İpekböceğinin sonunun nasıl olduğunu, onun hayatıyla ilgili malumat sahibi olanlar bilirler. İpekböceği kozasını örmeye başladığı zaman, dışarıya kendisini kapatır sadece içeriyle ilgili olanları görür ve işine devam eder. Kozasını örer bitirir ve son noktayı koyduğu zaman, kendi hayatını sonlandırır, ancak o hala kendisinin çıkacağını sanır. Oysa insanlar, onun kozasını alıp ondan ipek yaparlar, ipeğin alınabilmesi için kozaları sıcak suya atarlar, koza açılır böcek kozadan çıkar ama ölmüş olarak çıkar, oradan sağ çıkma imkânı kalmamıştır.
İnsanlık yaşamı da çoğu zaman buna
benzer. Kendi düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanan ve ondan başka doğru
kabul etmeyen anlayışlarda farkında ya da farkında olmadan kendi sonlarını hazırlarlar.
Siyasal sistemlerde böyledir. Eleştiriye kapalı, yaptıklarının dışında doğrunun
olma ihtimalinin olduğunu kabul etmeyenler ve tek adam olarak her yere emirler
yağdıran totaliter yapıların son hali, bir ipekböceğinin sonundan farklı değildir.
Düşünen insan ile düşünmeyen bir canlı arasında sonuç olarak fark yoksa acaba
akıl ne işe yarıyor diye insan sormadan edemiyor.
Ortaokul ikinci sınıfta Rabbimin bir
lütfu ile İslam ve onun yaşam kitabı Kur’an’ı Kerimle tanıştığım yıllarda,
herkesin bir doğrusu vardı ve herkeste kendisinin Müslüman olduğuna inanıyor;
ancak farklı düşünenler arasında bir selam bile esirgenir, hatta selam vermek
insanı küfre götürüyor gibi algılanırdı. Öyle keşmekeş bir dönemde İslam’ı
tanımaya çalışan, çoğu zaman da böyle düşünenler arasındaki bu duvarların neden
var olduğunu sorgulamaya çalışırdım. Kimin yanına gidip neden böyle olduğunu
sorduğum zaman, haksız olan kimse yoktu herkes haklıydı, ama haklılıklarını
izah edecek ve karşıdakini ikna edecek devamlılığı olan bir düşünce yoğunluğundan
da yoksunlardı. Tüm bunlara rağmen, bizim çocukluktan kaynaklanan
duygusallığımız bizi bunların hiçbirinden koparmıyordu, birbirlerine görünmedikleri
ortamlarda hepsini soruyorduk. Bu sormalarımız Allah’ta biliyor ki bir menfaat için
değil; tamamıyla samimi duygusal ve içtenlikli halimizdi. Çok okuyan çocuklardık.
Ortaokul ikinci sınıfta Ali Şeraitinin Hac kitabını okuyan ve hala tadı
damağında, zihnini o konuda ondan başka tatmin edici başka bir mütefekkirin
kitaplarında o hazzı alamamış bir okuyucuydum. Yani diyeceğim o ki, o dönemde
farklı okumaları yapmak hayatımın vazgeçilmezleri arasındaydı. Lise bir
öğrenciliğim dönemi, neredeyse Sosyolojik ağırlıklı Türkçe ’ye tercüme edilen
tüm kitapları alıp bir an evvel okuyordum. Lise ikinci sınıfa geldiğimde en az
üç tefsiri baştan sona okumuştum. Hatta “Fizilal-il Kur’an ”Tefsirini lise-2 de
35 bin liraya almıştım. Pansiyonda kalıyordum param yoktu, çok sevdiğim ve
değer verdiğim bir Hocam, git al ben sana destek olacağım demişti. Israrla bana
o tefsiri aldırmıştı, o tefsirin Ödemesini hocama yapabilmek için, yaz dönemi
İzmir’de Amerikalıların inşaatlarında çalışarak o parayı biriktirmiş 3 ay
