2 Eylül 2022 Cuma

TECRÜBE PAHALI OLMUYORSA KIYMETİ HARBİYESİ VARDIR

Hakikaten konuşmak istemiyorum, ancak bu kadar lakayt ortamlara şahit olunca kendimi tutamıyorum ve klavyeye sarılıyorum. Yoksa kendi kendimi imha edeceğim. Ülkenin gariban insanlarının kendi evlerine harcamadıkları paraları vergi olarak toplayan asil(!) devletimiz bazı kenelere paçayı kaptırmış onlar bizi sülük gibi emiyorlar.185 milyon parayı iç eden birisi kalkmış, kendi iradesi dışında tesettürsüz fotoğraflarının yayınlanmasını gündem yaparak, cennetteki (!)köşkünün sarsıldığını anlatmaya çalışıyor. Böylesi bir çirkef yaşamı nasıl hoş görecek kadar asaletimizi karakterimizi ve şahsiyetimizi kaybettik bunları görünce tüm cinlerim şaha kalkıyor.

Böylesi çirkef yaşamlardan insan olan insan hiç mi rahatsızlık duymaz. Nedir bu rezaletler anlayan ve gerekçe gösterip savunacak çukura düşmüşler varsa, oradan seslensinler de belki bizim göremediklerimizi bize gösterirler.(!)Sosyal paylaşım sitelerinde ve bazı köşesiz köşe yazarlarının cibilliyetsiz yaklaşımlarını görünce bir kaç satırı karalama ihtiyacı duydum. Adam çirkefliğin boyutunu değil de kadının özel yaşamının dışarıya yansıtıldığının ahlaki olmadığını anlatıyor. Hiç mi sizde zerre kadar şahsiyet yoktur yahu, bunları bile savunacak kadar omurgasızlığı nasıl kaldırabiliyorsunuz. Milleti kandırarak onların oyu ile bu makamlara gelmiş olanlar, milletin gözüne baka baka Milleti soyup soğana çeviriyor, hala bizlerin hiç gıkının çıkmaması isteniyor, bu şahsiyetsiz kalem oynatan solucanlar tarafından...

Birilerinin pisliklerini örtmek için, din kitap bayrak vatan devlet birlik beraberlik ve dava gibi kavramlar, pislik örten bir bez haline geldi. Neden kendi pisliklerine bunları referans göstererek yaşam alanlarını genişletmek isteyen bu yaratıkların çirkef tavırları, Müslümanız diyen topluluklar tarafından adam gibi gündem yapılmaz. Hani Allah'a inanıyorduk, yalan söylemeyelim hiçbir şeye inanmıyoruz çıkarımız dışında, Allah'ın gazabı gelip yerle yeksan ettiği zaman anlarız kime inandığımızı... Küresel krizler gerekçe gösterilerek insanları yaşamdan koparan ve hayatı sırtında yük haline getirip umutları imha eden, mutsuzluğu bir yaşam biçimi olarak sunan bu zihniyet yapısı değişmediği sürece, bu tür solucanların yaşam alanlarımıza pis izlerini bırakacağı muhakkaktır.

Organize suç örgütü lideri bunları söyledi, onun kimler tarafından kullanıldığını biliyor musunuz gibi basit sığ ve düşünme becerisi olmayanların savunma refleksleri benim beynimi cırmalamaya başladı. Kimin kim tarafından kullanıldığı bu saatten sonra umurumda değil, ancak bu milleti her gelen kullanma derdinde olduğunda şüphem yoktur. Gizli ortamlarda film çevirip yatağa girenler ortaya çıkan çocuğu sahiplenmek istemiyorlar. Bu pislik kime aitse o pisliği temizlemek onlara yol açanlara aittir. Ancak bırakın temizlemeyi bir savcı çıkıp bu nedir yahu deme becerisini gösteremiyor. O zaman insan ister istemez sormak zorunda kalıyor, bu işler acaba organize işler olabilir mi diye? Organize işler değilse bu kadar Milletle alay eden pislikleri ortaya dökülmüş olanlar hakkında savcılar harekete geçip bir sorgulama başlatmazlar. Sorgulamayı bırakın böyle konuşanlar vatan millet ve dava düşmanı olup çıkıyor ve herkes bunları yok etmek için kuduz mikrobu taşıyan it gibi karantinaya almak istiyor. Nedir bunlar ben artık anlamakta ve algılamakta zorlandığım için belki entelektüel insanlar bu halime bir çare olur diye satırlara aktarıyorum.(!)

Mantar biter gibi, akademisyenler çoğaldı, baktığın ve konuştuğun zaman iki kelimeyi bir araya getiremeyen üniversiteye şoför olarak girip prof’luğa kadar yükselenleri görünce hiçbir şey konuşmaya gerek kalmadı diye kendi inimize çekilmeye çalışıyoruz ama tahammül gücümüzün sınırı pik yaptığından dayanamaz duruma geliyoruz. Onun için olumsuz olan her şeyi sorgulayarak hakikate şahitlik yapmak için çırpınıyoruz. Yıllar öncesinden logarın patladığını içinden bazı yamalarla bu işlerin olmayacağını defaten yazdım. Hatta dört bakanın yaptığı çirkeflikler gündem olduğu zaman bunlara sahip çıkılıp, balkonlardan poz verildiği gün bu iş bitmiştir demiştim ancak herkes dışarıdan bazı güçlerin bunları kullandığını ve davaya zarar vereceğini anlatarak hep insanları avuttu. Ancak geldiğimiz noktada insanları avutacak sermaye de kalmadı ve herkes neyin ne olduğunun farkında... Ben kendi çocuğuma motivasyon amaçlı para vererek oy kullandırırken, geldiğimiz noktada akşam bana söylediği baba bu saatten sonra Senin oyun olmasa X partisinin hepsini idam edecekler ne olur o bir oy nelere kadir diye yalvarsalar, eğer ben o X partisine oy verirsem Allah benim belamı versin diyorsa benim kızgınlığımın sebebini anlıyorsunuz sanırım...

O Dört Bakandan birinin çocuğu Üniversiteye hazırlanırken benim öğrencimdi ve yakından tanıdığım haylaz bir çocuktu. Ancak o dönemde o bakanın, ismi B...ş olan çocuğunun ofisinin aylık kirasının 40 bin dolar olduğunu duyduğumda insanlığımdan utanmıştım. Böyle bir ortam olur mu, selim akıl sahiplerine soruyorum. Bunları niye mi anlattım. Bundan 10 yıl önce yapılan olumsuzluklar savunulduğu zaman, eyvallah belki bu içerdeki şebekenin kendi çıkarı için bunları kötü göstererek hainliklerini gizleme planı olabilir diye hep temkinli yaklaştık. Ancak geldiğimiz noktada o günlerin kat be kat fazlasıyla aynı çirkeflikler devam ediyorsa söylenecek söz kalmamış demektir.

Belki bu pislikler ortadan kalkar ve adam gibi adamlardan oluşan bir ortama kavuşuruz diye beklerken, adamlığımızı kaybedecek karanlık günlere gelmek ne kadar acı... Peker’in kim olduğu ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Dün önemli bir iş adamı olarak piyasalarda dolaşıp konferanslar verdiği ve iktidarın yanında olduğunu gösteren sözler söyleyerek, sakın öyle bir şeye yeltenmeyin sizleri kanlarınızda boğarız derken alkış alıyordu. Bu gün olumsuzlukları söylediği zaman kimin adamı diyerek sorgulayan ve yalan olduğunu anlatmaya çalışan bir yığın köşe dönen dallama yazarlar çıkıyor. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki, Sedat’ın söylediklerinin var olduğunun %95 inin bilgisine ben de vakıfım ancak kimin kimle bağlantılı olduğunu videolarla ortaya koyacak becerim olmadığı ve dikizcilik diye bir mesleğimiz bulunmadığı için eksikliklerimiz oluyor. Onları da Sedat tamamladığı için hiç bir kuşku duymuyorum... Aslında Sedat'ın yaptığı bu iktidar döneminde dönen yanlışları ortaya koymaktan çok, bu sistemin işleyiş düzenini tüm karanlık yönleriyle ortaya koyduğu için insanlarda inandırıcılık buldu. Gençlikle ilgili bir araştırma yapılsa organize suç örgütü diye adlandırılan şahsın, yarışta tek adam olarak geçileceği günlere gelmişsek nasıl bunları sorgulamayalım... Üst yöneticilerin belli kişileri kötü polis bazılarını iyi polis gösterme yanlışları son bulmalıdır. Bir sistemin kendisi hedef haline gelmiştir. Kötü ve iyi birbirinden ayrı değerlendirilmiyor bundan sonra, iyi var ve bu iyi söz sahibi ise, buna rağmen kötüler hepten icra işlerinin başındaysa, bu uygulama sahicilikten uzak olur. İnsanların hayata ve düşüncelere bakışında çok ciddi değişimlerin olduğu bilinmeli, bu süreçten iyi bir ortamın doğmayacağı idrak edilmeli köklü kalıcı ve sahici uygulamalara geçilmelidir. Ülkeyi üç beş kişinin solucan gibi emmelerinin önüne geçilmelidir. Ülkenin imkânları ülke insanı arasında adil paylaşılmalı, avantajlı olanlara farklı, avantajı olmayanlara farklı davranmaktan uzaklaşılmalı, liyakat ve ehliyetin dışında kimseye avantaj tanınmamalıdır. Bunu yapmak istemeyen ve dava bayrak vatan, devlet gibi değerleri öne çıkararak insanlar toparlama dönemi yavaş yavaş yok olmaya gidiyor. Şunu unutmayalım ki eskiden söylemiştim tekrar söylüyorum, “Devenin yardan yuvarlanmasına neden olan bir tutam ottur. “Deve ota hasret gerisini düşünmesi gerekenler düşünsün, benden bu kadar hatırlatma yeter diye düşünüyorum...

Kalın sağlıcakla...

BAHADIR HATAYLI/01.08.2022/14.15


30 Ağustos 2022 Salı

KADINA KİMSE ÖZGÜRLÜK BAĞIŞLAYAMAZ

Sanayi devrimi ile kadının iş yaşamına atılması ve ekonomik bağımsızlık kazanmasıyla özgürlüğünü kazandığı anlatılır. Oysa kadının ekonomik yaşama hızlı girmesi onun insani özgürlüklerinin törpülenerek, kadınsal yanının, insan olarak yaşama atmosferinin dışına çıkardığı bilinmez. Toplumsal yaşam insan unsuruna göre değil de, kadın ve erkek cinsleri dikkate alınarak şekillendiği zaman, hastalıklı bir yapının ortaya çıktığı muhakkak. Kadının ekonomik bağımsızlık kazandığı süreç olarak tanımlanan sanayi devrimi ve sonrasında, aslında insan, insan olarak yaşama ekseninden dışarıya çıkarılmış. Yaşamak amaç olmaktan çıkarılıp, doğrudan kazanmak endeksli bir hayat başlamıştır. Bu dönüşümün sonucu olarak geldiğimiz noktadan bu süreci ele aldığımızda, yaşama insani özellikler damga vuramaz hale gelmiştir. Daha sonra, yaşam nesnelere göre şekillenmiş ve insan hayatın genelinde, özne olmayı unutmuş, bir nesneye dönüşmüştür.

