devlet"in dinî kurumu DİB, 'din şûrası' toplar, 'dinî meseleler"i tartıştırır, tefsir-meal yazdırır, sivil İslamî etkinlikleri yargılar, Hacc organizasyonları yapar, icraatını eleştirenleri cezalandırır vs... Bu sayede dinî çoğulculuk hukuk üzerinden yasaklanmış olur. Dahası, "diyanet"e ilişkin her faaliyet sivil olması gerekirken, bu uygulama ile din sivil olmaktan çıkar, resmîleşir. Böylelikle din belli bir siyaset ve ideoloji eşliğinde yürütülmüş olur. AB üyelik sürecinde bu konu tartışılmalıdır.

18 Nisan 2008 Cuma

ÜÇ TUTUM

Batı'nın yaşadığı din-devlet ilişkisi İnciller'de yer alan bir cümlenin tarihteki açılımından ibarettir. Cümle şu: 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin.'
Hz. İsa (as)'ya atfedilen tarihî cümlenin ortaya çıkmasına sebep olan olay şöyle cereyan eder: 'İsa'yı kendi sözüyle tuzağa düşürmek amacıyla, Ferisiler'le Herodesçiler'den bazılarını O'nun yanına gönderdiler. Adamlar O'na gelip, 'Ey Öğretmen!' dediler, 'Senin gerçek olduğunu biliyoruz, hiç kimseden çekindiğin de yok. Çünkü kayırıcılık yapan biri değilsin. Tersine, Tanrı yolunu doğrulukla öğretiyorsun. Sezar'a vergi ödemek yasal mı, yoksa değil mi? Ödeyelim mi, ödemeyelim mi?' Hz İsa onların ikiyüzlülüğünü bildiğinden, 'Neden beni denemeye kalkışıyorsunuz?' dedi, 'Bana bir dinar getirin de göreyim.' Getirdiler. İsa sordu: 'Bu gördüğünüz yüz ve yazı kimindir?' Onlar, 'Sezar'ın' dediler. Bunun üzerine İsa, 'Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin' dedi. O'nun bu yanıtına şaşakaldılar.' (Markos, 12: 13-17.)
Cümlenin tarihî açılımı şöyle gerçekleşmiştir:
1) Teokrasi: Bir yerde eğer Tanrı, Sezar'a hakim ise, orada Kilise, kilisenin başı papa ve nizami din adamları sınıfı (ruhban) cismani iktidar, yani devlet üzerinde üstünlük kurmuşlardır. Teokratik kabule göre, ruhun bedene üstün olması gibi ruhani iktidar cismani iktidardan üstündür. Krallar "Tanrı'nın yeryüzündeki serfleridir". Tanrı Hıristiyanlığı savunmak üzere papaya iki kılıç vermiştir; papa bunlardan birini elinde tutmakta, diğerini Hıristiyanlığı savunmak üzere imparatora vermiştir. Unutmamak lazım ki, imparatora kılıcı veren, Petrus'un (kaya) mezarı üzerinde kurulmuş bulunan ve aynı zamanda İsa'nın kendisinde bedenlendiğine inanılan Kilise'nin başı olan papadır. Papa Tanrı ve din adına konuşur. Bu yüzden devlet Kilise'ye itaat etmek durumundadır. İşte bu tamı tamına teokrasi olup tarihte Katolik Kilise'sinin tecrübesini ifade eder.
2) Bizantinizm: Bir yerde eğer Sezar Tanrı'ya hakim ise, orada devlet Kilise'ye üstündür. Bu modelde Kilise devlete bağlı olarak faaliyet gösterir. Din devlet içinde örgütlenmiştir. Dini temsil eden Patrik imparatora bağlıdır. Patrik kendi başına özerk veya bağımsız bir kurumun başı değildir. Hatta Sezar kim ise ona bağlılık gösterir. Fatih, İstanbul'u fethettiğinde Sezar olmuştur. Bu da Bizans tarihi tecrübesidir ki, buna kısaca Bizantinizm veya Bizantinist model diyebiliriz. Patriğin veya devlete bağlı en üst dinî makamın görevi imparatorun politikalarını desteklemek ve teyit etmektir. Buna mukabil imparator da Patriğin başında olduğu kilisenin (resmi dinin) dogmalarını ve öğretilerini referans alır, bunlara aykırı dinî görüşler baş gösterdiğinde bastırmayı taahhüt eder. Ortodoks tarihî tecrübesi buna dayanır.
3) Laiklik: Bir yerde eğer Tanrı ve Sezar birbirlerinden ayrılmışsa, devlet ve Kilise iki ayrı gerçeklik olarak kendi alanlarına çekilmiş bulunmaktadır. Ne devlet din/kilise üzerinde, ne din/kilise devlet üzerinde hakimiyet, imtiyaz veya üstünlük kurma iddialarında bulunmaya kalkışır. Buna tamı tamına laiklik denir ki, Protestanlık bu ayrılığa dayanmaktadır.
"Tanrı-Sezar ikiliği"nin tarihteki bu açılımı üç ayrı Hıristiyan mezhebinin tecrübelerini ifade eder. İslam bakış açısından durum bambaşka mecrada gelişmiştir. Fatih, Bizans'taki din-devlet ilişkisinden önemli etkiler aldı ve bugünkü vahim duruma yol açıcı iktibaslar olmasa bile, Şeyhülislamlığı esas itibarıyla Bizans modeline göre uyarladı. Bunun tarihte hangi düzeylerde iyi veya kötü sonuçlar verdiği ayrı bir konu. Gerçek olan şu ki, modern zamanlarda Türkiye'deki din-devlet ilişkisi ve Diyanet'in sistem içindeki konumu Bizantinizm'e uygun düşmektedir ki, bir türlü din-devlet ilişkisini ve laikliği kabul edilebilir bir zemine oturtamamasının en önemli sebeplerinden biri budur. Bu model, değerlerin kaynağı olarak "din"in sosyo-politik hayattaki yeri ve 'diyanet'e ait işlerin sivil karakteri dolayısıyla işlemez haldedir. Bu açıdan AB'nin bunun farkında değilmiş gibi Diyanet'i resmi muhatap alması ilginçtir.ALİ BULAÇ

17 Nisan 2008 Perşembe

ADINI TEMİZLE ABDULLAH

Adını temizle Abdullah
16 Nisan 2008
Ahmet Hakan
'Turhan Çömez'in iddiası karşısında ne yapacaksınız?' Ahmet Hakan yazıyor.
Turhan Çömez adlı eski milletvekili, lafı hiç eğip bükmeden seninle ilgili acayip somut bir iddia ortaya atmış...

Şöyle diyor:

"Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın oğlu Abdullah Unakıtan, Bandırma’da bir ilçe tarım müdürüne, Bandırma’da açacakları fabrikanın bulunduğu alanın mera vasfında olduğunu söyleyip komisyonun toplanıp mera vasfının kaldırılmasını istedi. Aynı bürokrata birkaç gün sonra Abdullah Unakıtan, babasının selamını ileterek rüşvet teklif etti. Rüşveti kabul etmeyince de bürokrat ertesi gün görevden alındı."

Çömez’in iddiası bu...

* * *

Sevgili Abdullah...

Bence bu çok ama çok vahim bir iddiadır...

Bence çekirdek aileniz derhal küçük çapta bir toplantı düzenlemelidir.

Sevgili babacığın, babacığına "Sayın Bakan" diye hitap eden sevgili anneciğin, kamu kurumlarıyla ihale görüşmeleri yapan kız kardeşlerin falan derhal bir araya gelmeli ve şu Turhan Çömez denilen adamdan hesap sormalıdır.

Benim gibi bir yazarın "sudan" ve "beş para etmez" bir ironisi karşısında celallenip mahkemeye koşan, "Bu adam bizim onurumuzla oynadı... Onurumuzu ancak 5 milyon kurtarır" diye dava açan sevgili anneciğinin, Turhan Çömez’in yenilmez yutulmaz iddiaları karşısında bir tür Aliye Rona kesilip, "Hadi Abdullah’ım! Koş mahkemeye... Süründür şu Turan Çömez denilen adamı" demesi şart olmuştur...

Bakalım, "Çekirdek Unakıtan ailesi" olarak, çiğnenen onurunuzu kurtarmak için harekete geçecek misiniz?

Turhan Çömez’den hesap soracak mısınız?

Yoksa bu vahim iddia karşısında bir "tıs" sesi bile çıkarmayacak mısınız?

Sevgili Abdullah... Bilesin ki işimi gücümü bırakıp bu olayı takip edeceğim.

Seçime kadar Babacan kardeş

Solda ne zaman hafiften bir boşluk doğsa...

O boşluk "Hikmet Abi" formülüyle aşılırdı...

"Ekim’e kadar Hikmet Abi" cümlesini kim bilir kaç kez duymuşluğumuz vardır...

Peki söyleyin bakalım...

AKP kapatılırsa ve başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin ağır topları yasaklı hale gelirse...

Yeni hükümeti AKP içinden kim kuracak?

Bir "abi" mi? Yoksa bir "kardeş" mi?

Aldığım duyumlara göre...

AKP kapatılırsa, yeni hükümeti kurma görevi bir "kardeş"e verilecekmiş!

O "kardeş" de Ali Babacan olacakmış...

"Seçime kadar Ali Babacan" formülünün işletilmesinin gerekçeleri ise şunlarmış:

BİR: Babacan’ın iddiasız ve düşük profilli oluşu...

İKİ: İyi bir emanetçi vasfına sahip olması...

ÜÇ: Memleketi sağ salim seçime götürebilecek potansiyelin kendisinde var olması...

DÖRT: "İhanet" adı verilen zehirli duyguya sahip olmadığına dair yerleşik kanaat...

TRT nereye?

Yok, "şeriatçı" falan olmaları söz konusu değil...

Öyle olsa...

İbrahim Tatlıses gibi bir adama haftada 150 bin kayme bayılacak kadar cömert olabilirler miydi?

Bence asıl mesele "şeriatçılık" değil...

Hesapsızlık... Öngörüsüzlük...

Şöyle ki:

Bu İbrahim Tatlıses denilen zat, kendi adına yaptığı şov programlarının reyting yapamaması nedeniyle büyük kanallardan sürülmedi mi? Sürüldü...

Küçük kanallarda kendine barınak aramadı mı? Aradı...

Oralarda dahi tutunabildi mi? Tutunamadı...

Bunun üzerine İbo’muz, "jüri üyesi" falan olup var oluşunu sürdürme mücadelesi verdi mi? Verdi...

Orada da mesela bir Bülent Ersoy kadar katma değer yaratabildi mi? Yaratamadı...

Peki bu durumda "Al sana haftalık 150 bin kayme... Dansözüne de 30 bin kayme" falan denilip, "kuyudan adam çıkarma" gayreti nedendir?

Daha "Sen TRT’sin... Fark yaratmalısın... Misyonuna sahip çıkmalısın... Agresif reyting yarışı sana yakışmaz" meselesine gelmedik bile...

Yani "İbo Şov" denilen programın TRT’ye yakışıp yakışmayacağı tartışmasını bir tarafa bıraktık...

Diyelim ki TRT’ciler, "Yakışır" dediler ve yakıştırdılar da...

O zaman...

150 bin kayme bayılmak da ne oluyor?

İbo’nun önüne...

Düşen reytinglerini koyacak, hafiften sönmeye başlamış yıldızından söz edecek, bir "tutunamayan" haline geldiğini anlatacak...

Biri çıkmaz mı koca TRT’de...

Mesela bütün bunlar en azından zorlu mu zorlu bir pazarlığın malzemesi yapılmaz mıydı?

Ya da şöyle soralım:

TRT’ciler, sonunun hüsranla bitmesi mukadder bir macera için, halkın parasını değil de, kendi babalarının paralarını bu kadar pervasız harcarlar mıydı?

