28 Temmuz 2023 Cuma

UÇMA TURNAM VURACAKLAR KANADINI KIRACAKLAR

   (DEĞERLE YAŞAYANLARIN ANATOMİSİ)

2000’li yılların bulduğu, ancak değeri hiç olmayan bir anlayışı, insanlık avucunun içine almış ona üfürüp üfürüp kıvılcım çıkararak ısınmak istiyor. Bunun adı, “Değerler Eğitimi” Neresinden nasıl bakarsanız bakınız, her noktasında değer kaybı yaşayan bu iki kavramın öğretileriyle insanlık değerli kılınmak isteniyor. Sel önünde, her parçası bir yana savrulan bir yaşamın hangi değerini nasıl ve kimlerin önleyici elleri ile koruyacaksınız…Geldiğimiz nokta, tüm değerlerin yerle yeksan olduğu, değersizleşen ve anlamını kaybeden (varlık) insanın yaşamını, belli inançlardan kaynaklanan rahatsızlıklardan dolayı değerli kılma çabaları anlamsızlıklar arasından, insanı seçime zorlamaktan başka bir şey değildir.

İnsanın yaratılış genlerine yerleştirilmiş olan değer sistemine virüs karıştıran insan, kendince insanın yaşamına farklı değerler yüklemek için yeni bir formatlama süreci başlattı, bunun adına değerler eğitimi dedi. Böylesi bir değersizleştirme süreci, kaybettiğini bulamayan insanı, yeni formüllerle farklı yerlerde farklı arayışlara götürdü. Eşeğini kaybettiğinde bulan köylünün sevinci kadar bir sevinç yaşatmayan bu değerlerin, değer olduğuna insanlık nasıl ikna olacak acaba…Ama gördüğüm kadarıyla kobay toplumlar kendilerini denek olarak kullandırmaktan zevk aldıkları için, bizim toplumda da çok ciddi bir karşılık buldu.

Son 20 yıl içindeki yaşamlara objektif ve sorumluluk bilinciyle yaklaştığınızda nasıl bir değersizleşme yaşadığımıza şahit olabiliyoruz. Her yeni nesil öncekilerden öğrendiklerini yaşamlarına aktardıkları için, toplumsal değer bilincinin kırılma notası, kırık kütle gibi aşılmış oluyor ve bu değersizleşme ivmesi hızlanarak devam ediyor. Yaşanmaz hale gelen bu karmaşık ve karanlık atmosferin insanlığa kazandıracağı bir şey kalmadığı anlaşıldığından, kaybedilenleri acaba yeniden kazanabilir miyiz diye ortaya atılan, ballı tutkallı ama insanların damak tadına uymadığı halde özü olmayan bir yapıştırıcı olarak ortaya çıktı. Peki böylesi anlamsız yapıştırıcılar insanlığın imha edilen ve parçalanan yaratılış genlerindeki değerleri tekrar birleştirebilir mi dersiniz? Asla ve kat’a onları bir araya getiremezsiniz, yaratılış genlerine değerleri yükleyen yaratıcının müdahalesi olmadan…

Bir camı yapan insan olmasına rağmen, onu param parça ettiğinizde ufalanan parçaları aynısıyla bir araya getirip onları birleştirmeniz ve eski özelliklerini korumasını beklemeniz nasıl ki mümkün değilse, değerleri parçalanmış yaşamlara hangi eğitimle hangi değerleri yerleştireceğinizin hesabını yaparsanız yapınız, orijinal bir ürün elde edemezsiniz. Kabil kendisine ait olanla yetinmedi ve kardeşi Habil’in hakkına göz dikince kendi yaratılış genlerindeki değerleri parçaladı, ancak Habil o değerlere sadık kalarak yaşama veda etse de değerlerin temsilcisi olarak hep kaldı. Ama Kabil kötülüklerin sembolü olarak anıldı. Köyde yaşadığımız çocukluk ve ergenlik dönemlerimi hatırlıyorum da Rahmetli Babacım bizi tarlaya götürdüğü zaman her taraftan yol olmadığı için başka tarlalardan geçmek zorunda kalırdık, ancak babam, evladım pamuk tarlasına girmeyin kenardan gidelim, onların dalları kırılırsa, bir kozalak açmazsa o kozalak başkasının hakkı olduğu için, onun hakkına gireriz hesabı var. Onun için yolumuz biraz uzasa da biz kenardan gidelim; kimsenin mahsulüne zarar vermeyelim diye bize öğüt verirdi. Hatta bazen kavun tarlalarından geçerdik sapsarı kavunlara imrenirdik bir tane koparıp bize vermezdi ve asla onlara dokunmamamız gerektiğini kendisi yaparak bize gösterirdi. Onun bize kazandırdığı bu değeri ne MEB’in bir okulu ne din anlatan hocalar ne şeyhler ne üstatlar ne proflar ne hacılar verdi ve de veremez. Çünkü değer sizin içinizden gelen hakikatleri idrak ederek yaşama başlama anıdır. Biz çocukluğumuzda bunların idraki ile büyüdüğümüzden bize kazılmış olan değerleri içimizden çıkarmanız mümkün olmamaktadır. Bir zamanlar ülkemizin tanınan siyasetçilerinden birisi, hırsızlık babadan oğula geçer, hiç babaların evlatlarından hırsızlık öğrendiği görülmüş müdür demişti. Çok doğru bir söz hakikaten, ön tekerlek nereden geçiyorsa arka tekerlek oradan geliyor. Bugün ülkemizin durumuna bakalım babalar hırsız arsız emaneti korumuyor, haram helal demeden ver Allah’ım, bu kulun ne bulursa yer Allah’ım deyince, çocuklar, mala Allah karışmaz kimin olduğu önemli değil, önemli olan bana ait olması diye düşünüp sınırsız isteklerini ihtiyaç edinip ahlaksızlıkta level atlayabiliyor. İnsan olarak, insanlığın yaşam denklemine uygun adımlar atmazsanız, yörüngesinden çıkan insanlığı hiçbir yapay denklemle yeniden eski rotasına taşıyamazsınız. “İnsan insanın kurdudur”, diyen T. Hobbes, İnsanın yaratılış kodlarında değersiz bir yaşamın olduğunu söylemesi, yaratılış hamuru ve ona öğretilen bilgi dikkate alındığında hiçte itibar edilecek bir durum değil. Ancak J. Locke’n insan doğarken harika bir yaşam kodlama sistemiyle gelir, ancak, gelişmeye başladığında kendinden öncekilerin oluşturduğu yaşam iyi ise o da iyi olur, ortam kötü ise o da kötü olur. İşte, Organizeli güç, insanın bu ifsadını önlemek ve onun doğal yaşamıyla hayatını devam ettirmesini sağlamak için, olumsuzluklara engel olmak ve onları ortadan kaldırmak zorundadır der. Bu iki yaklaşımın ortaya koyduğu açıklamaya baktığımızda, insanın değersizleşen bir harita üzerinde yaşamaya mahkûm olduğu dikkate alındığında ona sunulacak tüm reçeteler onu şifaya götürmeyecektir.

Bizim ülkemizde eğitim camiasının dilinden hiç düşmeyen ve yeni bir buluş gibi gündemi işgal eden önemli argümanlarından biri” Değerler Eğitimi” gerçeğidir. Her geçen gün değersizleşen bir toplumda hangi değerle yeni bir yaşam inşa edebilirsiniz ki! İnsanların dindar mı kindar mı deist mi, ateist mi, Teist mi, agnostik mi olup olmayacağı ile ilgilenen bir eğitim sistemi, değerler için aynı hassasiyeti gösteremediğinden şimdi böyle bir başlıkla bunları kazandırmaya çalışmaktadır. Değerleri yaşayan toplumların değer anlatmaya ihtiyacı olmaz. Ancak Toplumsal yaşamlarında hiçbir belirleyici değerin kalmadığı ortamlarda, değerleri sözlü olarak kazandıracağına inananlar, öncelikle kendileri inanmadığı konuları nesillere nasıl aktarabilirler.