Toplumsal yaşamda aile bireylerinin kazanımları net olarak ortaya çıkarılıp ve cinslerin kazanımlarını hangi alanda tükettikleri sosyolojik olarak ortaya konsa, nesneleşen cinslerden kadın ve erkekten hangisinin daha fazla nesneleştiği ortaya çıkacaktır. Çalışan bir kadının kendisini daha cazip kılabilmek adına, kozmetik ve güzellik merkezlerine ne kadar harcamada bulunduğu, aslında özne olmaktan ne kadar uzaklaştığını da ortaya koyacaktır. Çünkü kadın kazancının büyük bir kısmını, kendisini karşı tarafa beğendirmek adına kullanır hale geldi. Erkekte bunları ranta çevirmenin peşine düştü. Dolayısıyla birileri ne kadar çok dekolte giyinip gösterişli hale gelirse beğenileceğini  düşündüğünden, karşı cinste de yeni bir eylem ortaya çıkardı. Erkekler ciddi bir röntgen aracına dönüştü. Yani kadının özgürlüğü denen iddia aslında kadını pasifleştirip, kendisine gösterilecek tepkiye ciddi bir uyarıcı gönderecek kıvama çıkardı. Böylesi yaşamlarda uyarıcıların ortaya çıkış ve bu uyarıcılara verilen tepkilerin içeriğine baktığımızda, insanların özgürleşmesinin ortadan kaldırıldığını ve doğrudan şartlı refleksle geliştirilen eylemlere kapı açtığını görmekteyiz.

İnsan denen varlığın kendisini tamamlaması için, iki kanadından biri olan, kadın ve erkek cinslerinin yara almasından dolayı, insan insan olmaktan çıktı ve ne idüğü belirsiz amaçsız varlıklara dönüştü. Sonrasında da beğenilmek ve beğenilerle hayatlarını anlamlı kıldığına inanan basit sıradan nesneleşmiş  varlıklar insan görünümü altında piyasayı doldurdu.Peki,böylesi bir atmosferde insanın insani bir kimlikle kendi doğasına uygun yaşayacağı ortamı ve eylemleri nasıl bekleyebiliriz ki...Bu göstergeler bize, insanın insani yaşam ekseninden uzaklaşıp, kendisi için çizilmiş olan ve bundan rant devşiren uyanık türlerinin oluşturduğu zindana hapsolduğunu göstermektedir.

İçinde yaşadığımız toplumla ilgili,  yaptığım bireysel çıkarımlarım neticesinde öyle sonuçlara ulaşıyorum ki, bunlar bireysel olmaktan çıkıp toplumsal öngörüye dönüşebiliyor. Yani değişim ve dönüşüm bireyle başlayıp çok kısa sürede toplumsal bir davranış haline gelebiliyor. Dolayısıyla sosyolojinin doğrudan araştırma alanını oluşturuyor. Toplumsal beklentiler,algılar,duygular,eylemler giyim kuşamlar diye yeni bir dalga hızla ilerliyor. Bu dalga başkalarını tedirgin ediyor mu bilmiyorum, ama ben de çok ciddi bir sorgulamaya neden oluyor. Acaba diyorum yaşamımızın sonuna doğru konuşabileceğimiz dertleşeceğimiz ortak bir değer kalacak mı, kendimize ait olan, bazen merak ediyorum. Çok hızlı esen rüzgarın önünde savrulan yapraklar haline dönmüş nesneleri andırıyor insan denen bu varlık. Küresel ortak yaşam ve kültür denen bu ucube yaşam, sera tabakası gibi evrenimizi kuşattı. Bu seranın altından çıkarak kendisine özgü doğal kültür oksijeni altında soluklananlara ne mutlu.

Kapitalizm olanca hızıyla insanlığı ciddi bir tüketim aracına dönüştürmeye devam ediyor. Dönüştürmüştü zaten, ancak geldiğimiz noktada yeni ürünleri üretmedeki bir üst modeller arasındaki üretim süresini kısaltarak, insanların haz debilerini de hızlandırıyor. Bunun sonu ilanihaye olmayacağı kesin. Bir noktada bu varlığın istek sınırlarının da dibine ulaşılacak; işte o zaman ne olacak diye düşünürken, insani yaşam alanının  dışında yeni bir özgürlük alanı diyerek insanları, küresel laboratuvarda deney kobayı haline getiriyorlar.

Neden neden; insan en mükemmel bir varlık ve kamil olarak yaratılmasına rağmen böyle bir açmazın içine sokuldu. Eğer birileri kitle iletişim araçları medya ve reklamlarla sizin özgürlüğünüzü savunur duruma geliyor ve size haklar vaat ediyorsa, sizi ancak yeni bir tüketim modeli haline getirmeyi amaçlıyordur. İnsanın özgürlüğü insanın elindedir. Onu kimse alma ve bağışlama hakkına sahip değildir. Kadınlara özgürlük diye ortaya çıkan ilk kıvılcımlara bakın, erkekler var ortalıkta, neden kadını çok mu düşünüyorlardı acaba(!)?Kadını düşünenler öyle bir tuzak kurdular ki, kadını bir reklam nesnesi olarak kullandılar. Çok az kadın ancak bunun farkına vararak aydın kimliğiyle kendini var kılabildi. Kapitalizm mutlak tüketici ve karar sahibine ulaşmak için, kadını bir paravan ve aparat olarak kullandı. Kadın her iş ortamında, kamusal alanlarda, toplu ulaşım araçlarında daha çok bedeniyle ön plana çıkarıldı. Bir aracın tanıtımında kadının gösterişli bacakları, sunulan araçtan daha öne çıktı, kimsenin bakmayacağı araçlar, kadının bacağını ve göğüs dekoltesini izlemek için gelen erkeklerle dolup taştı. Dolayısıyla kadına özgürlük denen şey, bir anlamda erkeğin gözünü doldurmak ve onların isteklerini kontrol altına alabilmekti. Maalesef ki, kapitalizm bunu çok başarılı bir yöntemle gerçekleştirdi. Sizin için iyi güzel olanları anlatarak herkesi bir zindana taşıdı. Oysa o zindan, insanlığın insanlık elbisesini çıkarıp, yeni bir bir nesneye dönüştüğü yaşamın kutlama merasim yeriydi, âmâ insan ne  olduğunu bilmedi ve bu gidişle de hiç bilmeyecek. Kadın ve erkek için yaşamda ayrı ayrı özgürlük alanı yoktur. Yaşam içinde İnsan için, özgürlük alanı vardır. Herkes bu yaşamın içinde özgürdür. Ne kadının ne erkeğin ekonomik bağımsızlık kazanması gibi bir noktadan başlayarak insanları aldatmanın anlamı yoktur. Kadın 1400 Yıl öncesinde, yaşamın ticaret üzere döndüğü bir ortamda en zengin iş insanı olarak biliniyor ve onun gibi yüzlercesinin olduğu muhakkak. O dönemde kadın bir nesne olarak yok, özne olarak hayatın içinde, oysa sanayi devrimi diye yedirilen süreç sonrasında kadın özne olarak hayatın içinde   olmadı, hep kullanılan bir nesne gibi görüldü ve bunun adı da özgürlük oldu.

Kadına özgürlük diye bağıranların hepsi kadının özgürlüğünü imha etme peşinde oldular. Kadını çok ciddi bir tüketim aracı haline getirdiler. Nesneleşmiş kadınlar günümüzde bayağı çoğaldı çünkü onlar her gün bir alış veriş ve moda mağazalarında gezerek nasıl daha fazla karşı cinste ilgi çekerek, onun kazanımlarını tüketiriz diye  akşamlıyorlar. Geleneksel kadın imajı da kayboldu, Yani nesnelerin sokakları doldurduğu bir yaşam almış başını gidiyor. Kadının nesneleşmesi kendisiyle sınırlı kalmadı, erkekleri de ciddi anlamda aynı kuyuya çekti. Dolayısıyla bütün bir küreyi kuşatması istenen yeni kültür, kadınların vücutlarıyla en ince noktalara kadar açıldığı, erkeklerin de bir film izler gibi röntgencilikte level atladığı bir döneme doğru yolculuk yaptırılmak isteniyor. Bunları doğru anlamak ve gerekli dönüşümleri yapabilmek için organizeli bir çalışma gerekiyor. Bu çalışmayı başlatacak olanlar aydın sorumlu ve nesneleşmekten uzak, tüketim kölesi olmayan amacı sadece yaşamakla sınırlı olan, kazanımları yaşama hizmet eden bir araç olarak gören aydın kadın ve erkeklerdir. Onlar da bu çalışmaların altında sorumluluk almak istemezlerse, küresel kapital devlerin bizleri de sağacağı günler çok yakın olacaktır.

Küresel kapitalistlerin insanlık için önerdiği hiçbir bilginin doğru bilgi olmadığına en içten inananlardanım. Bilim diye sundukları, kendi isteklerini insanlara dayatmak için, bilim kilisesinin otoritelerinin görüşlerini bize aktararak ,bizleri insanlığımızdan çıkaran çalışmalardır. Güç sahibi köleler kimseye özgürlük bağışlayamazlar.LGBT diye ortalığı kasıp kavuran yeni dizayn 1970'lerde ABD'de tescillenmiş ve bir hastalık olmadığı insanın biyolojik yönelimlerinin toplumsal ortamda ortaya çıktığı anlatılmış ve Cinsel yaşamlar tercih konusudur denmiştir. Bunların hepsi geleceği planlarlarken, üretimlerini tüketecek yeni kullanıcılar oluşturmaktan başka bir şey olmadığını iyi bilmek gerekiyor.

Yaşam alanlarımızda özgür bir kul olarak yaşamak istiyorsak, küresel zindanın özgürlük adı altında tüm insanlığı nesneleştirdiği bu zindanın parçalamak zorundayız. Kadın ve erkek birbirinin düşmanı değil, birbirini tanımlayan ve tamamlayan diyalektik süreçtir. Bir kuşun uçması için nasıl ki iki kanadın da sağlıklı ve sağlam olması gerekiyorsa, insanlıktan bahsedebilmemiz için de insanlığın iki kanadı kadın ve erkeğin bir bütün olduğu yaşam içinde ortaya konulmalı, biri diğerinin tetikleyicisi olmamalıdır. Bu da ancak küresel zindanlar ve uzantısı olan bölgesel zindanlardan kurtulduğumuz zaman olur....

