28 Şubat 2022 Pazartesi

YAŞARKEN ÖĞRENDİM ÇOCUKLUĞUMA ÖZLEM DUYMAYI

İlkokulda dersliklerimizin hemen arkasında güllük diye isimlendirdiğimiz bir alan vardı, bahar geldiğinde sınıflarımızın penceresini açtığımızda gül kokularından içimiz gülerdi… Sıcaklar bastırdığında güllük ile bina arasında yol gibi küçük bir alan vardı, orada beş taş oynaya dalardık hatta oradan başka serin yer olmadığı için oralarda saatlerce uykuya dalardık… O günkü çocukluğumu düşündüğümde başımda ne stres ne ekonomi, ne savaş ne acı ne zalim hiçbir şey kalmıyor, ondan olsa gerek bugün onları düşünürken dalıp gittim kendimden…

Çocukluğumun baş döndüren mutluluklarını bugünden geriye dönüp özlesem de getiremiyorum ne gelir elden… O kadar dokunmuş ki içime sınıf arkadaşlarımın neredeyse hepsini okul numaralarıyla görüntülerini gözlerimin önüne getiriyorum; okulun bahçesinde coşkulu şekilde koşup oynarken buluyorum kendimi, biraz zaman geçince oturmuşuz bir banka sohbet ediyoruz, düşüncelerimiz farklı olsa da, birbirimizin bazen dizine, bazen omzuna kafamızı koyup kendimizden geçmişiz kötülük nedir bilmiyoruz, hiç yanımıza uğramamış… Yatılı okulumuz, bizim için sevginin, saygının paylaşımın kardeşliğin, candan geçmişliğin vatan millet sevgisinin yüreğimizi kavurduğu ve coşup kendimizden geçtiğimiz yerin adı olmuştu…23 Nisan günü Okuldan çıkıp Bayram günü ilçeye tören alanına yürürken, “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı, “diye başlayan Eskişehir marşı ile yollara düşerdik, orman ve dereden seslerimiz yankılanır ve biz göğüslerimiz kabararak 20 yaşında genç delikanlılar gibi rap rap diye yolları aşındırarak yürürdük…

Hayatımız o kadar güzel ve mutluluk gülücükleriyle doluydu ki anlatamam, her konuşmamızdan ve birbirimize koşmamızdan güzel tomurcuk güller patlardı. Hiçbirimiz birbirimizi tanımadan o kapalı ortamda bir araya gelmiştik, ama orası bizim için bir kaynaşma ortamı olmuştu… Çocukluğumuzu hayallerimizi umutlarımızı sevgilerimizi kardeşliğimizi orada bırakarak çıktık oradan; ondan sonra gittiğimiz ortamlarda onlara bir daha ulaşamadık…

Ortaokul ve lisede orada kazandığımız kazanımlarımızı harcayarak kendi kişiliğimizi oluşturmaya çalıştık, sonradan aldığımız bilgilerin dışında hayat ve karakterimizi biçimlendirecek hiçbir güzellik bulamadık… Yani diyeceğim o ki, biz karakterimizin ve kişiliğimizin biçimlenmesini sağlayan değerleri ilkokul öğretmenlerimizden aldık; diğerleri sadece bizim bu kazanımlarımızı ya genişlettiler ya da törpüleyerek yok edip bizi erozyona uğrattılar…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, belki bizimkisi bir şanstı, yatılı okula ben 6 yaşında gittim yani yedi yaşıma varmak üzereydim. Her şeyini kendin yapıyorsun. Yatağını topluyorsun, çoraplarını her gün yıkıyorsun, önlüğünü kendin giyersin, yemekhaneye sırayla gidiyorsun çıkan yemeklere itiraz etme hakkın yok, ya yersin ya aç kalır hastalanırsın… Köylerden gelmek o kadar kolay değil, zaten her çocuğun ailesinden biri anca ziyarete gelebilir, geldiği zaman gider başına toplanırız bizim yakınımız gelmiş gibi onları tanımasak ta onlarla biz de hasret gideririz… Sabah erkenden ezandan biraz sonra kalkarız hazırlanırız, sınıflara gider etüt yaparız etütten sonra bir çevre temizliği yapılır, ondan sonra yemekhanenin önünde sınıf sınıf sıraya geçeriz, lavabolarda ellerimizi yıkayarak kahvaltı için masalara geçeriz yaşımız yedi… O yaşlarda başladık hayatın yükünü sırtımıza vurmaya, o gündür bu gündür o sorumluluğumuz bizleri her ortamda heder etti ve acı çektirdi. Küçücük çocukken sırtımıza vurulan o ağır yük, sanki taşınmayacak, bir yerde bırakılacakmış gibi, hep o yükün nerde olduğunu merak ederek onu kaldırmak için bir gücümüz olacaksa, çaba harcamayı asıl göreviz bilerek yaşıyoruz…

Bizim okulumuz bir taneydi, başkası onun yerini asla tutamazdı, bazı Azrail gibi hocalarımız olsa da onlardan yediğimiz dayaklara bu günden baktığımızda belki onların çok aşırı fevri hareketleri dışındakiler olmasaydı, biz bu sağlam karakterleri oluşturabilir miydik diye de bazen sormuyor değilim… Siz yedi yaşında kendi banyonuzu yaptığınız oldu mu, bizim sırtımıza anamızın kesesi yedi yaşından sonra nerdeyse değmedi, yani kendi sırtımızı hep kendimiz keseledik kimseden bir medet ummadan karanlıkları delip aydınlık yolları hayal ettik… Güneşin her gün nereden doğacağını merak eder, erkenden çamlık dibine gider güneşin doğacağı anı beklerdik… Ama Güneşin batmasını hiç istemezdik çünkü zorunlu bir yatış başlar, çekilmez yatakhanedeki yerimizi alır, bir anda uykuya dalmayı isterdik ama nafile, her kafadan bir ses hindi yavruları gibi nereden geldiği belli olmayan bir uğultu kaplardı yatakhanelerimizi… Arada gizli gizli nöbetçi öğretmenlerimizin, lambaları yakıp içeriye girdiğini görünce hemen battaniyeyi kafamıza çeker nefes almayı bırakır, öğretmenimizin koğuştan çıktığını ayakkabılarından gelen sesin kesilmesinden anlardık...

Hayatımıza katılan o günkü düzenlilik ve sistematiklik, her zaman hayatımızın öyle gideceğine bizleri inandırmıştı. Oysa 50’li yaşlara geldiğimizde gördük ki onlar sadece kazandırılmış ideallermiş, hayat bambaşkaymış, alışılmış yanlış geleneklerin tuzağından çıkarak o düzenli yaşamı arzulamak her insanın harcı değilmiş, bunu da anladık… Yaşamları küçükken biçimlenmeyenlerin sonradan yaşamlarının biçimleneceğini bekleyerek, onlar üzerine bir yaşam düşlediğiniz zaman düşleriniz gerçeğe dönmeden sadece kendinizi avutarak yaşamınızı noktalıyorsunuz…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, bize hep ağaç yaşken eğilir diye öğretilen bir deyim vardı, oysa ağaç yaşken düzeltilir diye bunu öğrenmiş olsaydık belki bu gün dosdoğru yaşamlara imza atan nesillerimiz olurdu. Ancak her öğretici kendisini eğitici olarak görüp yaş olan fidanlarımızı eğriltme derdine düştüğü için doğrulmanın nasıl gerçekleşeceğini hiç düşünemedi. Ondan olsa gerek bu gün yaşadığımız toplumda eğitilmiş ama doğrulmamış her tarafı yamuk, eğilen eğilene… Bir delikten geçebilmek için ne kadar eğilmeniz gerekiyorsa o kadar eğilmeyi göze alıyorsunuz hatta kırılmaya bile razı oluyorsunuz yeter ki geçebilesiniz…

Psikanalist anlayışta, kişilik 0-5 yaş arasında şekillenir,5-12 arasında biçinlenir,12-16 yaş arasında gelişime açık olur,16-23 yaş arasında da olumlu ya da olumsuz bir kalıba girer… Evet, bizler biçimlenme sürecinde hakikaten öğretmenler eliyle biçim aldık… O dönemde öğretmenlerimizin ideolojik düşünceleri vardı biz bunları biliyorduk, ancak onların öğretmenliği her zaman onların çok üzerindeydi, onları bizimle ilgilenmeye iten güç aldıkları para değil, mesleklerine olan aşklarıydı. Aşk bir yaşamdır. O yaşamı elde ederseniz âşık olduğunuza en güzel değerleri sunarsınız… Biz öğretmenlerimizin canının bir parçasıydık ve onları da canımızdan bir parça görürdük, ama asla saygıda kusur etmezdik, çünkü onlar bizi şekillendirip biçim kazandıran bizleri doğrultan bir heykeltıraş gibiydi. Onlardan kazandığımız değerleri aynısıyla uygulayarak ve üzerine de katarak daha renkli bir öğretmenlik yapmak nasip oldu… Öğrencilerimizi hep sevdik hep doğru olanı yapmaya çalıştık, not için bir öğrencimi asla kırmadım ve onlara not vermek için görev vermedim, sorumluluk bilinciyle yapmaları gerektiğine inanarak yapmalarının gerekliliğini kavratmaya çalıştım… Herkesin üstün ve eksik yanlarının olacağını, ama bunların bir ayrıcalık değil tamamlayıcı unsurlar olduğunu ancak insanlık için yapacağımız fedakârlıkların bizleri üstün kılacağını, yüreklere kazımaya gayret ettim… Bu ideal yaşamlarla öğrencilerimi buluşturduğumda, onların da o değerleri içselleştirdiğini gördüğüm zaman, beni hayatla tanıştıran ilkokul öğretmenime şükranlarımı bir borç bilip ona rahmet diliyordum…

