30 Nisan 2022 Cumartesi

NİCE KUTSADIKLARIMIZ ALLAH'A GİDEN YOLUMUZU TIKADI

İnsanların varlık dünyasında nesnelere, mekânlara, zamana ait göstergelere tarihe, şahıslara verdikleri önem, yükledikleri anlam ve kutsallık çoğu zaman bu kavramları önemli kılan asıl gerçekten insanların uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bunun en açık örneklerine de yine yaşadığımız ortamlardan örnekler getirerek bu olumsuzluğu ortaya koymak mümkündür.

İslam dünyasının, kutsal zaman mekân ve tarih olarak, yaratıcı dışında bunların tapınılan bir mabut haline getirilmesi, yaşamın ne kadar da rotasından çıkarıldığının göstergesidir. Bir şehri önemli kılan şehrin kendisi değil, o yerde yaşanmış olan anılar ve o yerde hayata katılan değerlerden dolayı o şehir ön plana çıkmış gibi algılanır. Oysa maksat o şehir değil, orada yaşanan anlamlı hayat ve oradaki mücadelenin kendisidir önemli olan; bu algı ne yazık ki tersine dönmüş ve o mekân kutsallaşmış, o mekânda yapılan fiili eylemlerin amaç ve maksatları kavranamamıştır. Allah Resulünün doğum gününe naatlar yazılmış, o gün kutsal gün olarak kutlanmış ancak bu elçinin neden geldiği niçin mücadele ettiği ve mücadelesinin amacında ne vardı onlar hiç bir anlam kazanmamıştır. Resulün doğması bir kutsallık değildir. Resule biçilen görevden dolayı onun o görevi üstlenmesi onun varlığını değerli kılmıştır. O zaman burada asıl dikkate alınması gereken Resulün getirdiği ilkeler ve onun bizi götürmek istediği gücün azameti kavranıp, ona kulluk yapılması gerekirken, bizim bunlarla bir ilişkimiz kalmamış ya da son derece kıytırıktan hale getirilmiş, âmâ folklorik bir yaşamı kültür olarak devam ettirmek hayatımızın amacı haline getirilmiştir. Dolayısıyla bu algıyla Allah Resulünün önemi kişiliği ve onun mücadelesinin değeri bu anlayışlarla kavranamayacağı bilinmelidir. Bu algıların bir din olarak yaşandığı ortamlardan Allah'ın dini ve Resulün mesajı kaçar, bize bizim icat ettiğimiz din kalır.

Son iki gün içinde anılan veyahut ta kutlanan Kadir gecesi gerçeği de bunun gibidir. Kadir gecesini" Ramazanın son 10 günü içinde arayınız” diye söylenilen sözü Allah'ın Resulünün bir sözüymüş gibi tarihten günümüze taşımak, Resulün davasının anlamı ve onun getirdiği hakikatin özüyle uyum içinde olmadığını görmekteyiz. Takdir edilen bu gecenin takdire şayan olması, gecenin kendisinden kaynaklanan bir olay olmadığını düşünüyorum. Bu gece, insanlığı karanlıklardan aydınlığa götürecek olan nur geldiği için, bu güne dikkat çekilerek o nurun önemi hatırlatılmaktadır. “Bu Kitap sizi ancak doğru yola götürür “İşte bu kitabın inmeye başlaması o gecenin içinde olduğu için, o gecenin içinde insanlığa gelen değerin algıda seçicilik oluşturması amaçlanmaktadır. Gecenin kendisi bir zemin, kitap ise şekildir. Psikolojik açıdan şekil zemin ilişkisinde, zemin değil burada önem kazanan, şekil anlam ifade eder. Ve insanlık o şekle dikkat çekilmeye çağrılmaktadır. Ama ne yazık ki bizler hep parmağa takılıp kalanlardan olduğumuz için, parmakla anlatılmak ve gösterilmek isteneni hep atladık. Ondan olsa gerek, hayatlarımızda nice parmakları kutsallaştırdık o parmaklar kırılmadan asıl gerçeği görme basiretine kavuşamayacağız.

Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır, çünkü bu gecenin içinde Rabbinizin sözü yeryüzüne indi. O sözün tesiriyle yeryüzünün karanlığı aydınlandı ondan dolayı melekler bile o sözü takdir etmek için sabahlara kadar Allah'ın izni ile o söz karşısında kendilerinden geçtiler. Âmâ siz o sözü hiç görmek istemediğiniz gibi, sözün indiği geceye naatlar dizme derdindesiniz. “Allah iman edenlerin dostu onları karanlıklardan alıp aydınlığa çıkarır..."İşte, bu hakikat bu gece geldi, siz o geceyle her gün karşılaşmazsınız ama o gecede inenle her an muhatapsınız. Ama o geceye anlam kazandıran gecenin içindekileri hayatınızdan kovarak o gece tüm günahların af edileceğini bekliyorsanız ancak alacağınız karşılık boş beklemek olacaktır. Kur'an'ın hayata hükmettiği her gece takdir edilmesi gereken bir kadirdir. Ama hayatımıza Kur'an'ın uğramadığı kadir gecesi olsa da anlamı olmayan bir gecedir. Onun için bizler öncelikle bu kitabı bize gönderen yaratıcıyı hakkı ile takdir edebilsek ve ondan hakkı ile ittika edebilsek, Kur’an’ı hakkı ile okuyup, Hakkı ile rabbimizin istediği yolda mücadele edebilsek, yeniden doğuşumuzun gerçekleşeceğinden kuşkunuz olmasın... Ancak bunlardan uzak sadece kadir gecesine erişmiş olmak ve o gecede münzevi bir yaşam oluşturmak bizleri kurtarmayacaktır. Bu kitap en doğru olana götürtür. Bu kitap o gece inmeye başlayan hakikattir. Bu hakikate hayatlarında şahitlik yapmayanlara, ne geceler ne de gündüzler anlam katmayacaktır. Her gelen gece kadir olsa ne yazar... Onun için bizler öncelikle hayatımızın gaye amaç ve anlamını keşfederek, gönderilen kitabın yeryüzündeki amacını kavrayarak hayata başlamalıyız ki, hayattan bir beklentimiz olsun ve geceler kadir olmasa da kadir olarak takdire şayan geçsin...

Hakikatin anlamı, hakikat dışı objelere yüklendiği zaman, insanların hayatındaki kutsalların sayısı arttığı gibi, yaşama hükmeden ilahlardan geçilmez olur. Bu ilahları kutsallaştırarak insanlara bunu din diye dağıtıp, bundan uzaklaşanları da dinden çıkmakla ithaf edip, bir kaşık suda boğmaya çalışırız.571 yılının kutsallığı yoktur. O gün Allah’ın beyanını bize getirecek bir elçi dünyaya geldiği için belli bir tarihtir. Ama günün anlamı Resulün şahsından öte, gelecekte gelecek beyanın bu şahsın eliyle bizlere ulaştırılmış olması onu değerli kılmaktadır. Yoksa hepimiz et kemik yığınından farksızız. Onlar hayattan çıktığı zaman, şahısların tek başına anlamı, Yaratıcının kendi Ruhundan üflediği ilahi bir özellik barındırmasındandır. Bunun dışında kayda değer bir özelliği kalmıyor. Ancak Bu ruh Yaratıcısını tanıyarak ondan hakkı ile ittika ediyorsa, onun o duygu ve yaşamı amacına uygun eylemleri bir anlam kazanıyor. Onun için Rabbimiz der ki, “Kişiye ancak emeğinin karşılığı vardır."

Şunu anlamak, bizim insan ve sorumlu bir varlık olarak yaratılış gayemize uygun yaşamamızın göstergesi olur. Yeryüzünde Hiçbir kutsal tanımadan, Yaratanın bizim için tayin ettiği yaşam alanı içinde sadece ona kulluk yaparak, gönderdiği beyanı anlayarak hayatımızı anlamlı kılmamız, her anımızın bir kadir olmasını sağlar. Âmâ bunlardan yoksun yaşayarak hangi kadir gecesine kavuşursak kavuşalım bizim hayatımız takdir edilecek bir yaşam olmayacaktır. Onun için kadir gecelerini bekleme yelelim, oluşturduğumuz kutsallar önünde secde etmek için... Secde edilecek tek varlık var, o da kadir gecesinde Kur’an’ı bize rahmet olarak gönderen merhametlilerin en merhametlisi Allah'tır.

Evet, dostlar geçen zaman ve kaynağından uzaklaşan değerler içine çok farklı karışımlar alarak bize geldiği için, bunları arındırmak ve hayatımızı yeniden hakikatin rotasına oturtmamız kaçınılmazdır. Yoksa rotasız bir denizde her gelen dalgaya yem olan aşınan bir gemi gibi nerede ne zaman hangi dalga ile derinlere batacağımız anı beklemek zorunda kalırız. Rabbim bizleri Hakikati, Hakikat olarak alıp hakikatin şahidi olanlardan kılsın... Zaman çok hızlı, o halde Allah dışındaki kutsalları yok edelim, her şeyin değeri, Allah’ın onu değerli kılmasındandır. Allah’a bizi götürmeyen ve kendisiyle uğraştırıp aydınlıktan alıp karanlıklara götüren güçler ancak Tağutlardır. Tağutlaştırdığımız kişi, kurum, yönetici, din adamı, nefislerimiz, atalarımız tarihimiz bunların hepsinin bizi götüreceği karanlıklardan uzaklaşarak, Rabbimizin götüreceği aydınlığın kilidi, işte kadir gecesinde inen Kur’an’dır...

Rabbimizi, her namazda Fatiha ile önce övgülerle yüceltiriz sonrasında ona kulluk ettiğimizi, ancak ondan yardım dilediğimizi ve bizi gazaba gidenlerden uzak eylemesini istiyoruz ya, bunda samimi isek, Rabbimiz bize yolu gösteriyor... İşte, apaçık bu kitap Allah'tan ittika eden ve hakka yönelmek isteyenler için bir hidayet kaynağıdır..."Bu kaynaktan doymak bilmeden içenlere ne mutlu… Rabbim bizi buyruklarını anlayarak yaşayanlardan eylesin ve sadece kendisine bizi kulluğa kabul etsin, tüm ilahların etkisinden bizi uzaklaştırsın...

Selam muhabbet dua ve iyilik temennilerimle... Gelecek Olan Bayramın hakikaten mazlumlara öncelikle bayram olmasını rabbimden niyaz ediyorum... Herkesin bayramını tebrik ediyorum…

Erol KEKEÇ/29.04.2022/15.15

29 Nisan 2022 Cuma

ROBOTİK CANLILAR BİZİM SONUMUZ MU OLACAK?

 Kırılgan süreçlerden geçerek geleceğe kanat çırpmaya çalışıyor insanlık... Kırılgan süreçlerin etkisinden çıkamadığı için kanatlarının doğru bir rotaya götürmesi de mümkün görünmüyor. Tarih kitaplarına antropolojinin kaynaklarına Sosyolojik çalışmalara baktığımızda, insanlığın sürekli gelişme gösteren bir canlı olduğu anlatılmaktadır. Tarihin geride bıraktığı her yaşam yerini daha kaliteli ve üstün medeniyetlere bıraktığı söylenir. Neye göre ve hangi kriterler insanlığın bu tarihsel geçmişine bakılarak daha ileri bir yaşama kavuştuğunu ortaya koyar diye, insanlığın son çeyrek asırdır yaşamına baktığımız zaman bu anlatılan bilgilerin o kadar tutarlı ve sahici olmadığını görmekteyiz.

Yaşadığımız çağ, insanlığın insani tüm kimlik değerlerini imha etmek ve yeniden farklı bir canlı yaratmayı amaçlayan çağ olduğunu görmekteyiz. Bütün bir evrenimiz üzerinde planlanan bu sinsi anlayışlar, farkında olarak ya da olmayarak insanlığın sonunu getirirken, yeni canlının nasıl bir yaşam ortaya koyacağını bilemiyoruz. Acaba bu yeni yaratılmak istenen canlı kendi değer sistemini oluşturabilecek mi diye fazla düşünmenin yersiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu canlı kendisi için planlanmış bir programa göre yaşam sürecek, düşünme melekeleri bizim bildiğimiz normal insan gibi olmayacak. Bu canlı tamamıyla insan görünümlü duygusuz, zaman problemi olmayan, hazlar üzerine bir yaşamı düşleyen ve bu yaşam onun motivasyon gücü olacaktır. İnsanın yerine konulmak istenen bu canlının insana göre avantajları olabilir mi? Tabi ki, bu planı uygulayanlar böyle bir faydayı düşünmemiş olsalar yeni bir evren tasarımını neden yapsınlar. Ancak şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, hiçbir hesap kâinatın işleyen kanunlarını değiştiremeyecektir. Her hesap sahibi yaptığı hesabın içinde boğulacaktır.