Selam ve iyilik dileklerimle, tüm zindanları kaldıralım insanlığımızı haykıralım ve dünyanın tüm özgür kulları olarak, yeryüzüne huzur ve mutluluk taşımada birer öncü olalım...

Kalın sağlıcakla...

Erol KEKEÇ/30.08.2022/14.14




25 Ağustos 2022 Perşembe

ÇATIŞMA KARANLIĞIN HABERCİSİDİR

Toplumsal yaşam o kadar karmaşıklaştırıldı ki, kimin ne adına niçin bir tepki verdiğini anlamaz hale geldik. Gün geçmemiş olsun ki, sanal gündemler oluşturulmuş olmasın. Muhalefet kanadında yer alan ideolojik saplantıları olanlar, toplumsal ahlaka aykırı festivallere, il yöneticileri tarafından izin verilmediği zaman, özgürlükleriniz yok olmaya başladı diyerek bağırmaya başlıyorlar. Diğer taraf, kendini bilmez sadece biyolojik cinselliği ile kendisini tanımlayan bir yaratığın kışkırtma amacı güden sözlerinden yola çıkarak tepkilerini gösteriyorlar. Ne yazık ki iki uçta tepkilerinde insani bir tepki göstermenin ötesinde tamamıyla çatışma ve gerilim amaçlı bağırıyorlar.

Bir toplumda değerlerin dokunulmaması gereken noktaları neden hedef seçilir. Demek ki insanların sinir uçları belli eller tarafından kaşınmak isteniyor. Ancak Kitle kültürü bunu anlamaktan yoksun olduğu için, genelin gösterdiği tepkiler bütün bir toplumu kısa sürede kuşatıyor. Bu toplumsal keşmekeşliğin bir an evvel sonlandırılması ve insanların aydınlık zeminlerde  bireysel  iradi tepkilerini gösterebilecek seviyeye çıkarılması gerekmektedir. Ancak bu süreç, toplumun bu şekilde düşünmeden gösterdiği kitlesel tepkilerinden memnun olanların hoşuna gitmeyecektir. Çünkü onlar sorgulanmadan gösterilen toplumsal davranışlarla varlıklarını sürdürürler. Oysa, toplumun anlayış ve algılama seviyesinin çıtasını yukarı çıkarmak isteyen, hakikatten başka bir şeye şahit olmak istemeyen, sorumluluk sahibi anlayışalar ise daima topluma ışık olma çabası içindedirler.

İmam Hatipler Yıllardır herkes tarafından alttan alta ciddi sorgulama konusu olanlardan birisidir. İmam Hatiplere çocuklarını veren bizim gibi İmam Hatip mezunu aileler, geçmişle bu günü kıyasladıklarında çocuklarını öyle bir ortama gönderdikleri için bir anlamda acı çekerken, diğer tarafta İmam Hatip Liselerinin sayılarının artmasından ciddi rahatsızlık duyan ve her ne vesileyle olursa olsun, bu okullara saldırmak için hazır bekleyenler var. Yani her iki uç ta bir rahatsızlık duymaktadır. Ancak Muhafazakar insanlar, yüksek beklentiler içinde olduklarından bu beklentilerinin İmam Hatiplerde karşılanmadığını gördükleri için rahatsızlık duyarken, karşı taraf bunlar bizim yaşam alanlarımızı daraltarak bizi hayatın dışına atacaklar yakında, diyerek korkularından saldırıya geçmekteler. Ancak sonuç ortak olsa da nedenler farklı olduğu için insanların karmaşıklığını aynı başlık altında ele alamayız.

Muhafazakar kesim, karşıt tarafın beğenisini kazanma adına ve onlarla daha uyumlu bir hayatı paylaşmak için değerlerinin içini bile iğdiş etmesine rağmen, çatışmayı ortadan kaldıramamaktadırlar. Yani kemikleşmiş ve yürekleri kuşatmış ideolojik körlüklerin bir hedef olarak yaşandığı ortamda bunlar hiç yok olmayacaktır. Onun için toplumdaki her kesimin kendi değer sistemine göre yaşayacağı yaşam alanlarını oluşturmak zorunludur. Ancak o zaman bu keşmekeşliklerden ve farklı tarafın değer uçlarıyla oynamaktan uzaklaşılabilir. İslami Dayanışma oyunları adı altında o kadar çok karşı tarafa yamanmak isteyen algılar göze çarptı ki, bunun benzeri farklı bölgelerimizde yerel ürünlerin tanıtımı amaçlı yapılan festivallerle  gerçekleştirildi. Bu kadar çukura inmeye gerek var mı bilmiyorum. Oysa herkes kendi değeri ve anlayışı ile bir toplumda nasıl yaşanılacağını bilse, kimse  kimsenin yaşam alanına müdahale etmediği gibi, kimsenin yaşam alanımız daraltılıyor korkuları da oluşmayacaktır.

Cumhuriyetten bu yana ülkenin mütrefleri değişti, bu mütref sınıf her ortamda kendilerinin ayrıcalıklı bir yaşam hakkına sahip olduklarına inandıklarını görmekteyiz. Çünkü Yönetim böyle bir sınıf oluşturdu, dolayısıyla bunlar toplumsal yaşamdaki farklı kurumsal oluşumların mutlaka kendi onaylarıyla olmasını istiyorlar. Yeni ve farklı kurumsal oluşumlarda paylarının olmadığını gördüklerinde, devlet,laiklik,cumhuriyet gibi değerlerin tehlikeye girdiğini dillendirerek korkularını her fırsatta ortalığa saçıyorlar. Çünkü kendileri başkalarının yaşam alanlarını imha ederek, onların kaybedilen imkanlarından beslendikleri için böyle yapıyorlar. Kaybedilen bir şeyin tekrar kazanılmasının kolay olmadığını biliyorlar. Ancak bunlar her dönemin kazananı olmalarına rağmen hala toplumsal çatışmalardan faydalanarak kendi yerlerini sağlama almaya çalışıyorlar.

Bunların ayrıcalıklı yaşamı diğer tarafta da ayrıcalıklı yaşamların oluşmasını sağladı. Şimdi onlarda kazanımlarının yok olacağını toplumsal yaşamın kaosa döneceğini dillendirmeye başladılar. Aslında bu iki kesimin endişesi de kendilerinin hakları olmayan imkanların sahipleri olmaları, bunların ola ki bir terslikte ellerinden gidebileceği kokusu onları böyle bir düşünceye taşıyor. Oysa gariban kendi halinde işinde gücünde kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, elindekine şükreden imansızlığına sabreden mazlum insanların böyle bir derdi yoktur. Onların tek derdi, varsa bir oğlu bir kızı, ilk dileği çocuklarının dinini, kitabını bilen, vatana Millete ve devlete hayırlı bir evlat olmalarıdır. Onların kazanımları kaybetme gibi bir endişeleri yoktur. Rızkın sahibi Allah'tır. Allah dilediğine verir, dileğinden alır inancı ile rahat ve mutlu bir hayat yaşarlar. Ancak bu mütrefler daha fazla harcamak daha fazla dünyaya kazık çakmak için, bu garibanların mutluluğunu da ellerinden almak istiyorlar. Çünkü ortalık karıştığı zaman bunların çocukları ister istemez bu karmaşaların herhangi bir yerinde bulunacaklar, dolayısıyla onların da huzuru gitmiş olacak. Yani belli kesimler, her şeye sahip olmalarına rağmen, garibanların mutlu ve huzurlu olmalarından da rahatsızlar. Çünkü onlar mutlu olduğunda karanlıklardan  ve bulanık sulardan balık avlama yasağı olabilir. Bu endişe onları yerinde oturtmuyor.

Toplumsal karmaşa ve kaotik zeminler yaratarak, insanları kitlesel düzeyde karşı karşıya getirme çabaları, her geçen gün artarak devam ediyor. Duyarlı sorumlu, vatanını ve Milletini seven insanların bu olumsuzlukların farkına vararak, insanlarımızı uyarmaları ve doğruya yönlendirmeleri zorunludur. Biz biriz..."Onlar birleştirilmesi gerekeni birleştirirler "Ayetine uygun yaşayan ve insanları hakikate götürmek için hiçbir menfaat gözetmeden Sadece Allah'a kul olanlara selam olsun...

Rabbim bizi bize düşürmek için karanlık oyun kurucuların hiçbirisine fırsat verme, "Sen oyun kuranların oyunlarını başlarına geçirensin...Sana hakkıyla kul olan ve sadece yeryüzünde halife olarak insanlığa hizmet edenleri sen yalnız bırakma ve onlara yardımını esirgeme...Biz zayıf kullarız Allah'ım "Senin indireceğin her hayra muhtacız..."

Vakarlı yaşayan ve boş olan şeylerden yüz çeviren kullar eyle bizleri...

Selam ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/25.08.2022/12.53




24 Ağustos 2022 Çarşamba

MESLEKİ İTİBAR KİMSEYİ ADAM YAPMAZ

Sağlık sektörü ne kadar iyileşiyorsa içi de o kadar çöküşe gidiyor, sahiden neden böyle oluyor? Sanıyorum bir yerde veya bir çok yerde yanlışlıklar yapılıyor olsa gerek. Bu yanlışlıkların faturasını sistemsel olarak ifade etmek çok kolay, vurun abalıya misali...Ancak şunu bir kez daha anladım ki, hangi alanda olursa olsun, insan ahlak dışı yaşama sahipse, en iyi sistemi de kursanız anlamsız bir ortam oluşmaktadır. Ne yazık ki bizim sağlık sistemimiz de böylesi bir sorunla karşı karşıya gelmiş görünmektedir.

Bir toplumun varlığını devam ettirmesi için meslekler arasında karşılıklı bağımlılığa sahip bir yaşam vardır. Bu yaşamın herhangi bir noktasında kırılma olduğu zaman toplumsal yaşam ağı param parça olur. Hiçbir mesleğin birbirinden üstün yanı yoktur toplumdaki işlevi açısından. Mesleki yeterlilik toplumsal yaşama artı bir katkı sunuyorsa,o zaman ayrıcalık kazanır. Bu da bütün bir insanlık yaşamı dikkate alınarak yapılan çalışmalar sonrasında elde edilen yeni buluşlarla ancak izah edilebilir. Farklılık yaratacak yeni buluşları olmayan ve kolaylıklar sunmayan bir meslek, sadece mesleğin toplumsal prestijinden dolayı kişilere saygınlık kazandırmaz. Kişinin saygınlığı kişisel çaba ve gayretleri sonrasında oluşur. Çaba ve gayretten yoksun, insanların yaşamını kolaylaştırmaktan uzak, sadece mesleki statüsel saygınlıktan dolayı kişisel saygınlık bekleyenler, böyle bir hakka sahip değildir. Özellikle son dönemde Sağlık kurumlarımızda böylesi bir dramı yaşamaktayız.