Hayat böyle bir şey, devraldığınız güzellikleri üzerine daha fazla güzellik katarak gelecek nesillere aktararak iyilikleri ve güzellikleri bir gelenek haline getirip sürekliliğini sağlayabiliyorsanız anlam kazanıyor, aksi durumda sadece heder olup yok oluyorsunuz… Geldiğimiz süreç öğretmenliğin anlamsızlaştığı ve çocukların isteklerini okşayan ve onların taleplerine göre bir şeyler öğreten öğretici olmanın ötesine taşınmadığı için, okullar eğitim kurumu olma özelliğini kaybederek, görsel medyanın öğrettiklerini, yazılı olarak zihinlere nakşetme kuruluşları haline gelmiştir. Yani eğitim olmaktan çıkmış bir öğretim alanı olmuştur. Ondan dolayıdır ki, şuan şekil verip biçimlendirecek, eğriyi doğrultacak ortamlar gitmiş, tamamıyla akademik bilginin aktarıldığı yerlerin ilk temeli haline gelmiş ilkokullarımız… Böylesi ortamlarda öğretmenin istek ve motivasyonu yok olmuş, kendisi ışık olan olmaktan çıkmış, gelen mumları toplayarak çocuklara mumdan nasıl ışık aktarılabileceğini öğretmeye çalışan bir organizatör olmuştur. Öğretmenin asıl görevi yeniden tanımlanmalı, öğretmene göstermelik değer değil, hakikaten” bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen Hz. Alinin verdiği önem ve değer verilmelidir. Öğretmenlik mesleği bir aydınlatıcı memba olduğu yeniden tanımlanmalı, öğretmenin emeğinin karşılığı herhangi bir parayla ölçülemeyeceği anlaşılmalı ve onun fedakârlığının bedelinin dünya ölçeğinde bir karşılığının olmayacağı idrak edilmelidir. Bu sorumluluğu alacak öğretmenler yetiştirmek temel ilke olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne öğrenciliğimizden, ne öğrendiklerimizden, ne okullarımızdan, ne de öğretmenlerimiz, yaptıkları işlerinden zevk alarak öğretmenliklerini yaparlar… Doldur boşalt, belli saatlerde çocukların okullarda bulunduğu diğer zamanlarda kontrolsüz bir güç haline gelip, kim tarafından nasıl nerede beyinlerinin işgal edildiği bir nesil ise okullarımızdan çıkanlar, o zaman vay ki bizim başımıza geleceklere vay!

Bana çocukluğumu hatırlatan okulum, hayatıma anlam katan öğretmenlerim ve hayatlarına anlam katmaya çalıştığım öğrencilerimi hatırladıkça, böyle duygusal kalbi yıpranmışlıkları yaşamamak elde mi? İşte, ben yaşamışlıklarım ile yaşayamadıklarım arasındaki çatışmaların kaynağında, hep hayatımın ideallere göre biçimlenen yanını gördüğümde tedirginlik, kaygı ve gerilimlerden kendimi alamıyorum… Kaygıyla yaşayan ben, yeni nesillerin hayatındaki bu kaygıların gelecek kaygısı haline geldiğini görünce, sorumluluklarının farkına varamamış, kişilikleri, şekillenmesi gereken yaş aralığında boşa geçmiş, daha sonradan kaldıramayacakları bir yükle muhatap olduklarında, bu yükün altından zorla kaçtıklarını gördüğümden, hem bu nesle yapılanın bir zulme dönüştüğünü hem de geçen zaman emek ve imkânların heder olduğunu düşündüğümden rahatsızlıklarım tavan yapıyor, beynim dönüyor, ondan dolayı çocukluğumu hatırlayarak biraz rahatlamak istiyorum…

Ben çocukken sorumlu duyarlı, coşkulu neşeli ve umutlu yaşadım, hayallerim dünyanın yörüngesinin dışına uzanıyordu. Şimdi hayallerimi benden önce mezara gömmek için bildiklerimi unutayım diye çabalıyorum olmuyor, onları unutmak kendimden kaçmak ve beni yok saymak olduğu için ben de varım, var olan beni nasıl yok sayacağım diye düşünürken birden kendimi yine başka bir hayal dünyasının başrol kahramanı olarak buluyorum yine yorulmayan bir dağcı ve usanmayan bir savaşçı olarak gece gündüz demeden hep düşünmek ve üretmek hayatımın kâbusu olup çıkıyor…(!)

Anlayacağınız alışkanlıklarımı terk edemiyorum, birde bunlar içinize kemik gibi işler ve sizin ruhunuzun bir parçası kalbinizin atışları ile paralel gidiş geliş yaparsa işte o zaman haliniz çok zor, bu hastalıktan kurtulamazsınız ancak sizi mezar paklar onun için de kaderiniz ne ise onu bekleyeceksiniz… Beklemek mi yakışmaz, kalkıp yürüyeceksiniz, yürümeyi belki unutup koşacaksınız, ama asla ve asla yerinize çakılıp kalmayacaksınız, hayat devam ediyor, nesillerin doğurtulması ancak ağaç yaşken olur, bunu biliyoruz o halde beklersek nesilleri kırar ve imha ederiz…

Ben başladığımda yürümeye turnalar çoktan göğümden uçmuştu, âmâ ben turnaların vurulmasını yasaklayan eğitmenlerin elimden tutmasıyla bu günlere geldim… Bu günleri yarınlara taşıyacak yürek sahibi öğretmenlerin eliyle, bu nesli aydınlatalım onlar ışığa çok muhtaçlar, karanlıklara bırakmayalım yarınların karanlığını kaldıracak eğitmenleri bulma imkânımız olmayabilir… Hep birlikte el ele gönül gönülle bu yola baş koyarak çocuklarımızı aydınlık ufuklara taşımaya ne dersiniz. Bana çocukluğumu unutturacak ve o günlerden ileriye götürecek öğretmenler arıyor gözlerim, onlar içinde bulunup, hayatın bu karanlık günlerinde çay molası vermeye hazırım ve hemen gelirim…

Çiçekler solmasın tomurcuklar patlamasın, biz güllerimiz solunca ölürüz, güllerimizi soldurmayalım, tomurcuklarımızı patlatmayalım, Çiçeklerimizi küstürmeyelim, bahçıvanı bıktırmayalım… Çocukluluğumdaki okuluma hayranlık kaldı içimde, okullarımızı hayran duyulan mekânlar yapalım… O öğretmenleri merceklere arıyorum hepsini bağrıma basıp selam vereceğim…

Selam ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/27.02.2022/23.47

25 Şubat 2022 Cuma

EY İNSAN KERİM OLAN RABBİNE KARŞI SENİ ALDATAN NEDİR?

 Bir günah borsası açılmış ki, sormayın gitsin ne ararsan var içinde, haramzadeler kapış kapış haram seçmekte yarışa tutulmuşlar. Dünyanın yörüngesini değiştirmeyi hesap edenleri hesapsız harama daldıkları zaman görseydin, dilin tutulur lal olurdun, kulakların alışkın olmayan çılgın sesleri duyunca, sitemin artardı belki kendine, kim bilir...

Dünyadan göbek bağı ile beslenen günah borsasının satıcıları alışkın olmadığımız tipler olduğu için, onlarla karakter uyumu içinde olmakta hayli zor olduğundan müşterileri de özel ve seçmece… Bu borsanın günah borsası değil de sanki günah çıkarma borsası olduğuna insanlar inanmış olmalı ki, gelen belirsiz gideni göremezsiniz… Dalan bir daha çıkmak istemiyor, çıksa da geldiği yerden çıktığına şahit olanları görenlere helal olsun…

Zavallı fakirlere gerçek dünya hayatında bir karış toprağı çok görenler, hayal dünyasında olanları onlara reva görürken, kendileri borsa kurup içinde at koşturmadalar. Hatta geçek yaşamlarında bir metre toprak vermedikleri için olur ki cennette toprağı olmayabilir diye sanal âlemde de çiftlikler kurarak yine fakirlere satmayı beceriyorlar… Ne hikmetse fakirlere elle dokunamayacağı ama onun hayaliyle yaşayacağı en güzel yerler pazarlanıyor, kendileri ise elle dokunulan gözle görülen her yeri ele geçirip içinde öyle bir borsa kurmuşlar ki, görende insanlar tövbe kapısından girip sanki gavslarından (!) tövbe alıyor sanır…

Günah borsasının sınırları gözlenebilen ve elle dokunulan duyusal bir sınıra sahipti, oysa şimdi sınırları o kadar genişledi ki, borsanın müşterileri imkânı olmayıp ta, olabilir mi acaba umuduyla yaşayan insanlardan oluşurken, borsanın cambazları, günah çıkarma seanslarında sırayı kimseye vermeyenler, her akşamdan sonra bir manevi haz almak için tövbe kapısına yönelmeden, borsaya girişi görülen ama nereden çıktığı bilinmeyen günahsız haramzadelerdir.

Günah borsasının masumluğunu onaylayıp onu meşru zemine çeken, kalkan olduğu her şeyi, yaşayacağından daha fazla yaşatacak bir özelliği olan dinsel yaşam iksiridir. Bu iksiri gözünü kırpmadan içen herkes yaşamına yaşam katıyor… Nereden nasıl aldığınızı ya da hangi günah borsasında hangi ihaleyi katakulliye getirip aldığınız hiç önemli değil, eğer bu iksirden bir yudum içmişseniz, hemen üzerindeki tüm kir ve paslar yok olur, tertemiz bir servet olur ve servetinize servet katar, yani ki din sizin yaşamınızın emniyet spobu olur… Nerden kazandığınızın hiç önemi yoktur borsaya uğramış olan malların tamamı zaten meşruiyetini kazandığı için tövbe kapısından içeriye sorgusuz sualsiz girer…(!)

Onun bunun malını mülkünü gasp eder, gerekirse hayatını ortadan kaldırır tüm malına konarsınız, bir ibadethane yaptığınız zaman hemen o haramzadelik yerinizi, bey efendiliğe ve adamlığa bırakırsınız… Bir de yaptığınız ibadethanenin kapısına isminizi de verdiğiniz de bulunduğunuz bölgenin eşrafından hayırsever fakir babası olup çıkarsınız, cennetteki yeriniz garanti olur, zaten buradaki yerin cennet olması nasıl garanti ise, orada da senden başkasının hakkı değil ki cennet(!)