16 Nisan 2008 Çarşamba

ŞİİR VE BİR ŞAİR İSMET ÖZEL

Mehmet Butakın / Milliyet Sanat / Eylül 2003 '60 sonrası toplumcu şiirimizin önde gelen isimlerinden biri olarak beliren İsmet Özel, 1970'lerde, toplumcu dünya görüşünden uzaklaştı ve kendi ifadesiyle "Müslüman" oldu. İsmet Özel'in gerek duygu dünyasında gerekse politik tavrında beliren bu değişim uzun yıllar varlığını korudu. Ancak 4 Ağustos 2003 tarihli Milli Görüş Gazetesinde "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazısıyla İslamî kesim ile de politik bağlarını koparan Özel, ağustos ayına tam anlamıyla damgasını vurdu. Hem sol hem sağ kesimde üzerinde çokça konuşulan bu kararıyla İsmet Özel, politik yaşamında bir kez daha isyancı bir tavır sergiledi. Bu konuyla ilgili olarak ilk ve son kez Milliyet Gazetesi'nden Ahmet Tulgar'a konuşan Özel, İslamî kesimin önceliğinin 'çıkar' olduğunu söylediği röportajda "Ben hangi sebeplerle sosyalist olduysam, aynı sebeplerle Müslüman oldum," dedi; ayrıca AKP'yi içten pazarlıklı olmakla suçladı. Sol kesimin bu gelişmeye ilişkin yorumu "Aslında İsmet Özel hiç değişmedi," şeklinde yansıdı. Sağ kesimden yazarlarsa -genel olarak- Özel'in tavır değişikliğinin ciddiye alınması gerektiğini, yaptığı eleştirilerin /değerlendirmelerin samimi ve önemli olduğunu belirtti.
"YANLIŞ hayat doğru yaşanmaz," der Adorno. Modernizmin birbirine benzeyen evleri arasında yaşadığımız yeri bulamamak ne kadar acı. Ya da bulduğumuz her yeri yaşanacak aşkın bir mekân sanmak. 1970'li yıllarda Marksist militan şiirin önemli bir ismiydi İsmet Özel, bir bilinç kırılması sayılabilecek "Amentü" şiirine dek. Bu şiirin amentü değeri yalnızca İslamcı kesimde değil, sol kesimde de büyük bir etki ve hayranlık uyandırdı uzun bir süre: Az değil, 1975 - 2003. Yalnızlık pahasına da olsa büyük, ideallerle geçen bir yirmi sekiz yıl. Bu zaman dilimi içerisinde dahi sadece İslamcıların değil, yaklaşık bütün genç şairlerin heyecanla okuduğu bir karşı şiir'in şairi oldu.
Ancak karşı şiir olmasına karşın sistemle köklü bir etkileşimi olmayan, sadece mırıldanan bir içsel muhalefetin şiiri. İsmet Özel'in dolaylı bir dil ve söyleme yaslanan şiiri, kurumsal sistemden ziyade insanın varoluşunu ve evrensel trajedisini sorgulamaya yöneldi bu yirmi sekiz yıllık zaman diliminde de. Marksist düşünce biçiminden büyük bir gürültüyle ayrıldığında, herkesin merak ve iddia ettiği o kötü şiirleri hiçbir zaman yazmadı İsmet Özel. Asıl sorun bu değildi.
İslamcılık ve ulusal medeniyet
Türkiye'de legal siyasal İslamcılığın kendini Kemalizm üzerinden, en azından Kemalist imkânlar ve modernizm üzerinden var ettiğini biliyoruz. Cumhuriyet ideolojisi, 1950'lere kadarki toplumsal yaşamda İslam'ı öngörülen milli medeniyetin sınırlarına dahil ederek onun siyasal boyutlarını yontmak suretiyle modernist argümanlarla yaşanabilir kılmaya çalışmıştı. Ancak her şey planlandığı gibi gitmeyebilir; gitmedi de. 1950'de Demokrat Parti'nin, yani çevre'nin merkeze karşı kazandığı zaferle işler tersine döndü. Çevresel iktidar, Cumhuriyet ideolojisini dönüştürerek Kemalizm'i bir yumuşama sürecine soktu.
Aslında Türk siyasal İslamcılığı varoluşunu sözünü ettiğimiz çevresel sağ iktidara borçludur. 1960'lı ve 70'li yılların toplumsal hareketliliği içinde İslamcılar'ın kendilerini sağcı olarak tanımlamaları konjönktürel olsa da bunda Kemalist Cumhuriyetçiler karşısında Demokratlar'ın kazandığı çevresel zaferin büyük etkisi olduğu söylenebilir. Ancak 1970'li yılların ortalarına doğru İslamcılığın büyük yapısal değişimler geçirmesi ve Ortadoğu'da kolonyal yönetimler karşısında bir alternatif olarak ortaya çıkması, Türkiye'de de İslamcılığın siyasal yönlerinin gelişmesine ve iktidar talebinde bulunmasına neden oldu.
Sünni şairlikİşte İsmet Özel böyle bir zamanda "Amentü" dedi. Bu Amentü'nün büyük ideallerle ve devrimci bir ruhla söylenildiğinde hiç kuşku yok. Ece Ayhan İslamcı şairlere "Sünni şair" demenin daha doğru olduğunu söyler: "Onlara Sünni şairler dersek böyle bir kullanım daha yerinde olur. Onların yalnızlıklarından yakınmadıkları doğrudur. Sünniliği ben çoğunluk anlamına alırım, buna karşın ve yine de yalnız ve ıssız oluşları benim hep dikkatimi çekmişti... Onlar sıkı şair olabilirler. iş burada değil". İlhan Berk ise İslamcı şairlerden söz ederken her şeye rağmen İsmet Özel için ayrı bir ayraç açmanın mümkün olduğuna işaret eder. (Bkz. Ece Ayhan, "Kolsuz Bir Hattat")
İsmet Özel, bu yirmi beş yılı aşkın zaman diliminde şiirini ideolojik bir aygıt olarak kullanmadı. Ancak İslamcılık üzerinden geliştirmeye çalıştığı milli medeniyetçilik, onun bütünsel kimliğinde ideolojik bir kırılma yaratarak şiirinin ön plana çıkmasını engelledi: "Müslümanlığımızı nevrotik bir muhalefet olarak değil, her adımı kendimiz için kazanç olan bir mücahede süreci olarak kavrayabiliriz". ("Zor Zamanda Konuşmak")
Bu cümleler, İsmet Özel'in İslamcı kimliğinin ve İslam algısının bir işareti olmakla birlikte Türk modernizminin öngördüğü medeniyet tahayyülünün de izlerini taşıyor. İsmet Özel, aslında modern uygarlığın insan zihninde tekabül ettiği algılardan duyduğu utancı da yazdı. Ancak "Amentü" dedikten sonra İslamcıların toplumsal yaşamda varolma mücadelesinin reel koşullarını aramaktan da alıkoyamadı kendini. Özel'in gelinen noktada geliştirdiği söyleme bakılacak olursa, onun muhalif duruşunu içsel pratiklerle koruduğunu gösterse de şair kimliğiyle olmasa bile ideolog kimliğiyle modern ve etik bir Milli Medeniyet'e kapı araladığı görülebilir. Ancak bu medeniyetin sığınmaya elverişli bir çatı olup olmadığı çok da önemli olmayabiliyor kendi yalnızlığıyla yetinmeyenler için. Yağmur yağıyorsa kaçılacak yer çatının altıdır diyordu, Özel. Çatının altında fazla beklemek ise zatürreeye neden olabilir. Ancak yağmur da yağsa, medeniyetin çatıları da çökse kimsenin "Bütün günahlar affedildi, eve dön!" demeye hakkı yok.
Şiirin ve şairin toplumsal işlevinden söz etmenin hiçbir anlamı yok. Sokrates "Şair devlete hiçbir faydası dokunmamış kişidir." der. Gelinen noktada İsmet Özel'in İslamcı iktidara yönelttiği eleştirilerin haklılığını sanırım herkes teslim edecektir. Ancak onun bunca zamandır ulusal İslamcılar'a iktidarın yüceliğini anlatmadığını kim iddia edebilir? Bunun şairin işleviyle ne ölçüde örtüştüğünü tartışmaya gerek var mı? Kaldı ki şiirin ulusal ve ideolojik bir aygıt olarak kullanıldığı yıllar geride kaldı. Bugün şiirin belki de yalnızca bir işlevinden söz edilebilir: İnsanın kendi büyük yalnızlığını anlamlandırma işlevinden. Böylelikle insanın kendi toplumsal günahlarını azaltmasına katkıda bulunmak ve iştahsız muhalif bir ahlâk geliştirmek...İktidara yürümenin yollarını göstermek hiçbir şiirin ve şairin işi değildir. Çünkü en iyi iktidarlar bile doğalarında zulümden parçalar taşırlar. İsmet Özel, bunca yıl çoğunluk içinde bir yalnızlığı yaşadı. Hep anlaşılamamaktan yakındı. Oysa anlaşılması gereken hiçbir şey yoktu, insanın ve özellikle şairin yalnızlığı dışında.

14 Nisan 2008 Pazartesi

PARADOKSAL UYUM

Taklit döneminde birçok insan görünüşte her şeyle uyum içindedir, oysa içte kendi kafalarını bile aydınlatamazlar. Onları bu işe iten, ilişki kurdukları insanların bayağılıkları ve alçaklılıklarıdır. Bayağı sıradan bir dünyada insanların tüm ilişkilerini sorgulamak gerekir. Taklitçilik insanların özgür düşünce mekanizmalarını yok eden bir hastalıktır. Her ne kadar Tarde taklidin çok olumlu fonksiyonlarını anlatsada, günlük yaşamlar dikkate alındğında, taklit bir virüs gibi insanların özgür düşünce hücrelerini kemirmektedir.
İnsanlar, iç dünyaları ile toplumsal ilişkilerinin çatışma halinde olduğunu gizlemek için yapay uyumlar oluşturmaktadır. Bu yapay uyumların yatay ve dikey boyutta genişlemesinin en önemli sebeblerinden biri de, birbirlerini taklit etmelerinden başka bir şey değildir. Taklit deyip geçmemek gerekir, taklit öyle bir virüstür ki, en kuvvetli uyuşturuculardan dahi şiddetli etkilere sahiptir, uyuşturma yönünden… İnsanları kimyasal ve biyolojik uyuşturucuların bağımlılığından kurtarmak için, çeşitli kuruluşlar oluşturulmaktadır. Bu kuruluşların fonksiyonel olabilmesi için, öncelikle insanları sosyal uyuşturucuların etki alanından çıkarmak gerekir. Bu sosyal uyuşturucuların başında da taklit gelmektedir. Atalarımız boşuna söyelememiştir,’körle yatan şaşı kalkar, kır atın yanında kalan ya huyundan ya suyundan alır’ diye. Bunlar birer tecrübe olarak bizlere aktarılmaktadır. Onların bu doğrularından yararlanarak yürürsek umarım bir nebze de olsa çözümsüzlükten kurtulmuş oluruz.
Özellikle gençlerin, birilerinin yapmış olduğu bir eylemi sorgulamadan bende bir yapayım hele nasıl bir şeydir dedikleri bir çağda, taklitçilik hızla ivme kazanmaktadır. Hızlanan ve yayılan bu eylemler çok kısa sürede etkisini kitlelere taşımaktadır. Kitlelere mal olan bir eylemi durdurmak oldukça zordur. O halde yapılması gereken kimyasal uyuşturucuların bağımlılığından önce, insanları sosyal ve psikolojik bağımlılıklardan kurtarmaktır. Bireyler psiko sosyal yönden nerde tatmin olurlarsa, o alandan kolay kolay kurtulamazlar. İnsanın psiko sosyal denge profiline iyi dikkat etmek gerekir. Bu dengede bir sarsılma olursa, biyolojik fizyolojikve kimyasal iyileştirme mekanizmalarının herhangi bir etkisi olmaz, hastalık nerdeyse oranın tedavi edilmesi gerekir. Midesi ağrıyan bir insanı ortopedide tedavi altına almak ne kadar komik ve anlaşılmaz ise bu durumda ondan farklı değildir. Psiko sosyal yaşamdan bağımsız düşünülen insan için, insan sosyal bir varlıktır tekerlemesi bir masalın giriş bölümünden farksızdır. O halde her sosyal sistem yönettiği insanlarına sadece biyolojik bir varlık gözüyle bakmaktan vazgeçmelidir. Tüm kurum ve kuruluşlarını da bu anlayışa göre yeniden düzenlemelidir. Aksi takdirde sorunlarını hiç anlayamayacağı ve çözüm yollarını bulmakta da çok zorlanacağı insanlar türeyecektir.
Sistemlere bir bakılırsa, hemen hemen hepsi kendisini sosyal bir sistem olarak adlandırmaktadır. Ama insana yaklaşımları ise üretim ve boşaltım sistemlerine sahip biyolojik bir varlık gibidir. Çağdaş sosyal sistemler de insanı manişizmin bir parçası olarak algılamaktadır. Manişizm sürecinde makinenin her hangi bir parçası bozulursa, mekanik olarak yeniden düzeltilebilir. Oysa insan ne mekanik bir araç ne de sadece biyolojik bir varlıktır. İnsan psikolojik ve sosyal yönü ağırlıklı biyolojik bir varlıktır. Yani Aristonun deyimiyle’Düşünen canlı ya da politik canlıdır.’İnsanı düşünme, algılama, kavrama, özgür kararlar verebilme ve kendi geleceğini yeniden kurabilecek potansiyel enerjiyi içinde taşıyan en üstün canlı olarak görmediğimiz sürece, insanın sorun olmaktan çıkarıldığı bir dünyayı asla kuramayız.
Büyüyen her çocuk kendini bir takımın taraftarı olarak bulmakta ya da bir akıntının içinde akarken görmektedir. Bu tür eylemlerin özgür iradeyle gerçekleştiğini iddia edebilir miyiz? Siyasi sistemler kendileri açısından böyle bir gerçekliği belki arzulamaktadır, ama şunu bilmesi gerekir ki, birbirine yabancı, kalabalıklar içinde yalnızları oynayan, sorunları hergün daha da bir çoğalan varlıklar üretmektedir. Akıntıya kurban giden insanları, bu kitleler içinde uyumlu sansanızda, bunlar kendi içinde paradoksal bir yaşamın kurbanı olmuşlardır. Neden insanlar böylesi bir yalnızlığa terk edilir. Sosyal nizam pramidinin tepesinde sürekli kalmayı arzulayanlar yanılmasınlar, kendi iç dünyaları karışık insanların, dış dünyada gösterdikleri uyumlu grafik tabloları sadece yapay göstergelerdir. Bu yapay hayatlar üzerine çöreklenmiş zirve yarışçıları, yukardan aşağıya yuvarlandıkları zaman, neden böyle oldu demesinler diye kısa ve öz olarak bazı hatırlatmalarda bulunalım dedik. Çünkü biz biliyoruz zirveden düşen insanların düşüşlerinin çok trajik olacağını…