Mesleki olarak tabiplerin, toplumda bir beğenisi olmasa, devlet mezuniyet sonrasında hemen işe alıp mecburi hizmet şartı koşmasa, kaç öğrenci Tıp fakültesini tercih eder. Eğri oturup doğru konuşmak gerekiyor. Eğer bugün toplumda Ziraat mühendisleri mezun olur olmaz hemen işe yerleştirilmiş olsalar, sanıyorum en zeki ve çalışkan çocukların tümü onu tercih eder. Çünkü insanların okul  tercihini belirleyen, onların ilgi alanları yetenekleri ve çalışma yaşamında  severek yapacağı bir iş olmasından kaynaklanmıyor. Böyle tercih yapanlar yok mu elbette var. Ancak genel çoğunluk içinde bunların adı bile okunmaz. Dolayısıyla bir insanın bir fakülteden mezun olmuş olması, onun önünde eğilmeyi gerektirmiyor. Hangi alan olursa olsun fark etmez. Toplumda işlevi olan her mesleğin bir saygınlığı vardır. O saygınlığın devamlı hale gelmesi,o meslekte görevli olan insanların mesleklerinin rollerini en iyi şekilde yaparak insanlara katkı sunmasına bağlıdır. Bu katkıyı sunmayan hangi meslekten olursa olsun saygınlığını kaybettiği gibi, mesleğin toplumsal saygınlığının ve cazibesinin de kaybolmasını sağlar.

Adaletin yerine gelmediği, parası olanın yanlışta olsa haklı olarak mahkemeden çıktığı bir yerde, karar vericilerin saygınlığı sıfıra indiği gibi, hakimlikte ayaklar altına düşer. Bir öğretmenin, öğretmen olduğundan dolayı velilerin öğrencilerin onun önünde saygı duymasını beklemesi de aynıdır. Mesleki sorumluluğunu en güzel yerine getirip saygınlık kazanmadığı sürece...Kolluk gücünde görevli bir memurun, beline silahını bağladığı zaman kendisini ayrıcalıklı can alacak Azrail gibi görme hakkı yoktur. Bunun en kötü örneğini kendi hayatımda yaşadım, gecenin saat 01.00'i uzun yoldan geliyoruz,Dudullu gişelerinde Trafik memuru, arabayı sağa çekmemi söyleyerek arabanın önüne atıldı. Ailemle birlikte, çocuklar küçük, hayırdır inşallah memur bey dediğimde, sağ farın yanmıyor dedi. O zaman bakalım yanıp yanmadığına dediğim zaman, sen bin arabaya ben bakayım dedi, hayır birlikte bakacağız, oğlum arabanın kısa ve uzun devresini aç kapa dedim, memur şok, bunu beklemiyordu. Yanıyor, ehliyetimi ruhsatımı alayım dediğimde, senin arabada film cam var bağlayacağız, isterseniz gecenin bu vaktinde benimle film çevirmeye kalkmayın memur bey, üzerinizdeki üniformanız beni aşağılama hakkını size vermiyor. Devlet bana bir zarar gelmemesi için sizi görevlendiriyor ve adil uygulamalar yapmanızı sizden istiyor dediğim zaman, Polise mukavemetten arabanızı bağlıyorum der demez ben de şalterler attı. Memur Bey bakın arabada iyi bir değneğim var, asayiş çağırın yoksa onu oradan alırım vallahi kafa göz koymam dağıtırım o belindeki silaha güvenme demiştim. Asayişten emniyet amiri geldi arabaya baktı ailemi görünce, ceza yazdınız mı dedi, memur, hayır deyince o zaman ehliyet ve ruhsatı getir. Hocam bunlar genç, bunları biz eğiteceğiz dedi ve çağırayım helalleşin dedi. Memur geldi ve dedi ki hocam özür dilerim hakkınızı helal edin, ben de zaten İzmir körfez dershanesinde öğretmenlik yaptım Risale-i Nurdan geliyorum der demez benim ona cevabım Cehennemin dibinden gel demek oldu. Önce insan ol sonra diğerleri ol, adil ol, kendi acziyetinin faturasını başkalarına kesme, insanlara zulmetme hakkı ile adam gibi görevini yap hakkım helal diğer, tüm durumlarda zehir zıkkım olsun demiştim. Şimdi bu örneği neden buraya yazdığımı soranlar olabilir. Yani bir mesleğin saygınlığından dolayı kendi kişisel eksikliğini telafi etme yoluna gidenler her meslekte kaybederler, bundan dolayı bunu paylaşmak istedim.

Sağlık kurumlarımızda ne yazık ki, son bir yıl içinde bu mesleki itibarsızlık giderek artmaktadır. Ben şu kadar okul okudum, geceleri şu kadar nöbet tutuyorum, ameliyatlara giriyorum vs. gibi gerekçelerle, özel bir iltimas beklemektedir. Hemen söyleyeyim, bunlardan dolayı sen bunları bekleme hakkına sahip değilsin,o saygınlığı hak edecek mesleki rollerini oynamaya bağlı olarak onlara ulaşabilirsin. Meslekler arasında en yüksek maaşı alırken, sana o parayı bu işleri yapasın diye veriyorlar. Diplomalarınla övünerek sana özel bir ayrıcalık oluşturasın diye özel taktim edilen bir para değildir o.Yaptığın işin karşılığını yapıyormuşsun gibi düşünülerek o maaş sana veriliyor. Ama yapıp yapmamak senin vicdanına bırakılıyor. Ancak öyle bir vicdanı olmayanlar son dönemde bayağı artmaya başladı. Ondan dolayıdır ki, hastanelerimize gidip te sorunsuz oradan çıkan bir hasta bulmak neredeyse mümkün olmayacak duruma geldi. Neden bu oluyor diye sorgulamayalım mı, hep hastalar cahil,anlayışsız,sabırsız ve insanlığını kaybetmiş varlıklar olarak değerlendirilip, cezalandırıldığı zaman, tabiplerden kaynaklanan sorunlar çözülmüş olmuyor. Demek ki, sorunlar tek boyutlu oluşmuyor. Sistemsel sorunlara, çalışanlardan kaynaklanan sorunlar da eklenince, hayat kaosa dönüyor. Peki, neden insanlar kendilerine bu tarz çıkış yolları oluşturmaya çalışırlar. Bundan 17 yıl öncesiydi, özel bir kurumdan maaşlarımızı alamamıştık dershanecilik yapıyorduk, son iki ay kalmıştı sınava. Öğretmen arkadaşlarla bir toplantı yaptım ben de öğretmendim. Değerli dostlar bu çocuklar bizim çocuklarımız her biri ne umutlarla buraya geldiler ve sınav heyecanları dorukta, ne olur bu çocuklara bunu yansıtmayalım. Geçinecek kadar paramız varsa bu çocukları yarı yolda bırakmayalım. Bunları en iyi şekilde hazırlayalım ve sınav sonrasında o kurumdan paranızı alma işini ben üstleniyorum herkesin alacağını alacağım dedim. Öğretmen arkadaşlar ceplerinde yol parası ile derse geldi, öğlenleri çok aç kaldık, âmâ o işi en güzel şekilde sonuçlandırdık. Öğrencilerimiz çok güzel okullara yerleşti, Kadıköy'de bir kafede arkadaşlarla birlikte o çocukların tercihlerini yaptık. Burada insanlıktır devreye giren ancak ne yazık ki, biz insanlığımızı kaybettiğimiz için devlet kurumlarımızı kendi seviyemize indirmeyi başardık. Yazıktır bu toplumun değer sistemleri bunu hak etmiyor.

Acil hasta olan kayınpederimi, dün İlhan Varan Eğitim ve Araştırma hastanesinde tedavi ettirdik, gerekli işlemlerden sonra, Ürolog kan sulandırıcı kullanıyor bu hasta özellikle hemen kardiyoloğa görünün ve o ilaçlarla ilgili yeni bir program yapsın demesine rağmen, ne yazık ki, kardiyologlardan hiçbiri bakmadı ve surat asarak kendisini gaf dağında görüyordu. Ben duyarlı bir insan olarak bu görüntüden utanç duydum. Dersin ki bu tabip sabahlara kadar Laboratuvarda araştırma ve deney yapmış dünyayı kurtarmak için yeni sağlık formülünü bulmuş. Bu görüntüleri gördükten sonra insanlar, bu mesleklere olan saygıyı, tabiplere göstermiyorlarsa, bunun nedenini tabipler biraz kendilerinde aramaları gerekiyor. Tamamıyla organizeli bir örgütlenmenin olduğuna inanıyorum. Kim kime kin ediyor. Doktorun görevi hastaların sağlık problemlerini çözüme kavuşturmak, karşılığında da maaşını almak. Maaşlarını almalarına rağmen, sanki hastalara özel bir lütuf yapıyormuş gibi davranmalarını anlamıyorum.

İdealist olarak bu mesleği seçmiş olanların sayısı neredeyse yok denecek kadar...Çok önemli olan bir konuda kendi alanlarında bilimsel buluşlar gerçekleştiren, kaç tabibimiz var Allah aşkına...Demek ki, genellikle insanlar bu mesleği Toplumsal saygınlığından dolayı tercih ediyor. O zaman herkes görevini hakkıyla yapmak zorundadır. Kimse kimseye babasının hayrına bakmıyor  cemiyet toplumlarında. Rasyonel bir iş bölümü var. Kimse toplumsal yaşamın işleyişini durdurma hakkına sahip değildir. Hangi meslekten olursa olsun, devlet bu anlamda gerekli cezai müeyyideleri uygulamak zorundadır. Hastaneler geçmişle kıyaslandığı zaman kıyas yapılamayacak düzeyde fiziki ve donanım açısından iyileştirilmesine rağmen, böyle bir tablo ile karşı karşıyaysak elbette bunları sorgulamak hakkımızdır. Bu açıklamalarım kimseyi kırmak için değildir, ancak gerçekleri görmek zorundayız. Hiçbir meslek ülkenin şımarık çocukları haline getirilmemelidir. Yoksa o zaman toplumsal yaşam çamura batar.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, canla başla, en kalbi duygularla insanlara yardımcı olmak için mesai gözetmeden çaba harcayan tabiplerimize saygı ve sevgilerimi iletiyorum. Rabbim onların azmini artırsın, insan için çalışma isteklerini daim eylesin. Bu yazım aynı zamanda yetkili birimlerin dikkatini hastanelerimize çekmeye dönüktür. Bu süreç kısa zamanda yeniden düzenlenmeli, yoksa bu aksamalar kangrene dönüşerek çok ciddi bir hekim sorumsuzluğuna yol açabilir.

Bunun en açık örneği de 2022-2023 eğitim öğretim yılı için Tıp Fakültelerinde 900 kontenjan açığının ortaya çıkmasıdır. Nedeni ise Tabipliğin mesleki toplumsal saygınlığının giderek azalması, insanların yönelimlerinin yönünü değiştirebiliyor. İnşallah gelecek süreçte tüm mesleklerin itibarını koruduğu kimsenin kimseye fil dişi kulelerden bakmadan merhametle yaklaştığı günlere kavuşuruz.