Yeniçağın planlanan canlı modeli robotik ve uzaktan kumandayla yönetilen, haz ve isteklerin de, dışarıdan belirlenen bu kodlama sitemine göre oluşacağı bir canlıdır. Bu kodlama sistemiyle yeni canlıların hepsini aynı anda harekete geçirip, aynı anda uyutabileceğiniz, bir yaşam döngüsü ve kaosu programlanmıştır. Bu sürecin oluşumu neden düşünülsün diyenlerin olabileceğini tahmin ediyorum, ancak geldiğimiz süreç bu sarmalın nasıl da çok sorunlu kırılganlıklarla, nasıl hayata geçirildiğini gözlemlediğimiz zaman, benim bu söylemlerimin çok da hafif kaldığını düşünebilirsiniz. Geçmişten beri bir ifade kullanırım bu ifadeyi yeri gelmişken burada da kullanayım, Yeniçağın oluşturmak istediği yaşam biçimi, “Allah’a rağmen, Allahtan bağımsız yeryüzünde cenneti inşa etme ve bu planın dışında kalanlar içinde cehennem oluşturmaya çalışıyorlar. “Böylesi bir yaşamın inşası için bu planın dışında kalan ve planın uygulamasını zorlaştıran tüm unsurlar ya değiştirilmeli, yeniden kodlanmalı ya da imha edilmeli. Yoksa bu planın gerçekleşmesini zorlaştırabilirler diye bakıldığı için, insanlık üzerinde her gün yeni bir plan kurgulanıp uygulanmaktadır.

İnsanlığın yaşama dayanan tarihi evrim sürecini dikkate aldığımız zaman, demek ki toplumların çok bilgi sahibi olması bilimsel buluşlar gerçekleştiriyor ve teknolojinin zirvesine oturması, onların Gelişmiş medeniyet olmaları için gerekli kriter olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü geçmişte toplayıcı ve ilk toprağa yerleştiği söylenen sosyolojik yaşamlar dikkate alındığı zaman, bu günün yaşamından daha aşağıda olduğunu kim söyleyebilir. Ve kime göre geridir. Her toplum için mutluluk ve yaşam karşısında varlığını sorunsuz devam ettirme ve insani özellikleri koruyarak yaşıyor olması, o toplumsal yaşamın oluşturduğu medeniyetin çok ileri düzeyde bir medeniyet olduğunu gösterir. Medeniyet, yaşam alanında ortaya çıkan ilişki biçimleri, insani değer sistemlerinin yaratılış fıtrat kodlarına göre nasıl işlediği ve devam ettiğiyle alakalıdır. Oysa biz günümüzde insani tüm özelliklerin yok olduğu, robotik bir canlının üretilerek, insanın düşünme melekelerinin imha edilerek fıtrat kodlarının ve genetik DNA haritasının değiştirilmesini bir gelişme olarak görüp buradaki ifsadı es geçiyoruz. Hiçbir ifsat gelişmişlik göstergesi olamaz. Gelişmişlik insani yaşama hizmet eden ve insanın yaratılış kodlarına uygun olan yazılımı hayatına geçirip, toplumsal yaşamın bu yazılıma göre oluşmasıdır.

Tarih, kırılgan süreçlerden geçerek, günümüzdeki kümülatif bilgi belge ve teknolojik birikimleri önümüze koyarak, geldiğimiz noktanın insanlık yaşamının en üst zirve noktası gibi zıvanadan çıkmış bir yaşamı bize medeniyet diye sunmaktan kurtulmalı ve insanın her dönemdeki yaşamının birbiriyle kıyaslanamayacak kadar değerlendirme kriterlerinin birbirinden ayrı olduğunu söylemelidir. Geçmiş dönemde yaşamış ve helake uğramış olan birçok toplumun teknolojik olarak bulunduğumuz çağdan çok daha ileri olduğunu, Yerin ve Göklerin Rabbi Allah Söylüyor. Hatta Mısır piramitlerinin günümüzde hala gizemi çözülmüş değil, Ad, Semut, Eyke halkı gibi kavimlerin oluşturduğu yaşam alanlarını okuyoruz ve "Sizden çok daha ilerdeydi diyor rabbimiz. Demek ki toplumların birçok alanda teknik bilgi olarak bazı alanlara ulaşmış olması, onların çok medeni ve gelişmiş bir yaşam ortaya koyduklarının göstergesi olamıyor.

Bugün insanlık yaşadığı dönemin kendisi için gelinen en önemli ve seviyeli yaşam olduğunu düşünerek gününü gün ederse, işte, ben buradan haykırıyorum ve diyorum ki, insanlık bir daha asla mutlu olamayacak ve kendisini kaybederek tamamıyla teknolojik duyarsız duygusuz ve hazlara dayanan bir planın parçası olarak hayatını noktalayacaktır. Böyle bir plan, tüm test aşamalarını şu ana kadar planlayanlar açısından başarıyla tamamlanmış görünüyor. Ancak Allah'ın hesabı hesap edilmiyor. İşte benim tek umudum orasıdır. Çünkü insanlık kullanılmaya ve yönlendirilmeye uygun bir denek haline çoktan getirildi. Dişisini kıskanan bir varlık olan insanın; geni tarumar edildi. Herkes günümüzde dişisinin ne kadar güzel olduğunu etrafındakilere gösterebilmek için soyup soğana çevirip sadece tenlerinden oluşan bir sanatsal objeyi, et yığını olarak pazara çıkardığı bir yaşamda insanlığın nasıl da değiştirildiğine bu örnek sanıyorum gerekli izahı yapmada yeterlidir. Hem cinsleri olmadan kendisinin bir anlam ifade etmeyeceğini bildiği halde, kendisini beğendirmek için hem cinslerinin beğenileriyle kendisini var kabul eden bu insan denen canlı, kendi cinslerini ölüme sürükleyen süreci oluşturuyor ve ölmelerine göz yumabiliyorsa, insanın nasıl değiştiğini sorgulamaya gerek yok sanırım.

Bundan sonraki yaşam, nasıl ki, Mercedes üreten üretici kendi ürettiği bu aracın tüm özelliklerini biliyor, nerede ne zaman bulunduğunu görebiliyor ve istediği zaman o aracı kilitliyor kimsenin onu kullanmasına müsaade etmiyorsa, Geleceğin planı içindeki canlı, bugünün insanı değil, böyle nesneye dönüşmüş robotik bir canlıdır. Bu çalışmaların tümü ülke yöneticilerinin elleriyle gerçekleşti, Bilim adamları da bu planların sahiplerine hizmet etti, eğitim kurumları onların döllenme yeri oldu. Dini kuruluşlar onay makamı oldu, medya yaygın olarak benimsenmesi için reklamını yaptı ama bu reklam daha çok insanları tedirgin edecek düzeyde korku üzerine kurulduğu için, insanlık o korkunun etkisiyle hipnoz olmuş gibi, kendisini bu plan sahiplerinin uygulayanlarının eline gönül huzuruyla bıraktı, bir daha huzura kavuşmamak için...

Demek ki, toplumların teknik donanım ve bilgi birikimi açısından çok ileriye gitmiş olmaları, onların medeni bir toplum olmalarının göstergesi asla olamıyor. Medenileşmek demek insanlaşmak demektir. Beşer olarak yaratılmış olan bir canlının, sevgi saygı hoşgörü paylaşım, adalet hak hukuk, merhamet, paylaşım, dayanışma biz duygusu oluşturma, haksızlıklara duvar olma gibi bilinç düzeyi üst seviyeye çıkması ve farklı bir aşamaya geçmesidir. Bu insani farkındalık ve özgürce bunları seçebilme becerisi olmayan varlıklar, insani bir yaşama kavuşamamışken nasıl olur da, insani bir medeniyet kuruyor olabilirler. Tüm bu çelişki ve kaygan çağdan erozyona uğramadan geçebilmenin yolu; Allah'ın vermiş olduğu aklı, onun istediği şekilde kullanıp, kendimizi keşfetmektir. Kendisini keşfedememiş her varlık bu planın içinde yok olmaya adaydır. Az bilen çok inanan insanların varacağı son durak hüsran limanıdır. Bu limanda ancak ve ancak, müfsit gemileri bulunur, çünkü onlardan başkası buraya demir atmaz. Her gördüğünüz sakallıyı dedeniz sanmayacaksınız. Her gördüğünüz gemi sizi tsunamilerden kurtarmak için olmaz. Günümüzde insan olarak Kalıp, Allah'ın koruyuculuğunu üstlendiği kullar arasına girerek, evreni yeniden inşa edecek olanlar, Nuh’un Gemisini iyi arasınlar sakın ha sakın, çağdaş firavunların gemisi ile Nuh’un gemisini birbirine karıştırmayalım yoksa helak bataklığı bizleri bekliyor ağzını açmış...

Mütekebbirlik Allah'ın hakkıdır. Allah'tan başka yaratan asla yoktur. Kim, ben de yeniden yaratacağım derse, kendi sonunu yaklaştırır. Allah hesap soranların en adili ve seri olanıdır. Çağdaş dünya firavunlarının sonu yaklaştı ne mutlu o firavunların belirlediği planlar içinde yer almayanlara... Allah’ın tayin ettiği gün hızla yaklaşmaktadır. Sakın ha ona inanmayan, hevesinin peşine düşen kişi, seni onu idrak etmekten ve düşünmekten alıkoymasın; yoksa hüsrana giden ateş ashabından olursun... Rabbim, bizleri İdrak eden ve sana gönülden bağlanan kullarından eyle, dünyanın imarında bizleri, görevli kıldığın kulların arasına kat, bizlere acı merhamet et sen merhamet edenlerin en hayırlısısın... Dualarımıza icabet et Sehven yanıldıysak bizleri affet, bilerek yanlışa gitmekten ve onda diretmekten bizleri uzaklaştır, bilmeyerek yaptığımız hatalarımızdan dolayı bizleri bağışla... Sen Rahman Rahim ve Hamd edilmeye layık tek güçsün... Ancak senden yardım dileriz... Bizleri affet âmin...

Erol KEKEÇ/27.04.2022/15.29


AHLAK OLMAYAN BİR YERDE DİNİN VARLIĞI NE İFADE EDER

Din ile ahlak arasında yakın bir ilişkinin olduğunu her açıdan görmek mümkündür. Ahlak mı daha önce doğdu yoksa din mi diye derinlere indiğimiz zaman, anlatılan ve bize gelen bilgileri bir tarafa bırakarak tamamıyla kendi akıl bütünlüğüm ile bu konuyu ele aldığım zaman, ahlak olmadan dinin bir anlamı olmayacağını düşünüyorum. Ahlaktan bağımsız ve ahlak olmadan da bir dinin var olması mümkün değildir. Çünkü din, ahlaktan ayrı olarak insanlığı düzeltmek için gönderilmiş bir tanrı buyruğu değildir. Din ahlaktan kopmalar olduğu zaman bu kopmaların nerede olduğunun tespitini yaparak yeniden bozulan yaşamı düzene koymak için gelen emir ve uyarılardan oluşmaktadır. Bu uyarıların ne zaman ortaya çıktığına baktığımız zaman, durup dururken Allah ben bu kullara bir din göndereyim de, ona göre yaşasınlar diye bir elçi göndermedi.

Allah yarattığı bu canlıyı yaratırken nasıl yaşaması gerektiğinin programını ona yüklemeden, bu evrene göndereceğini sanıyorsak büyük bir yanılgı içinde olduğumuz kesin..."Allah yarattı ve hedefini gösterdi “bu ayet yaratılmış tüm canlıların onlara Allah tarafından yüklenen bir donanıma sahip olduğunu göstermektedir. Bu donanımın yazılımı da yine yaratıcı tarafından belirlenmiş olan bir yazılımdır. Ne yazık ki, insan kendi donanımına uygun olan yazılımı işletim sisteminden çıkarıp, kendisine göre bir işletim sistemi kurmaya çalışıyor, işte o zaman Allah onları uyarmak için bir elçi gönderiyor. Yani din, Ahlaki donanımın yapısı değiştirildiği ve farklı bir yazılıma göre yaşama devam süreci başladığı zaman, devreye giriyor. Demek ki din, Ahlaktan daha öncelikli bir değer sistemi değil, yani din Donanımı kurulmuş olan insanın bu donanımı işleten yazılıma bir virüs girdiği zaman, o virüsleri temizlemek için, ahlaki donanımın yeniden formatlanması işidir. “Allah Resulünün şu açıklaması da bu konuyu en güzel özetlemektedir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim..."Hz Ayşe’ye Allah'ın Resul’ünün ahlakı nasıldı diye sorulduğu zaman verilen cevap bizim için çok önemlidir. “Onun ahlakı Kur'an'ın kendisiydi."