Yıl:16.03.2004
Saat:10.00---11.50
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.

13 Nisan 2008 Pazar

AKILDAN DUYGULARA BİR GEÇİŞ

Eski insanlar akıllarını yönettikleri zaman, ortaya çıkmadan önce düşüncelerini engellerler duygularını durdururlardı. Bu yüzden kullandıkları enerji az, elde ettikleri başarı büyüktü. Geçmişte kullanılan enerjinin azlığı ve başarının büyüklüğü, bu açıklamanın içinde yatar.
Eski insanların yaşamı tarih kitaplarına sığmayacak başarılarla dolu. Sonrakiler bu başarının arkasındaki denklemi çözmek için enerjilerini tükettiklerinden, başarıya imza atamamışlardır. Sonradan gelenler bir izin peşine takıldılar, bu izlerden dışarı çıkmamak için çok çaba harcadılar, bu çabaları çoğu zaman karşılıksız da kalabildi. Çünkü peşinden gittikleri insanı kendileri de gerçekten tanımamıştı. Tanınmadan gidilen yollarda, akıl ve irade egemen olmadığından, tüketilen enerji duygular denizinde batmakta olan bir sandalın küreğini çekmekle geçti. Demekki sonrakilerin yiyeceği ekmek henüz bitmemiştir. Çünkü enerjiye çok ihtiyaçları var, kaybedilen enerjinin ve deforme olan yaşamın sağlığa kavuşması için…
Eski insanların yaşamı, her geceden sonra doğan bir Güneş gibi, sonrakilere hep umut ışığı olmuştur. Onların hangisini ele alsan, hepsi bibirinden değerli ışıklara sahip. Onlar duygu denizinde yüzerken hiçbir zaman yüzdükleri denizin suyunu içmediler. Akıl pınarından beslenip duygu denizinde kulaç attılar. Bundan sonra yorgunluk nedir bilmediler, Az zamanda çok iş başardılar. Başardıkları her işin başına, akıl kuleleri kurdular, o kulelerde sonraki işlerin projelerini hazırladılar. Akıl her şeyin başıdır, akılsız insanın duygusuda düşünceside kısır kalmıştır. Kısır bir varlığın çocuk yapma şansı ne kadardır.
Akıl pınarından beslenmiş bir düşünce, değirmende öğütülmüş bir bulgur gibi sindirimi ve hazmı kolaydır. Ancak çeşitli makinelerle birkaç parçaya bölünmüş bulgurun sindirimi ve hazmı kolay değildir. İşte eskilerin düşünceleri kolayca sindirilmektedir, çünkü onlar akıl pınarında sulamadıkları hiçbir düşünceyi, akıl değirmeninde öğütmeden ambalajlayıp piyasaya sunmadılar. Durum böyle olunca, enerji kaybı olmadan birçok başarılara imza attılar. Sonrakiler ise parçalayıp yuttuklarından, hazımsızlık başladı başarı sanılanlar da başarısızlığa yol açtı. Bu başarısızlıklardan kurtulmak için tüketilen enerjiler bu defa köksüz ve dermensız yapılar doğurdu.
Evet, sonrakiler akıl pınarının sularını, duygu nehirlerine akıtarak akıl pınarı ile duygu nehrinin yatağını birleştirdiler, bu birleşim birçok şeyin tadını bozdu. Tadı bozulmuş şeyleri abur cubur tüketerek sağlıklı bir yaşam ve gelecek düşlemeside böylece hayal oldu. Nedenler oluşmadan sonucu beklemek gibi bu komik anlayıştan kurtulmak zorundayız. Komik dünyamızı bilimsel gerçekler olarak yutturmaya kalkarsak bilim kilisesinin engizisyon mahkemelerinde verilen karaları bozmak için daha çok enerji tüketeceğiz. Ortaya çıkan temelsiz bu etki tepki olaylarını çoğaltırken, yaptığımız işleride başarı diye sunacağız. Sonradan gelen bizlerin neden bu kadar akıldan korkup kaçtığımızı anlamak mümkün değil. Yaratıcının tüm canlılar içinde insana verdiği en güzel hazine (akıl) den yararlanmamak, insanın kendisine yapacağı en büyük bir zulümdür. Bazı gizli güç odakları bu hazineyi kendi kontrollerine alarak istedikleri gibi kullanma arzusundalar. Onların bakıcılığına bırakılan hazinenin içi boşaltılıp yerine de hiç işe yaramayan moloz yığınları doldurulabilir. Bu fırsat gizli güç odaklarına bırakıldığı ve onların kontrolünden alınmadığı sürece, onların birer piyadesi olarak daha çok enerji tüketeceğiz…
Bu gün gelinen nokta eskilerin düşüncelerinin altına bir açıklama yazmaktan öteye gitmemektedir. Antikçağ Yunan toplumu ve Ortaçağ İslam âlemine baktığımızda, o günkü başarıların kalite olarak günümüzü kat kat solladığını görebiliriz. O günkü başarıların arkasındaki en önemli güç, kesinlikle aklın doğru kullanılmasıdır. Akıl yapılmış eylemleri, onaylama merkezi olsa idi, böyle başarıların gerçekleşmesi imkânsızdı. Demek akıl, aktif yapısını koruyarak bilgi üreten bir mekanizma gibi çalışmış ki, bu gün insanlar onların düşüncelerine ancak bir dipnot düşecek kadar cılız ve acizler.
Yunan toplumunda tartışılmayan çok az şey vardır. Tartışmalarda akıl aktif olarak, fikir gemisinin dümeninde oturmaktadır. Dümeni elinde bulunduran akıl, her oluşumu kendi çekim alanında tutarak onun varlığına müsaade etmiştir. Şayet öyle olmamış olsaydı, bu gün düşünce olarak, Epikdetos, Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürleri yaşadıkları dönemde bırakıp, akıl kaynağının sularını kendi avuçlarımızla içmiş olacaktık. Böyle bir durum olmadığına göre o güne karanlık demek aydınlığın ne olduğunu hiç bilmediğimizi gösterir. Ortaçağ karanlık çağ olarak takdim edilip geldi. Oysa Ortaçağda Farabi, İbn-i Sina, İbn_i Rüşt ve Gazali gibi aklı ve ilahi gerçekliği birleştirmeyi amaçlayan birçok büyük üstatlar o dönemi aydınlattı. O dönemde aydınlatılmış olan insanlık kültürü azala azala gelsede günümüze hala ortalığı aydınlatacak ışığa sahip. Tarihsel gerçeklik iyi değerlendirilirse, o günün taşınacak çok şeyi var günümüze. Aklı taca atan bir dünyada yoksa geçmişin başarılarını ulaşılması imkânsız efsaneler gibi sunmak kalır bizlere…
Ne der Farabi,’Din ile akıl aynı şeydir, Peygamber ve filozofunda birbirinden farkı yoktur. Çünkü din ilahi bir istemle insanları hakikate çağırmakta, felsefe ise aklı kullanarak insanları doğruya götürmektedir. Peygaber ve filozoflar farklı yöntemlerle aynı noktayı amaçlamaktadırlar.’Büyük düşünür, bu açıklamasıyla aklın ne kadar önemli olduğunu vurgular. Hatta şunuda söyler; dinde yaratıcıya ait aklı yaratan da O,o halde hakkı bulmada yaratıcının bu iki değeri kesinlikle bibirine ters olamaz. O insanlar akla bu kadar önem vermelerine rağmen, bizler aklı hayatın hep defansında oynattık ya da taca atmayı tercih ettik…
Yıl:27.03.2004
Saat:09.12—10.45
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.