Günah borsasının, hayatın ortasına attığı yeni ticari kavramlardan birisi, biz yemeyelim de onlar mı yesin, bizimkiler almasın da onlar mı alsın, biz bunları almasak zaten onlar geldiğinde götürecekler, hiç olmazsa bizim kullanacağımız yerler hep hayır işleri… İnsan haram üzerine ev kurar mı sorusunun karşılığı, öncekileri hiç gören yoktur, o zaman bunlar yok muydu hatta öyle vardı ki hiçbir şey yapılmıyordu, hiç olmazsa biz günah borsası kurduk, insanların günah işleme özgürlüğü var, en azından borsaya gelir günahını işler tekrar arka kapıdan çıkar gavsa gider tövbe alır cennete gönül huzuruyla gider…(!) Günah borsasında dini literatürdeki gerçek anlamlar, borsanın işleyiş kurallarını dikkate alarak açılım yapar, yoksa din de meşruiyetini kaybedebilir. Borsa da önemli bir ilke, yakınından başlayacaksın, akrabanı eşini dostunu gözeteceksin hak onlarındır, onları korumuyorsan bu nasıl borsaya üye olmak olabilir diye, borsadan aforoz olabiliyorsun… Hatta dini gerekçeleri de zaten oluşturulmuş olur, “Allah demiyor mu yakın akrabaları gözetin kollayın diye…”Evet borsa içinde bir üye olup orada satış yapabilmenin en önemli koşulu Dini kavramları borsanın işleyiş koşullarına uygun hale getirip yumuşatmaktır. Yumuşatmadığınız takdirde siz yumuşamış olursunuz ve borsayla ilişkileriniz kesilir…(!)

Yanlış anlamayın günah borsası dediysem, yani günün her gün ah çektiği(!) borsa var ya, ondan söz ediyorum. Günün bir daha doğmak istemeyip ah çektiği borsayı anlatıyorum… Sebebi ise, her gün doğan günün sırtına tüm günahlarını yükleyerek, kendileri masum ve elleri tertemiz toplum içine çıktıklarında parmakla gösterilecek bir iş adamı, fakir fukara babası, vergi rekortmeni, ülke sevdalısı, gençlerin ağabeyi, uyuşturucu trafiğinin uzaktan kumandası, denetleme sitemlerinin radarlarını işlevsiz kılan görünmez manyetik dalga sistemi, yani ne kadar olunması gereken varsa her şeyi olmuş, ama adam olmayı zül kabul edip borsa kurmuş haramzadeler olmalarıdır…

Gün bile, bunların cambazlıklarını gördüğü zaman Güneşe ricada bulunup gelmek istemediğini beyan ettiği için, gün ah çekerek güne başladığından bu günün başlamasıyla açılan borsaya Gün-ah Borsası dedik…

Günah borsasının devamını sağlayan dini yumuşatarak onun yumuşak yanından güzel bir fetva devşirmekten geçiyor olsa gerek… Eğer bir yerde işlenen haramlar sizin için yapılıyorsa, ona kim haram derse iki gözü önüne aksın(!)zaten insan sadece kendisi için koca bir günah borsasının açılışını neden istesin ki, öyle bir oluşum ancak başkalarını düşündüğünüz zaman her yolu size meşru ve mubah kılar…

Günah borsasında her dönem ve zamanda geçerli olan ana ilke, vicdani sorumluluk asla duymayacaksın, vicdansızca haz almaya bakacaksın… Bunu yapmazsan iki günde kafayı sıyırır tımarhaneye yolculuk yaparsın…

Kolu nerede kırdıysan orada bırakacaksın hatta kırıldığını bile hiç çaktırmayacaksın… Sorarlarsa üzerime salça döktüm onun kırmızılığıdır deyip geçeceksin…

Hiçbir açık kapı bırakmayacaksın ki, günah borsasında ihaleyi herkes görmesin. Şayet yanlış düşünüp üstüne gelenler olursa herkesten çok bağıracak ve kanıtla diye direteceksin…(!)Nasıl olsa montaj çağında yaşıyoruz, çok zorda kalırsan bu montaj, kesinlikle öyle bir şeyin olması mümkün değil, bakabilirsin diyerek görüntüyü yok etmeye çalışacaksın, gerekirse o anda bile görüntünün bozulmasını sağlayacaksın…

Günah borsasının devamını engelleyici güçler çıkarsa, mutlaka onların hain işbirlikçileri olduğunu bileceksin, tek amaçlarının ezanımızın okunmasını ve bayrağımızın dalgalanmasını engellemek için bunu yaptıklarını önüne gelen herkese anlatacaksın ve onu rezil rüsvay edeceksin gerekirse, çok zorda kalırsan ajanlık damgasını vurmakta bir beis görmeyeceksin… Nasıl olsa Tövbe kapısından girip gavsun elinden tövbe alacaksın, bazen aşırı gitsen de üzülmeyeceksin bu bir muharebedir, harpte yalanda olur aldatmakta… Yoksa borsanın battığına şahit olursun…

Savunmada asla olmayacaksınız, çünkü savunma yenilginin kendisidir, her zaman baskın ve saldırı halinde olacaksınız… Saldırmak haklılık halidir(!).

Günah borsasında değerler o kadar artıyor ki, her geçen gün değer kazanıyor, dolayısıyla kimse borsa dışında kalıp bekleyen müşteri olmayı düşünmüyor… Ondan dolayı tüm değer sistemleri alabildiğine değer kaybederken günah borsasında her türeden senet ve tahviller alabildiğine çıkışa geçiyor…

Bu borsanın ne kadar değer kazandığını uluslararası borsalarda yakından takip ediyor… Biz yine de elimizdeki imkânların burada bir değer kazanmasındansa, kökten kaybetmeyi göze alarak haramzadeler arasında yer almamak için, her dönemde adam olduğumuzu kanıtlamak ve kendi adımlarımızla kendi inimizde inzivaya çekilmeyi tercih ediyoruz…

Son dönemde meteorolojiden aldığımız bilgilere göre, günah borsası üzerinde yönü belli olmayan ama gökyüzünden yere doğru hızla esen gök gürültülü ve şiddetli taş ve çamur getiren karabulutların kuşattığı haberlerini alıyor gibiyiz… Bu bulutlar öyle bir yüksek basınçtan geliyor ki, alçak basınç alanında kalan günah borsasını ah çeken günle birlikte yok etmeye ahdetmiş gibi görünüyor… Biz yine de alışverişlerimizi yaptığımız yerin içinde günah borsasından bir rüzgâr esip esmediğine dikkat ederek ince eleyip sık dokursak lehimize olacağı kanaatindeyim…

“Rabbim içimizde sadece zulmedenlere erişecek olmayan o azabından bizleri koru…”Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eyleme, günah borsasının haramzadelerinden bizleri beri kıl… Nefislerimizi temize çıkarmak değil derdimiz nefislerimizi temizle bizleri Salih kulların arasına kat, huzuruna çağırdığında sana karşı bizleri mucup eyleme, âmâ bizleri sana dost eyle ey rabbimiz…

Rabbim bizler eksik zayıf cahil ve unutkan kullarız… Bizlere doğru ile yanlışı ayıracak kabiliyeti ver ve günahlarını severek onlarla hem hal eyleme bizleri… Rabbimiz kalplerimizi düzelt içimizde müminlere karşı bir kin bırakma, unuttuysak yanıldıysak bizi mesul tutma, bilerek sana asi olmaktan bizi uzak eyle, sehven yaptığımız hatalarımızı affeyle… Rabbimiz bizim senden başka kimimiz kimsemiz yoktur, bizi her türlü ayak oyunlarından beri kıl, hakkı batıla karıştırarak hakmış gibi yaşayanlardan eyleme…

Merhametlilerin en merhametlisi biz kendi nefsimize zulmettik, dünya ve içindekilerin başımıza bela olmasıyla senin sevgin kalbimizden çıkıp gitti, bir kadavraya döndük; Allah’ım günahlarımızın affını diliyoruz, sensiz yeryüzünde yaşamanın mümkün olmadığını bildiğimiz için, bizi senin sevgin merhametin ve şefkatinden uzak tutma sen bize acımazsan biz ebediyen senin cehennemine gark oluruz Allah’ım…

“Kim Rahmanı hatırlamaktan ve her ortamda onun zikri ile yaşamaktan uzaklaşırsa, biz ona yanından hiç ayrılmayacağı bir şeytanı musallat ederiz. O da onunla arkadaş olup ona kabuk gibi yapışır, onu doğru yoldan uzaklaştır… Bize geldiği zaman arkadaşına sen ne kötü bir dostmuşsun keşke seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar mesafe olsaydı…”diye hatırlattığın buyruğuna karşı biz gaflete daldık, rabbim bizleri affeyle geldiğimiz makamlar bizi bizden aldı…

“Allah’ı unutup da Allah’ın da kendisini kendisine unutturduğu kimseler gibi olmayın ”dediğin hatırlatmaları biz yaşar olduk rabbim hesapları karıştırdık bir kara bulut bizleri kuşattı bizi aydınlığa ancak sen çıkarırsın “biz senden gelecek her hayra muhtacız Allah’ım…”

Sevgiyle sağlıkla kalın merhametlilerin en merhametlisine emanet olunuz…

 

Erol KEKEÇ/25.02.2022/01.40

24 Şubat 2022 Perşembe

NE VEDA NE FEDA, AKILLA DOĞRU YOLA!