Bal tutan parmağını yalar deyiminin gelenekselleşmiş olduğu bir yaşamda hırsızlığı ne kadar anlatırsanız anlatınız insanları ikna edemezsiniz. Kol kırılır yen içinde kalır diyerek, olumsuzlukları örterek asla hakikate şahit olamazsınız. Tilki kurnazlığı ile kendi dışındakileri ahmak görüp kendisini uyanık sananların, işi bilip işe gitmeyeceksin diye yaşadığı bir ortamda sorumluluk ve görev bilincini oluşturamazsınız. Komşuda pişer bize de düşer diyerek olumsuz olsa da bir beklenti içinde yaşayanların olumsuzlukları bertaraf etmesini düşünemezsiniz. Üzümü ye bağını sorma diye bir geleneğiniz varsa, helal haram fark etmez ne olursa ver Allah’ım bu kulun yer Allah’ım diyenler; hangi değeri anlatmayı düşünürler. Kişi ne kadar önemli ise bir başkası da o kadar önemli, kendi zamanı nasıl kıymetli ise bir başkasının da zamanı o kadar kıymetli algısını bilmeyenlerin, toplumsal ortamda hak ve hukuk gözeterek sistemli ve düzenli bir sıra bekleyişine şahit olamazsınız. Bir Pazarcının gel vatandaş gel en iyisi burada diye reklam yaparak, insanları çürük sebze ve meyveleriyle aldattığı bir yerde, çocuklara bırakacağınız gelenek ancak başkasını aldatmak olur. Bir rektörün kendi kızını almak için sadece çocuğuna uygun sınava girme şartları hazırlattığı bir toplumun değerinin şavktı zaten kaymıştır.

Eğer bir yerde işiniz varsa, o işinizi kurumların işleyiş disiplini içinde çözemiyor, mutlaka bir tanıdık ve üst makamdaki birilerini araya koyarak işinizi yaptırmayı düşünüyorsanız, isterseniz gökten melekler getirip değer dersi anlatınız, batmak ve karanlıklara gömülmek zorunda kalırsınız. Yalanın adının günü kurtarmak olduğu bir yerde, kurtaracak bir şeyiniz kalmaz. Köprüden geçerken tüm ampulleri yakıp, köprüyü geçince tüm yolları zifiri karanlığa çeviriyorsanız, sizin değer diye ortaya koyacağınız ancak bir aldatma aparatı olur. Patron amir geldiği zaman yerinde duramayan, onlar gidince arasan bulunmayan yaşamlar mantar gibi çoğalıp, sorumluluk ve görev bilincinin olmadığı bir yerde neyi değer diye anlatırsanız anlatınız, motivasyonu güçlü içten istekli bir yaşam ortaya çıkaramazsınız.

Doğru ve yanlış olduğunu bilmeden sadece duyumlarıyla saldırganlık eğilimlerini galeyana getirerek, kendisi dışındaki düşünce ve anlayışları boğmaya çalışan insanların çoğunlukta olduğu bir yerde zaten tüm değerler boğulmuş demektir. Haz almak için bütün bir toplumu yok ettiğini anlamayan ve bunu anlamakta istemeyenlerin çoğaldığı bir coğrafyaya, yazılı ve anlatımlı değerler getireceğini sananlar sadece kendilerini avuturlar toplumu da uyuturlar. Değer bir yaşamdır. Uğruna can mal ve kan akıtmaktır. Doğruluğunuzu bir karşılık alarak yamultabiliyorsanız o bir değer değil, alınıp satılan bir metadır. Oysa değerler insanla özdeş ve onun bir parçasıdır. Onu ondan kopardığınızda onun için yaşamın anlamı biter. Oysa anlatılarak benimsetilmek istenen değerler adı altındaki fiyasko, yere zamana kişiye göre nasıl yaşanılacağını ve kendi çıkarlarını en kapsamlı nasıl savunacağını ancak öğretir. Beni öldürebilirsiniz ama asla düşüncelerimi yok edemezsiniz diyerek ölüme giden 24 yaşındaki bir gencin ölümü bir değer uğruna yaşamaktır. Kendi nesillerini değersiz yetiştiren anne baba, eğitim kurumları ve devletler yarınları olmayan kurumlardır. Yarınlardan söz edebilmek için insana gerekli olan en önemli vasıf, nerede duracağını, neyi koruyacağını, neden asla vaz geçmeyeceğini ve bunları neden yapması gerektiğinin bilinci verilerek büyütülmesidir. İnanç bir tercih ve seçimdir. Bunları kabullenmemiş bir bünyeye hangi inancı ve ideolojiyi yerleştirmeye çalışırsanız çalışınız ancak kindar fanatik bir taraftar yetiştirirsiniz. Kindar fanatik taraftarlar ancak yıkıcı dökücü parçalayıcı ve ortalığı karıştırıcı kaoslardan hoşlanır ve o ortamlar olduğu sürece kendisinin bir değeri olduğuna inanır. Onun için düşünen bir insan olarak tavsiyem, değersizleşen topluma değerler eğitimi dersleri ile değerler anlatmak değil, hayatın her alanında ciddi anlamda değerlerin yaşanma ortamlarını oluşturmak ve örnek olmak olsun hedefiniz. En iyi öğüt örnek olmaktır. Bildikleriniz ve anlattıklarınız değil kalıcı olan, yaptığınız ve iz bıraktığınız örnekliğinizdir bir toplumu diriltecek olan…Biz adam gibi yaşayarak adam gibi gitmek için varız ve tüm mücadelemiz doğruluğun, hakkın yeryüzünde egemen olması ve herkesin insan gibi yaşayacağı ortama kavuşmasıdır diye hareket edersek, toplum kendiliğinden yaşanılacak ve imrenilecek yer haline gelir. Bunlar yaşamdan okullara, evlerden yaşama, okullardan devlete kadar bir etkileşim yapar ve her tarafta aydınlık yarınlar bizleri bekler…Konuşanlar değil, yaşayanlar ve yaşatmaya çalışanlar olursak karanlıklar aydınlıklara gark olur gece mesaisini tamamlar çulunu sırtına sarar ve gider. Aydınlık ve parlayan yıldızlar coğrafyamıza kement atar, otağını kurar her gelen zamanını ve yaşamını düzenlemek için o otağın örnekliğini yüreğine kazar ve hayat bambaşka bir kalkışla dünya okyanusuna kürek çeker…Bunlara varsanız başka söze gerek kalmaz. Kimse kimseyi aldatmasın ve zamanımızı heba etmesin her geçen gün gelmeyecektir. Gelmeyecek günlerimizi ve gelecek nesillerimizi bu eksende ele alırsak inanıyorum ki, “cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz, bu yol hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz” diye dirayet ortaya koyarız.

Son olarak diyorum ki değerler yaşanır, içerden gelir dışarıya akar, dışardan içeriye gelmez…Bir danayı kesip etini sucuk yapabilirsiniz, âmâ sucukları aynı yoldan geçirerek dana yapamazsınız…Hatları karıştırmaktan kurtulalım kendimize gelip ayağa kalkalım…

Selam saygı ve muhabbetlerimle aydınlık ufuklarda buluşmak ve iz bırakan bir yaşam ortaya koyanlardan olmak dileğimle, kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/26.07.2023/Namazgah/İST




26 Temmuz 2023 Çarşamba

KAPİTALİZMİN ZİRVESİ ŞEYTANIN DİNLENME ODASI

İnsanlığın kapitalizmin Nirvana’sına çıktığı an, insanlığın yok oluşa en yakın olduğu zamandır. İnsan ancak kendi varlık gayesine ait bir Nirvana’ya çıktığı zaman insanlığın kurduğu en muhteşem medeniyetin temsilcisi olur.