DOĞRU ÖZGÜRLÜĞÜN ÇOCUĞUDUR

Düşüncenin ortaya çıkmasından korkmayın yalnızca, düşüncenin ayrımına varmanın ne kadar yavaş olduğunun farkında olun. Değişimlere kapalı kendisini otorite kabul eden düşünce, bir düşüncenin ortaya çıkmasından çok rahatsız olur. Ona göre yeni doğacak düşünceler hep yanlışlarla doludur. Doğru olan da sadece kendisini otorite kabul eden, kendi varlığıdır. Bu dar kalıplar içinde gelişmeleri gözlemek tabiki çok zordur.
Doğrular dünyasında yaşamak istiyorsak, özgürlükçü bir yapının varlığı gerekir. Özgürlüklerden uzak bir atmosferde, tek boyutlu bir bakış açısının doğruluğu ne kadar mantıklı olabilir. Mantıktan uzak doğruları, artık kafalardan ve yaşamlardan uzaklaştırmak zorunludur. Çünkü tek boyutlu bir bakış açısı, bünyesinde hep totaliter, feodal bir anlayışı taşır. Bu tür demoğojik serüvenlerin bir son bulma zamanıdır.
Doğruları hayatın odağına oturtmayı hedefleyenler, kendi dışındaki oluşumların varlığından şüphelenmez ve korkmaz. Zaten o kendisini doğrular kervanında görmek istemektedir. Bundan dolayı da her farklı düşüncenin rahatlıkla ifade edilmesini ister. Hatta her düşüncenin rahatlıkla ifade edilebilmesi için uygun ortam yaratmaya çalışır. Onun hayatı, farklı düşüncelerin ifade edilmesiyle doğru orantılıdır. Ne kadar çok farklı düşünce ortaya çıkarsa, bunlar arasından en doğru olanı ayıklayarak benliğiyle birleştirme ve hayatının bir parçası haline getirmesi kolaylaşır. Doğruyu kavramak için, farklı düşüncelerin birlikte yaşadığı ortamlar doğmak zorundadır. İnsanları tek tip jandarma gibi arzulayan yapılar, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, doğruya bir türlü ulaşamayacaklardır. Çünkü doğru mu yanlış mı olduklarını anlamak için her düşüncenin varlığını ortadan kaldırdıklarından böyle bir şansıda kaybetmişlerdir.
Doğru özgürlüğün çocuğudur, ancak özgürlükçü bir ortamda doğar ve gelişir. Özgürlüğün önüne bentlerin kurulduğu otmosferlerde, özgürlüğün çocuğu doğru mutlaka boğulacaktır. Düşünce tarihini inceleyenler bunu rahatlıkla görecektir. Yaratılmışlar evreninde tek olmayı amaçlayan her şey doğruluktan uzaktır. Bir şeyin değerini belirleyen, karşıtlarının varlığıdır. Karşıtların varlığından rahatsız olan ne varsa dengesizdir.
Tabii evrende bu güzellikleri şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür; bir kuşun ötüşünün çok güzel olduğunu söyleyebilmek için, o kuşun birçok farklı kuş türleri içinde ötüşünü dinlemek gerekir. Tek başına bu kuşun ötüşünün güzel olduğunu söylemek komik olur. Çünkü onun ötüşünün güzelliği ancak farklı ötüşler içinde anlaşılabilir. Diğer kuşları yok ettiğiniz zaman buna güzel demek kadar ahmakça bir eylem olamaz. O halde bir şeyin değeri ancak diğerleri içinde anlaşılır. Yakutun diğer taşlar içinde değerinin anlaşılması gibi…
Düşünce deyip geçmemek gerekir, beyin ürünü olan her şey değerlidir. Olumlu düşüncede olduğu gibi olumsuz düşünce de bir değer taşır. Beyinde sessiz düşünülüp ifade edilen her düşüncenin varlık sahnesinde yaşama hakkı vardır. Ancak yaşama hakkı olan hiçbir düşünce bir başkası üzerinde, zorla egemenlik kurma hakkına sahip değildir. Bir düşüncenin yaygın egemenliği, ancak genel kanının beğenisiyle mümkündür. Genel kanıdan anlaşılan, megafonu elinde bulunduranın kendi doğruluğunu avazı çıktığı kadar bağırması değildir. Doğru kendiliğinden sessiz bir yürüyüşle, istenmesede akıl istasyonunda mutlaka bir gün konaklayacaktır. Bunu bilen bir anlayışın telaşlanmasına korkmasına, kendi dışındakilere kükreyerek saldırmasına imkân var mıdır? Elbetteki hayır.
Şunu iyi bilmek gerekir ki, bir ideoloji, yeni bir bakış açısı; kendi doktrinini başkalarına yönelttiği küfür ve hakaretlerle doldurmuşsa, farkında olmadan kendisini anlatmıştır. Bu tür demode olmuş dünyalardan çıkmak gerektiğini düşünüyorum. İnsanlık ilk dönemden günümüze kadar hep bu cambazlıkları izleyerek geldi. Neden böylesi basit bir anlayış insanları kuşatsın istenir; demekki bu tip düşünen karaterlerin insanları sömürmek için kurdukları tezgâhın işlame yolu buradan geçmektedir. Ama biz hiçbir insanın yönlendirilmiş basit denek olmasını istemiyoruz. Her insanın aklının ürünü olan bir değeriyle varlık evreninde aktif danışma kurulu üyelerinden birisi olmasını arzulamaktayız. Bu kurulun üyelerinin mutlaka saygıya ve sevgiye layık olduğunu biliyoruz; işte tüm çabamız birbirini seven ve sayan karşıt düşünceler bütünlüğünü, varlık evreninde canlı kılmaktır. Çünkü bu evrende ancak doğrular ortaya çıkar ve gelişmeler gözlenebilecek kadar büyür. Doğruları ayıklayarak yaşanacak bir dünya kurmak için, Voltaire’nin dediği gibi: Düşüncelerinizi hiç sevmiyorum ancak düşüncelerinizi yaşayabilecek ortamı oluşturuncaya kadar sizinle birlikte savaşmaya bende hazırım.
Her şey karşıtlarla birlikte yaşar, karşıtlar bir bütünlüktür. Karşıtlardan birinin yok olması durumunda her şey yok olur. Bu felsefe doğacak her fikrin ana ilkesi olmalıdır. Yoksa her ortam anomik bataklık doğurur. Özgürlüğün çocuğu doğru bu felsefeye göre yaşayanlara armağandır.
Yıl:24.03.2004
Saat:08.40—09.30
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.