 Kant, hakikaten büyük düşünürmüş, düşünmeyi çok iyi yaptığı için büyük düşünür, düşündüklerini insanlığın faydasına olması için düşündüğünden de, büyüklüğü kabul görmüş bir düşünür…

Kant’ın, kavramları sorgularken onları çok ince elekten geçirerek bir kıvama getirip ondan sonra ifade ettiğini görüyoruz. Kant’ın Bilgi ahlak ve sanat hakkındaki yaklaşımları, onun gerçekten ne katar tutarlı ve kendisiyle barışık biri olduğunu da ortaya koymaktadır. Kant, Bilgiye yaklaşımında bilginin değeri ve kaynağı ile ilgili ileri sürdüğü yaklaşımı hakikaten üzerinde durulması gereken bir yaklaşım… Bazılarının bilginin kaynağında tecrübe deneyim ve gözlemleri kaynak olarak görmesi, kimilerinin de aklı doğrudan bilginin depolandığı kaynak ele almasına karşın, Kant Aklı bilgi üreten bir kaynak yani üretici bir mekanizma olarak ele alır, ama dış dünyadaki deneyim, gözlem tecrübelere ise bir yığın, hammadde olarak yaklaşır. Kantın bu yaklaşımı benim açımdan da büyük önem taşımaktaydı, neredeyse tam da böyle düşündüğümü söyleyebilirim…

Tecrübeler, aklın süzgecinden geçmeden nasıl sistematik düzenli ve kullanımı olan bir bilgiye dönüşebilir ki, genel geçer ve herkesin üzerinde anlaşabileceği bilgiler, ancak aklın doğru kullanılması ve akıl süzgeçten geçirilmesiyle elde edilen bilgi olabilir. Ondan dolayıdır ki, Kant hakikaten insanın üzerinde düşüneceği ve doğru bilgilere ulaşacağı çok değerli açıklamalar yapmıştır. Bazen bizde kullanırız, senin ne söylediğini kulakların duyuyor mu diye!                                                                                Hakikaten ne söylediklerini kulakları duymayan nice söyleyenlere her gün şahit olmaktayız. Babasından atasından, hocasından, televizyondan, sokaktan, politikacılardan duydukları ile yaşamlarını devam ettiren varlıkların olduğunu çok iyi biliyoruz. Tecrübe değerinde bile olmayan sadece duyulara dayanır nitelikte yorumlanması ve algılaması gerçekleşmemiş bir uyaranın bilgi olarak yaşanıldığı ortamlarda doğruya ulaşma imkânınız çok zor olur. Yani bizim yaşadığımız ortamda, yaşamda karşılığı olan ve üzerimizde ağır bir yük olarak duran bilgi, bilgi olma hüviyetini kazanamamışken, bizim hayatımızın savunma reflekslerini güçlü kılan bir uyaran konumuna geldiğini görmekteyiz. Savunma reflekslerinin duyumlarla harekete geçtiği yerde, insanların sürekli zihinlerinde tutacakları ve belleklerini güçlü kılacakları bilgiden yoksun olduklarına şahit olmak çok kolaydır. Duyumlar kuru yığınlardır onlardan yola çıkarak hakikate ulaşamazsınız, ne zaman ki onları tanımak için algılama süreci başlar, sonrasında yorumlama aşamasına geçilir, işte o zaman hammaddeler akıl süzgecinde tartılacak bir pozisyon almış olurlar. Akıl süzgecinden zihin kalıplarından geçirilerek elenip bir üretim sonrası kullanılacak aşamaya gelmiş bilgiler, hafızalarımızda uzun süre kalır ve onun etki alanından hemencecik çıkmanızda zor olur. Bir uyaranı görmemişseniz onun bilgisine sahip olamazsınız. Görmek algılamaktır, bakmak ise bir duyumdur, biz her şeye bakıp geçiyoruz ancak geçtiğimiz yer hakkında birileri bize bir soru sorduğunda orayla alakalı bir tanımlama yapamıyorsak bizim oradan sadece geçtiğimizi ama hiçbir şeyi görmediğimizi gösterir. Görmeyenlerin nara attığı çığlıklar, bir bilgi dayanağı olan çığlıklar değildir. Bilgi dayanağı olmayan her söz ve davranış anlamsız ve sadece size zaman kaybettirerek, allınızın pasif duruma gelmesine neden olur. Aklın pasif durumdan aktif duruma geçmesi için, toplumsal yaşamdaki kutup başlarına iyi bakalım, orada insanlar arası ilişkiyi başlatacak reaksiyon nereden nasıl başlıyor… Bu süreci doğru yönetebilmenin ve istenilen sonuca az masraf ve kısa zamanda ulaşmak için aklın işletim mekanizması harekete geçmelidir. Yani akıl bilgi üreten bir kaynak olma vasfına ulaşmalıdır. Aklı ne insan dışında ulaşılması güç bir makama çıkararak onu ilahlaştıralım, ne de verilenleri sadece işleyen ama müdahale etmeyen bir araç olarak görelim… Akıl aktif ama belli koordinatlar içerisinde mücadelesini verir. İşte aklı o konumuna getirmek zorundayız, aklın hakiki bilgiye ulaşması için sınırlarını aşmayacak yerini, iyi bilmeliyiz, acziyetini kabullenecek olması onu bulunduğu makamdan da aşağı indirmek olmamalı ona davranışımız…

Nerede yaşıyorsak orada yeni bir başlangıç yapabilmek için, sürü psikolojisinin etkisinde kalarak nerede tıngırtı orada buluntu şeklinde devam eden yaşamları, bilinçli seçenekler haline getirmek zorundayız. Bilinçli seçenekten yoksun tercih sebebi olmayan hayatlar her dönem de sürünmeye mahkûmdur. Duyuları bir bilgi olarak öğrenmiş olanlar, her zaman kullanılan kobaylar olduklarını zaten anlayamazlar. Onların bu ayrımı yapacak zihin duvarları tortulaştığı için onlar arasından hakikati nasıl ortaya çıkarmalarını bekleyebilirsiniz?

Taklidi, yöntem olarak sunan bir anlayışın akla ne kadar değer verdiği zaten ortada iken, aklı neden kullanamıyoruz diyerek kendi içimizde bir sorgulama yapmanın da anlamının olduğunu söylemek çok zordur. Öncelikle bize aktarılan ve ne olursa olsun bunlar böyledir ve bu kalıplar sizin hayatınızı şekillendirecektir şeklindeki açıklamaların tümü hakikatten uzaktır. Farklı dönemlerdeki yaşamları biçimlendiren, öncekilerin yaşamları için oluşturulmuş kurallar ise, buna da İslam fıkhı diyerek evrensel bir içerik kazandırmak, aslında aklı hayatın dışına atmanın en açık örneğidir. Fıkıh yaşamdan doğar, nerede ne zaman yaşıyorsanız o zamana özgü bir fıkıh geliştirmek zorundasınız, işte, akıl burada üzerine düşen rolü en iyi oynamalıdır. Fıkha ait şekilsel görünümler üzerine yeni bir fıkıh oluşturmak gerekmez ancak hayatın devamı ve bulunulan ortamın getirdikleri iyice irdelenmelidir. Bunu neden mi söyledim aklı pasif durumdan aktif duruma geçirmenin en önemli yolu, onu kendi doğal ortamına kavuşturmaktır. İslam bir enerjidir her dönemde onun size vereceği vardır ve ondan istifade etmek isteyenler onu her zaman yanlarında bulurlar, ancak İslam’ın enerji olma özelliğini indiği dönemdeki enerjinin ne olduğuna takılıp da, enerjiyi devre dışı bırakırsak bizim ondan faydalanma imkânımız olmayacaktır. Bir örnekle izaha çalışırsak, insanlar ilk dönemlerinde çeşitli enerji kaynakları oluşturdular, tezek, odun, kömür, petrol, elektrik, doğal gaz derken güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi enerjinin elde edildiği nesnelerle karşılaştık… Ama bizim asıl varmak istediğimiz enerjidir. Bu enerjinin kalitesi kullanılan malzemenin niteliğine göre farklı olabiliyor, ancak sonuçta hedefimiz enerji almaktır.

İslam, aynen bu enerji gibi her dönemde yaşama egemen olacaktır, insanların algıları ve yaklaşımları da bulundukları dönemdeki enerji elde edilen nesneler gibi düşünüldüğü zaman, geçmişte kullanılan tezekten elde edilen enerjinin daha iyi ve kutsal olduğunu savunarak sadece onunla haytamızı devam ettiririz diyerek yenilikleri imha etmek, akla yapılacak en büyük ihanet olur. İslam akıl dinidir derken her dönemde İslam’ın sınırları içinde akıl sorunlara bir yol bulur demektir. Eğer akıl sorunları çözmeyecek durumdaysa, akıl nimeti henüz nimet olarak tam anlamıyla keşfedilmemiş demektir. İslam dünyası olarak bildiğimiz dünyanın en büyük karanlığı, aklın kullanım kılavuzundan habersiz, akıldan faydalandıklarını iddia ederek akıldan yoksun yaşamalarıdır.

Din bir yaşam biçimidir. Benim bu günümü şekillendiremeyen din o zaman geleceği göremeyen (haşa) bir tanrı tarafından gönderilmiş olur ki, o zaman o din benim hayatıma hükmedemez… Yaratıcının katında bu gün yok muydu ki, bu günü içine alacak ve bugünün insanlarının yaşayacağı ortamı dikkate alacak bir din göndermemiş olsun… Eğer bu din evrensel ise, öyle olduğundan kuşku yoktur o zaman bu dinin sahibi bu günü de şekillendirecek bir din gönderdi. Bu günü şekillendirecek olan dinin kendisi, yani enerjidir, âmâ geçmişin enerji elde ederken faydalandıkları nesneler ve yollar değildir. Öyle olduğunu iddia edip onları dayatırsak bu din evrenselliğini kaybeder. Geçmişe sahip çıkalım diyerek taklitçiliği bir yöntem olarak sunan bir anlayış evrensellikten ne anladığını acaba sorgulamış mıdır?