Selam ve muhabbetlerimle hayırlı aydınlık günler sizlerin olsun...



Bahadır Hataylı/23.08.2022/17.09



23 Ağustos 2022 Salı

NE BU ŞİDDET BU CELAL BİRADER!

Öyle günlere geldik ki yorulmamak elde değil. Sembollerin bayraklaştırılarak ,uğruna her türlü  söz ve saldırıları göze alarak canhıraş bir şekilde ortaya çıkmayı, isterdim ki değerlerin ayaklar altına alınıp anlamsızlaştırılmasına karşı da olsaydı. Ne yazık ki, sembollerin hayata egemen olduğu kadar değerlerin hayatta anlam bulamadığına şahit olmaktayız.

Bazı dönemlerde insanlar öyle hale geliyor ki, canlarından can gidiyormuş gibi patlamaya hazır bir bomba haline gelebiliyorlar. Son günlerde kendini bilmez, toplumdan uzak, kafasında oluşturduğu gettoya bilim diyen bir anlayışın temsilcisi, akademik apoletin en zirvesine çıkmış, Üstün Dökmen 'in yaptığı açıklamalara gösterilen tepkiler buna en açık örnek oluşturmaktadır. İster istemez insanın zihnine takılıyor, bu başörtüsü bu kadar önemli ve hayati bir meseleyse, neden hayat her geçen gün çamura daha fazla yaklaşmaktadır. Bunu söylerken Üstün Dökmenin yaptığı açıklamaların doğru yerinde bir açıklama olduğunu falan söylemediğim gibi, zerre kadar da olumlu bakmadığımı bildirmiş olayım. Ben onun tarafından değil, değerlere sahip çıktığını söyleyen bir toplumun gerçekten değerlere ne kadar sadakatli yaklaştıklarını anlamaya çalışıyorum.

1994 yılından itibaren benim kendi ailemden üç kardeşim ve Eşim Başörtüsünden dolayı okul hayatlarını sonlandırdılar dönemde laiklik adına insanların en temel doğal insani hakkının nasıl ellerinden alındığını biliyorum. Okullarını yarıda bırakıp daha sonra yeniden sınava girerek okullarını bitirenler olduğu gibi, yaşama atılıp çocuklarıyla uğraşan aile bireyleri de Var. Biz başörtüsüne en sadık samimi ve bir değer olduğuna inanarak yaklaşanlardandık  ve hala da öyleyiz. Ancak onun bir değer olmaktan çıkıp sadece sembolik bir öğe olarak ortalıkta var olduğu bir zamanda, bu kadar aşırı tepkileri yorumlamakta şahsen zorlanıyorum. Yani diyeceğim o ki,2000  öncesi anlamlı olan ve bir değer olarak varlık sahnesinde yerini alan başörtüsü, şimdi sadece insanların yaşam tarzlarından bir libasa döndüğü muhakkak. Böyle olunca bununla gerilimler oluşturmak ve sürekli gündemde tutarak toplayıcı ve bağlayıcı bir arma olarak kullanılması sahiden ne kadar ciddiyet içerir.

Psikoloji ve Psikiyatrinin oluşum ve gelişim sürecine bakıldığı zaman, bu süreçte Müslüman Psikologların, kabul gören anlayış içindeki yeri neresi. Bilim diye ortaya çıkan bu çabaların tamamında kendi dışınızdaki yaşamlar belirleyici iken, bu belirleyici ölçütler içinde ölçülere göre bilim adamı unvanı alanların, böyle bir açıklama yapması da o kadar doğal olur. Yani sizin anlayışınıza göre oluşturduğunuz bir bilim algısı yokken ,onların kendi belirledikleri anlayış içindeki ölçülere göre, objektif bir psikoloğun nasıl olması gerekir tezini, kendi taraflarından açıklamaktadırlar. Biz onların kendi arenalarındaki yaşamdan pay almak için tepki mi ortaya koyacağız, yoksa kendimize özgü insanın, temel fıtri doğal özelliklerini dikkate alarak farklı bilimsel anlayışlar mı geliştireceğiz. Yabancısı olduğumuz bir yaşamın içindeki bilimde yer almaktansa, kendi değer sistemlerimiz insan fıtratını kuşattığı için, ona göre yeni anlayışlar geliştirip bunların pabucunu dama atmamız gerekmez mi? Ne yazık ki kendisinden uzak, kendisi hakkında görüş beyan etmekten aciz olanların, etkiye tepki gösterdiği gibi, bizler de hemen  sesimizi yükseltiyoruz. Teki göstereceğimiz ses yoksa kış uykusuna yatıp, yaşamın keyfini çıkarmaya çalışıyoruz.

Şahsen ben Muhafazakar ve İslamcı yaşamı gündeme getirip onunla hemhal olduklarını söyleyen bizim cenahın samimiyetine karşı aşırı şüphelerim oluşmaya başladı. Bir caminin kapısına bir şey bırakıldığında, başörtüsü ile ilgili bir cümle sarf edildiğinde, Mushaf  kitap, bir cahil çocuk tarafından tekmelendiğinde,gösterdiğimiz hassasiyeti neden başka alanlarda göstermiyoruz. Bu çifte standart bir yaşam, çok mu hoşumuza gitmeye başladı. "Vay o ölçü ve tartıyı eksik yapanların haline" Diyen ayet var ya, işte o bir çifte standarttır. Bu çifte standart algı ve bakıştan arınmadığımız, tepkilerimizi tarafsız ortaya koymadığımız sürece anlamsız bir yaşamın bağıranları olmanın ötesine geçemeyiz. Yaşamın içinde öyle haramlar helaller çiğnenerek hayat bozuk para gibi işe yaramaz hale gelirken, kimsenin bunlara bir tepkisinin olmaması ancak sembolik bir durum olduğunda hiç gündemden düşmeyecek düzeyde etrafı kuşatması, sizce de ne kadar doğru ve tutarlı olabilir.

Aslında bu konu hakkında görüş beyan etmeyeyim diyordum, ancak sosyal paylaşım ağlarına baktığımda birçok entelektüel sandığımız kişilerin Üstün Dökmen şöyle dedi diyerek yaptıkları paylaşımı görünce yazmak zorunda hissettim kendimi...Bu, bir yaşamın tüm yaptıklarının anlamsızlığını anlatmak değil, ancak anlamsız yaşamlardan kurtulmak gerektiğine inanmaktaydım.

Eğer bir değer sistemi varsa ki var.O zaman bu değer sisteminin toplumsal boyutlu olanına neden hiç önem vermiyoruz. Bireye özgü olanları bayraklaştırıp, yaşamın anlam bulması için gerekli olanları görmezden geliyoruz.Hırsızlık,talan,gasp,aldatma,adaletsizlik,ahlak yoksunluğu, adam kayırma,liyakatsizlik,rüşvet,faiz,taraftarlık gibi olumsuzluklar hayatımızın her alanını kuşattığı halde kimsenin sesi çıkmazken, başörtüsü olduğunda herkes avazı çıktığı kadar bağırıyor. Saydığım olumsuzluklara bir gerekçe oluşturulacağına aynı tepkiler verilmiş olursa, bu gün o şahıs bu meseleleri gündem bile yapamazdı. Demek ki sorun, bu değerlere sahip çıktığını söyleyenlerin lakayt tavırlarından beslenerek bugünlere geliyor. Rahmetli babam derdi ki, evladım başkasının gözündeki dikeni  söylemeden önce, kendi gözündeki merteği görmen lazım, yoksa kedini çok sağlıklı sanırsın, oysa gözün akmak üzere ama sen karşındakinin gözündeki diken için çabalarsın...

Hayati öneme sahip olan ve sonraki nesillere bir gelenek olarak aktarılması gereken değerleriniz yerde sürünürken, bunların ayaklar altına alınmasına sebep olanlar bizim tarafımızda olanlarsa, önemli değil, ancak dışarıdan birisi yaparsa çok tehlikeli onun için ona saldırmak lazım diye düşünen anlayışların hepsi, anlamsız bir yaşamın sürüklenen nesneleri haline gelirler. Ben böylesi bir anlayışı aile içi ilişki ve dışarıdaki ilişki şekline benzetiyorum.Afedersiniz toplumda öyle sağlıksız ilişki biçimleri var ki Sosyologlar buna nasıl bir çare olmayı düşünüyorlar acaba? Kız ile baba arasındaki ahlak yoksunu bir ilişkinin dışarıya yansımaması için, anne kızına baskı yapar aman ha kızım sesini çıkarma, duyarlarsa perişan oluruz, hatta inanmamaya çalışır baban seni çocuğu olarak sevmiştir gibi laflarla geçiştirmeye çalışır. Yani anlaşılan (!) Kol kırılıp yen içinde kalır. Ancak dışarıdan aynı olay başkaları tarafından yapılmak istendiğinde meydanda linç edilir. Bu anlayış ne insani ne İslami'dir. Onun için biz değerlerimize sahip olduğumuzda değerlerin kimsenin babasının malı olmadığı, adı düşüncesi ne olursa olsun kimsenin onu sulandırma hakkına sahip olmadığını deklare etmediğimiz müddetçe, söylenilen sözlerin ve gösterilen tepkilerin anlamı olmayacaktır.

Aydınlık düşüncelerde buluşmak ve İnsani drurşumuzla,insanlığa örnek olacak İslami değerlerin, üzerinde iğrenç durmadığı kullardan olmak dileğimle kalın sağlıcakla...

Selam saygı muhabbet ve dualarımla hayırda yarışanlardan olmak umuduyla...

Erol KEKEÇ/23.08.2022/12.42



21 Ağustos 2022 Pazar

ÖNCELİĞİ DOĞRU SAPTAMAYANLAR SAMAN OLURLAR

Nereden nasıl başlayalım diye sürekli konuşmalarımızın olduğuna herkes şahit olmuştur. Bu yaklaşımlar her ne kadar içinde bir samimiyet barındırmış olsa da, sorunların çözümüne bir katkı sunmadığı müddetçe boş zaman geçirmekten başka bir şey olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, toplumsal sorunların her geçen gün çoğalarak yayıldığı ortamlara olumlu katkı sunacak olanlar, nereden nasıl başlayalım diye fazla düşünürlerse  onlar düşünürken hasta kan kaybından yaşamını kaybedebilir.