Nice muhteşem medeniyetler diye tarihin sayfalarında gördüğümüz yaşamların, tarihin çöplüğünde esamisi bile okunmuyor. Bunların en açık nedeni ise, dönemin kapital yaşamının kölesi olarak zirvede yaşadığını sandıkları bir zamanda, ansızın yok olup gitmeleridir. İnsanlık, insanın yaratılış gayesi çevresinde oluşturduğu medeniyetler olduğu sürece ansızın bir yok oluşun pençesinde can vermemişlerdir. Onların ölümü Kâinat yasası ölçeğinde taktir edilen ecele göre gerçekleşmiştir. Ancak Kapitalizmin zirvesi her daim farkında olmadığı bir yıkımla karşılaşmıştır, kendisi bu yıkımın ne geleceğinden haberi olmuş ne de o taraftan gelecek yıkıma karşı bir önlem alacak güç ve kuvvete sahip olamamıştır.

Küresel çapta baktığımızda, kapitalizmin çağının zirvesinde olduğunu sanıyorum görmeyen yoktur. En küçük bir noktadan en üst karmaşık denkleme kadar, her fert kapitalizmin çarklarını işleten bir kobay durumuna gelmiştir. Bu çarklar işlerken, kendi yaşamsal değerlerini yükselttiğini ve bir değer kazandığını sanarak kendisini aşındırarak yok oluşun içine yuvarlandığını fark etmez.

Yeryüzünde kendi kendini imha eden bir varlık var mı insan gibi? Hayretle seyrediyorum, her gelen gün insanı ve insanlığı imha ederken, nasıl oluyor da idrak sahibi olduğunu bildiğimiz bu varlık, idrak sahibi olduğu bu özelliğinden bir dirhem faydalanmaz…Yeryüzü Baronlarının kurduğu oyunun içinde, kendine ve varlık gayesine ihanet eden insandan başka kimse yoktur…İnsan neden böylesi karanlık bir evrende kendisini oksijensiz bırakarak, kendisi gibi yaratılmış ancak şeytanın askeri olmuş bu yeryüzü ifsat güçlerinin oluşturduğu kapanların dışında temiz bir hava solumayı istemez. Ey insan! sen ve senin gibi idrakten yoksun gayesinden habersiz yaşayanlar, kapitalizmin ürettiği araçları kullanarak, onların belirlediği hedefe göre bir yaşam çizgisi üzerinde yaşayarak, insanlık evreninin Nirvana’sına çıkacağınızı sanıyorsanız, ancak ve ancak yok olursunuz ve o yok oluşunuzun da farkına varmazsınız.

Bugün insanlık hakikaten insanlık dışında karanlık bir evrenin havasını sabah akşam soluyarak, kendilerine doğal yaşamın oksijeninden haber verenleri bir kaşık suda boğmak isteseler de bir gün, hem de çok yakın, yakından da yakın bir zamanda solunumsuz kalarak, oldukları yerde can verecekler ve üzerlerinden sadece bir rüzgâr esecek sonrasında hesap sırasına dizilmek olacaktır.

Ey insan! ne zaman varlık gayeni anlayarak o çerçevede bir insan olarak yaşama azmi içinde olacaksın. Sen böyle bir hayatın senin için var olma gerekçen olduğunu anlamadığın ve bunları sana hatırlatanları alışkanlıklarının yılmaz bir savunucusu olarak öldürmeye kalktığında, sen kendini öldürdüğünün farkında olmayacaksın. Yaşaman için gerekli olan abu hayat kanallarını kapatırsan ya da onları parçalarsan, yaşam kanalların yok olduğundan senin ölümün doğal bir son olacaktır.

Bu karanlıkların evrenimizi kuşattığı veya o hale getirilmek istendiği bir zamanda, en küçükten en üste kadar her idrak sahibi varlık bunlardan sorumludur. Sorumluluklarından kaçan ama her olumsuzluğu birilerinin sırtına vurarak kendi rahatlama seanslarınızı oluşturacağınızı düşünseniz de öyle kolay bir rahatlama usulü yoktur hayatta…Şeytan sorumluluğu kendi üzerinden atıp Adem (as) ve Havva validemizi suçlu ve sorumlu göstererek nasıl ki rahatlamadıysa bizler de asla rahatlayamayacağız…”Başımıza gelenlerin hepsi kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzünden “diyerek bu hissiyat ve idrakle hayatımızı anlamlı kılmaya çalışırsak, belki Kapitalizmin Nirvana’sında yerimiz olmaz, İnsanlığın Nirvana’sına imzamızı atacak güç ve kuvvete kavuşuruz.

Evrenimizde olup bitenleri anlamayacak çapta varlıklarsak zaten konuşacak bir şey yoktur. Şunu her insanın anlaması zorunlu ve kaçınılmazdır. Küresel ifsat güçleri bu ifsat için Küresel bölgesel ulusal ve yerel güçler dikkate alarak bu ifsat düzeninin Hiyerarşik yapılanmasını oluşturdular. Her ülkenin Genel ve yerel yönetimleri olmak üzere o alanlardan kafalarına uygun olanları o hiyerarşik sistem içine aldılar ve onlara belli görevler verdiler. O görevleri layıkıyla yerine getirmemiş ulusal yöneticiler olsaydı evrenimiz aynı yönde bu kadar kirlenmiş olamazdı. Evrenimizi hiçbir sınır tanımadan imha etmeye yemin etmiş bu küresel müfsitler ile onların alt katmanlarındaki yöneticiler sizleri cehennem çukuruna taşıyorlar, bunu ne zaman anlayacak duruma geleceğiz. Dünyayı yöneten yüzde birlik bir Şeytan üçgeninin tasarımcıları var, ulusal bazda bu rakamlar yüzde beşlere kadar çıkıyor. Tüm yönetimler bu azınlıkta olan şeytanın askerlerini ve taşıyıcılarını beslemekle meşgul ve memur. Ondan dolayı, Her ülkenin yüzde doksan beşi ya bunların ürettiği ürünlerin abonmanı ya taşıyanı ya kanlarıyla bağış yaparak onların yaşamasını sağlayan sürüngenler topluluğu haline getirilmiştir. Bunların belirlediği çerçevede yaşamak istemeyenler de kendilerini avutarak elde ettikleri kazanımları ile kendilerine bir getto oluşturarak etkisiz yetkisiz, hayır hasenat yaptığını sanan, manevi haz depolamaya çalışan pasif eleman durumuna getirilmiştir. Tüm ulusları dikkate aldığımız zaman insanların yüzde seksenden fazlası tek hücreli amipsel bir varlığa dönüştürülmüştür. Bunların beklentileri bu hiyerarşik yapının kendilerine sunacağı ne varsa onunla tatmin olmak ve onunla yetinerek şükür sabır kanaat gibi uyuşturucular edinerek, bu asil tavır ve kavramları kendi inlerine hapsederek anlamını yok etmişlerdir. Sabır İnsan için en onurlu bir kavram iken, pasifize eden bir uyuşturucuya dönmüştür. Dağların zirvesine çıkarken, mücadele kızıştığı zaman, tüm imkanlarını seferber ederek çabalarken acılara katlanarak yol alabiliyorsan sabrediyorsundur. Sabır bir bekleyiş değildir. Bir direnme denklemidir. Bu direnç inandığın değerler uğruna canın pahasına azimle kararlı duruş ortaya koyduğunda topukların üzerine gerisin geriye dönmeden,” Allah ne güzel ve vekil ve o ne iyi yardımcıdır…” diyerek yol alabilmektir. Oysa sabır kavramı günümüzde insanları kış uykusuna yatırıp baharda uyanınca homurdayan bir ayıya dönüştürdü…Şükür Küresel şeytanların adamlarının bizlerden aldıklarını, bize verirken sadece biyolojik bir canlı olarak kalıp, insani değerlerimizi kaybettirerek yaşattıkları rezilliği bir lütuf gibi görüp onlara dua ederek kendimizi kandırmak değildir. Şükür, kâinatın sahibinin bize verdiği rahatlatıcı en harika ve güven veren bir değer iken, şimdi bizi zindana hapseden bir tünele dönüştü herkesin oluşturduğu uyumlu ses cümbüşü ile baygınlıktan kendimizden geçerek dans etmek değildir. Kanaat Elimizdekileri paylaşarak herkese yaşama imkânı sunarak eksik kalan yanlarımız için dayanabilmektir. Oysa bizler kavramların ırzına geçmiş onlara tecavüz etmiş şeytan ve uşaklarının tanımladığı gibi hayatı anlamak istersek işte bize yaşamı böyle zehir ederler. Zirveye çıktığımızı sanırken bir tufanla savruluruz ve kimse bir parçamızı bulamaz.