Bu açıklamalar ışığında meselemize dönersek, yeryüzünde insanlığın uyması gereken ilkeler tamamıyla ahlak ilkeleridir. Bu ilkeler evrenseldir çünkü yaratılış kodlarına yerleştirilmiş ve açığa çıkarılıp uygulanması insana bırakılmıştır. Bu kodlama sistemi toplumlara göre farklılık göstermez, âmâ bu kodlama sisteminin pratik yaşamdaki örnekleri farklı olabilir. Çünkü her ortam coğrafya ve kültürün kendisine göre kişiyi şekillendirdiği hepimizin malumudur. Ama bu bir toplumda yasak iken bir başka toplumda helal olma anlamında bir farklılık olmaz. Çünkü ahlaki kodlarla oynanmadığı müddetçe böyle bir sonuçla karşılaşmanız mümkün değildir. Âmâ toplumların ahlaki değerlendirme kriterleri menfaat ve çıkarlar olduğu için, günümüzde çok farklı ahlaki anlayış diye gördüğümüz insani yaşamdan uzak örneklere rastlamaktayız. Ahlak kodları dini kuşatırken din ahlakı kuşatmaz. Din ile ahlak arasında mantıksal anlamda Tam girişimcilik ilişkisi göze çarpar. Her dini yaşam ahlaki bir yaşamdır, âmâ bazı ahlaki yaşamlar ancak dini yaşam olabilir diyebiliriz. Tevhit dini bir yaşamı oluşturur. Allah’ı birlemeyenlerin yaşamlarında da hırsızlık adam öldürme, tecavüz gasp, canlıya zarar verme gibi eylemlere rastlamayabilirsiniz. Dolayısıyla ahlak kodlarında bu davranışların şekli insanın yaratılış kodlarına yerleştirildiği için, bu eylemleri rahatlıkla görürüsünüz. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz, ahlak herkes için gereklidir. Ahlakın genel donanımında ciddi bir ayrışma ve çözülme meydana geldiği yerlere Allah bir uyarıcı göndererek onları yeniden yaratılış kodlarına yönelmelerini istemektedir. Yönelmeyip direnen ve kendi oluşturdukları hayatın da doğruluğunu iddia edenleri helak etmiştir.

Tarih boyunca insanların helakına bakarsanız, Yaratıcıyı inkâr etmelerinden dolayı insanların yok edildiğini göremezsiniz, âmâ ölçüyü tartıyı bozduklarından dolayı, aynı cinsler arası cinsel sapıklık olduğu zaman, faiz tefecilik arttığı zaman, hile yalan kandırmaca, adaletsizlik mazlumları ezme ve zalimlerin zulmünde sınır tanımaması Örneğin Firavunun yaptıkları gibi, işte o zaman helak kaçınılmaz olmuştur. Bu da gösteriyor ki ahlaki ilkeler dinden öncelikli gelmektedir. Ahlak içinde zaten dinin büyük çoğunluğu var ancak, bir kaç dini özellik teistlerde olmasına rağmen inançlı olmayanlarda olmayabiliyor. Bunlardan dolayı da Allah bir toplumu helak etmiyor. Helak olmanın açık göstergesi ahlaki çöküştür. Ahlaki çöküşün olduğu bir ortamda dinden bahsetmek sadece bir avunma ve kandırmaca olur. Çünkü ahlak yoksa din orada çok iğreti durur ve yönelen kişinin yaşamında onu kurtaracak bir varlık olarak işlev görmez.

Bu iki kavram zaman zaman birbirinden bağımsız ve hiç alakasızmış gibi değerlendirildiğini gördüğüm için bu açıklamayı yapmak zorunda hissettim kendimi... Hepimizin şahit olduğu yaşam alanımızda bazı durumlar var ki onlar çok önemlidir. Mesela asfalt yollarda bozulmalar olduğu zaman onlara yama yapıldığını biliyoruz. Ama asfalt yol yoksa önce yolun yapımı gerekli daha sonra aşınma ve deformasyon oluştuğunda bunları yeniden aslına uygun hale getirmek gerekli olur. İşte Din de, ahlakta meydana gelen deformasyon ve aşınmaları tamir etmek ve varsa uygun olmayan ahlak dışı kabuklar, onları kazıyarak önce yaralar açar daha sonra o yaraları sağlıklı iyileştirmeye çalışır. İşte, dinin hayattaki en önemli fonksiyonu budur ahlak içinde... Ancak tevhit dinin özüdür. Allah’ı birleyen bir dindar, ahlaki değerleri hayatında uyguluyorsa her zaman dindar olmayan ahlaklı birinden daha değerli ve önemlidir. Ancak ahlaki değer sistemleri yerlerde sürünen birinin iyi bir dindar olması mümkün değildir. İyi bir dindarlık iyi bir ahlaki yaşamdan geçer. Ahlaki yaşamı iyi olan ama dindar olmayan birine şahit olabilirsiniz, ancak ahlaki değeri kötü olan bir dindar düşünemezsiniz. Eğer ahlaksız olmasına rağmen hala dindar olduğunu iddia edenler varsa, onların Allah'ın dini ile akaları yoktur demektir. Çünkü Dindarlık iyi bir ahlaktan geçer. Onun için diyorum ki hayat için önce ahlak gereklidir. Hz. Âdemin İlk yaratılmayla yerleştirildiği yaşamdan yeryüzüne gönderilmesindeki etken, onun dinden uzaklaşması değil ahlaki olmayan bir eylem içine girmesidir. Doyumsuzluk ve sürekli kalma arzusu insanın kendisini farklı görme isteği ahlaki bir zafiyettir. Asla Âdem as. Allah'ın varlığı ile ilgili bir sıkıntısı yoktu ama bu zafiyeti onu yeryüzüne indirdi. Görünen kısmıyla böyle, ancak biz imtihanın muradı neydi onu bilmiyoruz onu ancak Rabbimiz bilir. Onun için bu konuyu fazla deşme niyetinde değilim...

Şunu özellikle herkesin idrak ederek yaşaması gerekir ki, Allah, ahlaksız bir dindar toplumu ahlaklı ama yaratıcıyı kabul etmeyen bir topluma karşı desteklemez. Çünkü ahlaklı yaşamda yaratılış kodlarına göre bir yaşam devam ederken, ahlaksız bir toplumda yaratılış kodlarına uyulmadığından ifsada gitmiş bir topluluk olur. Allah fesada giden bir toplumu desteklemez. Bu gün İslam dünyası diye bildiğimiz ve öyle görmek istediğimiz bu coğrafyanın en büyük açmazı da budur. Ahlak yoksunu ortamlar hiçbir zaman ahlaki değerleri dikkate alan ortamları, dine inanmıyor olsalar da alt edemezler... Onun içindir ki, İslam dünyasının dinden önce ahlaki bir değişime ve ahlak medeniyetine ihtiyacı vardır. Bu medeniyetin içinde her canlıya yaşama imkânı olacak ve Yaratıcı o zaman bu dünyanın değişmez sanılan kaderine müdahale ederek onları yeryüzünün varisleri kılacaktır. Bunu dikkate almayan toplumlar ancak yok olacakları günün gelmesini beklemeye mahkûm olurlar.

Rabbim bizleri anlayan idrak eden ve hakikaten hakka tabi olan ahlaklı bir yaşamın canlı örnekleri eylesin ki, yeryüzünde şahitliğimiz anlam kazansın... Önce ahlak ve maneviyat diyen Merhum Necmettin Erbakan Hocamızın bu yaklaşımını bu günden baktığımda daha iyi anlıyorum ve ona da bu vesileyle Rahmet diliyorum... Rabbim bizi ahlakıyla yaşatan, imanıyla mücadele ruhunu şahlandıran kullarından eylesin...

Selam saygı muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/28.04.2022/15.51


 

26 Nisan 2022 Salı

BİZ BİR MİLLETİZ DAĞLARIN KARI OVANIN BAĞIYIZ

 Bir çöküş masalının korkudan inlerine tünemiş canlılarının, neden tedirgin oyuncuları olmayı kendimize reva görelim. Biz insan olarak varız ve insan olarak yaşamak zorundayız, bizim için, bizim gibi canlıların çizmiş olduğu yapay kaderlerin kurbanı olmak bizim şanımıza yakışmaz. Ondandır gece gündüz demeden hem zihnimi hem ufkumu hem hayallerimi anlık geçen zaman hızında yeniden kurmaktayım. Benim gibi herkesin aynı düşünsel ufka sahip olduğunu bildiğim için, uyuyan bedenlerimizi biraz iğnelemek istiyorum.

Çöküş masalları hep kahramanlık destanları ile başlar, yıkılmış toplumların sinesine korku bombasını bırakarak sahneden çekilir. Biz sahneyi terk eden çakma kahramanların, bizleri uyutmak için okuduğu masalların ne dinleyeni, ne de bu masalların anlatıldığı yerlerin oluşmasında bir rol alacağız. Biz kanatları kırılmış kuşların kendi kanatları iyileştikten sonra göğün zirvesine çıkması gibi, kendi küllerimizden dirilerek kendi destanımızı kendimiz yazacağız. Nesillerimiz bu destanları örnek alarak dünyanın yeniden kurulmasında başrol alan kahramanlar olacaklar…

Biz her coğrafyaya medeniyet götürmüş bir Milletin, geriden gelen ve tarihlerine tanık olan korkmayan ve yılmayan savaşçılarıyız. Biz mücadeleden korkmayız ancak mücadele ruhumuzun pasifleştirilmesinden rahatsızlık duyarız. Ondan dolayıdır ki, insanlığı imha planlarının hepsini ince elekten eleyerek geçiririz ve insanlığı imha planları yapanların emellerini kursaklarında bırakmak en büyük hedefimiz. Yarınlarda ne olacak nasıl olacak diye tedirgin, ürkek ve paranoyak yaşamayı değil, yaşadığımız anın içinde yapılanlara şahit olduğumuz için, geleceğimizi bu hastalıklardan kurtarmak ve sağlıklı bir yaşamın kollarında, geriden gelen nesillerimizin sağlıklı nefes almaları için tüm çabalarımız.

Yıllar var ki bizi uyutmak için hep ninni söylediler, beşikten mezara kadar bu ninniler kulaklarımızda çınladı. İlk ninniyi anamız bizi emzirip uyutmaya çalışırken bize dinletti. Yani sizin işiniz karnınızı doyurup soluksuz uyumak der gibi ritimli ve uyumlu sözcüklerle uyuyamaya o günden bizleri alıştırdılar. Oysa biz uyanmak için anamızdan süt emdik ve o doğal besin kaynağımız bizi adam etsin, yeryüzünün çehresini yeniden tanımlayalım isterdik. Ancak öyle yanlış bir algı, bizim tüm kılcal damarlarımıza kadar yuva kurdu… Bizler de sandık ki, karın doyacak arakasından uyku çekçeğiz, oysa yaşamak için yemek gerektiğini bir türlü anlamadık. Onu anladığımız zaman, her ne kadar vakit çok geçmiş olsa da, her yaşın ve anın yeniden doğuş olacağını bilerek, kendimize gelmek için canla başla aşka ve şevke gelerek tarihin köhnemiş kapitalist ve zulüm ocaklarını kurutarak, tüm insanlık için omurgası adalet olan bir yaşamın canlı tanıkları olacağımızı haykırarak ayağa kalktık… Bu kalkış duruşu olmayan bir kalkış olacaktır, nerede ne zaman duracağını yeryüzünün hiçbir zalim despot ve canavar emperyalist güçleri durduramayacaktır. Bizim gücümüzün kaynağı Her şeye hayat veren yaratandan başkası olmayacak ve yeryüzü nizamı, insanı ezmeyen canlılara yaşam hakkı tanıyan fesada duvar olan merhametli kolların uzandığı her noktaya kadar gidecek…

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker, gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer… O pak alınları kirletmemeye ahdimiz var bizim, biz kanlarında yeniden hayat bulan bir ecdadın filiz vermeyen nesilleri olduğumuzu gen haritamızı çıkardığımız zaman ancak anlayabildik. Milattan önceden biri gittiği her yere hayat medeniyet ve insanlık götüren bir geçmişin nesillerinin filiz vermeyen fidanlar olması bizim onurumuza dokundu, kendi tohum bankamızın kimin istilasına uğradığını anladıktan sonra, yeniden tohumlarımızı gen haritamızdaki kodlama sistemini dikkate alarak kendi topraklarımızda üretmeye başladık. Yeniden doğuş için bu tohumların toprağa saçılması gerekiyordu, onu hep birlikte şafak vakti, kimse uyanmadan dost bizi bağda düşman yatakta göreceği bir anda, uyuyanların göz bebeklerine serptik ki, o gözlerden akan yaşlar bu tohumlara hayat versin istedik…