sonrası tekrar lise-3 öğrencisi olarak okuluma döneceğim zaman bir yıllık harçlığım
olmuş, elbiselerimi almıştım hatta bir yıl evde tüketilecek buğdayı almak için
Rahmetli Babama bir ton beş yüz kiloluk buğday parasını vermiştim. Öyle bir
kendimi kaptırmıştım ki, O dönemin yazında, İzmir’in sıcağında Mevdudi’nin
Hilafet ve Saltanat kitabını okuyarak; geçmişin olumsuzluklarını sorgulayarak
kendimce bir düşünce alt yapısı oluşturuyordum. Sabah 07.30’dan ikindi saat
17.30 kadar çalışıyorum, o saatten sonra İzmir Fuarında ağaçların gölgesine
gidip kitaplarla baş başa bir yaşam sürüyorum. Akşam gece yaklaştığı zaman
İzmir’in gece kondu bölgesi olan Bayraklının Alpaslan mahallesine gidiyorum,
oradaki gençlerle Kur’an ayetleri okuyoruz ve bir gençlik oluşturup o arkadaşlarla
geleceğin yapılanmasını tartışıyoruz. O dönemdeki arkadaşlarımdan biri hala en
samimi dostlarımdan İzmir’de önemli bir market sahibi, Rabbim hayırlı yolda yar
ve yardımcısı olsun…
Hafta sonları Urla Çeşme altına
gidiyorum, orada benden bir iki yaş küçük olan genç kızlar var onlar
yazlıktalar ben hafta sonu bir arkadaşımda kalıyorum, onlara tefekkür üzerine
konuşmalar yapıyorum, yaratılış, hayatın amacı insanın yeryüzündeki fonksiyonunu
gibi konuları duygusal ve tefekkür boyutlu konuşuyoruz. O genç kızlarımızın
hepsi şortlu ve bisiklet sürerek sahilde günlerini gün ederken, belli bir dönem
sonra ben bunlara hiç kapanın veya şöyle giyinin demediğim halde, onların çoğu
kapanmıştı ve şortlu gezmeyi terk etmişlerdi. Çeşme altındaki Cami Hocasına
giderek hocam o abi ne zaman gelecek diye hep beni sorarlarmış. Ben onları bir
daha göremedim ama çok kitap gönderdim okumaları için…Lise3 öğrencisi olarak
Bazı zamanlarımı da Bornova’da Ege üniversitesi kampüsüne giderek mühendislik fakültesi
gençleriyle düşünce yoğunluklu küçük gruplara konuşmalar yapıyordum… O
arkadaşlarla muhabbetimiz, siyasal yapıyı bizim cenah alıncaya kadar devam etti;
ancak iktidar nimetlerinin çok sevimli gelmesiyle o arkadaşların çoğu ile
bağlantılarım koptu, çünkü onlar artık o değildi oysa biz hep oyduk düşünsel
bakış açısından, ama o derken statükocu o değil…
Bunlar çok güzel anılarımız olarak
kaldı ama gelecek yaşamımızın daha güzel olması için çabalayanlardan olmayı
tercih ettim. Bana tefsiri alan Hocam Bir dönem Refah partisinden
Milletvekilliği yaptı, aynı dönemde iki hocam vekildi, birinin yanına yaklaşmak
için kırk katır mı kırk satır mı dedirtecek kadar varmamız mümkün değilken,
bana o tefsirin alınmasında destek olan ama daha sonra emanetini okul
açıldığında iade ettiğim hocam, yarısını zorla aldı diğerini hediyem olsun dedi…
O samimi ve içten hocamla vekil olmuş emekli olmuş Ankara’da oturmasına rağmen
İstanbul’a her gelişinde beni evimden alır dostlarına gideriz ve hala
heyecanımız insanlığın kurtuluşu ve insanlık faydasına adil bir yönetim için
bizlere, bir kul olarak düşen sorumluluk nedir, bunları o günkü gibi değerlendiririz.