Ey insan! Sen seni ve içindeki cevheri anlamaktan neden aciz düştün ve bunu anlamamak için de hala direniyorsun, sen buna bir anlam verebiliyor musun…Şeytanın evrenimiz üzerine oluşturmaya çalıştığı tılsımın bozulmasının yegâne sebebi insan olduğumuzu fark edip, insan olarak yaşama ilk adımı atmaktır. Küresel şeytanın ayak izleri hepimizin kalbine kazıldı. Çünkü kapitalizm şeytanın at oynattığı çayır ve mera alanıdır. Sakın ola ki şeytanın merasında otlanıp hakikatin şahitliğini yapacaklar sanmayalım kendimizi…Allah’ın yolu ile şeytanın oluşturduğu yol bellidir. O yolları anlamak için Allah’a hakkı ile kul olmak günahlardan arınmak gerekir. Bunu yapanlar doğru ile yanlış arasındaki farkı ayırt eder ve Kapitalizmin zirvesine çöken bu karabulutların bir gazap olduğunu bilerek, insanlığın zirvesine çıkmak için yarışa başlar…Benim bu çırpınışlarımın hiçbirisi kendimi temize çıkarmak veya kendimin bir halt olduğunu anlatmak maksatlı olmadığını bilmenizi isterim…İnsanlığın şeytana kurban edildiği ve şeytanların Allah’ın yarattığı kainatta biz istediğimizi yaşatırız istediğimizi öldürürüz diye kendilerini kanıtlamak istediği ve insanlara, mutlak yaratana giden yolları unutturmaya çalıştığı bir sirk alanı olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Şunu iyice idrak edelim ki, Evrenimizde oynanan oyunların ve ülkelerin ekonomik bunalıma götürülmesinin ana hedefi, insanların yaşam zorluğu ile bunaltılması kesinlikle bir tesadüf veya sınırlı kaynaklar diye kandırdıkları alanların tükenmesiyle alakalı değildir. Korkunun esiri olanlar kendilerini korkuttukları şeyleri ele geçirmek için önce ruhlarını imha ederler, sonra bedenlerini satarlar en sonunda da ölmeyi bir kurtuluş olarak görürler. Zaten Küresel şeytanın varmak istediği hedef bu olduğu için, insanlar kendi seçenekleriyle bu kıvama getirilmiş olurlar. Benim burada ki düşüncem, Ruh Allah’tan üflenmiştir. Allah yerin ve göklerin sahibidir. Tüm hazineler onun katındadır. Peki böyle bir ruha sahip olan insan, neden kendi cinslerinden şeytanın askerlerine teslim olarak kendi cehenneminin mimarı olur…Biz kendimize cehennem değil ancak Cennet oluşturacak yaşam ortaya koyarsak, yaratılış gayemize uygun yaşarız. O zaman da ne küresel ne bölgesel ne ulusal ne de yerel ifsat güçleri bizi yanıltamaz. Biz mutlak ruhun isteklerini yaşam edinirsek, şeytan ve aveneleri kendi pisliklerinde boğulurlar.

Son olarak hatırlatacağım hakikat, “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, sakın onun dediklerine uymayın ancak bana kul olun dosdoğru yol sadece budur…” Hiçbir şeytanın organizeli ekibinin size şeytan olduğunu söyleyerek yaklaşmayacağını bilin, şeytan ve aveneleri dosdoğru yol üzerine oturarak kendi hedefine götüreceği insanları onların hoşuna gidecek sözlerle kendisine asker edinecektir. Bu bizden biri dediğiniz nice şeytanlar, yeryüzünün dengesini bozdu ey insan sen hala akıllanmayacak mısın?

Sanıyorum anlatmak istediğim meramım anlaşılacaktır, selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla….

Erol Kekeç/25.07.2023/Namazgah/İST


21 Temmuz 2023 Cuma

ZALİMLERE TAKDİM EDİLEN ATEŞ İSTASYONUDUR

“Şüphesiz ki yetimlerin mallarını zulümle yiyen kimseler, ancak karınlarına ateş dolduruyorlar. Ve onlar alevleri dehşet saçan ateşe gireceklerdir.” 4/Nisâ 10

“Melekler, nefislerine zulmedenlerin canını aldığında: “Nerede idiniz/hangi saftaydınız?” derler. Derler ki: “Biz yeryüzünde (müşriklerin safında yer almak zorunda olan, çaresiz) mustazaflardık.” (Melekler:) “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” derler. Bunların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!”4/Nisâ 97

Zulüm dendiği zaman herkesin aklına, geçmiş kavimlerin Firavunları Nemrutları Karunları HAMANLARI, Belamları, Ebu Cehilleri, Ebu Süfyanları, Haccacları gelir. İlahlaştırılmamış sevgi ve hayranlık duyulmayan bu zalimleri konuşmak onlarla kendimizi avutmak çok kolay, çünkü bize bir bedel ödetmiyor hem konuşarak rahatlıyorsunuz hem de kendinizce çok büyük işler yaptığınıza inanıyorsunuz. Ancak zulüm ve zalimin bir dönemin şahsiyetleriyle alakalı bir durum olmadığı her dönemde var olan ve olabilecek hastalıklar olduğu ve bu hastalıkların döllenme barınma ve büyüme koşulları bilinse insanlar zulüm altında bu kadar inlemez ve yaşamları zehir olmaz. Zalime zalim demenin en zor olduğu yer ve zaman, aynı dönemde ve aynı yeri paylaştığınız zalimler olur. Onların korku yayması ve sizi sindirmesi onların hastalıklarını söyleyecek insanlık tabiplerini de korkutur. Aslında bu tabipler, yaratanın dışında onlara kimsenin bir şey yapamayacağını bilseler en rahat o salgın hastalık virüsü taşıyan zalimlerden başlarlar tedaviye…Ama onların tedavisine kimse cesaret edemediği için zulüm hastalığı her gün yayılarak kökleşmeye başlar. Bu virüslerin çoğalmasıyla birlikte bu virüsü taşıyan bünyeler birbirlerini korur ve kollarlar. Çünkü her biri geleceğin en üst noktadaki zalimi olmayı hedeflediğinden sıranın kendisine gelmesini gözlemeye başlar. Zulmü savunan bir canavara dönüşür. Her geçen gün yaptıklarını fark eder dönebilir duygularıyla yaklaşsanız da bunlar sürekli zulme yaklaşarak zulmün merkezinde olmayı hedeflerler.

Tarihte zalimler daha çok insanların bedensel yapılarına acı çektirmekle bilinirdi, ancak günümüzde zulmün boyutları çok çeşitlilik kazandı. İnsanların ruhi yaşamlarından fiziksel ortamlarına biyolojik yapıları nesillerinin geleceği, toplumdan tecrit edilerek yalnızlaştırılması, imkânların kısıtlanması, sosyal duyarsızlık, yanlış anlama ve algılama çabaları yani her yönüyle insan kuşatıldı. Hatta doğal yaşam alanı da bu zulümlerden payına düşeni alıyor. İnsan dışındaki diğer canlıların yaşamları da güvenliğini kaybetti. Bu zulümlerin yaygınlık kazanmasıyla, zulümler kendini meşrulaştıracak yol ve yöntemeler de edindi. Hatta zalimler zulmettikleri insanların yönlendirilmesiyle, zalimlerin trenleri duraksız bir yolculuğa dönüştü. Bu zulümleri zulüm olarak görmeyen ancak zalimlerin zulmü altında inim inim inleyenler, zalimlere mutlu son ve sağlıklı yaşam temennilerinde bulunur kıvama getirildi. Böylesi ortamlarda, zalimler zalimliklerini çok iyi kamufle etmeyi bilirler ve kurtarıcı kimliği kazanırlar.