Toplumsal sorunların çözümünde hayati ve temeli oluşturan problemler gözden kaçırıldığı zaman, ayrıntılarda boğulmak ve bir çok alanda enerji sarfiyatı yapmak istenilen sonuca insanları götürmeyecektir. Bizim karşılaştığımız birçok ortamda da sürekli bu yaklaşımlar gündeme geldiği için bunlara bir açıklık getirmek gerektiğini düşünüyorum. Ayağa kalkamayan ve açlıktan kıvranan bir insana, senin için tatiller düşünüyoruz, sağlıklı ortamlar oluşturuyoruz, hatta gelecek günlerde senin düğününü herkesin beğeni ile baktığı düğün salonlarında yapacağız vaatlerimizin hepsi anlamsız ve soruna deva olmayan boş lakırdılar olur. Sorunun kaynağı doğru tespit edilip öncelikler sıralamasına dikkat edilmezse, çoğu zaman bu iyilik temennileri bir şer'e dönüşebiliyor. Kan kaybeden bir hastanın, sağlıklı koşullarda ameliyatının yapılması, doktorların dışarıdan getirilmesi,hastene ortamına neyle götürüleceğinin konuşulması hastayı ölüme terk etmek olabilir. Tüm bu öncelikleri doğru saptayıp, öncelikle hastanın kan kaybından ölmesinin önüne geçmek gerektiğinin bilinmesi gerekir.

Yaklaşık 15-20 yıl öncesi Belediyelerin Gençlik merkezleri kurduğu Bilgi evlerinin yaygınlaştığı dönemde Gençlerle ilgili yapılan çalışmaların büyük çoğunluğunun anlamsız ve fuzuli kaynak israfı olduğunu söylediğim zaman, bazı arkadaşların buna itiraz ettiği olurdu. Ne yapalım, herkesin bar,gazino,disko,gece kulübü gibi ortamlara gençleri çekeceğine bizler buralara çekelim ve zamanlarını bu ortamlarda geçirmesini sağlayalım, kötü iş yapmış olmayız. En azından gençlerimizin kötü ortamlara gitmesinin önüne geçeriz, ve belli  bir yöne de kanalize ederiz, hatta bu gençler x partisine üye de olduklarında aidiyet oluştururlar ve sonrasında bunlar doğruyu yakalamış olurlar diyerek görüş belirtirlerdi. Naçizane ben bu anlayışların anlamsızlığını ortaya koyar hedefli ve ne yaptığını bilen bir sürü olmaktan kurtulmuş tercihlerini kendilerinin yapacağı aydınlık ortamlara bu gençleri taşıyalım. Dini ibadetler belirleyici bir özellik olmaktan çıkarılmalı ve bu gençler önce insanlık kapısından içeriye girsinler bırakalım inançlarını kendileri tercih etsin derdim. Hatta bizlerin insanlara bir dini dayatma ve herkesi o ortamda görmek isteme gibi bir beklentimiz ve lüksümüzde olmamalıdır. Ancak evrensel insani ve ahlaki öğretileri anlatmak ve onunla hemhal olmalarını sağlamak istememiz gayet doğru ve doğaldır derdim. Geldiğimiz süreç açısından geriye dönüp baktığım zaman, bu haykırışlarımızın ne kadar anlamlı ve olması gereken çıkışlar olduğunu bugün daha iyi anlıyorum.

Bir yaşamın olumsuzluğa sürüklendiğini gördüğümüz zaman ivedilikle aman bir an önce bunları durduralım, ne olacak, ya şöyle olursa gibi kaygı endişe ve korkulara göre bir adım atıldığı zaman sonu hep karanlık olacaktır. Kaynağı doğru tespit edilmemiş bir sorun hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın sorun olmaktan çıkmayacaktır.

Sahip oldukları imkanlardan kaybetmek istemeyen ve bulunduğu yaşam standartlarının üzerinde bir hayatı daim düşleyen anlayışlar, kendi ortamlarında olan sorunları çözüme kavuşturamazlar. Çünkü bu anlayışlar sahip olduklarımı kaybedebilir miyim acaba diye, içinde bir düşünce barındırdığı müddetçe sorun kavramına da yabancı yaşar. Ancak sorunlar genişleyerek kendi yaşam alanlarını da kuşatmaya başladığında acı acı haykırır. Peki, bu anlayışlar sorunlara içtenlikli bakabilirler mi dersiniz? Ben şu ana kadar kedi yaşam seviyesinden bir şey kaybetmeden sorunları sorun olmaktan çıkaran hiçbir anlayışa şahit olmadım. Bir işe öncülük edecek olanlar  öncelikle,  hayatları sorun olan insanların, bu sorunun kaynağında kedisinin büyük payının olduğunu hesaba katmalıdır. Terazi dengede durmazsa hiçbir şeyi  doğru tartamazsınız ve ölçülü bir yaşamı ortaya çıkaramazsınız.

Bir genci iş yerinde çalıştırmak isteyen patron, genci asgari bir yaşama mahkum etmeye çalışırken bir de elaman bulamıyoruz diye ortalığa çıkıp bol keseden atarken, gençlerle ilgili yapmak istediği çalışmalarda ne kadar samimi olduğunu söyleyebilirsiniz. Samimi olmayanlar, sorunlara samimi eğilemezler. Gençler samimi olmayan mesajlara hiç karşılık vermiyorlar ve o mesajlar gençlikte bir karşılık bulumuyor.Buna rağmen hala elimizdeki kaynakları boşu boşuna israf etmekten kendimize gelemiyoruz. Neden, çünkü manevi haz alarak afyon kullanıp ta rahatlayanlar gibi kolumuz kanadımız aşağı düşüyor ve çok önemli işler yaptığımıza inanıyoruz. Çok mu önemli, az mı önemli onu tartışacak durumda değilim ancak sorunlar doğru tepit edilip, sorunun kaynağı olanlar, sorun çözmekten vazgeçip ellerindeki imkanları,sorunların tespitini doğru yapmış ve o alanda gerçekçi mücadele edecek ortamlara aktarmadığı müddetçe, kendimiz çalar kendimiz dinleriz bunu gayet iyi biliyorum...

Nereden başlayalım demiyorum, şu an biz neredeyiz, önce onu doğru tespit edip kendimizi doğru yerde konumlandıralım. Nerede olmamız gerekiyor, imkânlara sahibiz diye sorunların doğru çözümünün bizden geçmediğini anlamalıyım. Sorunu, gerçekten sorun olarak doğru tespit etmiş ve o alanda doğru bir çalışma yapacak olanların,  sorumluluk almalarının çok önemli bir eylem olduğunu bilelim. Damdan düşmeyen insanların, akıl vermelerini bir yana bırakacağız. Damdan düşen bir insanın, çektiği acıyı nasıl bertaraf ettiğini dinleyip bu acılar da bir gün son bulacak mesajına kulak vereceğiz. İşte o zaman damdan düşen ya da düşmeye aday olanlar can kulağı ile, acı çekenlerin, tecrübelerini  ve kendilerini bir düstur edinecekler. Aksi durumda ben şuna yakinen inanıyorum ki, Gelecek dönemler gençlik ile eski kuşak ve imkân sahipleri arasında çok haşin duvarların örülmesine neden olacaktır.

Nereden başlamak lazım  bu sorunları çözmek için diye, illa bir başlangıç yapacaksak başlangıç kendimiz olmalıdır. kendini sorunun kaynağında bir etken olarak görmeyen anlayışlar hiçbir sorunun çözümüne katkı sunamazlar. Şunu kafaya iyi kaydetmek gerekir, imkân sahibi olmak demek, sorunda bir katkısı olmamak anlamına gelmiyor. Çünkü gençliğin bu kadar kendini boş bırakmasının arkasındaki temel nedenlerin başında, imkan sahiplerinin, imkânlarını gençlere doğru rehberlik yapacak alanlara harcamamış olması yatıyor. O zaman, bu gün çalıştıracak elaman bulamıyoruz diye neden yakınıyorlar anlamış değilim. Kendisi hep iş veren ve imkanların sahibi, âmâ diğerleri kendisine bağımlı yaşamak zorunda diye düşünen anlayışlar çoğaldığı müddetçe, bu günlerimizin harekete geçen anlamsız yaşamı, yarınların kuşatan korkulu gerçeği haline gelecektir.

Toplumsal sorumluluk bilinci olmayan insanlar, toplumsal yaşama hiçbir katkı sunamazlar. Kirlettikleri doğayı, kazandıkları topraklarda yaşayan canlıları, atıkları ile zarar verdiği ortamları düşünmeden ve bunların yeniden hayat bulması için kazanımlarının büyük bir çoğunluğunu toplumsal sorumluluk bilinci ile bu alanların yeniden hayata döndürülmesi ve kendisini yenilemesi için harcamadığı sürece, ortalıkta gezerek şunlar şunlar yapılmalı ve şuradan başlamalıyız gibi beylik lafları ile sorun çözdüklerini sanmaları onları gözden düşürmekle kalmaz. Gençlerin yaşama inançlarını da ortadan kaldırır. Onun içindir ki, yaşamın içinde olacağız, acıyan yerin şiddetini ve önceliğini iyi tespit edip oradan hayata dokunacağız. Diğer dokunuşların hiçbirisi bu taşı yerinden oynatacak kuvvete sahip değildir.

Son olarak diyorum ki, beyinlerimizi değiştireceğiz, isteklerimizin adını ihtiyaç listesinden çıkaracağız, bizim dışımızda yaşayanların da en az bizim kadar yaşamını devam ettirme hakkına sahip olduğunu bileceğiz, önce kendimiz kendimize inanacağız, sonra inandırmak için çaba harcamayacağız, kendisine yanan ateşin başında ısınmak için beklememek, insan onuruna yakışmayacağını bileceğiz. Biz başkası için yandığımızda onlar da buna inandığında, ben şuna inanıyorum ki, kimsenin söndüremeyeceği bir alevle bütün bir insanlığı ısıtabiliriz. Bu bizim elimizde,o zaman kendimizi doğru konumlandıralım, sorunları doğru tespit edelim, öncelik sırasını iyi bilelim ve bir hedef uğruna insanların yaşamasına katkı sunalım, kurallarla yaşamı çekilmez kılmayalım. O zaman yeme yanında yat, bu hayata doyum olmaz ve gençler bizi dışlayan değil baş tacı yapan ellerimiz ayaklarımız olurlar gözlerimize bir fer olup daha uzun mesafedeki nesneleri görmemize katkı sunarlar. O halde kalkalım ve bir daha oturmayalım.Yaşam,sorumluluk duyarak yaşayanların omuzlarında anlam bulacaktır. Ne mutlu anlamlı bir yaşamın oluşması için zihin beden ve yürek enerjilerini doğru kanala aktaranlara...

Selam ve muhabbetlerimle noktalarken içli dualarda buluşarak toplumsal sorumluluk bilinciyle dosdoğru doğrulup kendimize gelmeyi Rabbimden niyaz ediyorum...

Kalın sağlıcakla.....

Erol KEKEÇ/20.08.2022/13.58



20 Ağustos 2022 Cumartesi

ÖYLE BİR YAŞAM OLMALI Kİ DESTANLAŞSIN

Biz tarım toplumu mu, ticaret toplumu mu, yoksa sanayi toplumu muyuz veyahut ta karmakarışık bir şey mi?