MÜSLÜMANIN MİLLİYETİ AKİDESİDİR

SEYYİD KUTUP

Müslümanlığın bir "ulusçuluk/milliyetçilik tarzı siyaseti"yle gerçekleşemeyeceğini en iyi anlatan Seyyid Kutup'un Yoldaki İşaretler kitabında geçen bu yazısıdır. Şehadetinin 41. yıldönümü dolayısıyla aziz hatırasına binaen yayınlıyoruz.
İslam, insanlığa değer ölçüleri ve bakış açılarının içyüzü ile bu değer ölçülerinin ve bakış açılarının mahiyeti hakkında yeni bir düşünce tarzı getirdiği gibi insanlar arasındaki ilişki ve bağlantı konusu ile ilgili olarak da yeni bir düşünce tarzı getirmiştir.
İslam, insanı Rabbine döndürmek, varlık ve hayat konusunda olduğu gibi değer ölçüleri ile kriterler alanında da bu ortaksız otoriteyi yegane egemenlik mercii edinmek, aynı zamanda bu otoritenin tasarrufu ile dünyaya gelinip yine Ona dönüleceği gerçeğine dayanarak insanlar arası ilişki ve münasebetlerde de bu otoriteyi tek dayanak olarak benimsetmek için gelmiştir. İslam, insanlar arasında onları Allah'a bağlayan tek bir ilişki ve bağlantı gerekçesi bulunduğunu, bu bağ kalmayınca insanlar arasında sevgi ve yakınlık kalmayacağını belirtmek için gelmiştir. YüceAllah şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsiniz
Ortada bir tek Allah hizbi vardır. Birden fazla olması söz konusu bile değildir. Diğer hiziplerin tümü, şeytan ve zorbaların (tabutların) hizipleridir. Ulu Allah buyuruyor:
Müminler Allah yolunda kafirler de tağut uğrunda savaşırlar. O halde Şeytanın yardakçıları ile savaşınız. Hiç şüphesiz, şeytanın tuzağı, hilesi zayıftır.
Allah'a ulaştıran yok tektir, diğer yolların hiçbiri Ona ulaştırmaz. Ulu Allah buyuruyor:
Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz. Başka değişik yollara koyulmayınız. Çünkü onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
Ortada bir tek ilahi nizam vardır. O da İslam düzenidir. Diğer bütün sosyal düzenler cahiliye düzenleridir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
Yoksa cahiliye egemenliğini mi istiyorsunuz? Oysa ki, iyi düşünen bir toplum için Allah'ın egemenliğinden daha iyi kimin egemenliği olabilir?
Bunun gibi ortada bir tek şeriat vardır, o da Allah'ın şeriatıdır. Diğerleri bir takım keyfi arzulardır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy. Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma.
Ortada bir tek hak vardır, birden çok olması mümkün değildir. Onun dışında kalan her yol sapıklıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Haktan sonra adaletten başka ne var ki? Niçin sapıyorsunuz?
Bunlar böyle olduğu gibi, ortada bir tek İslam yurdu vardır. Müslüman devletinin kurulmuş bulunduğu, Allah'ın şeriatının içinde yürürlükte tutulduğu, Onun koyduğu ceza sisteminin uygulandığı ve içinde Müslümanların birbirlerini yakın saydığı bir İslam yurdu. Diğer yerler, Darül-Harb (savaş yurdu)dir. Müslümanın buralarla ilişkisi ya savaş veya ateşkes sözleşmesine dayanan barıştır. Fakat oralar kesinlikle İslam yurdu değildir, oraların halkı ile Müslümanlar arasında da bir yakınlık söz konusu değildir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar. İman ettikten sonra hicret etmeyenlerle sizin aranızda (onlar) hicret edinceye kadar hiç bir yakınlık ve dostluk bağı (velayet) yoktur. Eğer böyle kimseler, aranızda barış antlaşması bulunmayan bir kavme karşı sizden yardım isterlerse onlara yardım etmeniz gerekir. Hiç şüphesiz Allah işlediklerinizi görür. Kafirler birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz birbirinizi desteklemezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık baş gösterir.
İman edip hicret ederek Allah yolunda cihad edenler, gerçekten mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret ederek onlarla birlikte cihad edenler de onlardandır.
İslam, böyle eksiksiz bir vuzuh ve kesinlik getirmiştir. İslam, insanı toprak ve çamur bağımlılığından, yine toprak ve çamur bağımlılığına dayalı olan et ve kan bağımlılığından kurtararak yüceltmeye gelmiştir. İlahi şeriatın uygulandığı ve vatan ile vatandaşlar arasındaki bağın Allah'a bağlılıktan ibaret olarak bilindiği yerden başka hiçbir yer Müslümanın yurdu değildir. İslam yurdunda Müslüman Ümmet arasında yegane organik bağ olan inanç birliğinden başka Müslümanın hiçbir milliyeti yoktur. Allaha inanmaktan doğan ve Allah yolunda kendisi ile yakınları arasında bağlantı sağlayan akrabalıktan başka hiçbir akrabalık Müslüman için geçerli değildir.
Allah'a ulaştıran birinci derecedeki bağlantı kurulup bu yoldan kan yakınlığı inanç ilişkisi ile pekişmedikçe Müslümanın babası, anası, kardeşi, eşi ve aşiret mensupları ile akrabalığı bir mana taşımaz. Ulu Allah şöyle buyurur:
Ey insanlar, sizi tek insandan yaratmış olan, sonra da o tek insandan eşini meydana getirip daha sonra bu çiftten türettiği birçok kadın ve erkeği yeryüzünde yayan Allahtan korkunuz. Kan akrabalarınızla ilgili olarak hep birlikte istekleriniz için başvurduğunuz Allah'tan korkunuz.
Ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer almadığı sürece, Müslüman olmayan ana-baba ile geleneksel münasebetleri devam ettirmek sakıncalı değildir. Fakat ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer alınca artık ne akrabalık ve ne de ilişki söz konusu olur. Abdullah bin Ubeyyin oğlu Abdullah (ra.) bu konuda bize açık bir örnek vermektedir.
İbn-i Cerir, İbn-i Ziyada dayanan bir rivayet zinciri ile şöyle bildirmektedir. İbn-i Ziyad der ki: CAllah'ın Resulü bir gün Ubeyy oğlu Abdullahın oğlu Abdullah'ı yanına çağırarak ona şöyle der: Görüyor musun, baban ne diyor? Abdullah da Ona Canam-babam yoluna feda olsun, ne diyor babam diye sorar. Peygamberimiz Ona diyor ki, Baban dedi ki Eğer biz Medineye dönersek, şerefliler, ayak takımını mutlaka kovacak.
Abdullah Ona şu cevabı verir, Vallahi babam doğru söylemiş. Sen ve Allah şeref sahibi, o ise ayak takımından bir zavallıdır. Vallahi, bütün şehir halkı iyi bilir ki, sen Medineye geldiğinde benim kadar ana-babasına bağlı hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi Allah ve Onun Resulü eğer babamın başını efendimize getirmekten razı olacaksa onu hemen getireyim Peygamberimiz Abdullaha hayır buyurdu.
Onlar, Medineye girince Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah kılıcını çekerek evinin kapısında babasının karşısına dikilerek eğer Medineye dönersek şeref sahibi ayak takımını kovacak, diyen sen misin? Vallahi şeref sahibi sen misin, yoksa Allah'ın Resulü müdür, şimdi kesinlikle göreceksin! Vallahi, Allah ve O%u2019nun Resulü izin vermedikçe ne bu eve girebilir ve ne de gölgesine sığınabilirsin.
Oğlunun bu tutumu üzerine babası ey Hazreçliler, oğlum beni evime koymuyor. Ey Hazreçliler, oğlum beni evime girmekten alıkoyuyor diye bağırdı. Oğlu da ona Vallahi Peygamberin izni olmadıkça içeri giremezsin diye cevap verdi. Bu durum üzerine evin önünde toplanan bazı kimseler Abdullah ile konuştular, fakat Abdullah onlara da Allah ve Resulü izin vermedikçe içeriye giremez diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimize vararak olup-bitenleri Ona anlattılar. Peygamberimiz onlara gidin Abdullah'a deyin ki, babasının evine girmesine müsaade etsin diye emir verdi. Adamlar Abdullah'a varıp durumu bildirince peygamberimizden emir geldiğine göre şimdi içeri girebilir dedi.
İnanç bağı kurulunca, aralarında kan ve soy akrabalığı bulunsun, bulunmasın, tüm müminler kardeştir. Ulu Allah bu ilkeyi sadece müminler kardeştir ayetinde kesin ve öncelik bildiren bir üslup ile açıklamıştır.
Yine yüce Allah şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar.
Bu dostluk ve yakınlık bağı nesilden nesile geçerek kuvvetli bir sevgi, samimiyet, dostluk ve dayanışma bağı ile bu ümmetin ilk neslini sonuncusuna bağlar. Ulu Allah buyuruyor ki:
Muhacirlerden önce Medineyi yurt ve iman barınağı edinenler, yurtlarına hicret edenleri severler. Muhacirlere verilen mallardan dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu meydana gelmez. Mallarına düşkün olsalar bile yine de cimriliğinden kendini koruyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Onların arkasından gelenler de ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki müminleri affet, müminlere karşı içimizde bir leke, bir çekememezlik duygusu barındırma, ey Rabbimiz, hiç şüphesiz sen esirgeyicisin, rahimsin.
Yüce Allah Müslümanlara daha önce geçmiş ve derin izler bırakmış olan Peygamberler kafilesini misal göstermektedir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Nuh Rabbine seslenerek dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum ehlimdendir. Senin vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin.
Yüce Allah ona buyurdu: Ey Nuh! O senin ehlinden değildir, o iyi amel işlememiştir. Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi bana sorma. Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.
Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Bilmediğim bir konuda soru sormaktan sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani Rabbin İbrahimi bazı emir ve yasaklarla imtihan etti ve o da onların gereğini yerine getirdi. Allah, seni insanlara önder yapacağım, buyurdu. İbrahim, soyumdan gelenlerden de... dedi. Allah ona, zalimler benim taahhüdüme erişemezler buyurdu.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu beldeyi güvenli yap ve halkından Allah'a ve Ahiret gününe inananlara rızık olarak çeşitli meyveler ver. Allah şöyle buyurdu: Kafir olana da az rızık verir, sonra da onu cehennem azabı çekmeye zorlarım. Orası ne fena bir yerdir!
Hz. İbrahim (as.) sapık yolda ısrar ettiklerini görünce anasından ve babasından ayrılır. Allah (cc.) (bu konuda) şöyle buyuruyor: Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan ayrılıp Allah'a dua ediyorum. Belki Allah'a yalvarmam sayesinde kötülerden olmam.
Yüce Allah İbrahimin ve kavminin güzel örnek olan yönlerini şöyle açıklıyor:
İbrahim de ve onunla beraber olanlarda sizin hesabınıza iyi örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Tek Allah'a inanmadıkça sizin ile aramızda düşmanlık ve kin vardır.
Ashab-i Kehfi meydana getiren gençler grubu, sırf Allah'ın dinine uymak için ailelerinden, kavimlerinden ve vatanlarından ayrılıp vatanlarında, aşiret ve aileleri içinde ona uygun bir zemin bulmakta sıkıntıya düşünce inançları ile birlikte Rablerine sığınıyorlar:
Biz sana onlar hakkında doğru bilgi veriyoruz. Bunlar Rablerine inanmış bir grup gençti, biz de onlara çok hidayet vermiştik. Ortaya çıkıp Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başka ilaha tapmayız, eğer taparsak o zaman saçma konuşmuş oluruz. Şu kavmimiz Onun dışında ilahlar edinmişler. Taptıkları hakkında açık delil getirseler ya! Allah'a yalan yere iftira eden kimseden kim daha zalim olabilir! deyince kalplerine metanet verdik. İçlerinden birisi onlardan ve onların Allah'ı bırakıp taptıkları putlardan ayrılınca mağaraya sığının. Umulur ki Rabbiniz size rahmetinden pay verir ve içinde bulunduğunuz sıkıntıda kolaylık verir.
Aralarında inanç ayrılığı meydana çıkınca Hz. Nuh ve Hz. Lut (selam üzerlerine olsun) eşlerinden ayrılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Allah kafirlere Nuhun eşi ile Lutun eşini örnek verir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun nikahı altında bulunurken eşlerine ihanet ettiler de onları kocaları Allah'ın hükmünden hiç bir şekilde kurtaramadı. Onlara öbür girenlerle birlikte siz de cehenneme girin denildi.
Firavunun eşi ise diğer yakadadır. Allah (cc.) buyuruyor:
Allah müminlere Firavunun eşini örnek verir. Hani Ya Rabbi! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni firavundan ve onun işlediklerinden kurtar, beni bu zalim kavimden kurtar demişti.
İşte böylece her türlü bağla ilgili örnekler artarda sıralanıyor. Babalık bağı Hz. Nuh olayında; evlatlık ve yurt bağı Hz. İbrahim olayında; aile, aşiret ve yurt bağları, hep birlikte Ashab-ı Kehf olayında; eşlik bağı da Hz. Nuh, Lut ve Firavun olaylarında
Yüce kafile, bağların ve ilişkilerin gerçekliği ve ilgili düşüncesini bu ümmete gelinceye kadar devam ettirdi. Bu ümmet, önünde zengin bir örnek ve tecrübe birikimi bulur. Onlar da Allah tarafından mümin ümmete gösterilen yolu devam ettirince inanç ayrılığı ortaya çıktığı ve temel bağ çözüldüğü zaman aynı aşiret ve aynı ev halkı ikiye bölündü. Ulu Allah müminlerin niteliği hakkında şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsin.
Allah bu kimselerin kalbine iman yazmış ve kendilerini katından bir rahmet ile desteklemiştir. Onları. Orada ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte Allah'ın hizbi bunlardır. Hiç şüphesiz Allah'ın hizbi felaha ermiştir.
Hz. Muhammed (sa.) ile amcası Ebu Leheb, yine amcazadesi Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki bağ kopunca, muhacirler ev halkları ile akrabalarına karşı savaş açıp onlarla Bedir günü bilfiil çarpışınca, işte o zaman, inanç bağı muhacirler ile Medine Müslümanlarını birbirine bağlayarak onları aynı evin halkı ve kardeş haline getirdi. İnanç birliği sayesinde kabile, milliyet ve yurt taassubunu ortadan kalkarak Müslüman Araplarla kardeşleri Bizans asıllı Suheyb (ra.) arasında birlik ve kaynaşma meydana geldi.
Allah'ın Resulü (sa.) onlara bu çeşit asabiyetleri bırakın, çünkü onlar kokuşturucu kavramlardır diye buyurdu. Yine onlara: Asabiyet uğruna savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir diye buyurdu.
Böylece bu kokuşmuş kavramın fonksiyonu sona erdi, kan asabiyetinin fonksiyonu Öldü o nara, milliyet narası Silindi o leke, kavmiyet lekesi. Böylece insanlık, kan ve et kokusundan uzak, çamur ve toprak lekesinden sıyrılmış olarak yüce ufukların temiz havasını teneffüs etme imkanına kavuştu.
O günden beri hiçbir zaman Müslümanın yurdu belirli bir toprak parçası olmamıştır, onun yurdu Darül İslam olagelmiştir. Üzerinde inancının yürürlükte olduğu ve tek Allah'ın şeriatının egemen olduğu yurt Sinesine sığındığı, savunduğu, korunması uğruna ve sınırlarının gelişmesi için şehid olduğu yurt Orası İslamı din olarak kabul eden ve onun şeriatını Şeriat edinen herkes için Darül İslamdır. Orası, aynı zamanda, Müslüman olmasa bile, İslamiyeti sosyal düzen olarak tanıyan herkesin de vatanıdır. Dar-ül İslamda yaşayan ehl-i kitap gibi
Gerek Müslümana göre ve gerekse antlaşmalı zımmiye göre İslamın egemenliği altında bulunmayan ve üzerinde onun şeriatının yürürlükte olmadığı her toprak parçası Dar-ül Harbdir. Doğum yeri de olsa, kan ve soyca bağlı da olsa, Müslüman böyle bir toprak parçasına karşı savaşır.
İşte Peygamberimiz (sa.) bu şekilde, doğum yeri olduğu halde, ailesi, aşireti, evi, sahabelerin geride bıraktıkları ev ve malları orada bulunduğu halde Mekkeye karşı savaşmıştır. Bu şehir, İslama boyun eğinceye ve içinde onun şeriatı yürürlüğe girinceye kadar ne kendisi ne de ümmeti için İslam yurdu olmamıştır.
İşte İslam budur, yalnız bu. İslam ne sadece bir sözdür ve ne İslam yaftası takınan ve İslam unvanı taşıyan bir ülkede doğmak ve ne de ana-babası Müslüman olan bir ailenin soyca varisi olmaktır. Ulu Allah buyuruyor:
Hayır, hayır, Rabbin hakkı için, onlar seni aralarında doğan anlaşmazlıklarda hakem tutmadıkça, sonra da verdiğin hüküm karşısında hiç bir iç burukluğu duymadan tamamen teslim olmadıkça Mümin olamazlar.
İşte İslam sadece budur ve sırf böyle bir ülke İslam yurdudur. Ne toprak ve milliyet taassubu ne soy ve akrabalık taassubu Ne kabile ve aşiretçilik taassubu
İslam, bakışlarını semaya çevirebilsinler diye insanları toprak bağımlılıklarından kurtarmıştır. Onları kan kösteğinden de kurtarmıştır, hayvanlara ait bir köstekten, yüceliklere yükselebilsinler diye.
Müslümanın özlemini çektiği ve yabancılara karşı savunduğu vatan, bir toprak parçası değildir. Müslümanın benimsediği milliyet, herhangi bir egemenliğin milliyeti değildir. Müslümanın bağrına sığındığı ve dışarıya karşı savunduğu aşiret de kan akrabalığı değildir. Müslümanın iftihar duyup altında şehid olacağı bayrak, bir kavmin, ulusun bayrağı değildir. Müslümanın sevinç duyacağı ve karşılığında Allah'a şükredeceği zafer, herhangi bir ordu galibiyeti değildir. Onun zaferi Allahın tarif ettiği gibisidir.
Allah'ın zaferi ve fethi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini görünce hamd ederek Rabbini tesbih et, hiç şüphesiz O tövbelerin kabul edicisidir.
Bu zafer, başka sancaklar altında değil, inanç sancağı altında kazanılan zaferdir. Başka amaçlar uğruna değil, Allah'ın dininin, Onun şeriatının zaferi için girişilen bir cihattır. Başka bir yurt için değil, belirtilen şartları taşıyan İslam Yurdu Dnun korunması uğruna verilen bir cihad ne ganimet ve ne de şöhret içinNe belirli bir toprağı ve ne de bir ulusu korumak için ne aile ve çocuk savunması için Yalnız onları Allah'ın dinine karşı belirecek bir fitneye karşı korumak için.
Rivayet edildiğine göre Ebu Musa (ra.) şöyle der:
Peygamberimize (sa.) kahramanlık uğruna mı, yoksa asabiyet uğruna mi, yoksa gösteriş uğruna savaşan kimse mi şehid olur diye sordular. Peygamberimiz şu cevabı verdi: Sadece Allah'ın sözü yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolunda şehittir.
Sadece bu durumda şehid olunur, yoksa tek amaç olan Allah'tan başka herhangi bir amaç uğruna girişilen hiçbir savaşta ölerek değil.
Müslümana inancı yüzünden savaş açılan, dinin alıkoyduğu, şeriatın uygulanmasına engel olunan her yer Dar-ül Harbdir. İsterse ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticaret müessesesi orada bulunsun. Buna karşılık inancının geçerli olduğu, şeriatının yürürlükte tutulduğu her yer İslam Yurdudur. Ailesi, aşireti, kavmi orada oturmasa ve ticari müessesesi orada bulunmasa bile
Vatan, inancın, hayat tarzının ve Allah'tan gelen şeriatın egemen olduğu bir yurttur. İnsana yaraşan vatanın manası budur. Milliyet, inanç ve hayat tarzıdır. İnsanlara yaraşan bağ ve birleşme gerekçesi budur.
Aşiret, kabile, ulus, milliyet, renk ve toprak asabiyeti, basit ve geri kalmışlık alameti olan bir asabiyettir. İnsanlığın manevi çöküntü dönemlerinde tanıdığı bir cahiliye taassubudur. Bu tiksindirici ve iğrenç niteliğinden dolayı Peygamberimiz (sa.) onu kokuşmuş diye vasıflandırmıştır.
Yahudiler kavim ve milliyet olarak Allahın halkı olduklarını ileri sürünce ulu Allah bu iddialarını reddederek birbiri peşi sıra gelip geçen nesillere, kavim, ulus, milliyet ve yurt farklılıklarına rağmen değer ölçüsü olarak sadece imanı göstermiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete eresiniz derler. Onlara de ki, tersine, din, dosdoğru yol olan İbrahimin dinidir. O müşriklerden değildi.
Ey müminler, Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Yakubun soyundan gelen, Peygamberlere indirilene ve Musa'ya, İsa'ya verilene ve Allah tarafından peygamberlere verilenlere inanıyoruz. Peygamberlerin hiç birini diğerinden ayrı tutmayız, biz Ona teslim olmuşuz deyiniz.
Eğer ehli kitap sizin gibi inanırlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, onlar mutlaka kötü yoldadırlar. Hiç şüphesiz Allah onların haklarından gelecektir. O işitici ve bilicidir. Bu Allah'ın boyasıdır. Allah'tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz Onun kulları olduğumuza inanmışız.
Gerçekten Allah tarafından seçilmiş halka gelince, o, milliyet, ulus, kavim, renk ve yurt ayrılığına rağmen Allah'ın sancağı altında bir araya gelen Müslüman ümmettir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız
Dilimlerinden birinin başında Arap asıllı Ebu Bekir'in, öbürünün başında Habeş asıllı Bilal'in, diğerinin önünde Bizans asıllı Suheyb'in, bir başkasının önünde İran asıllı Selman'ın ve diğer değerli kardeşlerinin bulunduğu ve birbiri peşi sıra gelen nesiller boyunca bu parlak uygulamayı devam ettiren bir ümmet bu. Orada milliyet, inanç; vatan Dar-ül İslam (İslam Yurdu)egemen güç, sadece Allah ve temel yasa da sırf Kurân'dır.
Yurt, ulus, milliyet ve akrabalık hakkında, Allah yoluna çağıranların gönüllerine böylesine yüce bir düşüncenin egemen olması gerekir. Bu düşünce o kadar açık olmalıdır ki, içine hiç bir yabancı cahiliye unsuru karışmamalıdır. Ne toprak şirki, ne milliyet şirki, ne ulus şirki, ne kavmiyet şirki, ne soy şirki ve ne de basit yakın akrabalık menfaatleri şirki. Bunların tümünü Yüce Allah terazinin bir kefesine koyarak aynı ayette açıklamakta ve iman ile onun gereklerini de öbür kefeye koyarak tercih hakkını insanlara bırakmaktadır. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaret piyasası ve hoşunuza giden evler sizin için Allah'tan, Onun Resulünden ve Onun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise Allah'ın sizin ile ilgili hükmünün gerçekleşmesini bekleyiniz. Allah fasıklar güruhuna hidayet vermez.
Bunun gibi, Allah yoluna davet edenlerin kalplerinde cahiliyenin ve İslamın gerçek vasfı, İslam yurdu ile harp yurdunun niteliği konusunda bir takım sathi şüpheler ve yanılgılar bulunmamalıdır. Onların düşüncelerine ve kesin inançlarına bu noktalardan çok sızmalar olabilir. Allah'ın egemenliğini tanımayan ve Onun şeriatının uygulanmadığı hiçbir yerde İslam yoktur. Yaşama tarzı ile ve hukuk sistemi ile İslamın yürürlükte olduğu yer dışında hiçbir yer İslam Yurdu değildir. İmanın ötesinde sırf küfür vardır. İslamın ötesindeki her şey cahiliyedir. Haktan sonra dalaletten başka bir şey yoktur.