Bir hayat için neleri neleri vermeyiz ki, biz hayat bulsun âlem diye hayatımızı feda etmekten kaçınmayan ve ürkmeyen cengâverleriz. Adaletin tohumunu dünyanın her karış torağına saçmaya kararlıyız. İnsanlık kendi fıtrat coğrafyasına dönene kadar bu mücadeleden el çekmeyeceğiz, bu söylediklerimiz ahdimiz olsun, tarihin gelecek tüm satırları bu ahdimize sadık kalacağımıza şahit olsun…

Bu satırlar benim için bir edebi yazı kaleme almak için oluşturulmadı. Bunlar tamamıyla ruh dünyamdaki kıvılcımların bütün bir kardeşlerimce paylaşılan duygular olduğunu bildiğim için, herkes adına bir sözcülük yapmayı kendime görev bildiğimden manifesto şeklini aldı. Bu manifesto bizim hayatımızın arzulayıp, azimle eyleme dönüştüremediği gecikilmiş aşkların, sevgi eliyle tüm nesillerimizin yüreklerine nakşedilmek istenen, serinletici merhametli ve sevecen tomurcuklardan gelen cennet kokusunun hissedilen duygusal hazları…

Biz birbirimize sırtımızı dönemeyiz, biz birbirimizi tamamlayan eksiklileri dolduran tamamlama taşlarıyız. Neden kızalım, örflerimizle hiddetlenip dünyayı cehennem ateşinin lavlarıyla ısıtalım, serinleten okşayıcı bir meltem gibi kardeşlerimizin yüreklerine serinlik taşıyalım… Bizim inandığımız dinin geçmiş neferleri böyle kardeş oldular ve her biri birbirine kendisini feda etti, kardeşini tercih etti işte o zaman hayat bambaşka bir güzelliğe kavuştu… Bunları en iyi anlatan yer Uhud savaş meydanıydı. Savaş o kadar kızışmış ve Müminler birer birer şehit olurken, ağır yaralı bir cengâver su su diye inliyor, saki suyu ona ulaştırdığı zaman, diğer taraftan başka bir su isteyenin sesi gelir, ölmek üzere olan bu yaralı suyu kardeşime ulaştır der ve kendisi içmez, ona gittiği zaman üçüncü bir ses gelir, ikinci yaralı da arkadaşıma götür o benden daha acil der. Saki ona ulaştığında bakar ki o şehit olmuş, koşar ilk yaralıya gider o da şehit olmuş, ikinciye koşar o da şehit olmuş… Sakinin suyu üç şehide de nasip olmaz. Biz kardeşlerimizi kendimize tercih edeceğimiz doğal insani bir yaşama ulaştığımızda, çöküş masallarını da dinlemekten kurtulmuş olacağız. Dünyanın dizayn edenleri bizleri hep birbirimizden ayırarak kardeşliğimizi imha ederek atlarını oynatıyorlar. Zaten son üç yıldır uygulanan planın ana gövdesi ferdiyetçi, kimsenin kimseyi düşünmediği, kendi hırslarıyla uğraşan bir yaşam oluşturmak üzere tezgâhlanıyor. Bu planların hepsini imha ederek, kanlarıyla tarih yazarak bu toprakları bize miras bırakan ecdadımızın ruhlarını üzmeyeceğiz kendimize gelip onların kaldığı yerden dünyanın yeniden inşasına ilk adımı bizler atacağız. Biz kardeşiz kardeşler gücenebilir, âmâ arkadan vuramazlar, kardeşlik sırtlarını birbirine dayayan kayalar gibi sapasağlam durmayı gerektirir. Hainlik, ihanet olmadığı sürece, hatalar sehven yapılanlar unutulur. Ama hainler kitabını ezberleyip bize o satırlara göre yaşam sunanları asla bağışlamayız… Biz dosdoğru yaşamak isteyen bir elçinin ümmeti olarak, emin güven sadakat, ciddiyet, ehliyet, hakkaniyet ve adalet ölçüleri içinde dünyaya yeniden doğmak için şafaktan evvel gelecek şafaklara gözlerimizi çevirdik, sabırla onları elde etmek için mücadele ediyoruz, dirençle yolumuza devam ediyoruz. Bu yol yorulanların, bahaneler üretenlerin, geceyi gündüze tercih edenlerin, çıkarlarını hedef edinip yola çıkanların yolu değildir. Bu yol kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanların yoludur. Biz, Allah’tan başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadığına inandığımız için, önümüze çıkacak dünya müstekbirlerinin ilahlarına toplarına füzelerine aşk şevk ve umutla karşı durarak, doğacak şafağı müjdelemek bizlere nasip olsun istiyoruz. Biz böyle bir Milletin fertleriyiz, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz olduğunu çok iyi biliriz. Nazım’ın deyimiyle Sen yanmasan ben yanamasam, o yanmasa nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…”

Neslimizi heba etmeyelim, duvarları yıkalım, köprüleri kuralım, ötekileştirmek değil bizim görevimiz, bağrımıza basarak herkesi bulunduğu hal ile kabul etmek, o olmak değil, herkesi kendisi olarak görüp insan yerine koymaktır. İnsan olarak yaşayıp insan olarak göçmek için mücadele ruhumuzu yeniden canlandırıp şafağı akşamdan gözleyelim ve hakikati bulalım… Hakikati, sadece hakikat olduğu için yaşayan ve yaşanabilir kılmak için mücadele eden ve bu uğurda her türlü zorlukları göze alanlara selam olsun…

Selam muhabbet dua ve iyilik dileklerimle Kadir gecesinin bugünmüş gibi onun içindeki tüm hayırların üzerimize yağmasını rabbimden niyaz ederek, sevgi ve saygıyla tüm okurlarımı Yerin ve göklerin Rabbi Allah’a emanet ediyorum… Rabbim gönüllerimize sükûnet yüreğimize genişlik dilimize sadelik versin…

Erol KEKEÇ/26.04.2022/00.15





25 Nisan 2022 Pazartesi

KÜRESEL HAYDUTLAR DÜNYAMIZA TECAVÜZ PEŞİNDE

 Karınca gibi çalışan, ipek böceği gibi nakış nakış kozasını dokuyan ile haramilerin soygun yaparak yaşamlarını devam ettirmek için yaşamı karartmalarını aynı görmek mümkün mü?

Karıncaların ne gecesi var ne gündüzü, önce yuvalarını en korunaklı yere yaparlar, sonrasında mücadeleye başlarlar. “Ey karınca topluluğu Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezmesin yuvalarınıza girin…”Karıncalar kendi dışlarında yaşayanların yaşam alanlarına dikkat ederler ve o sınırı asla aşmazlar, her yere girer çıkarlar ama kendi yuvalarına getirip orada adil ve eşitlikçi bir paylaşım yaparlar. Güçlerinin zirvesinde çaba harcarlar, gece vakti değirmenlerinde tane öğüttüklerini görürsünüz. Şantiye alanından farksızdır yuvaları, her yandan bir koşturmaca, sabaha kadar mücadele ederler. Haramiler yol keserler kendilerine ait olmayanları alarak haksız kazanımlarla gırtlaklarını doldururlar. Yaşamın her noktasında haramilerin pusuya yattığı bir çağda, karınca gibi çalışsanız ne çıkar, emekleriniz haramilerin sofrasına gittikten sonra. Haramiler çağında masum doğmuş, büyümek için emekleyen çocukların bahtı kararır. Bahtı kararmış çocukların, haramilerin çilingir sofrasının mezesi olarak görüldüğü bir yaşamın, hangi noktasına hangi kafayla nasıl bir düzeltme yapabilir siniz ki?

Rahmetli Barış Mançu’nun dediği gibi Ali Yazar, Veli bozar, Küp suyunu çeker azar azar…”Yokluk ummanına sizin yolculuğunuz da azar azar olur, bir an da kendinizi dibi olmayan karanlık dehlizlerde bulursunuz. Çünkü sizi oraya götüren imkânlarınızı har vurup harman savuran haramilerden başkası değildir. Dünya harami çetesi, dünyayı düzene koymak için çalıştığını söylüyor, ey insan topluluğu bilerek size yaşamı zindan edecek bu haramilerin, karanlık emellerinin kurbanı olarak kendinizi yok etmeyin. Haramiler sizin duyacağınız acının ne olduğunu asla düşünmezler, onların tek derdi sizin sahip olduklarınızın tamamını nasıl elinizden alıp hazın zirvesinde sabahlayacaklarıdır.

Haramilerin yaşam kaynağı, organize güç olmaları, acımasızca emek harcamadıklarını gasp ederek sizi yaşamdan koparmalarıdır. Yaşamdan kopanlar, haramilerin çığırtkanlıklarına yenik düşerlerse, karıncaların yuvalarına kaynamış kurşun dökerek tüm hazinelerini yok edenler gibi, bunlar da sizi yok edecekler. Sizin yuvanız ülkeniz, şehriniz, kasabanız köyünüz arazileriniz, onlar yok olmayla karşı karşıya, daha ne zamana kadar bu haramilerin büyülü gücü karşısında korkak ve ürkek yaşayarak kendinize yaşamı zehir edeceksiniz…

Küremiz zorbaların Tiranların haramilerin haydutların meşrulaştığı, karıncaların tehlikeli ve gayri meşru görüldüğü bir yer oldu. Her gayri meşru oluşum, kanunlarla kendilerini koruma altına alarak hayatın karanlık yönünde yayılmacı bir rol üstlenmişler. Bu yayılmacılık yuvasından dışarı çıkamayan ipekböceklerinin kozasını parçalamayı bile göze almış görünüyor. Onun için kapalı hiçbir alan bırakmamaya yemin etmişler gibi, çünkü kapalı anlayamadıkları oluşumların çok büyük tehlike olduğunu düşünüyorlar. Ondan dolayı da bir buldozer gibi önlerine çıkan her yüksekliği bir engel olarak görüp onların peşine düşüyorlar…

Yeryüzü var olduğundan bu yana, genel ve yaygın olarak her dönemde haramiler yaşama yön vermişlerdir. Çünkü onlar her dönemde megafonu ellerinde bulundururlar. Megafon kimin elindeyse onun borusu hep ötmüştür.                                                  Haramiler topluluğu mutlu azınlıklardan oluşur. İlk dönemlerde kanun kaçağı olarak görülür ve kanuni olanlar tarafından bastırılabilirdi. Ama günümüzde kanun dışı olanlar ile kanunu oluşturanlar ortak hareket ettiklerinden, Haramiler güç kuvvet ve yönetici erk olarak büyük meşru bir zemin oluşturmuşlar kendilerine… Yaptıkları işlerin ahlaki ve insani olup olmaması hiç önemli değil, önemli olan kanunlara uygunluğudur.

Haramiler yeryüzünde tam bir ahtapot operasyonu gibi her alandan insan topluluklarını kuşatarak ellerindekini kotarma derdindeler. Bazen karşınıza bir trafik memuru olarak çıkabilir, bazen ölülerinizi yıkayıp gömen biri, bazen vergilerinizi toplayan bir kurum, bazen sizi kendi isteklerini rahatlıkla kabullendireceği kıvama getirecek bir eğitim kurumu, bazen sizin adınıza sizin birikimlerinizi çalıştırmak isteyen banka yani sizin kanınızı emecek tüm yolları eline almış, ama farklı birimler olarak siz onu algılarken, oysa bunlar ahtapotun farklı yerlerdeki kolları olarak karşınıza çıkar.

İpek böceğinin kozasını örmek her babayiğidin karı değildir. O kadar güzel bir örüm gerçekleştirir ki, o yuvanın güzelliğine gölge düşürülmesin diye kendisini ördüğü yuvaya hapseder, Haramilerin sesinin kulağına gelmesini istemez. Çünkü kendi fıtratıma göre yaşayacağım ortam yoksa en azından kendi fıtratıma göre ölecek bir yerim var dercesine, yuvasının kapısını kapar ve içinde ölüme şevkle gider. Ama asla kendisini yok etmek isteyen hiçbir haramiye boyun eğmez, canlı olarak yaşadığı sürece… Ölümü sonrasında ona ne yapılacağının hesabını hiç yapmaz…

Varlığın sırrının anlaşılamadığı çağ, insanlık abidesinin yerini, çılgın histeri nöbetlerinin ve paranoyak septik bir maceranın kuşattığı dönem olarak yerini çoktan almıştır. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri çok ciddi manik depresif bir zaman tünelinde yolculuk yapıyor olmanızdır. Bu tünelin içi havasız, boğazınıza kadar fosseptik borularından çıkan pisliklerin sizi boğmaya çalıştığı, şeytanın kafanızın üzerinde dans ettiği, haramilerin ellerinde kılıç, oradan çıkmak isteyenlerin kafasını uçuracağını söyleyerek başınızda naralar atmaları sizi öyle bir tünelin içine hapseder. Bunların sayıları ve gücü çok olduğundan size hükmetmezler. Onların tüm gücü sizin korkularınızdan alınan bir enerjidir. Karınca topluluğu gibi çalışkan ve mücadele ruhu ölmeyen bir insanlık ortaya çıkmazsa, şeytanların orkestra şefliği yaptığı, haramilerin Ali kıran başken olduğu bir ortamda yaşamaya mahkûm olursunuz.