Son üç yıl içinde küresel ölçekte yaygınlık kazanan zulüm bunun en açık örneğidir. Zalimler zalim olduklarını söyleyerek insanlığı dize getirmedi, kurtarıcı olduklarını, insanlığın rahat yaşayacağı bir evren oluşturmaya çalıştıklarını söyleyerek dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayanların onayını aldılar. Bu onay insanların kendi ölüm fermanlarını imzalamasıyla sürekli hale geldi. Zalimlerin zulmünün yadırganmadan herkes tarafından içselleştirilmesi insanlığın sonunun yaklaştığının da habercisidir. İnsan kendi ölümünü isteyenleri koruyor onlara yaşama alanı oluşturmada bir araç gibi fonksiyon oluşturuyorsa, Kâinatın mutlak sahibi Allah’ın gazabına sebep olur. Allah iyiliklerin yaygınlaşmasını ve insanların zulümden uzak adaletle yaşamalarını ister. Ancak bunu doğrudan kendisi yapmaz, insanlara verdiği iradeyle bu ortamın oluşmasını arzular. İnsanlar bu iradeyi doğru yerde kullanmaz ve yeryüzünü yaşanmaz bir cehenneme dönüştürdüğü zaman yaratıcının gazabını arzular hale gelir. Böylesi ortamlar çağımızın gün geçtikçe kararan evrenimize, zulmün olumsuz katkıları olduğunu bilelim.

Küresel zalimlerin haydutlukları dünyanın tüm kaynaklarını har vurup harman savurmaya götürdü onları. Bugün Bill Gates yaptığı hinliklerle, insanlığı düşünüyor gibi dünyanın koordinatlarının yerini değiştirerek, insanlığı büyük bir bunalıma götürme hevesinde. Tabi ki tek başına bu işi yapan kişi değil, onunla birlikte o işin asıl organizatörleri var, Bill Gates oradaki sunum ekibinin başı. Doğmamış ve henüz evrende varlık nutfesi olmayan canlıların, yeryüzündeki haklarını horca kullanarak insanlığın geleceğini karanlığa gömmeye çalışıyorlar. Küresel ölçekten bölgesel, Ulusal ve Yerel düzeye indirgediğimiz zaman zulüm almış başını gidiyor. Bu da gösteriyor ki,2020 yılı itibariyle başlayan çağ zulüm ve zalimlerin yarıştığı çağ olarak adlandırılması gerekir. Ne uzay Çağı ne Dijital çağ, tamamıyla adaletsizliklerin yeryüzünü kuşattığı karanlık bir süreci yaşamaktayız. Ülkemiz için bu karanlık her geçen gün koyu karanlığa dönüşerek bizi nefes alamaz duruma getirmektedir.

Bir ülkenin gelir kalemleri insanlardan alınan vergilerden oluşuyorsa, o ülkenin yöneticileri istediği gibi bu vergileri harcıyor ve harcamada sınır tanımıyor itibarını israfıyla ölçüyorsa öyle bir ülkenin ayakta kalması mümkün değildir, toplumların yaşama ve iktidarların varlığını devam ettirdiği yasalara göre…Ancak ayakta duruyorsa bunun için halk eziliyor demektir. Halk ezildiğini anladığı an ezen gaddar iktidarların varlığını koruması mümkün değildir. Ancak ideolojik körlük ve inanç bağnazlıkları ile yöneticilerini özdeşleştirenler sömürülmeye mahkûm olurlar. Hiçbir yönetici adaletinin dışında başka bir özelliği ile toplumsal itibar, albeni ve cazibe oluşturamaz. Ancak ilkel ruhlu henüz beyin duvarları tecavüz virüslerinden arınmamış olanlar, sömürülme miadını doldurmazlar.

Yaşam alanımızda öyle bir fırtına var ki, bu fırtınanın hayata nasıl dokunduğunu ve insanları ne kadar imha ettiğini, Beyinleri tecavüzcülerine âşık olmuşların çıkardığı gürültülerden, görmek neredeyse imkânsız gibi… Çünkü yöneticilere inanca dayanan bir elbise giydirilmiş, oysa kralın üzerinde elbise olmadığı apaçık ortada olmasına rağmen ülküleştirilmiş ve ayrıca bu ülküleştirilen yöneticilere olağan üstü görevler atfedilerek kurtarıcılık kimliği taktim edilmişse, böylesi toplumların yok olması kaçınılmaz bir son olur. Yetimlerin doğmamış günahsız çocukların haklarını kullanarak, kendi çıkar ve menfaatlerini korumak ve şakşakçılarının alkışlama seanslarını devamlı kılmak isteyenler, şunu bilsin ki gidenler alkışlanarak uğurlanmayacaktır. Alkışlar ve duyduklarıyla doğru ve yanlış arasındaki farkı ayır ettiğini sananlar kimsenin gelecek bekasının garantisi olmayacaktır. Fani olanların kendi bekalarını düşünerek yaşarken, insanlara cehennemi yaşatacak ortamlar sunması, adaletsizliğin en açık tanımıdır. Adaletsizlik sözlerle tanımlanmadığı gibi adalette, cafcaflı ifadelerle anlatılamaz. Adalet sizin insanlara sunduğunuz yaşamın koordinatlarında ortaya çıkar. Bu koordinatların yeri değiştirilmişse, ortaya çıkacak yaşamın adı zulüm olur. Zulmün her yönüyle apaçık kılcal damarlarımıza kadar yerleştirilmek istendiği bir ortamda bu acıların verdiği hazımsızlıkları gündem yaparak acının normal olmadığını ifade edip insanların aydınlık bir ortama çağrılması en doğal hakkımız olur. İnsanların bu doğal haykırışlarına tahammülleri olmayanların kendi gölgelerinden sakındıkları bir yerde, adaletin gölgesinde yaşamasını bekleyemezsiniz. Adalet herkesin içine nüfuz eder, eğer içinizde sizi yakan bir damar yoksa, yaşanılan bu karanlıklar vicdanınıza dokunmuyor, hala Hindistan’daki Hindular gibi, inek yerine insanları kurban ediyorsanız, sizin ortaya koydunuz leş yaşamlara vahşi hayvanlar bile dönüp bakmayacak demektir.

Vergiler, çarptıkça çarpanlardan alınmayacak onların daha rahat yaşaması için sürekli vergi muafiyeti çıkaracaksınız, kiraladıkları kamu mallarının kira bedellerini ödemedikleri halde onları koruma duvarları içine alacaksınız ama gariban halkı yırtıcı çarkların arasına yem olarak atacaksanız; bu ancak zulmün ayak sesleridir. Kim zalimse ve bu zalimliklerini devamlı kılmaktan zevk alıyor, insanların acısına alaylı bakarak onlara yüksekten bağırarak azarlıyorsa, rabbim böylesi anlayışları ayette anlattığı gibi taktim ettiği mekânda ağırlasın…

Evine ekmek götürmekten aciz düşen insanlardan alınan vergilerle, kendilerine rahat yaşayacakları saraylar inşa edip oradan Ömer’in adaletini ve koyun hikayesini anlatarak rahatlayacaklarını düşünüyorlarsa, size bir hatırlatmam olsun rahatlamayacaksınız yetimlerin elleri hep üstünüzde olur. Yaşamda porsiyon bulamayanlara porsiyon küçültme tavsiyeleri yapacak kadar insanların yaşamından habersiz olanlar, milleti ile aralarına haşin duvarlar örmüş olanlardır. Allah’a inandığını söyleyenler Zulme sesiz kalıp, zulmü dillendirenlere ise tepkiniz, inancınız sizi kurtarmayacaktır…” Size ne oluyor ki, rabbimiz katından bir yardımcı gönder diyen,  zalim bir ortamda yaşayan ezilen kadınlar çocuklar ve yaşlılar uğruna kalkıp haykırmıyor ve mücadele etmiyorsunuz, İman edenler Allah için çabalar ve mücadele eder, iman etmeyenler ise Tağut için mücadele eder…”Bu ayetler şunlar için indi onlara geldi gibi kıytırıktan savunma yapacak olanlar şunu biliniz ki, Allah’ın ayetleri evrensel ve herkes içindir.