YA EBA ZER!

             Ali Şeriati: ''Bir Kez Daha Ebu Zer''-1

        Ali Şeriati’nin dilinden Ebuzer’in yaşamı ve mücadelesi: “Düşmanlarım beni tüm zamanların açlarının çehresinde tek tek görmüyorlarsa çoktan ölmüşlerdir.”
Zulüm gecesinin cahiliyyet karanlığında seher bambaşka bir güneşin doğuşuna hazırlanıyordu. Cihan, fırtına öncesi sessizlikte ve tarih büyük bir ayaklanma endişesinde; yeryüzü tanrılarına ve gölgelerine ve ayetlerine karşı: Gökyüzü tanrıları. Şirk!

         İrade gölgesi düşen vicdanların ve adeta namusla ortaya çıkan fıtratların derinliklerinde hayret verici farklılaşmalar meydana geliyordu. Yalnız kalmış ruhlar –ki ‘Tufan’ı önceden ‘hisseden’ ve gecikmeden topraklarından hicret eden yırtıcı kuşlardaki koku alma özelliği ya da depremden hemen önce ayaklanıp dizginlerini kopararak eğersiz ve bineksiz, sahibinin evini terk edip çöllere düşen uyanık atlardaki esrarengiz içgüdüye sahiplermiş gibi- hissediyorlardı ki ‘bir şeyler oluyor’, ‘Büyük şeyler!’

         Bazen bir can, bir cihandır ve bazen bir fert, tek başına bir toplum. [1]

         Ve Cündeb, Cünede’nin oğlu, bedevi Arap, Gıfarlı; fakir, Mekke’yle Medine arasındaki çölde, Rebeze’de, Kureyş ticaret kervanlarının ve Kabe ziyaretçilerinin yolunun üstündeki kabileye mensup, küstah; gelenek, kanun ve kurallara karşı korkusuz adamlarla birlikte ve nihayet bu düzenin gölgesinde yaşayıp nimet ve emniyetinden faydalananların gözünde kötü şöhretli, laubali, kötü ahlaklı, bozguncu! Ki ahlak burada geleneklere riayet ve kanunlara uymaktır. Ve tüm bunlar tekel ve imtiyaza dönüşen duvarlardır: Hak ve hukuk! Düzen ve güven! Ve tüm bunlar şu adam yoksul toplumun ortasında, çeşit çeşit yemeklerle dolu sofrasında güzelce ‘Yiyebilsin’ diyedir!

           Gıfar; kötü şöhretli kabile, yol kesici! Altın ve köle ticaret kervanlarının yol kesicisi. ‘Haram aylara saygı göstermeyecek kadar laubali’. Bu dört ayda Arabistan’a hakim olan emniyeti bile bozuyorlar, ticaret kervanları –ki bu ziyaret aylarında din himayesinde Bizans, Mekke ve İran arasında hareket ederlerdi- tehlikeli Rebeze’den geçerler.[2] Yine de tuzak kurdukları yerden onlara saldıran Gıfar’ın kılıçlarıyla karşılaşırlar.

          Gıfarlılar, ticaret kervanlarının yolu üstündeki bu günahkâr yoksullar dilencilik yapmak yerine efendilere kılıç çekiyorlar!

          Cünade’nin oğlu bunlardan birisidir ki, sonraları ‘Ebuzer’ olacaktır: ‘Evinde ekmeği olmayan yoksulun eline kılıcı alıp bütün halka karşı ayaklanmamasına şaşıyorum!’ [3]

           Cünade’nin oğlu Cündeb, bütün Gıfarlılar gibi biliyor ki, zulüm sistemindeki tüm kanunlar, kararlar, gelenek, ahlak, düzen ve emniyet zulmün bekçisidir ve onlara uymak cehalettir. Ama o bir adımı –son adımı- hepsinden önce attı. Anladı ki, burada hakim din de aynı rolü oynuyor ve ona itaat, küfürdür!

             Ve put! Nedir bu? Kabilenin ‘Menat’ı –Gıfar’ın putu- ziyarete gittiği ve Gıfar’ı ölümle tehdit eden kuraklıktan kurtulmak amacıyla heyecan, sevinç, coşku, dua, ibadet, adak ve ricayla yağmur istedikleri gece o içinin derinliklerinde kutsal bir şüphe ışıltısı hissediyordu. Ve bu ışıltı derin düşüncelerini daha da alevlendiriyordu. Sonunda kabilesi uykuya daldıktan sonra çölü ve gökyüzünü kaplayan esrarengiz sessizlikte yavaşça kalktı, bir taş alıp şüphe ve inanç arasında tereddütle ve titreyerek Menat’ın yanına geldi. Bir an zamanının ilahının gözlerine hayretle baktı. Bakışsız iki göz dışında bir şey bulamadı. Bütün öfke ve nefretiyle elindeki taşı bu cehalet ve zulmün yonttuğu Tanrı’ya fırlattı.

             Taşın taşa çarpmasından çıkan bir ses ve... başka hiçbir şey!

             Döndü. Mutlak olana doğru kurtuluş, adeta yüzyıllardır kendisini bağlayan zincirlerden özgürleşme. Ansızın sanki yaratılıştan beridir tek ve meçhul içinde hapsolunduğu derin bir kuyu, dar ve karanlık bir mağaradan çıkmış gibi oldu. Çöle baktı, sonsuz uzunluk, uzak ve geniş ufuklar ve gökyüzü! Heybetli, güzel, derin ve esrarengiz!.. Sanki bütün bunları ilk kez görüyor ve görebiliyor.

             İman ve yakinden kurtulmuştu. Ve şimdi yavaş yavaş iman ve yakinin yeni sınırına varıyordu. Apaçık, büyük, derin, bilinçli ve kendi seçtiği şey!

             Anbean artan düşünce yağmurları altında, içindeki karanlık, kurak ve yakıcı çölde çeşmelerin akıverdiğini hissediyordu. Ve şimdi, ‘Suyun ayak sesleri!’ Her an arttıkça artıyor, yükseldikçe yükseliyor ve tüm benliğini kaplıyordu. Onunla doluyordu. Bir doğumun sancısı ve şevkinde yeryüzünde yalnız, çöldeki tek gölge, geceleyin gökyüzünün altında çölün konuşması! Tüm vücudu ‘O’na sesleniyor! Ansızın toprağa eğildi, secdeye vardı ve eski karanlık inançların aydınlanma sesi. Ağlayış!

             Ve bu Ebuzer’in ilk namazıydı:

             ‘Ben Allah Resulü’nü görmeden üç yıl önce namaz kılmaya başladım.’

            - Hangi tarafa yöneliyordun?

            - Allah’ın beni çevirdiği yöne!