İnsanın kutsallığı onun içinde kutsal bir değer olan aklı ve ruhu barındırmasıdır. Bunları gerektiği gibi kullanamayanların kutsallığı ortadan kalkar, canın korunma kutsallığı dışında… Geçmişin doğrularını örnek almak, onların kutsanarak hayatın belirleyici olmada bir öncelik alması demek, insanın kutsallığını kurşunlamak olur ve din o zaman bir zulüm mekanizmasına dönüşür. Geldiğimiz süreçten yaşamdaki dağınıklıklara baktığımızda bunların birçok olumsuzluklara neden olduğunu söyleyebiliriz… Gençlik Deizme kayıyor diye ilahiyatçıların nerdeyse çoğunluğu hatta diyanet İşleri Başkanlığına kadar bu konular gündem oluşturdu ve gençliğin yaşamı sorgulandı ama kimse çıkıp ta bizim dayattığımız, din diye baskı kurduğumuz acaba din mi, yoksa oluşturduğumuz kutsal geçmişimizin bu çağın insanının hayata bakışıyla örtüşmemesi olabilir mi deme cesaretini göstermedi…

Bunları örneklendirmemdeki en önemli sebep, Kant’ın anlatmaya çalıştığı akıl üretici bir kaynak olmalıdır sözünün yaşamdaki karşılığının önemini kavramaktır… Aklı, aslandan korkup kaçan yaban merkepleri gibi gördüğümüz bir ortamda insanlığa verilecek hiçbir şey kalmamış demektir… Ondan dolayıdır ki, aklı aktif hale getirip onu hayatın dümenine oturtmamız lazım… Aklı yürekten bağımsız ele aldığımız zaman Aklın ilahlığının egemen olduğu çağa ramak kalmışız demektir. Farabi’nin, Din ile akıl birbiriyle çelişmez ve birbirini tamamlar dediğini ilk duyduğumda bayağı bir sorgulamıştım. Ancak aklı yaratan da Allah vahyi gönderen de Allah, dolayısıyla Allah’ın yarattığı iki değer birbiriyle çatışmaz ancak dizginleri el değiştirirse rakip olur diye bir yorumunu 88 yılında okuduğum zaman beni de bayağı etkilemişti.

Evet, dostlar aklı bukağılamış İslam dünyasından, aklı baş tacı yapan bir dünyaya kapıları aralamazsak, biz ne doğru bilgiye ulaşırız ne hakikatleri sorgularken analiz ve eleme sistemi geliştirebiliriz. Analiz, sorgulama ve ayıklama becerisi olmayan toplumlar, ne verirsen alır ve kolayca sindirirler sonucun ne olacağını hesap etmediklerinden kendi elleriyle kendi ölüm fermanlarını imzalarlar ya da yok oluşa davetiye çıkarırlar.

Topladığımız tüm tecrübeleri deneyimleri, gözlemleri ve devraldığımız geçmişi akıl süzgecinden geçirerek iyice irdeleyip kendi aklımızın ürünü olan bilgilere dönüştürdüğümüz zaman yaşarız. Yani kendi çağımızın bilgisini üretmeye ihtiyacımız var, bunları ithal edemeyiz, birilerinin gelmesini beklemeyeceğiz kimse mehdi Mesih beklemesin, beyinsizliklerimizin ve tembelliklerimizin adını mehdi koyduk diyen Rahmetli Aliya gibi bende diyorum ki, mehdi doğru yola götürecek olan ise, bu ancak aklını yaratıcının belirlediği çizgide kullanan herkes olacaktır… O halde ne duruyoruz herkes kendi aklını doğru kullandığı zaman bir mehdidir. Mehdiler uyursa, olmayan yerden mehdi bekleyedursun bir kul, ömrünün sonunu yakın eder o kul…

Geçmiş için söylenecek söz Kuran’ının şu ayetinden başkası olamaz…”Rabbim bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, bizden önce yaşamış Müslüman kardeşlerimiz için kalbimizde bir kin bırakma…”Onlar bir ümmetti geldi ve gittiler, bize düşen görev kendi dönemimizde nasıl bir ümmet olduk ve ne kadar terazide ağırlığımız var, onu tartmak olmalıdır.

                                                                    

“Allah katında canlıların en kötüsü aklını kullanmayan hakikate karşı sağır ve dilsizlerdir.”

Rabbimin bu ayeti ile konuyu kısaltmak istiyorum… Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür… Yeni bir sorgulama alarmı başlatabiliyorsak rabbime hamdolsun… Selam saygı muhabbet ve dualarımla hayırlarda yarışanlar olmak dileğiyle… Her şey İnsan için, insanca yaşamak için, insan gereklidir…

Erol KEKEÇ/23.02.2022/22.08

23 Şubat 2022 Çarşamba

AVUÇLADIM YILDIZLARI ZİHİNDEKİ KARANLIKLAR İÇİN!

Mumyalanmış meyyit gibi sokaklarda yürüyen canlıları görünce, hangi gezegende yaşıyorum diye kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda kendi dünyamda yaşadığımı fark ettim…

Canlı olduğunu sandığım, ruhları gitmiş bedeniyle dolaşanların canlı olup olmadığını anlamaya çalışırken, az kalsın kendi ruhumu elimden kaçıracaktım… Bir ruh gibi gezdiğimi söylesem, ama biz senin bedenine de şahit oluyoruz diyenlerin olacağını biliyorum… Ancak ben onların ruhunu fark etmediğime göre, o benim ruhumu nasıl anlamış olabilir bir nesne iken, sormadan da edemiyorum… Tanımlanma zorluğu çeken, canlı olduğuna inandığım ama canlılığını ruhları gidince kaybedenler arasında dolaşırken, kendimden kuşkulanmıyor değilim… Acaba sorun bende mi yoksa ruhları olmadığı halde yaşadıklarını sananlarda mı diye kafamda deli sorular oluşuyor. Bu sorulara yenileri eklenirken, evrenin varlık sırrına vakıf olmadığım içinde kendimden utanmıyor değilim… Evrenin sırrına ereyim derken, evrenin bilgisi acaba nasıl oluştu, var mı ki oluşsun diye başka soruların zihnime çarpmasıyla zihnim kendi içinde bir savaş başlatmış gibi…

Canlılarla dolu olduğunu sandığım ama hepsi mumyalanmış meyyit gibi gezenleri görünce, bunlar neden gezer, bunları bu harekete zorlayan biri mi var, bunların iradesi gitmiş ise, bunlar yaptıklarından ne kadar sorumlu olabilirler gibi deli sorular geliyor sorgulamalarımın içine… Peki, nesne olarak yaşayanların erdemli bir eylemi olabilir mi, erdemli olduğunu söylediğimiz eylemler, özgür iradenin kontrolünde değilse, bu nasıl erdemli olabilir… Zaman zaman kendimle de konuşmuyor değilim, karşıdan gelen araç önündeki adamı çarpacakken hiç oralı olmadı ve yayaya da küfürler savurarak oradan uzaklaşıp giderken, bunu içinden rahatsız eden hiçbir uyarı sistemi yok mu, olsa bunu yapar mı, yapıyorsa karşısındakinin çektiği acılardan buna hiçbir uyaran gelmiyor mu, diye kendimle muhabbetin dibine vurmuyor değilim… Mumyalanmış meyyitler arasında gezen biri olarak, meyyitlerle konuşma şeklini henüz çözemediğim için kendim soruyorum, kendi sorularım üzerinde yine ben düşünüyorum. Olur ki, belki bu kadar düşünme bir canlı meyyiti(!) etkiler diye, soruların şeklini ve sayısını da bazen çığırından çıkararak hoyratça konuşmaktan ve sorgulamaktan zevk almaya başlıyorum…

Neden birisinin doğru dediğine, bir başkası doğru diyemiyor, acaba doğruluk bir nesne ile o nesne hakkında ortaya koyduğum yargının uyumu değil mi? Beyaz bir tavşan bahçemizde geziyorsa işte bembeyaz bir tavşan dediğim zaman herkesin ortak ifadesi harika kar gibi rengi varmış bu ne güzel bir şey böyle, dediğine şahit olursunuz ancak başka bir konuda aynı nesne ve yargı örtüşmesi gerekirken herkes yan çizmeye çalışır. Yaşadığımız evrende ortak bir kanı olarak zihinlerimize koyduğumuz bir yargı var, matematiksel doğrular her yerde aynı, asla değişmez denir ama yaşadığımız coğrafyada matematiğin doğrularını kurumsal işleyişler, ensenin kalınlığı, güce sahip olmanın verdiği rahatlık değiştirebiliyor… Hatta yeniden yazılmasına bile neden olabiliyor…

Patagonyanın istatistik kurumu, geçtiğimiz dönemde öyle bilimsel araştırmalara imza attı ki, inanın(!) küçük dilimi yutacakken, boğazımdan çıkarmak için itfaiyecilerden yardım almadım değil… Çarşı, Pazar, Sokak esnaf geziyorum; elimi bir şeye değdiremiyorum hemen yanıp kızartmaya dönüyor, çünkü cebimde taşıdığım küçük tüp yangın söndürücü onu söndürmeye muktedir olmadığı için, o kadar dikkatli yürüyorum ki, alevlerden etkilenmeden bu sokaklardan nasıl çıkarım diyorum; olmuyor alevler o kadar yüksek ki,50 metreden yüzümü yakıyor…

İlk yardım hastanesinden ateşin etkileme gücü ve ısının debi ölçümlerini istiyorum, bu kadar yakmaması lazım çünkü biz ölçtürdük bu yangından ancak olsa olsa %23 lük alev çıkmakta bu da en fazla 15 metre uzaklıktaki canlıları etkiler ama bu kadar yakmaz diyorlar… Peki, bu benim yanmama neden olan alevler nereden gelmiş olabilir diye sorduğumda, bana öyle güzel masallar anlatarak acımı unutturuyorlar ki, sanki yangını çıkaran benmişim gibi utancımdan yüzümü kapayarak ola ki bana yeni bir fatura düzenlerler diye kuyruğumu kısıp sesimi kesip hemen ilkyardım hastanesinden çıkıyorum; bir daha sokaklara uğrayacak mecalim kalmadığı için yangını bu defa içimde hissediyorum ve hepten yanıyorum… Dumanları kimse görmesin diye dışarıya salamıyorum kendi içimden kendimi imha ediyorum ama ben doğruluğumu bir türlü kanıtlayamıyorum… O zaman da durup kendi kendime soruyorum, demek ki doğru diye bir şey yokmuş,(!) doğru diye bir şey olsaydı etrafımda bu kadar mumyalanmış meyyit gezmez, en azından bir canlıya tanık olurdum diye kendimle konuşa konuşa evimin yolunu tutuyorum…