Yaşam, ruhun mücadele aşkıyla gerçekleştirdiği evlilikten doğan çocuklarıyla aynı sofrada huzurla bir yemek yiyebilmektir. Mücadele aşkı ile izdivaç yapamamış olanlar, ruhlarını atalete terk etmiş olduklarından, kendi yuvalarında ipek böceği gibi ölümü beklemek yerine, boğazına kadar battığı pislikler içinde can çekişerek yok olurlar.

Dünyanın çehresi değişmiyor, çehresizler topluluğu dünyanın başının belası olduğu için, onların borusundan çıkan seslerden başka çehrelere hasret kaldığımızdan sanıyoruz ki dünyanın çehresi değişmiş… Öyle bir şey yok ve olmayacakta, çünkü dünyanın çehresini değiştirecek olan, onu var edendir. Var eden böyle bir icraat henüz yapmadı, onun için çehresizler dünyamızı kuşattığı için, biz dünyamıza yabancılaştık. Yabancısı olarak bu dünyaya veda mı edeceğiz, yoksa çehresizlerden oluşan haramilerden dünyamızı temizlemek için, karınca gibi aşk şevk ve yılmayan bir ruhla mücadeleye devam mı edeceğiz?

Ey insan ve cin topluluğu, bu güne kadar hiç duymadığınız özlü ifadeler barındıran yaratıcı katından geldiğinde kuşku olmayan o ayetlere yeniden kalp ve kulaklarımızı açarak kendimize mi gelelim. Yoksa ölüm fermanımız ellerinde olan şeytanın aveneleriyle dostluk antlaşması yaparak tüm imkânlarımızı, hatta kanımıza kadar haramilere mi bağışlayalım. Haramiler doymak bilmez, onların doyum eşikleri delik ne atarsanız içinde kaybolur. Böyle bir haydut topluluğu dünyamızı kirletti ırzına geçti, bakire kalan yanı kalmadı. Bakireliği elinden alınsa da, en azından yaşam hakkı korunmalı, bizler kendimize gelmezsek bizlerle birlikte, gelecek günlerin yazılan kaderi dünyamızı karartarak bizi içinde bir mayın gibi kullanmak olacaktır. Dokunan yanacak, nerede ne zaman patlayacağımızı biz kestiremeyeceğiz, haydutlar uzaktan kumandayla bizi imha edecekler. Bugünlerin gelmesi mümkün değil demeyin, şeytan ordusu gece gündüz bu savaşı nasıl başarıyla sonuca ulaştırırız diye çabalıyor.

Dünyaya henüz gözlerini açmamış masum çocukların kaderi belki bunu önleyebilir, çünkü onların DNA’larıyla henüz oynanmadı, ancak onların dünyaya gelmesine sebep olacakların DNA’sı çoktan tecavüze uğradı. Yedikçe yedik patladık hastalandık, sağlığımıza kavuşmak için ilaçlar aldık onlarla kurtulacağımızı sandık. Yani anlayacağınız genetiğimizi gıdalarımızla istila edemeyince, takviye vitesle yolu devam ettirdiler, ilaçlar bunların takviye güçleriydi. Ne yazık ki öyle de oldu. Bunlar için, benim çok uçlarda gezindiğimi iddia ederek yok sayabilirsiniz, ancak düşünenler için gıda sektörleri ile sağlık sektörlerinin önemli elebaşları aynı haydutlardan oluşuyorsa, bunları düşünmemek elde mi? Gıda şifa kaynağıdır. Yediğiniz gıdalar sizi zehirliyor ve bu zehirlerin etkisinden kurtulmak için de ilaçlara sarılıyorsanız, o da sizin ananızı ağlatıp bağımlı bir denek yapıyorsa o zaman bunları iyice sorgulamak ve tavırlar almak insanoğlunun kaçınılmaz bir erdemi değil midir? Dünyanın en karlı ilk kuruluşu gıda sektörü, ikincisi ise sağlık sektörü, ikisi de insanlığı imha üzerine oturuyor. Bunları bu kadar kolay söylüyor olmam, bir iddia olmanın çok ötesinde durum tespiti ve olaylar arasındaki neden sonuç bağlantılarının götürdüğü yerden kalkarak gelecek için bilimsel bir öngörüde bulunmadır.

İki farklı oyunda sizi oyuncu yapıyorlar ve sizin kazanmanızı istiyorlar, oysa sizin bu oyunlardan herhangi birinden kazançlı çıkmanız mümkün değildir. Birinci oyun oynandığı sürece bahis oynayan, Bahisçi Şemo gibi sonuçlar, belli kazançlar bahisçinin kasasına gidecek. İkinci oyun birinciyi kaybedenleri tekrardan sahaya sürmek için çıkarılmış oyun olduğundan ikinci raundun kazananı da belli, ilk oyun kurucudur. Kısaca söylemek gerekirse dünyamızı karartanlar asla dünyamızı aydınlatmak için bir enerji kaynağı oluşturma derdinde değiller. Onlar sürekli ellerindekini tüketecek tüketim köleleri oluşturma amacındalar. Bizler karınca topluluğu gibi bunların bizleri ezerek yok edeceğini anlamazsak ziyan olanlardan olacağız. Benim temennim ziyan olmadan kendimize gelmemizdir.

Bizim korkularımız haydutların yaşam enerjisine döndüğünü bilelim kendimize gelelim korkuları yenelim, korkunun ecele hiçbir faydası yoktur. Takdir edilen takdir edildiğinde gelecektir, verilmiş olan rızkı da kimse alamayacaktır. Nerede üzerimize ölüm yazılı ise oraya gideceğiz, o halde bu kadar korkak ve ürkek yaşamanın anlamı nedir, bir kere geldiysek bu yaşama, bu yaşamın anlamını vererek yaşayalım arkamızda ahlar vahlar bırakmayalım; öleceksek adam gibi ölelim, yaşayacaksak adam gibi yaşayalım, küresel haydutların kullandığı bir paçavra olmaktan kurtulalım…

Yaratıcıya rağmen, yaratıcıdan bağımsız yeryüzünde bir cehennem oluşturmaya çalışan bu haydutlar, yerin ve Göklerin rabbi Rahman ve Rahim olan tek güç sahibi, hesap günün adaletli hâkiminden çekinmiyor, korkmuyorlar da ben onların düzmece karanlık tezgâhlarından korkacaksam, insan olmaktan utanç duyarım… Bu sadece ben değil, insan olan herkes için geçerli olan bir fermandır. Allah’ın tayin ettiği vakit yaklaşarak gelmektedir, o gün yüzleri ve gözleri gülerek Allah’a koşanlara ne mutlu… Allah’tan ittika edene hiçbir şey korku vermez, Allah’tan ittika etmeyene de her şey korku verir. Ne mutlu Rablerine karşı mahcubiyeti her şeyin üstünde tutanlara… Rabbimiz biz, bizi dosdoğru yoluna çağıran bir çağırıcıyı işittik ve ona itaat ettik… Bizler Bilerek senin yoluna çağıran ve bilerek yaşayanlardan olmak isteriz, sen bizim kalplerimizi hakikate aç, şerre kilitle…

Selam ve dualarımla, her şeyi evirip çeviren rabbimiz, haydutlara taraf isek bizi çevir kalplerimizi sadece sana yönelt…

Bahadır Hataylı/25.04.2022/00.33


24 Nisan 2022 Pazar

ZAMAN NEDEN HIZLI GEÇER?

Gökyüzünden geçen mavi çizgiler mi acaba yeryüzünün kaderini çizen? “Kaderin üstünde bir kader vardır” derdi üstat Sezai Karakoç. Hakikaten kaderin üstünde bir kader var, ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır, gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır… Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır… Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır, hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır… Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir Çınar vardır, Sevgili en sevgili ey sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim…

İnsan, Hakikaten sürgünde yaşadığını anlamak için bu kadar ömrü tüketmesine gerek var mıydı, daha önceki yaşlarda bu sürgün yerini anlayıp bu sürgünü anlamlı kılamaz mıydı, ne bileyim bazen kafama takılmıyor değil… Biz sürgün yerini benimseyip, öz vatanı unutan zavallı varlıklar arasındaki yerimizi, çoktan kendi yüreğimizle onayladık. Ondan olsa gerek sürgün yeri üzerinde tüm planlarımız, onun için, sürgündeki kaçakların hepsi birbiriyle düdük yarışına girmiş, kim daha iyi düdük çalar diye birbirinin düdüğünü imha etme derdinde(!)

Mavi çizgiler belirlemişti aslında, öz vatanımız ile sürgün yeri arasındaki mesafeyi, ancak biz onları anlamadık; çünkü bir kez olsun ne anlamı var diye gözümüzü çevirip gökyüzünü temaşa etmedik, yorgun ve bitap düşen aradığını bulamayan gözlere sahip olamadık… Daldıkça daldık neyi aradığımızı anlamadık, hep diplere inmeye çalıştık, her dipten sonra bir başka dip karşımıza çıktı onu da deldik, derken içinden çıkılmaz bir derinliğin içinde yolu kaybetmiş başı kesik maymun gibi can havliyle bağırdıkça bağırdık, ancak gökyüzünden imdadımıza gelen bir kader çizgisi olmadı. Meşhur Platon’un dediği gibi Kaderimizde olanlardan daha fazlasını yaşamaya başladık, çünkü beyinsizliğimiz sınır tanımıyor, başına gelenleri kabullenmek zorunda kalıyordu.

Ey kurşuni renkte üstümüze şemsiye gibi serilmiş gökyüzü; derinliklerindeki mavi çizgilerin anlamını sen bize söylemezsin biliyoruz, ancak biz o çizgilerin içinde gizli sırları anlamak için, denklemin neresinden başlayacağımızı bilmiyoruz. Bu denklem hayatımızda kullandığımız hiçbir denkleme benzemiyor, bazen kararıyor, bazen açılıyor, bir bakıyoruz görünmez olup bizi içinde kaybediyor, o zaman içinden çıkamayan bizler, hepten karışıp nereden geçeceğimiz, niçin geçmemiz gerektiğini bu dağınık kafalarla anlamaz hale gelip kendimizden geçiyoruz. Kendinden geçenler hep gevşemenin doruğunda olduğu için, atomlarımız birbirinden uzaklaşıyor, kendi dünyamızda bir elektriklenme gerçekleştiremiyoruz. Ondan olsa gerek hep karanlıklarda yaşamak oluyor bahtımız. Biz karanlıkları el yordamıyla geçeceğine inanan sürgündekilerdendik, ama koşarak buraları geçmeyi becermedik ve hep kayarak çamurlara battık, nasıl yapalım da bu çamurları görüş alanımızdan ve yolumuzdan uzaklaştıralım…

Sürgünde yaşayanlar, ikinci bir sürgüne mahkûm olunca kendilerine güzel bir isim vermişler, Kader mahkûmu… Hakikaten sen bizi mahkûm etmek için mi, içinde mavi çizgileri var ettin(!) Sürgünde sürgünle kendilerini ödüllendirenler, öz vatandan hepten kopma peşindeler. Ufka yolculuk yaparız her gün Güneşin doğumuyla batışı arasında; yirmi dört saatlik zaman diliminde Güneşle birlikte koca bir evreni oturduğumuz yerden gezerek, akşam olduğunda ufukta bırakarak yorgunluğumuzu, geceye bırakırız kendimizi… Biz bir ufuktan diğer ufka her gün yolculuk yaparız, ancak bir gün olsun kendi ufkumuza ulaşmayı göze alamayız. Ufkun karardığı yerden gündüze veda eder, görünmeyen ufukta geceyi karşılamaya başlarız. Ondan biz hep karanlıkları aydınlık niyetiyle soluyanlardanız, çünkü kaybettiğimiz ufkumuzu, sürgün yerinde arama derdindeyiz. İşte burada durup kendimizle bir hasbihal edemedik ondan kendimizi ararken kendimizi kaybettik nerede kaybettiğini bilmeyen bizler, yine kendimizi kaybettiğimiz karanlık ufukta aramayı tercih ettik. Oysa Hoca Nasreddin bu konuda bize çok güzel bir örnek olmasına rağmen hala biz bildiğimizden bir an olsun vaz geçmedik… Anahtarını kaybeden hoca aydınlık bir yerde bir şeyler ararken komşusu onu görür ve Hocam hayırdır inşallah bir şey mi kaybettin der. Hoca evet komşu anahtarımı kaybettim, peki hocam burada kaybettiğinizden emin misiniz deyince, hayır komşu burası aydınlık olduğu için burada arıyorum diye nüktedan kişiliğiyle hayatta alınması gereken en iyi dersi verir.