Bunları neden mi anlatıyorum, her çiçekten polen almak nasıl ki kaliteli bir
bal için önemli ve gerekli ise, ben düşünsel kalitenin birçok farklı
ortamlardan alınan uyarıcıların birleştirilmesiyle elde edileceğine inandığım
için, bunların hayatımda önemli mühürleri olduğu için kısaca değindim. Hatta
Paul Feyereband’ın “Yönteme Hayır ”Kitabının tercüme edileceğini duymuştum ama
daha basımı yapılmamıştı, o kitabı ararken Birleşik Dağıtımda Sayın Abdurrahman
Arslan ve Ali Bulaç’la tanışmıştım. Abdurrahman abi delikanlı seninle tanışalım
gel bir çay içelim dedi ve Ali Abi de geldi birlikte bir çay içtik yaşımı
sordu,20 yaşındayım, ne okuyorsun, Sosyoloji okuyorum dedim. O zaman Ali Bulaç
dedi ki, hakikaten böyle gençlere çok ihtiyacımız var… Çıktığı zaman kitap sana
haber edeceğim dedi ve bağlantı kuracak o zamanın şartlarında normal bir
telefon bağlantısı vermiştim; ama o bana ulaşmadan ben kitabı alıp okumuştum çıkınca,
ondan sonra kritiğini yapmıştık aynı ortamda… Böylesi bir süreçten geçerek
gelişen düşünce atlasımızın, her noktanın koordinatlarını yerli yerinde koymaya
özen gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak bazen beyin dağarcığım patlama
noktasına geliyor ve kendi ördükleri kozanın içinde yaşam sürenler, kendi
gidişlerini görmeden bir başkasına da aynı kozanın kutsallığını anlatarak
onları da mahkûm etmeye çalıştıklarını gördüğüm zaman, dayanamayıp patlama
noktasına geliyorum. Yoksa şahısların kişilikleri ve düşüncelerinin ne olduğu
onu bağlar benimle ilgili değil, âmâ onu bir kutsal gibi dayattıkları zaman ben
zıvanadan çıkıyorum.
Bugünkü gibi yine bir ramazan ayı 27
yıl önce Gaziantep’te bir eğitim kurumu, ramazanın ilk günü oruçluyuz sabah
saat 10 gibi öğretmenler odasına gelmeyen arkadaşların hepsi öğretmenler
odasına doldu; herkes birbirine sigara tutuyor çay söylüyor ortam gayet şenlik…
Ben de masanın ucuna oturdum bahçedeki öğrencilere bakıyorum. Sol düşüncede
olan bir arkadaş bana sigara uzattı sağ ol İb… Hoca dedim, oruçlu olduğumu
söylemedim ama onların hepsi beni çok iyi biliyorlar. Sigara içen üzerime
üfürmeye başladı; bir iki üç derken benim şalterler attı ve kalktım. Bana bakın benim değerlerimi benimsemek
zorunda değilsiniz ama hakaret etme hakkına hiç sahip değilsiniz, dua edin
üzerimde silah yok, yoksa şu anda bu davranışı yapanların hepsinin kafasına
sıkardım dedim. Hoca ne oldu özür dileriz yanlış anladın falan dediler ve kalkıp
gittiler o günden sonra bir daha öğretmenler odasına uğramadılar ve her
gördükleri yerde hocam nasılsınız ne var ne yok sağlığınız nasıl gibi yapayda
olsa hal hatır sordular. Düşünüyorum da bunlara gerek var mıydı, herkes kendi
varlığıyla yaşasa başkasına zulmetmese olmaz mıydı? Elbet olurdu, âmâ herkes
kendisini kanıtlamak ve başkasına dominat olmak zorunda hissediyor kendisini…
Bu hastalık insanları içinden çıkamayacakları bir kozaya hapsediyor. Bizler
hayatımızda karşılık bulan düşüncelerimizi bir yerlerden su doldurur gibi doldurmadık,
ilmek ilmek dokuyarak bir fikir sahibi olduk ve hatalı olanları geldiğim
noktaya bakmadan yerine daha doğrularını koymaktan zevk alırım. Böyle bir bakış
oluşturmak çok zor olmasa gerek, neden zor olsun ki, ben dünyada sahip
olduklarımı korumak için yaşamıyorum ki, dünyada doğrunun hakkın ve adaletin
önce kendi nefsimde sonra çevrem, daha sonra daha kapsamlı genişleyerek
yayılması ve ortaya çıkması için çaba harcayanlardanım. Bu anlayışla geleceği
kuşanmak isteyenler, kendi zindanlarını kendileri oluşturur mu, varsa öyle bir
ihtimal onu terk etmekten ve doğruya yönelmekten kaçınmazlar.
Bu coğrafyanın talihi hep kara
lekelere sahip, özellikle İslami düşünce bu topraklarda çok bahtsızlık yaşadı.
İnsanlar bir bilgi sahibi olmadan, kritik akıl ve sorgulama becerisi kazanmadan
doğrudan bir fikrin savunucusu oldular. Ondan sonra da o fikre uymayan herkese
mührü bastılar. Sonrasında karman çorban bir yaşam ortaya çıktı. Bu yaşamlardan
günümüze gelen örneklerin şu anki yaşamdaki karşılığına baktığımızda, böylesi
karanlık tabloların içine bizleri çekmiş olmaları doğal bir süreç gibi görünüyor.