Evet, sokakta gördüğüm yangınının alevleri eğer patagonyanın istatistik kurumunun elindeki rakamlarla örtüşmüyorsa o zaman rakamlar yeniden yazılmalı; birin yerine, eksi bir yazılmış,10 un yerine eksi 20 gibi yanlış bir değerlendirme kriter ölçeği verilmiş olabilir, onun için nesne ile (gerçeklik)  yargı uyum içinde değildir bu da o zaman asla doğru değildir deme gibi bir hakkım olduğunu bildiğimi sanıyordum… Oysa ben sanadurayım etrafımdaki mumyalanmış meyyitlerden hiçbir kıpırtı gelmeyince mezarlıkta doğruluğun tanımının ne olduğunu sorduğum için kendimden utandım…

Sahiden doğruluğun insanın yaşadığı ortamda nesnel bir ölçütünün olması ve matematiksel ölçüle bilirliğinin varlığı gerekli değil mi? Ölçmeyi bıraktım bazen bir iddianın neye göre savunulduğunu anlamakta ve algılamakta da zorluk çekiyorum… Temele inmeye çalışıyorum ne temel var ne duvar tamamıyla sel gelip alıp götürmüş ortalıkta görünen sadece bir zamanlar buradan bir derviş geçerken böyle demişti diyenlerin masalları var… Buna rağmen fanatik savunucuların canhıraş savunmalarını gördüğümde kendimden utanıyorum, yahu bu mumyalanmış meyyitler içinde ne enerji varmışta ben mi ölüyüm diye kendi kendime sorgulamamın yönünü, bir anda kendi röntgenimi çekmeye yönlendiriyorum…

Hiçbir bilgi ambarın yoksa savur gitsin, demişler ya bekâra karı boşamak kolay diye… Öğrendiklerinizin vebali, sorumluluğu ve sizden beklediği ve hesabınızı değerlendirecek bir terazi olduğuna inancınız yoksa sallayın gitsin, konuştuklarınızın karşılığı boş çıkarsa neden üzüleceksin ki, zaten sonrasında ne olacağının hesabını yapmıyorsun o zaman salla gitsin… Ebem dedi, kör dedi gelene geçene vur dedi diyerek alırsın eline süpürgeyi hoşuna gitmeyenlerin suratına suratına vurursun, hiç olmazsa bir iz kalır, kuduz gibi herkes ondan uzaklaşır… İşte meyyit olmak ile meyyit olmamak arasındaki önemli çizgi, sorumlu canlılardır insan, sorumsuz insanlardır meyyitler…

Meyyitler içinden sorumlu canlılar evrenine bir yolculuk yapalım dedim bir anda kendimi patagonyanın istatistik kurumumun doğruluk kavramına getirdiği anlamı görünce tüm bildiklerimi unutup doğruluğu yeni anlamıyla benimsersem acaba ne olur diye düşünürken, inanın başıma bir ağırlık çöktü ki kafamı kaldıramaz oldum… Kerbela çölünde Hüseyin’i Yezide biate götüreceklermiş gibi kendimi onun yerinde buldum… Yani öyle bir ağırlığı varmış ki, bir anlamı yeniden tanımlamanın… Bazen anlam kayması falan(!) diye öğrenmiştik, bu ona hiç benzemiyor ne almam koyuyor ne ciğer ne yürek alıp götürüyor sonra bir kadavraya döndürüyor seni…

Bütün bu anlamsızlıkların kaymadan kaynaklandığı anlaşıldı, âmâ saman yolundan bir yıldız kaydığı zaman tam bir eser, muhteşem harmoni, demek ki her kayış bir bozulma olmuyor, bazen insanlar kendi elleriyle kendilerini zorla kaydırarak fıtrat güzelliğini sanki bozuyorlar değil mi?

Arabasıyla yayaya çarpacakken basıp giden nasıl kendisi için yaşıyor başkası onu hiç ilgilendirmiyorsa, Karacaoğlan da böyle yaşamış biz devri salikleriz, ne aldıysak onu yaparız bazen de o kadar tutucuyuzdur ki, devredenlerden daha fazla sahipleniriz…”Ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça diyen Karacaoğlan’ı bu sözüyle bazen arşı alaya çıkarırız ve onu kendimize rehber biliriz… Oysa ben güzele güzel derim benim olmasına hiç gerek kalmadan, çünkü o güzellik, Aristo’nun deyimiyle belli bir oranı ve uyumu içeren matematiksel bir düzen varsa o hep güzeldir. Güzel olan aynı zamanda değerlidir. Ayrıca doğru olduğunu söyleyenler de yok değil…

Muhteşem semaya ihtişamlı gözlerle bakanlar ancak ondaki güzelliği yürekten algılarlar. Algılamıyorsa insan zaten bir meyyittir, meyyitten neyi nasıl doğru güzel ve iyi olarak tanımlamasını isteyeceksin ki… Mumyalı insanların cansız bedenlerini anlamlı kılmak için çıktığımız bu yolda, eksik olan ruhu, taşımak istedik ağırlığı çok olsa da, yazdığım bu satırlarla…

Duygusal beğenileri sağlamış olsak bile, eylemlerde ortak bir ölçü olan iyiyi getirememişsek hayatımızda, doğrulara kulaklarımız kapalı olacağından kimsenin kuşkusu olmasın… Duygusal refleksleri güçlü olan bir toplum olduğumuz için, hep duygusal yargılar ve sübjektif güzellik yargısı ile temel yaşam hakkında değerlendirmelerde bulunuruz… Ondan dolayı da bir türlü istikrarlı bir zeminde doğru yargıyı ifade etme becerisini gösteremeyiz…

İnsanlık için yaşamsal değerler, insanlığı kuşatmalıdır. İnsanlığı kuşatmayacak bir ölçü herkesin uymak zorunda olduğu bağlayıcı bir ölçü olamaz. Mesela yıllarca bize İslam devleti dendiği zaman akan sular durur onun uğruna ne yapacağımızın hesabını yapar devlette alacağız görevlerin hayalleri ile düşlere dalar giderdik… Bu bahsettiğim yıllar liseli yıllarımızdı, şükür biz çok okuyan ve sorgulayan insanlar arasındaydık… Ben o yıllarda mantıki kavramlardan yola çıkarak kavramların içlem ve kaplamlarıyla ilişkilendirerek kaplamı az olan bir kavramın kaplamı daha fazla olan bir kavramı kuşatmasının mümkün olmadığına inanırdım. Ondan dolayı da bütün bir insanlık ya da farklı insanların birlikte yaşadığı ortamlarda bir dinin, etnik kökenin ya da ideolojinin ölçüt alındığı bir devlet olamaz derdim… Çünkü din kaplam olarak insandan daha aşağıda ama insan daha yukarıda o halde kurulacak devlet insanı kuşatmalı ki, sağlıklı olsun ve kendi kendisiyle çelişmesin yoksa anlamsız bir oluşumu kutsallaştırarak başkalarına dayatıp onların da günahını üstlenmenin anlamı yoktur diye düşünürdüm…35 yıl geçmiş olmasına rağmen bu düşüncelerimi bu günde savunuyorum…

Bu da nereden çıktı diyenlerin olacağını düşünerek diyorum ki, sübjektif ölçüleri bir dayatma aracı olarak evrensel değermiş gibi insanlığın hayatını felç etmek için kullanmanın kimseye bir faydasının olmayacağı muhakkaktır.

Sorgulama sürecini tamamladığını düşünen ama sorgulamanın ne olduğunu sorduğunuzda sadece karşıt düşünceye hakaret ve küfretmeyi bir erdem sananların dünyalarının, ne kadar karanlık bir dehliz olduğunu kısa hatlarıyla izah etmek için bu yazıyı kaleme aldım… Sorgulamadan korkanlar yaşam alanlarında hep tedirgin ürkek ve korkak yaşarlar… Sorgulama beynin aklı harekete geçirmesidir. Harekete geçmemiş bir aklın olup olmadığına nasıl karar verirsiniz. Aklı olduğuna inandığımız sorumlu canlılarla birlikte dünyanın çehresini ve var olanların dışında farklı bir anlayışın ve atmosferin olabileceğini sorgulayarak ancak ortaya çıkarabileceğimizi, paylaşmak istedim.

Varlık bilgi ahlak ve sanat ekseninde küçük çapta felsefi düşünsel bir sorgulama olarak katkımız olduysa Rabbime hamdu senalar olsun… Tüm değerleri veren o, bizim sorumluluğumuz doğru denklem kurarak doğru sonuca gitmektir… Gerçekleri yok edip doğru yargılar hiçbir zaman kurulmamıştır ve kurulamayacaktır… Onun için herkese naçizane önerim ve hatırlatmam, gerçeklerle yüzleşmeden hayatımızın doru rotaya oturması imkânsızdır… Bu bilimsel bir yargı değil biliyorum ama şuna inanıyorum ki, siz kendinizce size faydası olduğuna inandığınız, sevdiğiniz duygusal gönül bağı kurduğunuz, elinizden çıkmasını istemediğiniz, olmazsa olmaz dediklerinizi terk etmedikçe kesinlikle iyiliğe doğruluğa kavuşamazsınız…”En sevdiklerinizi feda edip harcamadıkça kesinlikle iyiliğe birre kavuşamazsınız… Onun için diyorum ki sorgulama hayatımızın dinamosu olsun…

Hayat, sorgulayarak başlar, tanıyarak devam eder, tanımlanarak sahip çıkılır, inanarak göğüs gerilir… Son noktaya gelmek için sorgulama cesaretine sahip olmalıyız, olamıyorsak, kendi yarattığımız tanrıları korumanın adı hayat olur…

Selam ve hayır dileklerimle bu saate kadar bunları tefekkür etmeyi bahşeden Rabbime hamdolsun… Ancak sana kulluk eder ancak senden yardım dileriz… Rabbim isteklerimizi senin katındakilerle daim eyle ki, dünya ve içindekilerle boğuşmaktan hedefimizi kaybetmeyelim… Âmin…

 

Erol KEKEÇ/23.02.2022/01.15


22 Şubat 2022 Salı

BİR NEŞTER VURDUM GEÇEN ZAMANA!