Ey iman ettiğini sanan, beyin duvarları tecavüzcülerinin spermleri ile kuşatılmış, zulmün döllenme nöbetinde sesleri kısılmış yavrulama döneminde hakikati umutla bekleyen, karanlıkları aydınlık diye bizlere dikta eden zavallı taşıyıcılar, şunu biliniz ki Allah’ın tayin ettiği vakit hızlanarak gelmektedir. Hiçbir güç Allah’ın taktir ettiği günün önüne geçemeyecektir. Ve son durak ateş istasyonudur, herkesin haberi olsun en başta kendi nefsime sesleniyorum…

Fazla uzatmak istemiyorum idrak edenlere hitap eden bu makale, duyarlı yürekleri hayata katması umuduyla selam muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Rabbimin beyanı ile noktalıyorum, en güzel söz onun sözüdür, onun üzerine başka bir söz yoktur…

“Şüphesiz ki yetimlerin mallarını zulümle yiyen kimseler, ancak karınlarına ateş dolduruyorlar. Ve onlar alevleri dehşet saçan ateşe gireceklerdir.” 4/Nisâ 10

“Melekler, nefislerine zulmedenlerin canını aldığında: “Nerede idiniz/hangi saftaydınız?” derler. Derler ki: “Biz yeryüzünde (müşriklerin safında yer almak zorunda olan, çaresiz) mustazaflardık.” (Melekler:) “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” derler. Bunların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!”4/Nisâ 97

 

Erol KEKEÇ/20.07.2023/Namazgah/İST


15 Temmuz 2023 Cumartesi

ZULMÜN TAŞIYICILARI DEĞİŞMİYOR!


Zulüm her dönemde, ideolojik saplantı ve dini bağnazlıkların katkılarıyla devam etmiştir. Bu sömürü yolu tercihlere göre değiştirilmiş ya da aynen ilerlemiştir
. Geçmiş yıllarda Üniversitede okurken, Stalin’in 40 milyon insanı katlettiğini ve insanlık için büyük bir zalim ve despot olduğunu söylediğimizde, sol cenahtan arkadaşların itirazları ve savunma refleksleri hemen harekete geçerdi. Oysa şunu söyleyebilirlerdi, bu zalimliği kim yapmışsa biz bu zalimleri ve ortaya koydukları acıları silerek insanlara aydınlık yarınlar bırakmalıyız. Ancak bunu diyemediler hemen Stalin’in 40 milyon değil 25 milyon insanı katlettiğini ve kendi ideolojisini egemen kılmak için onların da gerekli olduğunu anlatmaya kalkarlardı. Ben bu arkadaşlara çok üzülürdüm, nasıl olur da özgürlük, insan, ahlak, yaşama hakkı ve toplumların kendi kaderini tayin etme gibi yüce değerlerden bahsedip böylesi bir karanlıkta dolaşmalarını anlayamazdım. Ama ne yazık ki ideolojik körlük insanı hem kör hem sağır ediyormuş bunu öğrenmiştim.

Dini bağnazlıklar da bu ideolojilerden farlı değil, hatta şiddete meyil etme açısından ideolojilerden daha etkilidir. İdeolojiler kahramanlık destanları ile taraftarını büyülerken dinler şehitlik ve öbür tarafta daha güzel bir hayat onları beklediğini söyleyerek bir an evvel insanların ölüme yelken açmalarını sağlarlar. Yine aynı dönemde Üniversitede doğudan bazı arkadaşlar vardı, Hizbullah denen gruba yakınlardı, grupsal aidiyet kimlikleri, bireysel özgür ifade ortaya koymasından daha öncelikli gelirdi. Özellikle Diyarbakır ve Batman gibi ilerimizde ölümlü vakalar yaşanıyordu, hatta aynı inanca sahip olanlar egemenlik kurmak için birbirlerini öldürebiliyorlardı. Böylesi acıların yaşandığı ortamda, eğer bu insanlar Müslüman ise neden Müslüman olduğunu söyleyen birini öldürür…Haksız yere bir insanı öldürmek Allah’ın ve meleklerin lanetine uğramaktır. Bunun hiçbir meşru gerekçesi olamaz, bir canı öldürmek için gelmedi din, ölüme mahkûm edilenleri hayata kavuşturmak için geldi…Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını ölümden kurtarması da bunun açık göstergesidir dediğimde, hayır sen yanlış biliyorsun din öyle değil, ululemre itaat farzdır. O bölgede bir cihat hareketi başlamıştır, bu kararı veren lider vardır, bu lidere biat etmeyen etrafta konuşan kim olursa fitnecidir ve katli vaciptir. Hatta bunları öldürdüğünde sevap kazanırsın, fitnenin ortadan kalması için çalışıyorsun diye cevaplar almıştım. İnanın bu söylenenler karşısında küçük dilimi yutmuştum.

Bu zavallı beyinlere böylesi bir anlayış din ve Allah’a yakın olmak adına yerleştirilmişti. Bunları sömürmek ve kendine bağımlı kılarak Stalin’in tavuğu yapmak için, efendiler tebasını böyle kuşatmıştı…Onların anlama yorumlama muhakeme idrak mekanizmalarını işgal ederseniz, o kafalar sadece geleni olduğu gibi alıp sorgulamadan nasıl uygularız diye bir canavara dönüşüyorlar. Din, Vahyi bilmeyen akledemeyen idrak yoksunu bilinç karanlığı ve akıl tutulması yaşayanların hayatına egemen olmak için gelirse, bunlar dine egemen olur ve dini, canavarlıklarını meşrulaştırmak için bir tatmin aracı haline getirirler.

Ne yazık ki tarihin her döneminde dinler böylesi bir zulüm aracı olarak hep kullanılmıştır. Orta çağ Avrupa’sında, Katolik algı bunu aynen yapmış, hatta Marks’ın deyimiyle üretim araçlarına sahip olan burjuvanın sömürdüğü ve köle olarak kullandığı proleter insanların bu acılarını unutturmak için hahamlardan papazlardan yardım alarak halkı uyuttuğu bir gerçektir. Çünkü halk kendilerine acı veren baskı zulüm ve sindirme operasyonlarının altında inim inim inlerken, kiliselerde onlara anlatılan vaizlerle, öbür dünyada rahat edecekleri oranın buradan daha iyi olduğu anlatıldı ve o insanlar acılarını dinsel uyuşturucularla kısmen hafiflettiler bu acıları sinelerine atarak rahatladıklarını sananlar, dinsel otoritelerin bir kullanım ve etkileme aracı haline geldiler. Burjuvayı eleştiren ve onların sömürü çarklarını yok etmek isteyenlerin karşısına dikilerek, işleyen bir sistem var buna karşı olursanız devlete karşı gelirsiniz, devleti karşınıza aldığınızda Tanrı size kızar, tanrının kızdığı insanlar gazabı hak ederler burada cezalandırılır, öldükten sonra da cehennemde yanarlar şeklinde aforoz teknikleriyle, itiraz edenleri yok etme operasyonları başlattılar. Burada devlet mekanizmasının korumaya aldığı burjuvanın zulmü devlet adına kilise tarafından meşrulaştırılarak, itiraz edenlerin canlarının ve mallarının talan edilmesinin helal olduğu fetvaları yayıldı. Yani anlayacağınız zulüm, din burjuva ve devlet üçlüsü eliyle tarihin her döneminde kendisini korumayı başarmış ve kendine kayıtsız şartsız uyacak tebasını yaratmıştır.

Zulmün en tehlikelisi, yaptığı zulmü dini bir kılıfa büründürme gerekçesi oluşturanıdır. Din ve mezhep savaşlarında akan kan, hiçbir dönemde akmamıştır. Abdullah bin Zübeyir’in Mekke’de halifeliğini ilan etmesiyle, Emevilerin tehlikeye girdiği bir dönemde, Haccac’ın hangi gerekçe ile Mekke’yi istila ederek orada yaşayan insanların namusları ve canlarını talan edilmesi dini bir gerekçe uydurularak yapılmıştır. Zulmünüzü dinle ifade edip buna sahip çıkan bir kitle oluşturduğunuz zaman, bu zulümlerin devamının tescili, zulme uğrayan halka yaptırılır. Üstelik kendilerinin kurtuluşunun ancak bu ellerle gerçekleşeceği anlatılarak.