Oysa bu karanlıkların hiçbirisi doğal olamaz, çünkü bizlerin düşünsel altyapısı
doğal bir gelişimle oluşmadı, tamamıyla yapay ve zoraki bir yaşam alanına insanlar
taşındı, istemeseler de grup ve kitle dürtüsüyle kendilerini o grubun bir elamanı
olarak gördüler. Grup içindeki güven duygusuyla galeyana gelen fertler, o
gruptan dışarı çıktıkları zaman, sudan çıkmış balığa döndüler. Sonrasında da
kendi canını kurtarmanın derdine düştüler. Bu anlayışların hepsi çorak toprakta
büyütülmeye çalışılan bir bitki gibi olmasına rağmen, dünyalık önemli kaynakların
başına geçirildi ve onlar orayı korumakla görevlendirildi. Sınırsız yetki ile ödüllendirildiler.
Onlar da bu durumu kendilerinin ayrıcalıklı olduklarından böyle görevlere getirildiğine
inanmalarıyla, film koptu. O kopuş bu kopuş durdurana aşk olsun, freni patlamış
bir tır gibi nasıl ve nerede hangi kayaya çarparak duracağını beklediğimiz korkulu
bir yolculuk süreci başlamış oldu.
Karadeniz’de Köylüler yaylaya
çıkmışlar büyükçe bir değirmen taşı yapmışlar, ama bu taşı nasıl
getireceklerini bilmiyorlar. Köylüler içinde kendisine danışılan ve fikir
alınan bilge kişi Temel’miş. Temel’e durumu anlatmışlar Temel bu çok kolay uşağım,
bunu bana bırakın demiş. Haçan Uşaklar yaylaya gideyrük, ben o değirmen taşının
içine kafamı koyacağım, onunla birlikte teker gibi olacağım siz oradan beni yuvarlayacaksınız,
aşağı ovaya gidip beni orada bekleyeceksiniz, oraya geldiğimde hop hop diyerek
beni uyaracaksınız ben de iki ayağımla sağa sola fren yaparak duracağım siz de değirmen
taşını alırsınız demiş. Köylüler oldu demişler ve aşağıya inmişler. Taşı
yuvarlamışlar aşağıdakiler de taşı izlemişler, taş yaklaşınca hop hop
demelerine rağmen taş durmamış, inmiş bir yokuşta durmuş. Bakmışlar ki Temelin
kafası yoktur. Ulan Uşaklar Temel geldiği zaman onun kafası var mıydı yok muydu,
bunu ancak hanımı Fadime bilir gidip ona soralım demişler. Fadime’ye gelip
sorduklarında Ha uşaklar Temel oraya girdiğinde kafası yok idi demiş, biz
anlamıştık zaten olsaydı kafası da taşla gelirdi deyince, Fadime kafası olsaydı
oraya kafasını geçirmezdi diye cevaplamış…
Evet, dostlar İnsan bazen kendisini
kozaya hapsedecek kadar kafasını Temel gibi bir yerlere bırakmış olabilir. Ancak
onun faturasının çok ağır olacağını bilmiş olsalar öyle bir kozanın içine
girerler mi dersiniz? “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar.” Âlemlerin
Rabbi Allah’ım, bunu boşuna söylemiyor. Çünkü insanın içindeki hırsının onu
nereye götüreceğini ve başına ne getireceğini bildiği için, bu kadar açık
beyanıyla bu sonla karşılaşmamızı istemiyor.1990’lı Yıllarda Güneydoğu’da din
adına ne domuz bağları ile insanların öldürüldüğüne şahit olduk. Değneklerle
sabah namazı çıkışında katledilenleri gördük gecenin saat üçünde kimsesiz
sokakta evimin nasıl kuşatıldığını biliyorum. Bunların hepsi kendi kozaları
dışında dünyanın olmadığını düşünen ve inandıklarına karşı da o kadar samimiler
ki bunların hepsini bir ibadet aşkıyla Allah’a yakın olmak için yapıyorlardı. Peki,
Allah’a yakın olmak için yapılan bu davranışların Hz. Ali’yi katleden Kutsal
harici timlerinden ne farkı vardı. Asla yoktu ve olması da mümkün değildi.