İnce bir saz eşliğinde uzaktan turaç ötüşlerini dinleyerek vahşi bir doğanın içinde sabahlamak vardı, ne yazık ki şehrin monoton yaşamları arasında akşam yat, sabah otobüslere koş, metro tramvay vapurlar derken o anın tadını çıkarmak hiç nasip olmuyor desem ne çare… Hayali bile haram olmuş gibi, stresle kalk gerilimle yürü, cinnetle akşamla, öylesine yuvarlanıp gidiyorsun işte…

Günah duvarına bir resim çiz deseler, yıpranan ömrüm ve boşa geçen zamanın çılgın rüzgârlarla nasıl boğuştuğunu çizerdim herhalde. Öyle bir geçiyor ki zaman, senin onunla mücadele etme koşulların farklı olmasına rağmen, nasıl da bunu kendime rakip edindiğimi düşündüğümde şaşıp kalıyorum olduğum yerde…

Tüm günahlarımı toplasam gök kubbe alır mı bilmiyorum ama bildiğim bir hakikat var ki, bir zerre olan ben bu kadar kabarmayı nasıl becerebildim. Küçük bir zerre, günaha saplanınca balon gibi şişerek olduğundan farklı ve kendinden uzak nesnelere dönüşmese, bu kadar şişkinliği oluşturacak büyüklükte bir hacmi nasıl işgal edebilir.

Bazen nefes alamıyorum derken, bu gök kubbe içinde günah gazları o kadar ruhumu daraltıyor ki, yüzümü çevirip yukarılara baktığımda kendimden başka ve kendi günahımın dışında bir şey görünmüyor gözlerime… Demek ki tüm bu sıkıntıların kaynağı bendeymiş diyerek, yeniden başlıyorum hayata kaldığım yerden…

Bir sabah meltemi esiyor hafiften, yüreğimi okşayarak içimdeki dertleri ve sızıları da süpürüp götürüyor içimden… Hiçbir çöpçü bu kadar temizleyememişti sokağımızı, meltemin yüreğimden götürdüğü kirler kadar… Bazen gezdiğim yerlerde, sokağımızdaki cam kırıklarını gördüğümde benim yüreğim kadar parçalanmamış olduğunu görmem, beni de kendime getiriyor, ne kırıklar var da sen bilmiyorsun diyorum kendi kendime… Yürüyorum kimsenin uğramadığı sokaklara, duvar diplerinde akşamdan şarapçıların bıraktığı içki şişelerinden başka bir şey ilişmiyor gözlerime…

Kim bilir kaç şarapçı sabahladı bu duvar diplerinde, kaç evsize yuva oldu bu duvarlar, ekmek kırıntıları, kemik artıkları ve kırık şişelerden gözümü alamıyorum yürürken, bir taraftan video görüntüleri alıyorum bir yandan içim içime sığmıyor, bu duvarın dibinde ne acılar olduğunu düşünüyorum…

Gönlünü belediyeciliğe vermiş, nice güzel insanların makamlarının hemen iki cadde arkasındaki bu sokağa, hiç yollarının düşmemiş olması da beni bir başka yaralıyor… Acaba ben de mi buradan geçmemem lazımdı diye düşünmekten de kendimi alamıyorum…

Ben bu yüreğime söz geçiremiyorum ve bir türlü kemendini elime alamıyorum… Hiç acı duymayan sokaklardan geçeyim diyorum beni alıp götürüyor, hem de hiç bilemediğim yerlere, kendimdeki acıları dindirmeden bir de onlar ekleniyor acılarım arasına… Söyler misiniz bana bu kadar acıya dayanır mı dersiniz bu yürek, ondan olsa gerek her yanından acı ve sızılar geliyor…

Gönül coğrafyamın yürek ikliminden acı acı esen fırtınalar arasında, yaşamaktan mutlu muyum diye sorarsanız, hakikaten çok yorulduğumu söyleyebilirim, ancak o acılarla birlikte olmak bir an olsun acı çekenlerin acısını hafiflettiğimi düşünerek acılarımı hafifletmiyor değil, ondan olsa gerek, yürek ikliminden gelen fırtınalara aldırmadan gönül coğrafyasında yaşamaktan haz alıyorum…

Alıp başımı gideyim diyorum, doğanın özündeki doğal dostlarımla huzura ereyim, ardından acı çekilen bu coğrafyanın hangi köşesinde kalmış olabilir o doğal huzur diyerek yine vazgeçiyorum… Bilmem ki ben, bu benden mi kaçıyorum, yoksa kaybolan beni mi arıyorum. Kaybolan benliğim olmadığını biliyorum, omurgalı yaşam hep hayatımın odağında durdu, omurga yara almasın diye her şeyimi kaybetmeyi göze aldım ama omurgaya zarar gelmesin istedim, sürüngen bir yaşama alışkın değil benim yüreğim… Kendini kaybetmiş varlıklarla birlikte olmaktansa, kendisi olmaktan onur duyan doğal yaşamın vahşi kollarında kendimi bulmuşum, ondan olsa gerek hep oraları arzuluyor yüreğim…

Nerelerden geldiğimi söylesem kendim inanmıyorum ki, onlara sizi nasıl inandırayım… Ama bildiğim bir hatırası geçtiğim her yerden, yüreğim mıknatıs gibi acı topladığından o acılardan yüreğim kalkmaz olmuş yerinden, belki buradan siz de anlayabilirsiniz onun neler çektiğini ve hangi yolları bir nefesle geride bıraktığını…

Umutsuz vaka olarak değerlendirenler çıkabiliyor bazen beni… Oysa tüm umutların yeniden başlamakla canlandığını bilen biri olarak, bu satır aralarında gezinmekten zevk alıyorum… Ondan olsa gerek dere tepe demeden her tepenin ardında ve kayaların oyuklarından hayat fışkırır diye, kayıp neresi varsa, oraları irdeleyerek geziyorum hiç kimseye aldırış etmeden…

Sokakları terk ederek, kavşak noktasından caddeye tam girecekken, gözlerime bir ışık yansıdı hiç bilmediğim bir yerden, karşımda koca yürekli küçük adamı, umut dağıtırken, umut satıcılarıyla mücadele ederken gördüm… Umut satıcılarının tezgâhlarını param parça etmiş, gönlü kırık hayalleri solmuş gelecekten beklentileri azalmış, omuzları çökmüş, elleri nasırlı, gözleri yaşlı insanların, dizlerinin üzerine çömelerek, başlarını ellerinin arasına almış, bu koca yürekli küçük adamı can kulağıyla dinlerken görünce kendimden utandım…

Umut tacirlerini umut satarken tezgâhlarıyla imha etmek, umut çiçeklerinin yeniden tomurcuklanması için bir hava sirkülasyonu yaşadıklarını bana öğretti… O koca yürekli küçük adam, oysa benim gelmemi beklermiş saatlerce, her gün orayı kullandığımı biliyormuş… İçimde birikmiş tüm olumsuzlukları içimden atmam için, bir tekmeyle tüm umutsuzlukları parçalayarak insanlara umut tomurcukları dağıtıp, benimle kol kola yürümek için içimdeki sızıyı dağıtmaya gelmiş…

Bu sokaklar, bana yağmurdan sonra rengârenk gök kuşağıyla buluşacağım saatleri bile değiştirdi… Hangi saatte randevulaştığımı unutturup oradan oraya koşturmaktan beni bana bırakmadı, gökkuşağına derdimi anlatıp bir helallik almamı elimden aldı…

Beton binalar arasında bıraktığım ömrümü çalan duvarlar, beni benden çaldığınız gün ömrümden ömür gitti, bir günüm bin yıl oldu, bin yılım bir gün gibi savrulup gitti… Oysa yapacak daha çok işim vardı. Anlaşılmayan beni anlatmak için, kendimi dağların arkasına hapsedip, mesajımın hareketli bir resmini yaptıracağım, Ağrı Dağının tam tepesine ülkemin her karış toprağından okunsun için…

Sahipsiz çocukların, köşe başlarındaki muşambaya bu soğukta nasıl da serilip ana kucağı gibi yattığını görünce, bir mezar bulayım da ben de uzanayım boylu boyunca, bu acıları kaldıramaz oldu yüreğim desem de bu çocuklar uğruna tüm acılara katlanmayı öğrendim. Acıları silemesem de acı çekilen yerlerdeki acıların kaynağını en azından ortaya çıkarırsam, bir gün gelir o acıların kaynağını kurutacak olanlar da çıkar… İşte bunu düşünerek tüm acılarımı yürek iklimindeki çılgın rüzgârın önünde savuruyorum… Bir gün olur samanla teneler ayrılır, işte o gün tüm taneler bir umut tomurcuğu olarak bu topraklarda patlar.