Evet, bizler sürgün yeri özlemi için kaybettiğimiz değerlerimizi, sürgün yeri içinde gördüklerimizle anlamaya ve bulmaya çalışınca ne buradaki imkânların bakış açısı, ne sahip olduğumuz kalibremiz bu haliyle bunları bulacak beceriye sahip olamıyor. Peki, bu halimizle sabah güneşle birlikte başlayan arayışımız, akşamın ufkunda Güneş batarken nasıl bulunabilir. Biz karanlığa gark olduğumuzda her şeyimizi kaybettik. O zaman akşamın karanlığı çökerken arayışımız başlamalı, sabah güneşiyle aydınlanan şafakta buluşumuz gerçekleşmelidir. Gece aramayanlar gündüz Güneşinden bir şey anlamazlar. Güneş ufukta süzülmeden, gün tam tepeye geldiği zaman o ışığın altında bir zerre olan sen titreyip kendine gelemiyorsan, gün batarken sana nasıl etki eder?

Masmavi çizgiler geçiyor gözümün önünden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım zaman her çizginin içinde kaderimin saklı olduğuna yakinen teslim olanlardan olsam da, acaba bu çizgilerin nerede ne zaman son bulacağını anlayacağım bir denklemi ele geçirebilir miyim diye kendimi zorlamaktan da alıkoyamıyorum… Çünkü ben haddi aşmaya meyilli bir yaratık olduğumun bilincinde olduğumdan, sürgün yerini ebedi dergâh edinmek için, kaderin içinde gizli notları ele geçirmeyi bile hesap edecek kadar haddi aşmayı da göze almakta sakınca görmeyenlerdenim…(!)

Ufka yolculuk var deseler sürgün diyarında kimse kalamaz, ancak ufukta kaybolanlar aranıyor dense kimse oralı olmaz. Her fert ufka yolcu olmaya aday kendini görürken, güneşin battığı ufukta kendisinin kaybolduğunu hiç anlamak istemez. Oysa kaybolan insanlık aranıyor bu sürgün diyarında ben sen o; biz siz onlar değil, hepimiz hepimizi arayalım, yoksa ufuktan batan Güneş bir daha doğmamaya yeminli gibi; her gün bir başka havada trip atarak geçip gidiyor üzerimizden… Güneşi böyle görmemiştim yaşadığım gün sayısınca, ağır başlı oturup kalktığı yeri bilir, nerede ne zaman dinleneceğimizin haberini içindeki ısı ve ışığıyla yollardı bize, âmâ son dönemde sanki bir an önce gideyim bir daha ufka kadar yorulmayayım dercesine, ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı, hepsi birbirine girdi, geceyi mi gündüzü mü yaşadığımızı da bilemez olduk.

Soruyorum benim dışımdakilere günler nasıl geçiyor diye, vallahi hiçbir şey anlamıyoruz, bir bakıyorum haftanın ilk günü hemen Cuma geliyor, nasıl bu hızla gidiyoruz bunu bir tülü anlamıyoruz diyorlar. Anlamadığımız bir yaşamın içinden anlayacağımız günlere kavuşmayı bekliyorsak, hep bekleyeceğiz, çünkü hayat anlamsızlaştığı zaman, günlerin de anlamı kalmaz. Anlamını kaybedenlerin hayatımıza bırakacağı iz, neredeyse yok gibi olur. Bize zamanın nasıl geçtiğini bildiren, hayatımıza bırakılan izlerdir. O izleri kaybettiğimiz gün, kalp atışları ölen biri için nasıl ki sürekli çizgi şeklinde oluşuyorsa, hayatı öldüren anlamsızlaştıranların da hayat çizgisi zikzaklı grafik çizmez, ondan nasıl geçtiğini anlamazsınız. Ölüler zamanı nasıl anlayacaklar. Hayatı anlamsız olanların, hayatı ve zamanı anlamaları da, mümkün olmayacaktır.

Zaman hayatımıza iz bırakmıyorsa yaşamamışız gibi çok hızlı gittiğini sanırız. Bu bir zaman algısıdır. Zamanın hızlı ve yavaş geçmesi nasıl ki, insanın içinde bulunduğu duygusal kalbi ve psikolojik faktörlere göre ya hızlı ya da yavaş geçiyormuş gibi algılanıyorsa, insan hayatı da tam burada bulunmaktadır. Sürgün yerinde geçen yaşamımız anlamlı ise, zamanın kıymetini anlarız ve nerede ne yaptığımızı, hangi zaman diliminde hayatımıza hangi faktörlerin iz bıraktığını biliriz, ama hayatımız anlamsız ve gökyüzünden geçen mavi çizgiler bize hiç uğramıyorsa o zaman sürekli geçen bir grafik çizgisi gibi yaşamdan ve zamandan bir şey anlamayız…

Karadenizli Hızır Acil ’in dediği gibi, kimi doğuyor kimi ölüyor, dünya dönüyor, hayat devam ediyor… Bu hengâmede devam eden o hayatı, anlamlı kılmanın yolu, anlamlı bir zaman çizelgesine sahip olmaktır. Sürgündeki hayatı sevenler, zaman çizelgesini keşfedemezler. Keşfedilmeyen bir zaman, nasıl ve ne için benimle anlamlı bir arkadaşlık yapsın ki! Zamanın sahibine yemin olsun ki, aldığınız her nefesten hesap vereceksiniz, bu zamanı size bağışlayan zamanın sahibi olmasaydı, nefesi alıp geri verme imkânımız olmayacaktı. Eğer nefes alıp geri verebiliyorsak, o zaman bu an bir geçiştir süredir. Peki, bu sure, zaman ne için var, banim anlamlı bir yaşamın kollarında zamanın sahibinin isteği doğrultusunda, bu zamanda bu nefesi nerede nasıl tüketeceğimi anlamam ve sürgün hayatımı yaşanır ve yarınlardaki öz vatana giderken eli boş gitmemem gerekir. Bunu anlamamış bir varlığın hayatın içindeki sırra vakıf olması düşünülemez.

“Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır”,  o anahtar yüreğimin beynimle reaksiyona geçip, gökyüzündeki mavi çizgilerin anlamını keşfetmesine bağlıdır. Aydınlık sabahlara ulaşmak için arayışları olan geceler lazım, geceleri aramayanlar, her gelen aydınlığı karanlığa çevirerek yönlerini kaybederler. Biz, geceleyin yönlerinizi bulasınız diye samanyolu ve onun üzerinde yıldızları var ettik diyen yaratıcının bu rahmetine sırt dönenler, Güneşin aydınlığında kaybettiklerini, gecenin karanlığında samanyolu altında bulamazlar. Geceler kendimize gelmek ve vicdani sorumluluklarımızı gözden geçirmek için bize ikram edilen bir rahmettir. Bu rahmeti gazaba çevirdiğimiz hayatta, Güneş her gün doğup akşam ufka varsa ve sürekli tekrarlanarak devam etse, kendimizde olanı değiştirmedikçe, ufka hasret kalacağız.

Ufku olmayan geceleri, ufku beliren gündüzlere ekleyerek yol almak bizim şiarımız, sürgünde olsak ta, öz vatana gitmeden, hesaplarımız dürülmeden hesapları ayrıntılı yaparak gündüzün aydınlığında, geceye kalmadan bu yolu tamamlamak tek hedefimiz…”Siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah sizin durumunuzu değiştirmez ”Toplumsal değişimin yasası bireysel farkındalıktan geçer. Bu yaklaşım bizlerin hayatlarına anlam katması umudu ve duasıyla, diyorum ki hayat devam ediyor, ”Sabah yakın değil mi?”

Erol KEKEÇ/24.04.2022/01.30



23 Nisan 2022 Cumartesi

DEVLETİ CİHAN ADALETİ DİNİYYEYE DAYANIR. “ CİHAN DEVLETİNİN DİNİ ADALETTİR”

 Devlet, iki temel ana gövdeye dayanır oluşum şekline göre; Ya Millet devlet için var olur, ya da devlet Millet için var olur. Bunların dışında bir başka oluşum olabilir mi, elbette olur ancak buna kimse yanaşmak istemez. Devlet ile Milletin görevlerinin tanımlandığı, devletin hak ve yetkilerinin olduğu, hem de Milletin hak ve yetkilerinin bulunduğu, ikisinin de dengede olduğu bir başka devlet de olur. Ancak günümüzdeki devlet şekillenmesinde ilk iki unsurun olduğu muhakkak ancak diğer üçüncü unsura pek fazla yer vermeyi kimse istemez, ancak genellikle Batı dünyasında üçüncü unsura yakın oluşumlar yok değil…

Devlet var olmak zorunda, tüm unsurlar devlet için var ve devletin yaşaması için feda edilebilir anlayışıyla yaşayan devletler herkesin de bildiği gibi Makyavellist bir algıya dayanır. Bu algı zorbalıktan beslenir ve her şeyi gücün emrinde tüketir. Gücü devamlı kılmak esastır. Devlet, burada kendisini dayayacağı zenginler sınıfı oluşturur, onları her türlü imkânlarla besler, onlara sırtını dayar ve tüm halktan toplar, onları büyütür, onların büyümesi kendi bekasını devam ettirme esasına dayanır. Yani devlet ya bir grup, ya bir ailenin, ya bir burjuva sınıfının ya da belli bir silahlı gücün tekelindedir. Yani devlet onlardır. Bunların dışında kalanların canı malı çoluk çocuğu bunların varlığına ve yaşamasına feda edilir. Halkın varlığı, devletin kendi büyüklüğünü gücünü ve yaşamını kanıtlamak için, bir arenada toplanan seyirciler hükmündedir. Dolayısıyla halk, Devlet gösteri yaparken, onun gösterisini alkışlayıp devletin de kendisini beğenmişlik duygusu içinde onlara tepeden bakacağı ve gerektiğinde aşağılayacağı bir nesne özelliğindedir. Halkın bir nesne olarak algılandığı ve sadece devletin bekası için, kendi varlığının yok olmasına bir gerekçe bulan insanlar, olsa olsa ancak bir köle olur. Yani Makyavelist devlet kölelerin yaşadığı devlettir de diyebiliriz.

Halkın devlete feda olduğu yerde, ekonomik araçlar tamamıyla belli zümrelerin tekelindedir. Her iş onlardan sorulur onlar her şeyin en iyi bilenleridir. Tüm parasal güç bunların kontrolündedir. Dolayısıyla halktan alınır bu güçler beslenir. Çünkü devlet bunların omzundadır. Onlar çekilirse devletin yıkılacağı düşünüldüğü için, bu gruplar genel halka her zaman tercih edilir. Halkın elindeki ekmek alınır bunlara verilir.

Eğer halk devlet içinse, bu anlayışa sahip olan devletlerin halkının büyük çoğunluğu yokluk ve perişan olarak yaşarken, devletten beslenip sürekli kanatları uzayan ayrıcalıklı sınıf, har vurup harman savurur. Yani devletin asıl adını koyacak olursak zulüm, yönetenlerde zalim olur. Günümüzde Demokrasi ile yönetildiğini söyleyen İslam toplumlarının yönetimleri ve ayrıca krallık aşiret ve Teokratik totaliter devletlerin hepsi böyle bir anlayışla yönetilirler. Bu devlette ayrıcalıklı sınıflar için, delinip geçilmeyecek hiçbir kural yoktur. Kurallar şahıslara özgü oluşturulur ve tekrar değiştirilir. Kuralların hükmü sadece devlete feda olan halk için geçerli ve yaptırımı vardır. Yani halkın büyük çoğunluğu ezilecek tek hücreli böcek olarak görülür ve onların yaşamının anlamı da yoktur. Acından ölse kayda değer bir anlamı yoktur. Sadece öldüğünde nüfustan düşülür o kadar bir etkisi olur. Bunlar doğuştan haklarını kaybetmiş kullanılmaya uygun varlıklar olarak görülüp o şekilde onlara muamele yapılır. Bunların kazanımları artacak olursa onların önlemi alınır olağanüstü vergi yükleriyle tekrar eski hallerine getirilir. İçtiği çeşmedeki sudan tutun, attığı her adıma, sabah uyandığında elektrik düğmesine bastığı anda sırtına vergi biner, ne yapacağını şaşırır ama devletimiz olmazsa bizde olmak der, devletine dua etmekten geri kalmaz. Oysa devlet o olmadığı zaman olmayacağı halde bunu asla idrak edemez. Yani gönüllü ve tercihli kölelerin yaşadığı yerin adı böylesi devletlerle anılır. İslam toplumlarında Afrika’nın en ücra köşelerinde uzak Asya ve Latin Amerika kıtasındaki devletler neredeyse hep bu özellikteki devlelerdir. Halkın her adımı, devleti besleyen bir eylem ve paradır. Fakirler fakir kalmalı ki devlet yaşasın ve devletten beslenen bu ayrıcalıklı sınıfların varlığı devam etsin… Ondan dolayı da Fakirden alıp ayrıcalıklı sınıfları yaşatmak temel felsefedir. Bu devletlerin yeryüzünde varlığının devam ediyor olması, dünyada zulmün ne boyutta ve genişlikte olduğunun da kanıtıdır.