Çünkü harekete geçiren dinamikler ve hedef aynıydı. Amaçları Günahlardan
arınmak ve Allah’a yakın olmak. Peki, bu eylemler kişileri aşıp yönetimler
tarafından yapılamaz mı elbette yapılır. Irak’ta Saddam, mazlum ve mahrum
Halepçe Halkını kimyasal gazlarla katlederken bir hedef için yapıyordu. Yani
kendisi doğru onun dışındakilerin katledilmesi kendi doğrularının daha geniş
kitlelere ulaşmasını sağlamaktı. Yani ibadet aşkıyla yapıldı. İran’la süren
savaşın arkasında Tüm batı ona verdi gazı o da saldırdı ve sonuç hüsran iki
taraf için… Sonrasında elindeki bu silahlar imha olmazsa bu bölgede sorun olur
diye düşünen Şeytan ABD, Saddam’a verdi gazı, Kuveyt’in eskiden Irak’ın bir
vilayeti olduğu, basında bile dillendirildi ve Saddam’ın ağzının şorikleri
akmaya başladı, bir gecede Kuveyt’i kuşattı ABD’nin hiç sesi çıkmadı ama bir
gerekçe buldu ve dedi ki, Saddam burayla durmaz Suuda saldırabilir; onun için
Dahran Limanına geldi yerleşti. Önce şişirdiler kendisine bir koza ördürdüler,
oysa Saddam bu eylemleri yaparken kendi ölüm fermanını kendisi imzalamıştı. ABD
sadece ipekböceğinin kozasını almak için kozayı alıp sıcak suya attı ve ipeği
alıp gitti. Peki, Saddam ne oldu, ördüğü kozanın dışına çıktı ama yok oldu;
kazanç ABD’nin kasasına aktı. Evet, dostlar İslam topraklarında buna benzer
örnekler çok fazladır. Onun için, bu örneklerin sona gelmeden önce uyarılması
ve kozaların etrafının kırılması ve kozanın dışında çok farklı bir yaşamın
olduğunu uzun yıllar kendilerini kozaya hapseden yöneticilere hatırlatmak
gereklidir diye düşünüyorum. Bana sorsalar, Sudan’da Ömer El-Beşir’in Temel
gibi gerçekten kafası var mıydı yok muydu diye, oraya gittiği zaman kafası
vardı ama orada uzun süre kalınca, kafasını bir yere bırakmış olmalı ki,
sonuçta kafası olmadığı anlaşıldı derim.
Evet dostlar, kendi gettolarını
kendileri oluşturanlar, ipekböceğinin kozasının son halini ve oradan nasıl
çıkarıldığını idrak ederlerse, öylesi bir yaşamı kendilerine reva görmezler.
Böylesi bir sonun içinde olmamak için gençlik ve çocukluk yaşamımdan
örneklemeler yaptım ki, her an kendimizi yeniden sıfırdan başlıyor gibi
yenileme imkânımız olsun…
Zaman hızla akarken, düğümler daha
bir çözümsüz hale getirilmeden, kozanın son noktası örülmeden kozanın dışındaki
yaşamın nasıl olduğu ve oradaki yaşamın kozanın içiyle benzer olup olmadığını
anlayarak dışımızdaki dünyanın gerçekliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi çevirerek
yürekten bir hissediş yaşamalıyız ki, kozalar kendiliğinden açılsın ve ipekler
kendiliğinden serilsin, biz ise ayaklarımıza dolanan ağların karmaşıklığından
çıkarak aydınlık ufuklara gözlerimizi çevirerek, fecrin doğumuna şahitlik
yapacak duruma gelelim…
Zamanda yolculuk benimki, bir yerde
dur durak nedir diye sormam, her limana demir atmam, demir atacağım limanın her
yanı ipekböceği kozalarına tahsis edilmiş ise, ya kozalakları sıcak suya
atılmadan yırtarım ya da o limanı yakar, denizlerden karaya bir daha dönmem;
ben denizlerin korkusuz ve deli kaptanıyım… Haşin dalgalara göğüs germeyi,
yakılacak limana demir atmaya yeğlerim…
Selam sabır metanet ve dirayetle
Kozaları delip dünyaya hakikat gözleriyle bakanlara selam olsun…
Erol KEKEÇ/07.04.2022/01.30