Yaşam tarzımıza ve dışarıya bağımlılığımıza baktığım zaman nerede olduğumuzu şahsen ben kestiremiyorum. Tarım toplumuyuz diyoruz yiyecek ürünlerimizin büyük bir kısmını dışarıdan alıyoruz. Dışarıdan ürün gelmese kendimize yetmiyoruz, hatta toplum öyle hale GELMİŞ Kİ ANINDA ÖLECEKMİŞ GİBİ,yaşıyor.Oysa tarım toplumu olsak biz kendimize yetecek durumun ötesinde bizim nüfusa denk iki farklı ülkeyi de doyuracak duruma gelebiliriz. Ancak bilerek, küresel imkanların sahibi olduklarına inananlar tarafından tarımdaki yaşamız, sonlandırılma düzeyine geldi. Bu durumdan en çok faydalananlar emperyalist güçlerdir. Onlar kendilerine bağımlı toplumlar inşa etmeyi tercih ediyorlar. Çünkü bağımlı toplumların özgürlüğü olmaz. Korkular içinde neleri kaybedeceğinizi düşünerek yaşarken, sizin için çizilen yaşam standartlarına hep uymak zorunda kalırsınız.

Ticari toplumlar olduğumuza da ben inanmıyorum. Çünkü ticaret sürekli yenilenmeyi ve markalaşmayı gerekli kılmaktadır. Günümüzde markalaşmak önemli bir konudur. İnsanlar ürünlerini değil, çoğu zaman markalarını satmaktadırlar. Markalaşamamış toplumlar, ürünlerini bire satarken, markalaşmış toplumlar bunların on katına mallarını satarlar. Dolayısıyla ticari toplum olduğumuzu da söylemek çok zor. Sanayi toplumuyuz da diyemiyoruz, çünkü dışarıya bağlı olmadan sanayi ürünü olarak başkalarına sattığımız herhangi bir ürünümüz olmadı şimdiye kadar. Peki böyle bir yaşam kendi kendine varlığını devam ettirebilir mi,o da mümkün değil.O zaman da kendi kendine yetmeyen toplumlar, kendilerine yeten toplumlara bağımlı olarak yaşayan toplumlar olurlar.

Biz tarih boyunca toplayıcılık ve göçebe yaşamın yeryüzündeki en aktif toplumlarından biri olduğumuz için, hala kendimize yetecek düzeye çıkamadık. Oysa toprağa yerleşik bir yaşama dönmemizin üzerinden onlarca asır geçmiş olmasına rağmen, hala göçebe özellikleri gösteriyoruz. Bu da bizlerin kazanımlarının sonrakilere aktarılmasının önüne geçmektedir. Sonraki nesillere toplumsal yaşama katkı sunan bilimsel teknolojik ve doğa yaşamındaki buluşlarımızı aktaramadığımız için, nesiller arasında ciddi kopukluk yaşanmaktadır. Bu kopukluk, bazen bizlerin kendi eliyle gerçekleştirilmektedir. Cumhuriyetle birlikte bu kopuşun en önemli boyutu yaşandı; hatta geçmişle günümüz anlaşamaz hale geldi, belki dil çok değişmedi ancak yazılı bilgilere ulaşmak zorlaştı. Çünkü yeni Latin alfabesi, geçmiş birikimleri okuyup ondan faydalanmayı ciddi bir uzmanlık alanı haline getirdi. Okullarımızda okuyan her çocuğumuz tarihinin ne olduğunu, öncekilerin nasıl yaşadığını hangi buluşlar gerçekleştirdiğini yazılı kaynaklardan okuyarak ulaşamaz hale geldi. Dolayısıyla kendilerine söylenenin doğru olduğuna inanarak geçmişi kabullenmek zorunda kaldılar. Bu durum başlı başına bir kopuştur.

Burada Latin harflerinin kullanılması çok kötü Arap alfabesinin kullanılması çok iyi ya da diğer türlüsünü savunmuyorum. Sadece kendi geçmişlerini okuyarak anlamayan insanların, başkalarından kendi geçmişini dinleyerek öğrenmesi, onu tarihiyle buluşturmaz. Geçmişin deneyimlerinden bilimsel çalışmalarından, teknolojik araç ve gereçlerinden hakkıyla faydalanmanın yolu onların bu aşamaya geliş yollarını iyi bilmekten geçer. Mesela geçmiş dönemin tarımsal alandaki bir çalışmasından elde ettiğim bir deneyimi, buraya aktarmam sanıyorum olayın izahında faydalı olacaktır. Mevsimler normal şartların dışına çıktığı ve kış bahar mevsimleri çok soğuk olduğu zaman veya çok sıcak geçtiğinde bununla ilgili yapılan eylem, kıştan kalan karları ağaçların dibine taşıyarak, üzerini kapatıp ağacın kökünün soğuk tutulmasıyla ağaç hala kışı yaşadığını sanıp çiçeklenmemesi sağlanır. Böylece ağaçlar, havalar çok sıcak olsa  da kökü çok soğuk ve kıştan çıktığına doğal olarak inanmadığı için, tomurcuklanma ve filiz vermeyi geciktirir. Bu durum, fırtına ve soğuklarda ağaçların çiçeklerini dökerek, veriminin azalmasının önüne geçer. Bu deneyimler geçmiş atalarımız tarafından uygulanan bir yöntem olmasına rağmen, bizim tarımsal alanlarımızda böyle bir bilgiye hiç rastlanmadığı için, havalar biraz ısınınca çiçekler açar ve rüzgardan hepsi dökülür ve o yıl verim çok düşük olur. Bunları geçmişten devralan bir yazı dilimiz olsaydı, bu tecrübeler sonraki nesillere bir ışık olurdu.

İpek ve Baharat yollarının güzergahı olan topraklarda, bu gün yok denecek kadar markalar oluşmamışsa bunun sebeplerini kendi içimizde aramak zorundayız dolayısıyla katkı değeri yüksek ürünler üretemediğimiz için de ticarette önemli bir yer tutmuyoruz. Daha çok tüketen durumuna düşüyoruz. En iyi tacirlerin Anadolu'dan çıktığı söylenir, ancak şu an o tacirler yerini kendilerini iş adamı ünvanlıyla ifade edip, başkalarının mallarını kendi toplumuna fahiş fiyatlarla satan tacirleri doğurmuştur. Böyle bir anlayışla ticaret yapılamaz. Ticaretin en önemli boyutu kendi kazanımlarını satarak ondan gelir sağlamaktır. Ancak bağımlı ve köle olarak yaşamaya alışmış toplumlar kendi ürünlerini değil, başkalarının attığı çöpleri toplayıp kendi insanına satıp, onları aldatma üzerinden para kazandığında kendisini önemli bir iş adamı olarak tanımlayabiliyor. Böylesi anlayışları terk etmediğimiz müddetçe bizler sömürülmeyi hak ederiz.

Herkes Hazarfen Ahmet Çelebinin nasıl uçtuğunu anlatır, âmâ onun bir toplumun uyuyan hücrelerini nasıl diriltmek istediğini anlatmaz. Çünkü o dönemin yaşamı kültürü ve deneyimleri ile nereye varmak istediklerini bilmediğimiz için, sadece bir hikaye olarak dinler ve geçeriz.Peki,böylesi bir duyarsızlık ve kendi geçmişinden uzak toplumlar sizce de hangi kategoriye girer. Onun için diyorum ki, toplumlar kendi kaderlerini  kendileri belirler. Başkalarının üretimlerini tüketerek yaşayan toplumlar, kaderlerini de kendi elleriyle başlarına teslim ederler. Ondan dolayıdır ki, bir toplumun tarihe not düşmesi için, kendi yaşamıyla alakalı gerekli imkan ve kazanımları kendi elde etmesi gerekir. Başkalarının tüketeni olanlar tarih boyunca sadece hikaye olarak anlatılmış, âmâ kendi yaşamlarını kendi ürettikleri ile devam ettirenler, destanlar bırakarak yaşarlar. Biz destanı olan bir toplum olmak zorundayız. Onun için tüm alanlarda kendi kendimize yetecek duruma gelmemiz zorunlu ve gereklidir.

Son olarak diyorum ki, kendimize yeter duruma gelmek, öncelikle ataleti üzerimizden atarak kendimize gelmemizle mümkün olacaktır. Kendi geçmişlerinin yaşamını başkalarından öğrenenler ve kendi yaşamları hakkında söz sahibi olmayanlar her zaman tüketim kölesi olarak yaşamaya mahkumdur. Tüketim köleleri korku ve endişe içinde yaşarlar. Dolayısıyla ahlaki perdeleri param parça olur. Bağımlı oldukları efendileri onları terk ettiği zaman yaşamlarının son bulacağına inandıkları için, yok olmaya  toplum olarak efendiler edinmeye alışmadık kendi göbeğimizi kendimiz kesecek kadar asiliz ve aynı zamanda kararlıyız. O halde kendi geçmişimizi tanıyalım ayağa kalkalım dünyaya insanlık dersi verelim ne dersiniz, çok mu istekte bulunuyoruz?

Bahadır Hataylı/19.08.2022/17.01



18 Ağustos 2022 Perşembe

ORTADOĞU ÜZERİNE BABAMLA HASBİHAL

Ey benim babam sen ne adammışsın! Şimdikiler senin adamlığını görselerdi, adamlıklarından dolayı kaçacak delik ararlardı. Sen hep insanların barış içinde yaşamalarının kaçınılmazlığını anlattığın günlerde ilkokula daha yeni başlamıştım…1980 öncesinde ilçemizdeki olayların hız kazandığı dönemde, ülkücü hareketin önde gelen, bıyıkları sanki kara kalemle çizilmiş olan, o heybetli yürüyüşüyle, Cuma dayı biz Allahsız kitapsız komünistleri kesiyoruz. İnşallah vatanı tüm Allahsızlardan kurtaracağız diyen âşık Memmedi hatırlıyorum da bu günlerden nefret ediyorum.

Hey benim barış eri babam, âşık Memmede oğlum aklınızı başınıza alın, bu gâvur oğlu gâvurlar, sizin gibi gençleri birbirine kırdırtmak için üç öküzü oynuyorlar bunlara aldanmayın, nasıl kardeş kardeşin kanına girer? Siz bunlara nasıl inanıyorsunuz dediği günlerde amcamların evlerinin yan tarafında, bir akşamüzeri siz bunları konuşurken, ben de kulak asılmış sizleri dinliyordum. Gökler yerler ve sırtımı verdiğim ağaç konuşmalara şahitti, en önemlisi de Allah şahitti. O rabbimin şahitliği hala devam ediyor, ben ilkokul 3. Sınıftayken sizin o konuşmalarınız beni derinden yaralamıştı; o ağrı ve sızılar o gündür bu gündür devam ediyor, şu an yaşasaydın belki senin gibi bir mütefekkirden o konuşmaları yine dinlerdim…

Ey benim bilge ve adil babam, senin yanından hiç ayrılmayan ve senin bilgeliğinle yetişen oğlun, şimdi dünyanın karanlıkları arasında aydınlık ve adil yaşamak istediği için, yüreğinin her yanı yangın yeri… Hani senin anlattığın bir Hamido vardı, meşhur derdin, onu bilmeyen yok, ama herkes kötü bilirdi diye anlatırdın. Ben Hamido ismini ilk olarak 9 yaşımda senden duymuştum, o gün bir efsaneyi anlatıyorsun gibi dört kulağımla dinlediğim günü hiç unutamıyorum.