İkinci özellikteki devlet ise, Devletin, halk için olduğu devlettir. Devlet, tamamıyla İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kurumsal organizasyonun varlığının gerekli olmasıyla doğar. Devlet kendisini bir hizmet aracı olarak görür ve toplumsal yaşamın en iyi şekilde düzenli olarak devam etmesi için ciddi bir kontrol görevi görür. Devletin kontrol sistemi olduğu yerde devleti denetleyen insanlar olduğu için devletin varlığı halka hizmetiyle anılır. Halka hizmet etmeyen devlet asla Millet için olamaz. Burada da bir denge problemi yaşanır. Çünkü devlet tamamıyla kendisini halka göre şekillendirip hep halka verme üzerine kurulu olursa devletin süreklilik problemi yaşaması mümkündür. Onun için zaman zaman bu devletler ciddi kırılma noktasına gelirler ve sürekli yönetim değiştirmek zorunda kalırlar. Küba ve Venezüella bu tür devletlere örnek gösterilebilir. Burada eşitlik kavramı kayda değer kabul edilir. Adalet kavramından daha önemli bir anlamı vardır. Toprağa atılan tohum büyüdükçe meyveye döndükçe ondan faydalanılır. Ama tüm tohumlar tüketilirse orada gelecekte üretilecek ürünün tohumları da tükendiği için gelecek her zaman tehlike oluşturur. Onun için bu devlet algısı da görünüşte çok iyi bir yönetim şekli gibi görünse de o kadar masum olmadığı ortadadır. Yani ne devlet sadece halk içindir, ne de halk devletin kurbanıdır. İkisi de olmak zorundadır. İşte bu noktada üçüncü bir anlayış ortaya çıkıyor.

Devlet halk için olduğu kadar halkta devletle iç içe olmak zorundadır. Yani yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan diye bir kısır döngü yaşamak gerekmiyor. Yumurta tavuktan çıktığı gibi tavukta yumurtadan çıkmak zorundadır. Öncelik sırası görev ve sorumluluğun yerine göre değişebilmelidir. İnsanlar kendi huzuru ve mutluluğu için, her şeyle kendilerinin ilgilenmesinin mümkün olmadığını bildiklerinden bu sorumluluklarının büyük bir kısmını kendi oluşturdukları organizasyona devrederek, kendi adlarına bu organizasyon sorumlulukları yürütür. Devlet ayrıcalıklı bir sınıf oluşturma adına ortaya çıkmıyor, ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için daha sistemli kurumsal bir yapıya dönüyor. Bu kurumsal yapının adı devlettir. Tarihte bunun en güzel şeklini Ha. Muhammed(as)’in Medine’de kurduğu devlette görüyoruz. Bu devlet Hz Ömer döneminde canlı örneklikleriyle tarihe adını kaydettirmiştir. Devlet bir denge unsuru görevindedir. Zengin insanların imkânlarından faydalanır, imkânı olmayanları gözetir, toplumsal denge ve huzur oluşturur. Böylesi bir devlette kurallar herkes için aynıdır. Şahsa ve inanca göre farklı uygulamalar asla olmaz. Yaptırımlar kimlik eksenli uygulanmaz, doğrudan eylemin karşılığı olarak yaptırıma dönüşür. Eylemin çıktığı şahsın ne kabilesi, ne parası, ne silahlı gücünün hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan isnat edilen eylemle ilişkisinin olup olmadığının ortaya çıkmasıdır. Tek gözetilecek konu budur. Ekonomik imkânlar insanların çaba ve gayretlerine göre, biyolojik yaşamın devamını sağlamanın dışında, tamamıyla üretim eksenli dağıtılır ve adalete uyulur. Eşitlik değil, burada esas olan adalettir. Dolayısıyla toplumsal yaşamda aşırı uçlar oluşmaz. Doyumsuzluk ve hırs yerini eminlik ve güvene bırakır. İnsanlar arası yarış maddi kazanımlar üzerine değil, tamamıyla bilgiye ulaşma, zihinsel birikim, entelektüel donanım sanat felsefe ve bilim üzerine yoğunlukta kendisini gösterir. İnsanlar arası ilişki ve iletişim çok canlı olur. Toplumsal yaşam, ortak değer algısı üzerine yoğunluk oluşturur. Yani insanlar kaynaşır, birlikten kuvvet doğar deyimine uygun tavır ve davranış içine girerler.

Böyle bir devlet adil devlettir, yöneticileri de adaletlidir. Halkının içinde neler olduğunu bilir, halkı uyanıkken kendisi uyumaz, halktan kopuk uygulamalara yer vermez. Vergi sistemi insanları yaşatmak ve yaşamı kolaylaştırmak için organizasyonun devamını sağlamak amaçlı olur. Bunlar da her yerde kullanılmaz ve özenle hakkaniyet sınırları içinde israfa asla yer vermeden kullanılır. Çünkü kendisine verilen paraların hepsinin milletlin devletine bir emaneti olduğu idrakiyle, devlet hareket eder. Fakirden alıp zengin sınıflar oluşturulmaz, fakirler üretime katılır ve onların iş yapması için üretim alanları oluşturulur. İmkânı olmayan insanlar bir yerde emek karşılığı ücretle çalıştırılır, üretici kabiliyeti güçlü olanlar daha aktif ortamlara taşınarak yeteneklerinden daha fazla istifade edilir. İnsan için en iyi rızkın, insanın kendi emeğinin karşılığı olduğunu devlet çok iyi bilir, onun için insanlara bedava dağıtımlar yaparak köle ruhlu varlıklar yaratmaz.

Bu devlette insanlar bilinçli duyarlı ne yaptığını ve ne istediğini bilir. Karanlıklar peşinde koşmaz. Yöneticilerinin kendileriyle uyum içinde olup olmadığını çok iyi değerlendirirler. Yöneticilerin tek derdi sırtlarına yüklenen emaneti adil bir şekilde sonrakilere teslim edecek bir gelenek oluşturarak, devletin kalıcılığının artmasına katkı sunmak ve halkın huzurunu sağlayarak onların can, mal ve nesil güvenliğini sağlamaktır. İnsanlar kendileriyle uğraşmaktan farklı kurumların sorumluluklarını konuşamayacaklar. Yani herkes kendi mesleki statüsünün rollerini en iyi oynayarak toplumsal yaşama bir katkı sağlamak için mücadele edecektir. Bu gün batıda bu anlayış devlet tarafından halklarına yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Ondan dolayıdır ki, devlet nasıl olmalı dediğinizde Siyaset bilimciler ve bu alanda uzmanlık yapanlar dışında kolay kolay kimseden bir görüş alamazsınız. Çünkü herkes kendi işiyle uğraşır. Oysa bizim gibi toplumlarda ise herkes her şeyle uğraştığı için ne devletin ne de Milletin ne yaptığı bilinmez.

Bugün batıda yaşamın daha kolay olduğunu ve doğu toplumları kadar stres olmadığını anlatırız ama neden böyle olduğunu ve bu aşamaya nasıl gelindiğini konuşmayız. Sadece sonuçlara bakarak bir yorumlama yaparız. O yaşamı sunacak düzeyde organizasyonu kuracak bilinçli duyarlı insanlar oluşturmadan ve o uygulamaları içlerine sindirecek bilinçli ve farkındalık seviyesi yüksek bir halk olmadan o aşamaya gelemezsiniz. Batının bugün bu konudaki rahatı geçmişte bunu elde edebilmek için ciddi bedeller ödemekten korkmamasıdır. Oysa doğu toplumları hem güzeli arzular hem de bedel ödemekten korkar dolayısıyla yaşadığı hayat onun kendi çabasının bir karşılığı olduğu kabul edilmelidir.

Adaleti eksen alan ve adalet dışında bir tarafın tarafı asla olmayan yöneticiler ve devletin yönettiği halkın ruhları sade, istekleri insani ve huzurlu hayatı yaşamaya gayret gösteriyorlarsa, buna kavuşmayı engelleyecek hiçbir güç yoktur.

Geçmişinde adaleti uygulamak için çok çaba harcayan ancak bazı konularda rahatsızlıklar olsa da bunu düstur edinmiş bir tarihin yeni nesilleri olarak bunu ikame etmek yine bizim görevimiz olmalı diye düşünüyorum… Batının kıyısından köşesinden sahiplendiği adalet anlayışı böyle güzel tablolar ortaya çıkarıyorsa, kim bilir biz kendi değer sistemimizi baş tacı yaparak ayağa kalkarsak nasıl bir medeniyet inşa ederiz. Bunları yapabilecek inan potansiyelimizin olduğuna inanıyorum. Ancak hırslarımızın kurbanı olduğumuzdan bugün bunları düşünemiyorsak içine düştüğümüz gafletten dolayı, gafleti yok etmek bizim elimizde, tek yolu kendimizle barışmak ve vicdani hesaplaşma yapabilmektir.

Devlet ile Millet arasındaki çizgi terazinin hassas denge noktasıdır. O dengeyi yakalamak ve yeryüzüne hakikatin yaşanabilir bir gerçeklik olduğunu haykırmak için yaşamlarımızla bunu ortaya çıkarmak ve şahitliğimizi yapmak zorundayız. Bu gün ülke yönetiminde olan insanlarımız bizim bu düşünce ve ideallerimize uzak olmadığına inanıyorum ancak gaflet bazen insanın ruhi dünyasını ve ufku okumasını olumsuz etkileyebiliyor. Bunun en önemli nedeni de, kayıtsız şartsız yapılan her eylemi, doğru ve yanlış sorgulama becerisi olmayan taraftar anlayışının kabullenmesi ve savunmaya geçmesidir. Eğer yanlışlar yanlış olduğu için tepki verilmiş olsa, hiçbir yönetici kendi yanlışlarında ne tür hikmetlerin olduğunu düşünmeyecekti ve kendisini sorgulayacaktı. Ancak taraftar insanlardaki basiretsizlik ve kaybetme korkusu yanlışların metabolizmayı ele geçirmesine neden oldu sonrası içine düştüğümüz tablo oldu… Tüm olumsuzluklara rağmen bu yolların aydınlanması ve yeniden kaldığımız yerden devam edebilecek enerji ve vicdanımız varsa korkmaya gerek yoktur.

Devlet aklımız kendisini iyice sorgulamalı ve kendisinden kaynaklanan olumsuzlukların faturasını ödetecek ortamlar aramamalı, vicdanıyla hesaplaşıp hesap makamında kendi kritiğini yapabilmeli, işte o zaman yeni bir doğuşun ilk ışıklarıyla karşılaşmamıza Allah’tan başka hiçbir güç engel olamaz. Yanlışlar temizlenirse herkesi kendimiz gibi görüp hataları ortadan kaldıracak dirayetli tavırlar geliştirilirse, çok kısa zamanda çok daha büyük işlerin yapılacağına inancım tamdır. Ülke nimetleri ayrıcalıklı sınıfların har vurup harman savurduğu yer olmadığı bilinmelidir. Ben verdim, ne olacak diyen Demirel gibi Verdimse ben verdim gibi içi paradoks dolu cümleler hayatımızın hiçbir noktasında yer almamalıdır. Bizim burada olmasını istediğimiz devlet, hem korunmalı hem korumalı, hem yaşamalı hem yaşatmalı, hem adil olmalı hem kararlı olmalı, fakirleri doyuran değil koruyan zenginleri koruyan değil kollayan olmalıdır.

