Bu denli karmaşık ve tehlikeli bir toplumsal dinamik, görünüşte uyumlu ama içeride karmaşık ve huzursuz bireylerin yetişmesine sebep olur. Taklit, insanın kendine ve topluma yabancılaşmasına zemin hazırlar, özgür düşünceyi gölgeler. Tarde'nin belirttiği gibi bazı faydalı yönleri olabilir; fakat günümüz gerçekleri dikkate alındığında, taklitçilik insanların bireysel farkındalığını zayıflatıp onları başkalarının yollarını sorgulamadan takip eden varlıklara dönüştürüyor. İnsanlar, özgün düşünceler geliştirme yetilerini kaybettiklerinde kendilerine yabancılaşır ve bu yabancılaşma, toplumu bir çözülme noktasına sürükler.
Özellikle gençlerin kolayca taklit ettikleri bir çağda, bu
alışkanlığın kitlesel bir şekilde yayılması toplumun ruh sağlığı üzerinde derin
etkiler yaratıyor. Gençlerin, kendi kararlarını alma ve bireysel
farkındalıklarını geliştirme becerilerinden uzaklaştığı bu durumda, toplumun
geleceği ciddi anlamda tehlikeye giriyor. Taklit etme alışkanlığı adeta bir
salgın gibi yayılırken, bu toplumsal uyuşukluk hali sadece bireyleri değil,
toplumun bütün yapısını da çürütüyor.
Bu taklit hastalığı kimyasal veya biyolojik bağımlılıklarla
karşılaştırıldığında daha da yıkıcı olabilir; çünkü kimyasal bağımlılıklara
müdahale edecek sağlık kurumlarımız olsa da sosyal uyuşturuculara karşı bir
savunma geliştirmekte zorlanıyoruz. Toplumun yapısı ve kurumları, bireyin özgür
düşünce yapısını desteklemek yerine, onun rahat bir akıntı içinde sürüklenmesine
zemin hazırlıyor. Gençlerin bağımlılığının yalnızca kimyasal maddelerden değil,
kendilerini sorgulamadan çevrelerini taklit etmekten de kaynaklandığını fark
etmemiz gerekiyor.
Modern toplumların, bireylerini yalnızca biyolojik bir varlık olarak görme yanılgısı, insanları ruhsal ve sosyal yönden ihmal etmelerine neden oluyor. Bu yüzden kurumlar, bireylerin yalnızca fiziksel ihtiyaçlarını değil, psiko-sosyal gereksinimlerini de göz önünde bulundurmalı. İnsanın yalnızca biyolojik bir varlık olmadığını; aksine, düşünme, algılama ve kendi geleceğini belirleme gücüne sahip bir varlık olduğunu kabul etmeliyiz. İnsan, Aristoteles’in tanımıyla "politik bir hayvan"dır, sosyal ve psikolojik dinamiklerin merkezinde yer alır. Onun sorunları yalnızca biyolojik değil, derinlemesine sosyo-psikolojik köklere dayanır. Bu nedenle, toplumsal sistemler bireyleri destekleyici ve özgür düşünceyi teşvik edici bir şekilde yapılandırılmalı.
Sosyal yapıların değişmeyen bir taklit çarkı içerisine
hapsedilmesi, bireylerin yalnızlaşmasına ve kendilerine yabancılaşmalarına yol
açıyor. Birçok insan, bir gruba ait olduğunu düşünse de aslında kalabalıklar
içinde yalnız kalıyor. Bu toplumsal yalnızlaşma, bireylerin sosyal rolleriyle
iç dünyaları arasında bir paradoksal uyum oluşturuyor. Zirveye çıkma arzusu
içinde olanlar, bu uyumsuzluğu ve bireylerin içsel çelişkilerini göz ardı
ederek kendilerini güvende hissedebilir. Ancak iç dünyası karışık bireyler, bir
gün içlerinde biriken bu çelişkilerin yarattığı basınçla bu yapay uyumdan
kopacaktır. İşte o gün, toplumsal kıyametin tohumlarının atıldığı gündür.
Bu süreçte, bireylerin ve özellikle gençlerin sosyal yapının
bozulması karşısında farkındalıklarını artırmaları gerekiyor. Gerçekten de
toplum bireylerin psiko-sosyal yönlerini ihmal etmeye devam ederse, insanları
anlamak ve sorunlarına çözüm üretmek daha da zorlaşacak. Her bireyin bir makine
dişlisi gibi görev yaptığı, mekanikleşmiş bir toplum yapısı, insani değerleri
hızla yitirecek.
Erol Kekeç/Ekim-2004 Kadıköy/İST