Hamido’yu tanımıyordum ancak senin anlattıklarının doğru olacağından hiç şüphe duymadan dinlemekle ne kadar iyi yaptığımı bugün daha iyi anlıyorum… Ey benim Rahmeti Rahman’a çoktan kavuşmuş, kemikleri şu anda olup olmadığını bilmediğim merhum babam! Senin gibi babalara hasret kaldı bu topraklar… Sen bana analitik düşünmeyi ve Hakkın yanından ayrılmamayı, karanlıkları nasıl okumam gerektiğini çok iyi öğrettin. Ondan olsa gerek, şu an etrafımdaki karanlıkları gördüğümde ve bu karanlıklarda oynanan oyunun kurallarını belirleyenlerin amaçlarını çok iyi bildiğimden, şu an içinde kıvrandığım acının tarifini sana yapmakta zorlanıyorum.

Ey babaların babası benim babam, seninle geçirdiğim, 35 yıl önceki çocukluğuma, tekrar dönseydim ve o masum haykırışları dinleseydim de bu günlerdeki acıları görmeseydim. Ey Hacı Burhan’ın Oğlu Kilisli Cumali, ben senin her şeye maydanoz olan oğlun Erol, hani hatırlar mısın? 8. Sınıftayken bir sınıf öğretmenim vardı Yusuf Kuyucu, karneme kendi görüşlerini ve benim hakkımdaki kanaatlerini yazarken şöyle başlamıştı…”Her karara itiraz eden çok çalışkan bir öğrencimizdir, ancak itirazlı yönü çalışkanlık özelliğini bozuyor diye bitirmişti.” Ben de sana Babacığım bu ne demek şimdi ben her karara itiraz etmiyorum ki, anlamak istiyorum ve hakkın ortaya çıkmasını arzuluyorum, peki bu insanlar bundan neden rahatsızlık duyarlar dediğimde bana yaptığın o veciz açıklamalar hala bu gün beynimde çınlıyor. İşte, onları bugün okuyucularımla paylaşıyorum, belki onlar da biraz ibret alır ne bileyim… İnşallah bir sakıncası olmaz, senin bıraktığın, Hak üzere yaşama mirasını ömrümün son anına kadar taşıyacağıma dair Rabbime söz verdim ve bir şiirimde ki mısralarım da hatta şöyle bitiyordu…”Eledim eledim, kalan senin sevgin, gökle yer öpüşse kesilmez nefesim, senin aşkın olsun son nefesim…

Rabbimin rahmeti ile kuşatmış olduğuna inandığım Adam gibi adam benim Babam. Seninle biraz karşılıklı konuşalım, biliyorum belki beni duymuyorsun dur, ancak ben senin söylediklerini çok dinledim, bugün ben de büyüdüm, şimdi senin Torunun aynı benim gibi her şeye itiraz eden biri, Hatta İsrail’i tek başıma ben yok edeceğim diyerek şimdiden hayallerini kuruyor, sanki senin ayaklarını kaldırdığın yere o basmış gibi, Söyler misin bana biz aile boyu şizofren mi yaşadık ki, tüm dünyaya meydan okumaktan korkmuyoruz, oysa paranoyak yaşamak tedirgin ve ürkek yaşatır, ama sen, ben tek başıma Allah’ın izni ile bu ABD ye karşı durabilirim çünkü ben kendimi Allah’a dayadım Bir kişi Allah’a tevekkül ettiği zaman onun yardımcısı her şeydir, ama biri de Allah’a dayanmazsa onun ne bir yardımcısı olur ne de koruyucusu dediğin günleri hiç unutamıyorum… Ama gel gör ki, bugün tüm babalar çocuklarına ve geride bırakacakları nesillerine, ABD’nin kuvvetli ve güçlü dünyanın tek sahibi, ilah olma marifetlerinin dışında bir şey anlatmıyor, ondan olsa gerek bugün bizim güreşçinin dışarıdan gelecek tehlikelerden sorumlu menajeri diyor ki, Batı bugün Hamidoyu vurmak için ayağa kalkarsa kesinlikle onların yanında yer alacağımızdan kuşkunuz olmasın diye etrafa yaymaya çalışıyor…

Babacığım affını diliyorum, seni yattığın yerde de rahat bırakmayan bir oğlun var, çünkü torunların da beni rahatsız ediyor. Onlara cevap vermekte zorlandığım için seninle biraz dertleşelim diye klavyenin başına geçtim. Yoksa kendi kendimi imha edeceğim, ben nasıl bir babayım ki, babam gibi net konuşamıyorum. Acaba kimleri korumaya çalışıyorum ki, inandırıcılığımı yitiriyorum diye hayıflandığım için seninle bunları paylaşıyorum. Yoksa başka kim anlar beni…

Ey benim babam, daldan dala atlıyorum, çabuk olmak istiyorum, çünkü biliyorum ayrıntıları sevmediğini. Onun için her konudan biraz anlatayım diyorum, senin bunları hemen anlayacağını bildiğim için birçok sorulara cevap almak tüm ıstıraplarım…

Tekrar Şu Hamidoya dönmek istiyorum, hani sen diyordun ya Hamido’nun öldürülmesini istemeyenler en fazla ağalardı diye, ben de neden öyle, ama Hamido ağalara karşı mücadele etmiyor mu dediğimde, ağalara karşı savaşıyor ama Hamido idam mahkûmu olduğu için hep dağlarda kalmasını istediklerinden yakalanmasını istemiyorlar diyordun. Sebebini de ağaların işlediği cinayetlere, bir fail bulmak zor olmadığı için böyle yaptıklarını anlatıyordun… Ama Hamido yakalanırsa bundan sonra cinayetleri işlemekte zorlanacaklarını, çünkü o cinayeti yükleyecekleri birini bulamayacakları için kimse bir yandan da Hamido’nun yakalanmasını ve mahkûm olmasını istemediğini söylüyordun… Ey babacığım sen ne kadar doğru söylüyormuşsun da biz bunları anlamaz zekâ özürlü olduğumuzu şimdi içinde yaşadığımız dünyayı görünce daha iyi anlamaya başladım…

Ey benim dertli ve şefkatli babam, öyle bir dünya da yaşıyoruz ki, tüm ağalar Hamido ’ya karşı savaşıyor görünüyor, ancak hiçbir ağa Hamido’nun zarar görmesini de istemiyor. Hamido zarar gördüğünde ve yakalandığında bundan sonra yeni bir Hamido oluşturuncaya kadar işledikleri cinayetlerinin faili olarak gösterecekleri kimseyi bulamayacakları endişesi, Ortadoğu'yu kan gölüne çevirdi. Her gün yüzlerce cinayetler işleniyor, bunları kesinlikle Hamido yapmış olabilir diyen, cinayet şebekesinin yönetmen ve senaristleri hemen faili buluyorlar. Bizim gibi zavallı analitik düşünceden yoksun, çıkarlarını korumayı hakkı korumak olduğuna inanmış zavallı kalabalıklarda sindirmeden taş yutar gibi yutuyoruz… 

Ey benim Babam, hakikaten senin o mantıklı ve Haktan başka bir konuşmayı yapmaktan ve yaşamaktan uzaklaşarak hakka sığınarak güne başlayan heybetli çehreni o kadar çok özledim ki, hiç anlatamam. Şu anda, ne hak belli ne de batıl, hepsi iç içe, gel de bunların arasından bir doğru çıkar, olmuyor baba olmuyor. Herkes suçlu olarak Hamido’yu gösteriyor, ancak ben ise Hamido’nun bu kadar suçlu olduğunu ve bu olayların yegâne sorumlusu olduğuna bir türlü inanamıyorum. İki yıl önce dünya şampiyonu en iyi güreşçi tüm Nobelleri ve altın kemerleri almış kahraman, birkaç gün içinde Hamido’yu yakalayacağını ve onun işinin biteceğini söylüyordu. Ancak bu sözlerin üzerinden o kadar zaman geçti ki, Nobel ödüllü, Ortadoğu da tek işi yapabilecek olan altın kemerli güreşçinin de, çok kandırıldığını ve panterle timsah güreşine çekildiğini düşünüyorum. Çünkü dünya şampiyonluğu yaşamış bu güreşçi de gözden çıkarılmış gibi geliyor bana, neden diye, sorarsan güreş alanı olarak panteri timsahın alanında güreştirmek istiyorlar… Bu mücadelenin kaderi de zaten belli, timsah kendi alanına gelen en iyi ve güçlü varlıkları bir çırpıda yutabilir. İşte üzüldüğüm nokta da tam bura da başlıyor, Hamido hem korunuyor, hem de ağalar tarafından, tek sorumlu olarak adlandırılıp gizli gizli, Hamido’nun yaşamasının doğum günü partilerini yapıyorlar. Ey babacığım her dönemde sanırım bir Hamido çıkarılıyor. Hamidolar olmasa bu kadar zulmü, ölümü ve kanı kime yıkacaklar… Hamido yaşamalı ki, yönetmenler ve senaristler daha fazla oyun sergileyebilmeli.Hamido’nun varlık gerekçesini ve bu ölümlerin sebebini anlamayan bizim Nobel ödüllü ve tüm kemerlerin sahibi dünya şampiyonu  güreşçimiz bir bilse Hamido’nun yaşama gerekçesinin nedenlerini, ilk icraatı sanırım sahip olduğu kemeri kendinden almak isteyen ve Hamido ‘ya yardım edip her türlü cinayeti işleyen ağalara çevirecek yönünü…

Ey benim babam, işte oğlun bu kadar karmaşık bir yaşamın içinde, bu denklemleri doğru kurarak, Hamido’nun arkasında kimlerin olduğunu bildiği için, destek verip savunduğu güreşçinin içine düşğü acınası zilletten rahatsızlık duymaktadır. Ey baba! İşte seninle paylaşmak istediğim asıl mesele de bu zaten, biz bu güreşçimizi nasıl uyandıracağız. Yoksa kaybettiği bir güreşte hala belindeki altın kemerleri koruyacağını sanarak timsahın güreş alanında mücadele etmek istiyor, kim tarafından kandırıldığını biliyorsan söyle de o sahtekâr, teknik patronu ve danışma heyetini kendi ellerimle boğayım… Bana kızmazsın değil mi?

Bahadır Hataylı/ 18 Ağustos/2013


Babam ve Ben