           Üç yıl sonra Mekke’de bir adamın ortaya çıktığını, bu adamın halkın dinini küçümsediğini, kavminin kutsallarını yok saydığını, Kabe’deki tüm putları zavallı ve budala taşlar olarak adlandırdığını ve sadece bir olan Allah’a çağırdığını duydu!

          Gıfar’dan geçen yolcular bu haberi Arapların din ve ahlakı için bir facia olarak telakki ediyor, alay ve nefret dolu sözlerle ondan bahsediyorlardı. Ancak Cündeb bu sözler arasında kendi kaybettiklerini buluyordu ve biliyordu ki bu taşa tapanların –ki şirk dolu cahili hurafeler kendini put kırıcı İbrahim’e dayandırıyordu- mahkum ettikleri, küfür saydıkları ve toplumsal ayrılıkların, inançsal gevşekliklerin, gençlerdeki fikirsel bozulmaların, aşağı halk tabakasındaki küstahlaşmanın, ahlaki ve imani temellerdeki sarsılmaların, çocuklarla anne-babaları arasındaki ayrılıkların sebebi olarak gördükleri; büyük dini şahsiyetlerin aşağılanması, eskilere saygının ortadan kalkması, efsanelerin ve ecdadın geleneklerinin yok olması... Tüm bunlar kurtarıcı bir devrimin apaçık göstergeleri ve ilahi hakikatin sağlam belirtileridir. Cündeb –ki dar sosyal gelenek kalıplarına sığmayan ve hareket, değişim kabiliyeti, ilerleme ve seçme yeteneğine sahip ruhlardandı- ‘bir şeyler olduğunu’, ümmi ruhu ve özgür düşüncesinin çölün derin yalnızlıklarında aradığının da bizzat bu şey olduğunu hissediyordu.

          Bu ‘haber’e karşı tarafsız kalmadı. Sorumluluk, onu araştırmaya, inanç ve yargısını kin sahibi seçkinlerin üretip alt tabakadaki avama sundukları ‘şayialar’, ‘propagandalar’ ve ‘mütevatir yalan, töhmet ve hileler’den yola çıkarak oluşturmamaya yöneltti. Kendisi araştıracaktı. İnsanların yargıları şahsiyetlerinin en önemli belirtisidir çünkü. Bir kişi, fikir, eser, hareket ve gerçek aleyhinde yargılarını ‘nakil’ üzerinden yapıp bütün fikirlerinin kaynağını efendi şahsın dediklerinden oluşturanlar, bir gerçeği cahilce ve adil olmadan mahkum etmekten öte kendilerini otoritenin, hurafeci efendilerin, açık ve gizli propaganda düzenlerinin kölelik fikrine mahkum etmişler ve göstermişlerdir ki, ‘düşman’ın sipariş ettiği, ‘münafık’ın kurduğu, ‘demagog’un yaydığı ve ‘avam’ın kabul ettiği şayia, töhmet ve yalanlara karşı aciz geviş getiricilerdir! Ama Cünade’nin oğlu, kardeşi Üneys’i, yalancılık, cinlenmek, sihirbazlık, şairlik ve küfürle itham edilen ve aynı zamanda ‘Beytullah’ın’ saygısını yok etmek, toplumun birliğini bozmak ve aile içindeki farklılıkları düşmanlığa çevirmek için geldiğini söyledikleri bu adamı yakından görmesi, sözlerini dinlemesi ve mesajını anlayarak kendisine iletmesi için Mekke’ye gönderdi.

           Üneys Mekke’ye geldi. Adamı bulamadı. Kimse bu yabancıya ondan bir iz sunmadı. Ümitsizce Mekke’de dolaşıyor, bu adam hakkında küfür, kin ve nefret dolu sözler dışında bir şey duymuyordu. Her yer, Mescit ve Pazar ve herkes, özellikle de ‘saygın adamlar’, ‘muteber şahsiyetler’, ‘dini ve dünyevi büyükler’ ve yine mü’min ve mutaassıp dindarlar –İbrahimî sünnete inananlar ve İbrahim’in evi!- onun hakkında benzer şeyler söylüyorlardı. Şayialar ‘mütevatir’ derecesine ulaşmıştı.

           ‘O delidir, efsunlanmıştır, sözlerinin cazibesi vahyi cazibe değil, sihirdir. Gerçeğin güzelliği değil, şiirdir. Söylediklerini Cebrail’den öğrenmiyor, kendisine ait şeyler de değil. Yabancı bir bilgin ona öğretiyor. Hıristiyan bir rahipten ve İranlı bir bilginden alıyor sözlerini. O İbrahim ümmetine gelen bir beladır. Mescidin hürmetini, Allah evinin kutsiyetini, hac geleneğini, tanrılara tapmayı, ahlakın asaletini, ailelerin şerefini ve geçmiştekilerin tüm değerlerini yok etmek istiyor!’

           Ansızın Mekke’nin dar sokaklarında, bir köşede toplanmış kalabalık bir topluluk gördü. Hemen oraya yöneldi. Aydınlık siması, insanın içinin derinliklerine ulaşan bakışları, geniş alnı, orta boyu, saldırgan ama aynı zamanda ilham verici, mülayim, şefkatli yapısı, tutkulu, merdane, kat’i, kendinden emin; ama aynı zamanda tatlı ve latif sesi, derin, tatlı, şiirden güzel, korku ve ümit dolu konuşmasıyla yalnız bir adam.

          Üneys karşısında dikildi. Sözlerini mi dinleseydi? Söylediklerinin cazibesine mi kapılsaydı? Yoksa yapısı, bakışı, davranışı ve söylevindeki güzellik ve letafeti mi seyretseydi?

          Henüz adamı görmekten kaynaklanan perişanlığı geçmemişti ki, bir grup çıkageldi. Yaygara kopardılar. Sözlerini dinleyip cevap verme ihtiyacı duymadan adama küfürler, önceden hazırlanmış ithamlar savurdular. Bu ‘aydınlatıcı mesaj’ ve ‘Risalet Devrimi’nin ellerinden alacağı hiçbir şeyleri olmayan mahrum halk tabakası da onlarla birlikteydi. ‘Cehalet’, kendileri de hakim düzenin mahkumları ve mevcut durumun kurbanları olan bu insanları ‘zulüm’ sistemini kuran ve zindanlarının bekçileri olan ‘kinliler’in onlardan isteği üzerine vahşi ve çirkince bağırıp ‘Yalnız peygamber’i kovmalarını ya da küfür ederek ondan uzaklaşmalarını sağlıyordu. Ve ‘O’ gökyüzünün sükuneti gibi sükunete ve dağ gibi sabır ve vakara sahipti. [Ki Hira dağından gelmiş ve gökten mesaj getirmişti]. Düşmanca darbeler ve kapkara cahiliyyet, nazik ve şefkatli simasına hiçbir etkide bulunmuyor, oradan oraya gidip mesajını tekrarlıyordu. Ve yine dinlemeksizin ve anlamaksızın küfür, itham, yine ihanet ve aşağılama ve yine başka bir köşede konuşmaya başlama! Şehrin her köşesine gidiyordu. Sokak, pazar, meclis ve mescit. Her yerde ‘halkın karşısına’ çıkıyordu ve her yerde ‘halkın yolunun üstüne’ dikiliyordu. Verdikleri cevaplara aldırmadan, onları korkutuyor ve ümitlendiriyordu. Tehlikeyi haber veriyor, kurtuluş yolunu gösteriyordu. Mesajı olduğunu, risaleti olduğunu söylüyordu. ‘Dik kafalıları değil, dik başlıları seven’ Allah ona seslenmişti: ‘Ey ferdi yaşamın kilimine bürünen! Ey elbisesine örtünen! Ey kendinin dar ‘olmak’ ve ‘yaşamak’ surlarında mahsur kalan! Ayağa kalk, cahiliyyenin huzurunda ve zulmün güveninde uykuya dalan ve kurdun çobanlığında yoksulluk ve zillet otlanan halkı uyar! Ey Peygamber çoban! Çöldeki koyunları özgürleştir ki, Allah şehrinde insanları koyunlaştırmışlar! İbrahim’in Rabb'inin tüm melekleri huzurunda secde ettirdiği insanı şimdi İbrahim’in evinde şeytan taşlarının ayakları önünde –ki sınıfların hamisidirler- toprağa secde ettiriyorlar!

          Pis eşrafın şerefsizler ve şuursuzlarla el ele verip onu susturmak, ‘söylememesi’ için kopardıkları töhmet, hakaret ve tehdit fırtınasında o söylüyordu. Çünkü ‘Ezilenlerin Rabb'i, ‘Söyle!’ demişti! De ki: ‘Yeryüzünün çaresiz bırakılmışlarını önderler ve varisler kılmak istedik!’

         Üneys adamı görüyor, takip ediyor ve sözlerini dinliyordu. Hayret verici varlığını düşünüyordu. Adamın bedenindeki hayret vericilik, varlığının ağırlığı, davranışlarındaki cazibe ve güzellik onu o kadar etkilemişti ki, dinlemekten çok izledi. Tüm o sıkıntıda tüm o nezaket, tüm o sağlamlıkta, tüm o güzellik, tüm o dayanılmazlıkta, tüm o sükunet, tüm o karmaşada, tüm o sadelik, tüm o isyanda, tüm o kulluk, tüm o eziyette, tüm o şevk, tüm o zayıflıkta, tüm o güç, tüm o cesarette, tüm o hayâ, tüm o heyecanda, tüm o huzur, tüm o kararsızlıkta, tüm o sabır, tüm o heybette, tüm o huşû, tüm o değerlilik, mantık, uyanıklık, ciddiyet, yiğitlik ve akılda, tüm o aşk, ilham, şefkat, zarafet, güzellik, his ve yürek ve nihayet tüm o göksellik ve tüm bu yeryüzülülük, tüm o Allahperestlik ve tüm bu halkı düşünmek ve ne söyleyeyim? Tüm bu güven ve tüm bu... Ve yapayalnız!

         Üneys gördüklerinden öyle bir hale gelmişti ki, adamın söylediklerini duymadı ya da duydu; ancak sözlerdeki hayretvericilik ve sesindeki mucize onun anlayışını –ki ilk kez Allah sözünü duyuyordu- öyle bir etkiledi ki, anlamını kavrayacak hal kalmadı. Üneys –Cündeb’in kardeşi- adamın ne dediğini ‘anlamadı’; ama keskin yetenek ve ‘bedeni ruh’ ve ‘fıtri insanın’ -ki onda ‘mantık’ hâlâ ‘vicdanın’ yerini tutmamıştır- temiz fıtratında bu adamın bir ‘olay’ olduğunu anladı. Bu söylediklerinin başka bir alemden geldiği ‘kokusunu’ aldı. Hakikati anlamadı, sözlerin mânâsını derk etmedi ve adamı tanımadı; ancak vahyin kokusu, hakikatin tadı ve imanın açıklanamaz sıcaklığını hissetti.

         Ve Ebuzer çölde, halsiz ve gözleri Mekke yolunda.

        - Üneys! Kardeşim! Onu gördün mü? Söylediklerini duydun mu? Ne söylüyordu? Kimdi?

         - Yalnız bir adamdı. Kavmi ona karşı öfkeli ve kindar, o ise sabırlı ve şefkatliydi. Bir topluluk onu kovunca ya da küfür ve hakaretle terk edince, başka bir topluluğa yöneliyor ve yeniden konuşmaya başlıyordu.

          - Söyle Üneys! Ne diyordu? Neye davet ediyor?

           - Vallahi ne yaptımsa, söylediklerini anlayamadım; ancak sözleri tüm benliğimi kapsayacak tatlılıktaydı.

            Ebuzer’in mesajı aramaktaki gayesi alimane bir merak ya da entelektüel bir çabadan kaynaklanmıyordu. Halsiz ve susamıştı. Üneys o çeşmeden kendisine bir damla bile getirmemişti. Ebuzer hemen kalktı ve yol için hiçbir hesap ve hazırlık yapmadan Gıfar’dan Mekke’ye giden uzun yola koyuldu. Yol boyunca yolcu, yolculuk, yol ve son durak, hepsi ‘O’ydu.