Özellikle İslam dünyası diye bilinen topraklardaki zulümlerin hepsi, dini bir kabuğa bürünmüştür. O kabuk olmasa zulmün çatırdadığına şahit olursunuz ancak o kabuk sürekli olarak kalınlaştırılmaktadır. Bu kabukların kırılması ve onu insanların anlaması da o kadar zorlaşmaktadır.

Müslüman olmak demek, bir gruba ait olup ona aidiyet kimliği ile göbekten bağlanıp göbekten beslenmek değildir. Çünkü İslam, bir tercihtir. Bilinçli ve özgür irade ile yapılan bir seçimdir. Oysa zulümlerini devam ettirecek olanların zulümlerine giydirdikleri dini kimlik ait olmaya dayanan bir kimliktir. Ondan dolayı da bu kimlikle anılan Müslümanım diyenlerin tamamı, İslam’ı ortadan kaldırma ve zalimlerin zulmünü devam ettirme aparatı olarak vardırlar. Müslüman bir duruş sahibi olmak zorundadır, bu duruş Tevhidi bir duruştur. Tevhidi duruşta Allah’tan başkasının kullandığı güç hiçbir zaman eleştirilemez değildir. Yanlış olduğu anda duman edilir. Dolayısıyla Müslümanın bir gruba düşünceye katılımı ile, duruşu olmayan aidiyetleri ile var olanların katlanması aynı şey değildir. Bugün Müslümanım diyenler de artık katlanma serüveninin ortağı olmaya kararlı görünüyorlar. Ondan dolayı da zulüm katlanarak devam ediyor. Hakkın ve adaletin şahidi olmayı beceremeyen ve öyle bir derdi ve endişesi olmayanların, zulmün bir aparatı haline gelerek, tevhidi duruş ortaya koyanları ikna çabası başlamışsa, orada zulüm toplumsal genleri kuşatmış demektir. Toplumsal genlerin ve dokunun zulme din adına katlandığı toplumlarda, halk kendi sömürüsünün tescilini kendisi yapar ancak bunun farkına varması öyle kolay olmaz.

Din adına sömürenlerine doğum günü partileri yapanlar ve onlara iyilik temennilerinde bulunanlar, sömürünün kaynağından daha tehlikelidirler. Çünkü bir zulüm, sömürü, onu alkışlayanların ve ne pahasına olursa olsun buna katlanmak zorundayız diyenlerin bu eylemleri ve düşüncesi sayesinde ömür sürer. Sömürü çarkının işlemesine katkı sunan din ve o dine inananların yapacağı her eylem ve davranış piyasa da sömürüye kar elde ettirirken, özgür kulların varlığını ortadan kaldırmaya bir adaydır.

Hakikaten dindar ve bir fikir sahibi olup idealleri olan herkese çağrım, sömürenlerin sömürülerine alet olmayın ve sizi bir manivela gibi kullanıp işine yaradığınız oranda size bir kıymet verdiklerini bilerek hareket edin. Böyle bir anlayışın ve sömürünün son bulması ve zulmün kendi kendisini imha etmesinin yolu, sömürülenlerin sömürenlerin isteklerini onaylamamaları ve sömürü mukavelesine imza atmamalarıdır. Bunu gerçekleştirecek yürekler var olduğu zaman, hayat anlam bulur ve yaşam yeniden başlar; öyle olmadığı zaman da inleyerek stres ve acılarla öleceğimiz günü beklemek zorunda kalırız.

Her şeye rağmen yaşamak güzeldir diyerek ayağa kalkan ve inandığı idealler uğruna mücadeleden kaçınmayanlara selam olsun…Selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/14.07.2023/15.07/Namazgah-İST

11 Temmuz 2023 Salı

ACILARLA BÜYÜDÜM ÇELİKTEN SERTTİR SÖZLERİM!

Kemale ermeden kelam etmeyi zilletten sayan bir kardeşiniz olarak, elimdeki kalemi kullanmaya titizlikle özen gösteren biriyim…Kaleme ve yazıklarına yemin olsun ki diye Rahmanın üzerine yemin ettiği kalem olabilmem için her zaman adaletin sütunu olmaktır amacım…

Tekrarlanan yanlışları hata olarak görmeyen, onları bir tercih olarak algılayan yürek ikliminde oksijen alarak yaşamımı sürdürmekteyim.

İnsanları aldatan ve onların huzursuzluklarından mutlu olmayan, insanlığını çıkarlarına satacak kadar çukura düşmeyecek erdemli bir insanım…İnsanım diyorum, yaratık olmadığımı herkese deklare ediyorum.

Hayatım para kazanmakla geçmedi, ben bir ışık olarak karanlık bir dünya da her ortama bir kıvılcım olma sevdası ve aşkıyla yaşayan biriyim…

Gök kubbe altında Yaratandan başka kimsenin beklentilerini karşılamayacak bir vakar taşımaya çabalıyorum, günahkâr bir kul olabilirim fert olarak, ancak kendi günahlarımın kurbanı olarak kimseyi görmek istemeyecek kadar da onurlu ve merhametli yaşamaktır çabalarım…

İnsanların zaaflarından duygusallıklarından kendime dünyada fildişi kule kurmak olmadı hedefim ve asla olmayacakta bunu bana idrak ettiren Rabbime hamdederek yaşamak en büyük idealim…

Aşırılıkların tanımını doğru yapmaya çalışırken, kolu kırıp çaktırmadan yen içinde acı çektiren bir vicdani yaklaşıma asla sahip olmadım ve olamam…Necis neredeyse kendi nefsimden başlayarak temizlenmesi en büyük şiarım…

Yalan dolan kandırma ve yamukluk, kıyıma kenarıma uğramasın diye hep öğüt adı altında şeytani denklemlerle mücadele ederken beni düşündüğünü söyleyenlerin bu söylemlerinden en az şeytan kadar nefret ettim…Beni düşündüğünü söyleyen her kim varsa, onların en acılı voyvoda kazıklarının sineme açtığı yaraları sarmakla geçti ömrüm…

Gecenin sesiz sakinliğinde benden çok benim dışımdaki canlıların huzuru ve mutluluğu için zihnimi kalbimi ve bedenimi yorduğumda bunların vermiş olduğu hazzı, hiçbir şeyden almadım…

Masa başında oturarak birilerine laf yetiştirme derdinde olan, sosyal medya manyağı değilim, söyleyeceklerimi ve yapacaklarımı yapmadan rabbim canımı alırsa sorumluluklarımın hesabını vermeme endişesiyle her anımı yolda sokakta yatakta, otobüste hep bir sorumluluk aşkıyla yaşayan korkusuz bir faniyim…Dün yoktum yarın yine olmayacağım ancak beni var edenin var etme gerekçesine uygun yaşarsam var olacağıma canı gönülden inanan biriyim; ondan tüm çırpınışlarım…

Var olmak istiyorum, burada asli şahitliğimi yaptığımda bir anlamım olacağını biliyorum, ondandır işte tüm anlamsızlıklarla savaşım…Aldatılmayı ve aldatanlara fırsat tanıyıp yakınmayı değil, önlem almak ve aldatanların zihninde bu cinliklerin oluşmaması için çabalarım ki, onların da doğru olana yönelmesi isteğim…

Rahmandan başka memnun edeceğim olmadığını biliyorum; onun memnun olduğunu Allah yarattıklarına bırakmayacağından o kadar emin ve mutmainim ki, bu huzuru dünyayı bana bağışlayanların veremeyeceğini, en içten kalbi duygularımla anlatayım…Ondan dolayı; adaletsizliklere, çirkefliklere, fuhşiyyata, yamukluğa, aldatmaya aldatılmaya, ikiyüzlülüğe,manipülasyonlara,değerler kullanılarak aldatılmaya tahammülüm olmadığından verilen ömrümü anlamlı yaşayarak buradan gitme derdindeyim…