Bizim medeniyet anlayışımız İslam Ülkeleri içinde en üst seviyede olduğunu düşünüyorum. Ancak yaşam kalitemiz batının en basit yaşamının bile altında olduğu gözden kaçmamalıdır. Bunun sebeplerini hep birlikte ortaya çıkarıp bunları bertaraf ederek yeni bir dünyanın doğumuna şahitlik etmek için adaletin Şahidi bir devlet anlayışımız oluşsun… Hukuk herkesi kuşatsın çıkarları korumaktan uzaklaşıp, çıkarların deldiği çuvalları yeniden inşa etsin…

Medeniyet; Medine’nin sokaklarında inşa edildi hurma dallarıyla üzeri örtülen bir mescitte dünyaya kendini tanıttı. Yaşamı anlamlı kıldı fakir zengin kardeş eyledi ama bu insanları birbirinden ayıracak Yüksek haşin korunaklı sarayların duvarlarına hiç ihtiyaç olmadı. İnsanın yaşamı saray ise Hurma dallarının altı en güzel anılara sahne olur. Eğer yaşamınız adalet ve hakkaniyet üzere inşa edilmiyorsa en lüks saraylar ve malikâneler bir devletin temelini oluşturmaktan aciz kalır tarihe not düşülecek anılarınız kalmaz…

Rabbim bizleri yaşamıyla hakikate şahitliği ve adaleti gözetmesiyle tarihe not düşülecek bir hayatın temsilcisi olmayı nasip etsin; devletimizi medeniyetin önderi kılsın, Milletimizi idrakle yaşatsın sadece hakkın yaşanmasında bir araya getirip vahdet eylesin, batıl da ise tefrikayla bizi bizden uzaklaştırsın…

Gönül sesimle vicdanlara ithaf ettiğim bu yazımın huzurlu bir geleceğe tanık olmasını rabbim vesile eylesin…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla Gelecek Kadir gecesinin üstümüze hayırlar yağdırmasını rabbimden niyaz ediyorum zulmü karanlığı da bizden uzaklaştırmasını en kalbi duygularımla talep ediyor… İyi ki Allah’ın kullarıyız, iyilikten başka bir şey düşünmüyoruz…

Bahadır Hataylı/23.04.2022/02.29



TOPRAKTAN BEDENE CAN VERENE

Anılar arasında bir güz yaprağı gibi sararmış ve rüzgârın önünde savrulan ömrümü, bahara taşıyarak, filizler vermesi için tüm çabalarım… Zaman değirmeni öğütmeden bırakmıyor ömrünüze ait ne varsa elinizde. Zaman acımaz, acımadan alır ve dağıtır, yerinize bir başkasını koymaktan zevk alır.

Zamanla alışırsın dedi herkes, oysa zamanla ben hiç alışamadım ama zaman bana öyle bir alıştı ki, yanımdan hiç ayrılmaz oldu, ne varsa bende ortağımmış gibi benden fazla o sahiplenmekte ve alıp harcıyor hiç acımadan…

İlk çocukluk yıllarımda elimde ağaç dallarından yaptığım sabanımla nerede küçük bir toprak görsem orayı sürerdim ve usanmadan saatlerce orayı imar eder, bir şeyler ekmeye çalışırdım. Beş yaşımdaki bu üretici karakter yapısı bana öyle bir oturdu ki, toprak gördüğümde hemen yepyeni bir yaşamın canlılık belirtilerini görür gibi heyecanlanıyorum. Toprak canlılık, heyecan yeniden doğuş, uzaklara bakış, ufuktan ışıkları alıp onlarla yarınlara varıştır.

Beş yaşımda toprağı ilk sürmeye başladığım yıllardaki üreticilik benden hiç gitmedi, onun için ülkemin her karış toprağının imaratını düşünerek, ülkem için zihnimi çok yordum. İnsanlık, yaşam, ülkem ve aydınlık yarınlara kavuşmak içinse benim düşünmelerim, varsın yorulsun zihnim, tüm çabalarım ülkeme feda olsun…

Çocukluğumdan aldığım toprak sevgisi, toprağın kutsallığını bana öğretti. Toprak kutsaldır, toprak anadır, toprak babadır, kardeştir, oğuldur kızdır evlat bacı akraba eş dost gardaş ve sırdaştır. Toprak hamurumdur benim, ben kendi hamurumu sürerken, aslında kendimi imar ederdim. O dönemden aldığım o dersi hayatımın her noktasına taşımaktan mutluluk ve haz duydum. Topraktan kopunca hayattan koptuk, çünkü hayat bizim toprağımız, toprak bizim kaynağımız, bunları birbirinden ayırdığımız zaman yok olmaya mahkûmuz.

Çocukken toprağa yabancı kalan, kendi özünden koparılır, kendi özüyle tanışmayan karakter ve kişilik gelişimini nasıl tamamlayabilir. Önce toprağımızı yabancılardan ve istilacı canavarlardan kurtarmaya kararlı olmalıyız. Toprağı istila edilenlerin ruhları parselleniştir. Ruhları kuşatılmış olanlar üretimden ne anlasınlar. Biz üretici olmak zorundayız bunun için öncelikle çocukluğumuzda üzerine basarak rahatladığımız, arada bir oyuncak sabanlarla sürerek havalandırdığımız, içine su salıp onu iyice yoğurduğumuz, toprağımızdaki inceliği anlayarak kendimizle barışabiliriz… Kendini yoğurmayan ne anlar hayattan yaşamdan zamandan, zaman içinde öğütülen kendinden…

Özümüzden kopunca bizi harcadılar. Özünden kopanlar topraklarını boş bıraktılar veyahut ta topraklarının tabiatına aykırı tohumlarla topraklarını canlandırmayı hesapladılar, çok kazanmak ve hırs uğruna, hamura su kattılar. Sular hamuru cıvıklaştırdı, cıvık kişilik ve karakterlerle topraktan verim almayı, acaba nasıl hesaba kattılar.

Acılar coğrafyasının yılmayan usanmayan her mevsimde her toprakta filiz vermeye ah etmiş bir yaban gülüyüm ben… Yaban dediysem yabana atmayın dediklerimi, yabana atılırsam nereden nasıl hangi iklim ve mevsimde filizlenip çiçek açacağım bilinmez. Bilmediğiniz yerde, hesap etmediğiniz zamanda size sormadan çıkan bir filiz varsa topraktan, bilin ki o toprak çok imar edilmiş ve o filizin karakteri toprakla özdeşleşerek birlikte zamana karşı kıyama durmuş… Zamana yenilmeyen ve zaman geçse de kendisi her anla birlikte olmak için, zamanın ruhuyla at başı giden bir yaşamsa bana armağan, o zaman bırakın keyfimce ben bu hayatı doyasıya yaşayayım…

Neden insan stres topu olduğunda yalın ayak toprakta gezerek rahatlar? Bir çocuk ana göğsüne kafasını koyduğunda, anne onun başını okşayarak öpüp kokladığında nasıl ki, hıçkırıklarla dolu gözyaşları kurur ve ağıtı dinerse, Toprakta insanoğlunun anasıdır. En acılı ve stresli anlarınızda koyun başınızı onun tam yüreğine, isterseniz yuvarlanın, isterseniz üzerinde koşun, isterseniz sabanlarınızla karnı deşin, o sizin tüm çılgınlıklarınıza katlanır, âmâ ondan uzaklaşmanıza asla tahammül etmez. Onun için olsa gerek kendisiyle aramızdaki mesafeyi betonlarla doldurduğumuz günden bu yana, aramıza kara kedi girmiş gibi ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı hepsini birbirine karıştırdık.

Betonlar anamızı ağlattı, anamız bizi göremez oldu, gözyaşlarından gözünün önünde yaşlar çatallandı. Biz onun feryadını duymadık, acılı gözlerinden akan yaşlara şahit olduk, ama oralı olmadık, bu gün ne güneşin doğduğunu ne battığını görüyoruz, bir bakıyoruz hafta başı, bir anda kendimizi sonunda buluyoruz haftanın… İşte, zaman değirmeni çılgınca atmış bizi iki taşı arasına, öğüttükçe öğütüyor hiçbir yakarış ve haykırışımıza aldırmadan…

Yerkürenin üzerinde insan adıyla yaşayan tüm canlılar kürenin üzerini kaplayan toprak anayla hala göbek bağı ile beslenmesine rağmen, neden bu bağın düğümlenmesine veya koparılmasına göz yumar. Siz size hayat taşıyan bağın koparılmasına karışmazsanız, ananızın kucağında ölü doğmanıza rağmen yaşayan canlı olduğunuzu sanırsınız. Alışamadık, zamanla geçer denilen günün üzerinden tam kocaman yarım asır geçmiş, hala alışmayı beklerken, aslımızı görme basiretine kavuştuk. Neyse ki anamızla kucak kucağa sarılıp yatmadan bunun idrakine vardıysak, anamızla aramızı düzeltip yeniden onun kucağına yatak atacağız. Yoksa üzerimize beton döküp bizi anamızdan ebediyen ayıracaklar.

Kızılderili Reisin, ABD’de toplu konut idaresi başkanına söylediği şu sözler yaşamın fermanıdır bunu okuyabilseydik vakti zamanında, bu gün yaşadığımız acıları belki yaşamamış olacaktık. Toplu konut idaresi Kızılderilileri dağlarından topraklarından alıp getirip, beton binalara yerleştirmiş ve o topraklara gitmelerini istememişler. Aradan biraz zaman geçince, Kızılderililer hastalanmış, mutsuz olmuş stresten birbirlerine saldırmaya başlamışlar, çalışma ve mukavemet tükenmiş kendi içlerinde kendileriyle savaşmaya başlamışlar. Ancak bu acılar zamanla geçmemiş, kızıl derilileri, zaman geçiriyor muş ki, Kızılderili Reis Konut İdaresi başkanına çıkmış ve demiş ki; ”Ey başkan biz anamızdan topraklarımızdan buraya gelirken sadece bedenlerimizle geldik, âmâ ruhlarımız orada kaldı, Ruhlarımız bedenlerimizden ayrı olduğu için, bedenlerimiz ruhlarımızdan uzakta yaşayamıyor ve hepsi hastalandı. Onun için biz yeniden bedenlerimizle ruhlarımıza dönüyoruz ki yaşayabilelim…”

Müslim Babanın Dediği gibi,”

Topraktan bedene can veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver

Her güne bir ümit veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver; ”İnsanın yaşama hevesini yeniden yakalayabilmesi için, yaşama canlılık veren hayatla tanışması ve ona şahit olması gerekir. Yaşamadığınız bir hayatın taşıyanı olamazsınız. Onun için, öncelikle torakla tanışarak zamanla alışanlar değil, zamanı bize alıştıranlar olmak zorunda olacağız. Zaman bize alışırsa neyin ne zaman doğacağını bilir, ona göre vakti zamanında uğrar hiçbir karışıklık olmaz, her şey yerli yerinde ve bir bütünlük içinde devam eder.

Anılar arasında güz yaprağı olduğumu görünce, çocukken elimde sabanımla toprağı deşerken hayalini kurup türküsünü söylediğim, günlerime dönmek geldi içimden… O kardığım toprakta umutlarımı sakladım, çocukluğumun sonunda umutlarım filizlenip kökleşti yarınların hayallerini kurarken, tüm hayallerimin üzerine beton döktüler. İşte bu gün var gücümle hayallerim üzerine dökülmüş betonları kaldırıp, anamla arama konulan barikatları yok ederek toprakla barışmak ilk hedefim. Ben canlıyken bizi toprakla buluşturmayanlar, öldüğümde götürüp kucağına bırakacaklar. O zaman toprakla aram bozulmuş olduğundan beni sıktıkça sıkarak merhametli yanından beni mahrum bırakacak…

Bu günlerin hatırı için toprakla barışalım, içinde öyle ağlayan damarlar var ki, sicim gibi gözyaşı akıtarak betonlara karşı koysa da, anlamsız bir yaşamın kollarında hayattan bıkmış sürgün bir yaşamı var sanki!

Biz bu dertleri, toprağımıza dönersek atlatırız, oysa bizi toprağımızdan ayıranlar mutlu olmamızı istemedikleri için, bu yazıyla, hayatımızı kara yazıya bağladılar. Toprak biz, biz toprak “Benim Sadık Yârim kara topraktır…”diyen Halk Ozanımız Âşık Veysel gibi, yârimiz ile koyun koyuna yatmadan zamana dur diyorum, onu bize uygun davranmaya çağırıyorum… Yoksa zamanla yok olmuyoruz zaman bizi imha ediyor,

Toprakla barışalım yaşama koşalım kendimize gelip evrene güzel bir selam duralım… Aslımıza dönen bizleri, zaman değirmeninde öğütmez. Topraklarımız tohum olmayınca, boş kalır diyerek aslımıza rücu edelim…

Var mısınız toprakla koyun koyuna uyumaya…

Erol KEKEÇ/22.04.2022/02.09