           O gidiyordu ve iman geliyordu! Evet, iman böyle gelir. Mekke’ye vardı. ‘Gıfar’ kabilesinden bir adam, kervan sahibi ve zengin Kureyşliler arasında! Bu şehirde adının söylenmesinin bile suç olduğu bir adamı arıyordu. Bütün gün Mekke’nin derelerinde, pazarında ve mescidi haramda dolaştı. Bulamadı. Gece Mescidi harama geldi. Yalnız ve aç. Her gece eve gitmeden önce mescide gelip tavaf eden Ali, onu toprak üstünde yatarken buldu.

           - Sanırım yabancı biri!

            Onu evine götürdü ve hiç konuşmadan orada uyudu!

             Kader ne planlar kuruyor! Bu, Peygamber’in evidir. Ali o esnada daha çocuktur ve Muhammed’in evinde yaşamaktadır. Ebuzer’in kaderini tayin eden ve onu ilk kez çölden İslam’a getiren bu yolculuktaki ilk karşılaşmalar böyledir. Mekke’de onunla ilk kez konuşan kişi Ali’dir, uyuduğu ilk yer Muhammed’in evidir ve onu şehirdeki gurbet ve yalnızlıktan Peygamber’in evine götüren yine Ali. Ve bu ilk karşılaşma ve olaylar Ebuzer’in tüm yaşamını şekillendirir ve ölümüne kadar tüm varlığıyla onda kalır.

              Sabah Muhammed’i aramak için Muhammed’in evinden çıkar, akşama kadar dolaşır, akşam Ali yine tavafa gelir ve yine onu eve götürür ve yine sonraki sabah ve yine sonraki akşam. Bu kez –üçüncü gece- Ali ona kısa bir soru sorar: ‘Adamın adını ve bu şehre niye geldiğinin sebebini söyleme zamanı gelmedi mi?’ Ebuzer dikkatle sırrını Ali’ye açar: ‘Duyduğuma göre bu şehirde bir adam çıkmış ve...’ şevk ve mutluluk dolu bir tebessüm ışıltısı Ali’nin genç çehresini aydınlatır. Dostça ve samimi bir şekilde onunla Muhammed hakkında konuşur ve şöyle der: ‘Bu gece seni onun gizlendiği yere götüreceğim. Ben önden gideceğim, belli bir mesafeyle beni takip et. Eğer bir casus görürsem, duvarın kenarına gidip ayakkabı bağlarımı bağlar gibi yaparım, böylece sen olayı anlarsın. Sen beni tanımıyormuş gibi yoluna devam edersin, ben sana yetişirim.’

Peygamber’in zor günleridir. Şehir tek parça tehlike ve düşmanlar bir cephe ve dostlar? Sadece üç kişi! Ve bu gece İslam, dördüncü nefere kavuşacak!

              Muhammed, Safa tepesi eteklerinde Erkam’ın evindedir.

              Gecenin ürkütücü karanlığında, Ebu Talib’in genç oğlu önde ve Gıfarlı Cünade’nin oğlu arkada, Safa’ya çıkıyorlar, Muhammed’e doğru! Bu manzara sanki çok yakında başlayacak kaderlerinin güzel bir sahnesidir.

               Ebuzer an be an yaklaşmaktadır. An be an iman ve yakin onu fethetmiştir. O peygamberlik iddiasında bulunan adamı görmeye, tanıyıp sınamaya gitmiyor, kalbinin aşkı ve imanının muradıyla görüşmesi var. Ve şimdi Erkam’ın evine birkaç adım var. Ne zor anlar! Görüşmenin ilk anına tahammül zordur. Aşk Ebuzer’i avlamıştır. Cünade’nin oğlu ‘O’nunla doludur. Artık onda Muhammed, kendisinden çoktur. Cündeb’in zihninde Cünade’nin oğlundan uzak ve unutulmuş hatıralardan başka bir şey yoktur. Gönlü güçlü bir anlam dünyasındadır. Tanıdık bir koku her lahza keskinleşiyor, Muhammed’in varlığının ağırlığını şu anda tüm varlığında hissediyor. Muhammed’in varlığı Safa tepesini doldurmuştur. Cündeb Muhammed’in kim olduğunu ve ne söylediğini biliyor, ama... O nasıl biri? Siması? Endamı? Konuşması? Vücudu? Ona nasıl baksın? Onunla nasıl konuşabilsin? Ona ne desin? Ne bulacak? Ne olacak?

               - Selamun aleykum!

                - Ve aleyke selam ve rahmetullah.

                 Ve bu İslam’da verilen ilk selamdı.

                 Bu görüşmenin ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Tarih söyleseydi bile bilemezdik. Böyle durumlarda zaman işlemez. Bildiğimiz şey, Cünade’nin oğlu Erkam’ın evine girdi ve orada kayboldu. O andan sonra asla izine rastlanmadı. Erkam’ın evinden çıkmadı. Cündeb b. Cünade gitti ve ansızın Kabe’nin kenarında, Safa tepesinde vahiy sığınağından doğan İslam ufku, parlak bir çehre doğdu. Bir an duraksadı. Yangınını çölün ateşinden aldığı iki gözünü aceleyle Mekke vadisini kuşatan dağlarda gezdirip Kabe’deki putlara dikti. Şeytani tekelcilerin ‘hizmetçi yontucular’ için düzenledikleri budala heykeller! Ebuzer ilk kez böyle görüyor ve hayret ve öfkeyle kendi kendine soruyor: Bu üç yüz otuz bilmem kaç şirk putu İbrahim’in tevhid evinde ne arıyor?

                Aceleyle Safa’dan aşağı indi. Tek, erimiş, kararlı ve muhacir. Sanki ilk gece vahyin aleviyle yanmış, mağaradan çıkıp Hira’dan inen Muhammed gibiydi. Adeta dağdan yuvarlanıp Mekke vadisine şirk, nifak, zillet ve uykunun üstüne düşen kaya gibiydi.

                İslam henüz Erkam’ın evinde gizlidir. İslam’ın tüm dünyası bu evdir ve ümmet Ebuzer’in gelmesiyle dörde ulaşmıştır. Mücadeleye takiyye şartları hakimdir. Ona geç kalmadan Mekke’yi terk edip Gıffar’a dönmesi ve gelecek emirleri beklemesi söylenmiştir. Ancak bu ‘çöl çocuğu’nun sinesinin bu ateşi içinde saklama gücü yoktur. Ebuzer –ki uzun ve ince endamı iman mabedinin minaresiydi ki bir feryatlık gırtlaktan başka bir şey değildi ve adeta yanık kalbindeki isyancı bir coşkuyla Ebuzer olmuştu- takiyye ehli değildir, isyancı ruha sahiptir. Yapmasını istedikleri şey güç isterdi; ama o bu güce sahip değildi ve ‘Allah hiçbir nefse kaldıramayacağı bir yük yüklemez.’

                 Kabe’nin karşısında, büyük putların önünde ve ‘Daru Nedve’nin –Kureyş Senatosu- yanında dikilerek tevhidi haykırır, Muhammed’in peygamberliğine imanını ilan eder ve putların kendi elleriyle yaptıkları budala taşlar olduğunu açıklar.

            Bu, İslam’ın ilk haykırışı ve bir Müslüman’ın şirke ilk saldırısıydı! Şirkin cevabı netti; ölüm! Diğerlerine ibret olacak bir ölüm! İlk haykırışı gerçekleştiren bu gırtlak kesilmeliydi. Hemen başına üşüştüler. Başına, yüzüne, göğsüne ve karnına o kadar vurdular ki, küfür dolu haykırışını kestiler. Abbas yetişti. Peygamber’in amcası Abbas tefeciydi ve Kureyş’in eşrafı ve şirkin zenginleriyle aynı sınıftandı. Onları uyardı. Bu adam Gıfarlıdır! Eğer onu öldürürseniz Gıfar’ın kılıçları kervanlarınızdan intikam alacaktır! Din ve dünyaları arasında seçim yapmak zorundaydılar. İlah mı, yoksa altın mı? Aşk kıblesi mi, para kafilesi mi? Hangisi?

               Hemen geri çekildiler. Ebuzer, ellerindeki esire korkuyla bakan topluluğun oluşturduğu dairenin ortasında kandan bir heykel gibiydi. Zorlukla doğrulmaya çalıştı. Etrafındaki dairenin çapı daha da genişledi. Ayağa kalktı. İki ayağı üstüne dikildi. Topluluk birbirine yaklaştı. Sanki birbirlerine sığınıyorlardı. Zorbalığın imandan çekindiği yer burasıdır. O bir çehredir ve bunlar çehresiz. ‘Şahsiyetsiz’, hepsi tek renk, tüm tonlar siyah ve hepsi ‘Hüviyet’siz, ‘kelle’den ibaret çokluk ve karşılarında bir insan, bir ‘şahıs’, imanın kendisine anlam, mahiyet, amaç, yön, hücum, hayret edilecek güç ve yenilme bilmez bir harikuladelik verdiği kişi.

                 Yola koyulup zemzem suyunun önüne geldi. Yaralarını yıkayıp kanını temizledi. Sonraki gün yine geldi, yine ölüme yaklaştı, yine Abbas yetişip onun Gıfarlı olduğunu söyledi ve sonraki gün tekrar...

                 Sonunda Peygamber Ebuzer’in canından endişe duyduğu için bu yerinde durmaz isyancıyı şehirden ve tehlikeden uzaklaştırıp Gıfar’a davetle görevlendirdi.

                Ebuzer, ailesini ve yavaş yavaş tüm kabilesini İslam’a getirdi. Ebuzer Gıfar’dayken Müslümanlar Mekke’de mücadelenin zorlu dönemlerini yaşadılar, hicret ettiler, fert yetiştirme merhalesinden sosyal düzen oluşturma merhalesine geçtiler ve neticede savaşlar başladı.

                Bu noktada Ebuzer sahnede olması gerektiğini hisseder. Medine’ye gelir. İşi ve yeri olmadığı için Peygamber mescidinde –ki o günlerde halkın evi olmuştur- kalır ve ‘Ashab-ı Suffa’den olur. Yaşamayı fedakarlık olarak algılar. Hareketin hizmetinde barış zamanı düşünce, ilim ve ibadet, savaş zamanı da savaş!

                İslam, Peygamber’in önderliğinde Ebuzer’in bütün insani ihtiyaç ve sosyal arzularını doyurur. İslam ‘Tevhid’ esasına göre mücadeleyi başlatmıştır ki, bir safta: Allah ve eşitlik, din ve ekmek, aşk ve güç ve diğer safta: Tağut ve ayrıcalık, küfür ve açlık, zayıflık ve zillete ihtiyaç duyan bir din. İslam ilk kez, ‘ya Huda ya hurma’ sloganını halkın imanı haline getirerek Tanrı’yı halka, hurmayı kendilerine ayırıp yoksulluğu ilahi kutsallık olarak gösteren yağmacı zalimlerin efsanesine son verdi. Bu insanlık karşıtı ortamda dosdoğru bir devrim gerçekleştirdi ve şöyle dedi: Yoksulluk küfürdür. Geçimi olmayanın ahireti yoktur, Allah’ın fazlı yüksek ganimet, iyilik ve hayır, maddi yaşamdır ve ‘Ekmek Allahperestliğin temelidir.’ Bir toplumda fakirlik, zillet ve zayıflığın tüm bu din, maneviyat, takvayla birlikte olması yalandır! Bu yüzdendir ki Ebuzer’in Peygamber’i ‘Silahlı Peygamber’dir. Çünkü onun tevhidi zihni, ruhi ve ferdi bir felsefe değildir. Ayrım kabul etmez. Irkların ve sınıfların vahdetinin senedidir ve ‘Adalet’ [herkese hakkına göre] –ki tevhidin zorunlu parçasıdır- sadece ‘söz’le gerçekleşmez, ‘mesaj’, ‘kılıç’la anlaşmalı olmalıdır.