Yeryüzünde Halife olarak yaratıldıysam bu görevimin itibarını koruyarak asil bir duruşla yaşamaktır derdim…İdeolojik boşlukların kurbanı olanlar, mitolojik dini masallarla büyüyenler, taraftarlık hayatlarının vazgeçilmezi olanlar benim derdimden bir şey anlamazlar…Ondandır anlayacak ve anlayacağım insanlarla karşılaşmaktır dualarım…

Uyutan bir dinin hiçbir yerinde ismim adresim  yok benim…”Ey nebi kalk ve uyar sen yüce bir ahlak üzerindesin” diyen Rabbin kuluyum ve o kararlılığı yerine getiren bir elçinin takipçisiyim…Onun nasıl yaşadığını bilen ve o acıların verdiği ağrıları bir rahmet gibi yaşayan  elçinin takipçisi olarak, gideni az olan ve kimsenin gitmek istemediği bir yolda yürüdüğümün farkındayım…Rahmet dilediğim  babam derdi ki,oğlum,Allah’ın vahyi şu an bir kor ateş gibi ona yaklaşanları yakıyor, uzaklaşanlar karanlık yola sapıyor, ne mutlu o koru her şeye rağmen alıp yol gidenlere, sana tavsiyem öyle bir yolun olsun… Öyle gittiğin sürece  tüm haklarım sana helal olsun ve hayatta kimseye dayanmadan, sadece Allah’a  dayanarak yürümeni vasiyet ediyorum…Küçük kardeşlerin var onları koru sen çok merhametlisin ve içinde hiç kindarlık yok, sen hakikat aşığısın öyle kal oğlum, belki bir daha görüşemeyebiliriz, Allah yolunu açık etsin dediği yıllarda, henüz bir kitap yayınlamamış  ama makaleler yazıyordum. Yıl 1994 Nisan ayının 6sı…5 nisan kararları olmuş ve benim heyecanım bugünkünden çok daha fazlaydı, yerimde duramıyordum…O gün Mardin, Diyarbakır, Gaziantep ve ardından Kilis’i gezerek oradan Hatay’a ve köyümüze gelmiştim…İki gün onlarla geçirdiğim günün ardından ayrılmak zorundaydım, bizim hayatımız mücadele ile geçti,o gün yetiştirdiğim ve doğrudan ilgilendiğim kardeşlerim şu an devletin en üst kademelerine kadar var rahatlıkla ülkenin her noktasından haberi 2 saat içinde çok şükür alabilecek durumdayım; ondan dolayıdır ki konuşmalarımın ve söylemlerimin hepsi temellendirilmiş bir çabanın ürünüdür…Kimsenin kişiliği ve şahsiyeti ile değil sorunum…Davranışlar ve eylemler üzerinde yoğunluğum…Fikirler ufkunda, insanımızı, sorumluluk bilinciyle bir yolculuğa çıkarmaya çalışıyorum…

Babamla en son canlı olarak bir daha karşılaşmadım, ancak sabahın 6’ında telefonum çaldı oğlum sana bir haberim var, hemen memlekete gel ve kardeşine haber vermeyi unutma; ne oldu anam bir şey mi var dediğimde baban şu an hastanede dedi ve gerisini getiremedi anladım ki çekilmiş perde, gökteki yıldızlar döküldü üstüme pençe pençe, çat telefon kapandı yüzüme…Hemen kalktım otobüs aradım üç saat sonra bir araba buldum, Adana’dan doğuya gazete getiren bir arabanın boş olduğunu, onunla 6 saatlik bir yolculuk sonrası Hatay’a geldiğimde tam saat 18.10 du,hemen abimlere doğru yola çıktım ve karşıma çıkan abim babam dedi gerisini getiremedi, bilge hikmet sahibi, evladına hayırdan başka bir öğütte bulunmayan adamın ruhu uçmuştu Rabbine…Abimin gözlerinden yaşlar akmaya başladı ve hemen yere çömeldi,25 yaşımdaydım. Onu hemen tutup kaldırdım ve ona dedim ki, biz rabbimizden geldik ve ona gidiyoruz. Ne kadar şükretsek azdır, çünkü biz böyle bir babanın evladıyız ona rahmet dilemekten başka işimiz olamaz…Benden küçük 7 kardeşim vardı hepsi küçük ve okuyorlardı kolumuz kanadımız kırıldı ama o acı ve ayrılıkla hayatta kalmayı başarmış bir yaşamımız var, açlık tokluk değil bizim işimiz, biz adaletten haktan hukuktan insanlıktan bahsediyoruz, ancak bu sıkleti çekemeyecek beyinlerle uğraşmak ne acı veriyor insana…

Ben o adama doyamadım ama ben çocuklarıma öyle bir baba olamamanın acısıyla yanıp kavrulan bir babayım…Nedeni ise hep başka yerlerde ve farklı zamanlarda hep ideallerimiz için koştuğumuzdan başkalarını gördüğüm kadar onları görmediğimden kendimle hesaplaşamıyorum…Biz o mücadeleleri böyle bir karanlığı yaşayalım diye yapmadık…Bugün bizi gençlerimizi bu karanlıklarda dağılan kum tanecikleri gibi savuran bir sistemi tahammül gücüm kalmadığından haykırışlarımın önüne geçemiyorum…

Sabah olup Antakya devlet hastanesinden cenazesini almaya gittiğimizde morktan çıkardım yüzünü açtım ve dedim ki esselamu aleyküm ey babacığım ben sana doymadım ama rabbim seni katına aldı sana rahmet diliyorum, şunu bil ki doğruluk hayatımın temel ilkesi olmazsa o yaşamı yaşamak istemem, seni götürüp ebedi mekanına uğurlayacağız…Bir daha görmeyeceğim yüzünü, ama bu yüzü hiç unutmayacağım seninle geçen muhabbetimizi, Yakup (as)’in, Yusuf’un başına gelenleri okuduğumda, ağlayarak bana sarılmanı hiç unutmayacağım sen bir baba değildin candın…İşte bu acıları görünce benim canımdan çok içimdeki can acıyor ve dayanamıyorum…

Ben böyle bir babanın elinde eğitim aldım ne okullar ne üniversiteler ne cemaatler ne konferanslar onun bana verdiği bir zerreyi veremedi…O bana insanlığımı öğretti ben ona hayatın anlamını anlattım…İnsan olarak anlamlı bir hayat yaşamak hakkımız değil mi, biz sadece insan olarak anlamlı bir yaşamın derdindeyiz, tüm dünyalıklar, sahiplenmek isteyenlerin olsun bize insanlığımızı bırakın…

Biz imkansızlıklar içinde küçük 7 kardeşimin hayatta kalmayı başardığı ve acıları yudum yudum birlikte yudumlayarak var olduğumuz topraklardan gelen bir ruha sahibiz…Yokluk nedir çok iyi biliriz ve katlanmak gerekiyorsa katlanmayı herkesten çok baş tacı yaparız ama asla zalimliğe ve adaletsizliğe rıza göstermeyiz ben babamın oğluyum…Ben tek başıma, oğlum Amerika şeytanıyla baş ederim diyen bir babanın şizofren(!) oğluyum…

Bu yolculuk burada bitmez son nefesimize kadar ayakta dosdoğru yaşayarak ölmek hedefimiz…Sağlıcakla kalın, Acılarımın bir fotoğrafını nenemin çıkınından çıkardım ki, bu hayatı nasıl yaşadığımızı bilmeyenler bilsin istedim…

20.Temmuz 1994 saat:18.10 Can Babamın vefat anı ona rahmet diliyorum beni rahatlatan tek varlıktı yeryüzünde, ruhunu hatırlamak bile içimi boşaltı en iyi terapi oldu bana…Sana rahmet diliyorum…O sevdiğin yer yok artık görmemiş olmana çok sevindim çünkü sen bu acıları kaldıramazdın…Senin canın içimde sanıyorum, ben de dayanamıyorum yoksa ben bu kadar duygusal olamam) 😊

Erol Kekeç/10.temmuz 2023/13.53/Namazgah/İST