Ben dostlarıma elveda ederek arkama bakmadan hiçbir zaman terki diyar etmedim… Gönül muhabbeti ile aklın sistematik dosdoğru duruşu bir araya geldiğinde gecelerimiz gündüz, yürümelerimiz koşu alanına döneceğinden kuşkunuz olmasın… Ben o günlerin ne zaman geleceğini bilmediğim için, o günlerin oluşumunu sağlayacak nedenleri oluşturma derdindeyim… Belki kafanıza takılabilir bu adam ne yapıyor diyenleriniz çıkabilir, ben yüreklerin üzerindeki zehirli zarları parçalamakla meşgulüm. Gönül coğrafyasından kanayan yerlere merhem taşıyorum gece gündüz durmadan, her an bir tabip gibi çalışır, hem lojistik sağlar, hem de merhamet ikliminde yetiştirdiğim umut tomurcuklarımı oraya dikerek onların bakımıyla uğraşıyorum… Yani anlayacağınınız kendi çapında el becerisiyle bahçıvanlığı öğrenmiş, hiçbir ağacın kurumasına müsaade etmeyecek kadar ağaçları canından çok seven, tahtası eksik bir bahçıvanım…

Yolum çok uzun, zamanım az, biraz müsaade edin doğallığımla baş başa kalayım, yoksa ben de acıların bir parçası olup, yangınları alevlendiren bir volkana döneceğim…

Yine bir sabah, ince sazım hafiften çalar, turaçlar uzaktan kulaklarımı yoklar, demlenmiş çayım beni bekler, elveda ederek ayrılmayacağımı söylemiştim, Haydi bana Eyvallah…

 

Erol KEKEÇ/22.02.2022/09.30

            

21 Şubat 2022 Pazartesi

ZİHİN DUVARLARI İŞGALDE, BİRAZ İNCİNMİŞSİN(!)

 

İsyan çiçekleri genellikle sınırları tel örgülerle çevrili bahçelerde açar. Doğanın renk cümbüşü içinde isyan çiçeklerine pek rastlayamazsınız, farklılıklar da oradaki bütünlük içinde bir yer bulur kendine… Doğanın merhametli kollarında tüm bitki börtü böcek ne varsa hepsi için bir yer mutlaka vardır, kimse bir başkasının rengini yok etmez doğal seleksiyon dışında…

Doğanın doğallığını imha ederek sistemli kaliteli ve daha güzel bir yaşam alanı oluşturmak için doğal yaşama müdahale edildiği zaman doğal yaşamın isyanı, öncelikle kendi doğallığı içinde varlığını haykıranların yaşamlarına yapılan baskılarla ortaya çıkar.

Toplumsal yaşamın doğal akışına yapılacak bir baskı, koruma, kollama ve yönlendirmenin ötesi müdahaleci bir anlayış, toplumsal yaşamın her katmanında çok ciddi isyan güllerinin tomurcukken patlamasına yol açar. Bir ortamın tomurcukları çiçeğe kavuşmadan patlıyorsa oranın yazı hiç gelmeyecek ama ilk kışla, bitişi olmayan kışların geleceğinin habercisidir.

Eğer bir yaşamın kurallarının çok olduğu yerde yaşam sürüyorsanız orada yaşamın ilkelerden yoksun olduğuna şahit olursunuz. İlkesiz yaşamlar toplumsal hayatın sürekliliğini sağlamak için hergün, günün değişen koşullarına göre farklı kurallar oluşturuyorsa, orada ilke ve belli bir hedefi düstur edinmiş yaşamların varlığına pek rastlayamazsınız. Çünkü ilkeli yaşamlar kendi doğal sürecinde belli kurallara ihtiyaç duymadan varlık sahnesindeki rollerini çok iyi oynamaya gayret eder. Herhangi bir hatası sonrasında da bir yaptırıma gerek duymaksızın kendisini vicdanen sorumlu tuttuğundan kendi cezasının kesilmesini başkalarına bırakmadan faturayı anında öder.

Toplumsal yaşam ile doğal yaşam arasında doğrudan bir benzerlik ve ilişki kurulmadığı zaman, doğadan kopuk bir toplum hayatı kendi içinde infilak eder. Doğal dengenin korunması, doğal kuralların varlık evreninde dayatmacı olmamasından dolayıdır. Doğal dengenin, toplumsal dayatmacı politik sistemin talepleri doğrultusunda biçimleniyor olması tüm ifsat mekanizmalarının harekete geçmesidir. Doğal yaşama müdahale edecek duruma gelmiş, toplumsal yaşamı dizayn eden sistematik politik anlayışlar, tahribat sürecini başlatmış anlamı çıkar.

Dünyanın yörüngesinin her geçen gün biraz daha merkezden kayıyor olmasında, toplumsal politik zihniyetlerin sistematik kötülük kodlarına göre bir süreç takip ettiklerinin göstergesidir. Kötülüklerin sistematik hale gelerek kendi varlığını sürdürmesinin adını bütün bir insanlığın geleceğinin düşünülmesi olarak tanımladığı ortamda, yeryüzünün her yanı, sera kuşatması gibi kötülük gazlarının yayılmasına gebe olur.

Kötülüklerin hiçbiri doğrudan kendisini tanımlarken, kötülük içerikli kelime ve kavramlardan uzak durarak en iyi ortamın havarisi gibi kendisine bir rol biçer. Bu rolleri oynamanın tam zamanı olduğunu önce ciddi bir algı yönetimi ile ulaşılacak doğruları manipüle ederek satar. Sonrasında bir bakmışsınız her yanınızdan kötülükler fışkırırken bunların birer iyilik ve geleceği doğru inşa etme adına yapıldığına şahit olursunuz. Yani doğal yaşamın doğallığından uzaklaşan hayat treni, bir daha doğal hayatın raylarına, doğru oturması öyle kolay olmayacaktır.

Zihinsel kurgu geliştirme için zihin kodlama sisteminde meydana gelen bir olumsuzluk bütün bir yaşamın kodlama sistemini yerle yaksan eder. Çünkü toplumsal yaşamın kodları, bireysel kodlama sisteminin doğru işliyor olmasıyla ortaya çıkacaktır. Bireysel kodlama sistemindeki bireyin, baskı balata sıyırması, onu hangi kodlama sistemini temsil edecek duruma getirebilir?

Demek ki yaşam, doğa toplum ve zihinsel gelişim evreleri arasında kurulacak bir ilişki ağının yansımasıdır. Bu ilişki ağını doğru kuramayanlar, insanlık tarihi boyunca doğru yaşam denkleminden yoksun kalmaları bir yana, gelecek hakkında ortaya koyacakları anlayışları da hiçbir zaman doğru bir yaşam kapısını aralamayacaktır.

Doğal yaşamın kodları, insanlık vicdanına kodlanmıştır. İnsanlık vicdanı yok olmuş ise insan da yok olacak demektir. İnsanın yok olma süreci bir anda hemen kendisini göstermeyebilir ama doğal yaşamın doğallığını bozarak gelişim evrelerinin ilerleyip ilerlemediğine şahit olabilirsiniz. Zihnin kendi dişlilerini yiyor olması, yeni bir hammadde atarak dişlilerinin çalışmaması, geleceğin çok karanlık bir ortamda kodlamasını tamamlayacağının habercisidir. Hiçbir yanlış işleyiş mekanizması, aydınlık bir ortamda kendisini deklare ederek göstere göstere varlık alanına indiği görülmemiştir. Âmâ doğrunun kendinden geçtiğini ve her ortama doğrulardan oluşan çok ciddi heyetle gideceğini söyleyerek sizin doğallığınızı bozarak doğal olmayan yaşamı sırtınıza vurur… Sonrasında ondan uzaklaştığınız takdirde başınıza geleceklerin hesabını yapamayacağınızı size anlatarak korku senaryosu çizilir.

Kötülüklerin iyiler postunu giyerek bir yerde konumlanması her an nereden ne zaman buradan gelecek ihanetlere karşı vicdanınız nasıl bir alarm uyarısı yapacak, ona çok iyi dikkat etmek zorundayız.

Her an kıvılcımlanmak için birbirine sürtünmesinin yeterli olduğu bir zamanda siz hala çakmak taşları ile ateşinizi yakacağını düşünüyorsanız yanılırsınız.

 

Doğal yaşamın kendiyle olan uyumu dendiği zaman, hemen herkesin anladığı tabiattaki yaşamdır. Doğal yaşam, devam eden ve kendiliğinden bulunduğu ortama ve koşullara uyum sağlayarak yapay oluşumlarla kan uyuşmazlığı yaşayan hayat demektir. Böylesi bir hayata, kendi doğal kanı ile uyum sağlamayacak bir ortamın genetik kodlarını enjekte ederek, onun yaşamı üzerinde farklı oluşum meydana getirmek istediğiniz zaman imha sürecine kendinizden başlarsınız. Yaşamın her noktasında küçük büyük her düzeyde meydana gelen doğallığı imha süreci sanıyor muyuz ki, insanlık hayrına ve yararınadır. İnsanlık yararına olacak bir oluşum, hiç kuşkusuz doğal hayatın doğallığına müdahale etmeden ve o özelliklerinin daha fazla gelişmesine katkı sunacak değerlerle onu beslemekten geçer.     

Bunları neden mi anlatma gereği duydum sabahın bu vaktinde, Yeryüzünün şer tohumlarının gelişmesi için, her yandan imara açıldığı bir çağın karanlık dalgaları arasında, durdurulması güç tsunaminin yaşama vermiş olduğu rahatsızlıktan dolayı yazıyorum.

Bütün bir evreni, ıslah edilmiş kontrolü kolay bir yaşam alanını    n dünya çapında bir laboratuvarı haline getirmek isterseniz, bu ortamın havasının ve kimyasal reaksiyonlarının ortaya çıkan ışınları her canlının hayatına küçük ya da büyük çapta yara açacağı muhakkaktır.       Onun içindir ki, doğal yaşamın doğallığını imha süreci iyilik melekleri(!) eliyle gerçekleştirilir oldu. Hiçbir kötülükte zebaniler önde gelmiyor. Önce masum bir kimliğe bürünüyor ardından canavarlaşmış parçalayıcı kanatlarına, merhamet reklam afişleri giriyor; onlara baktıkça kendinden geçen hipnoz olmuş akıllı ama zihin duvarları istila edilmiş varlıkların beyninde kuluçka dönemini hemen yaşıyor. Bu kısa kuluçka döneminden sonra, alabildiğince yeni yavrular ve kötülüğün savunucusu, canlılığı gitmiş cansız canlılar savunma refleksleri geliştiriyor. Bu refleks davranışlar karşısında doğal yaşamın bir parçası olanlar, haliyle doğal ortamına dönerek kendi kabuğuna çekildiği için, merhamet kanatlı, yeryüzü imha timleri bütün bir küreyi dolaşarak kötülük tohumlarını iyilikler adına yeryüzü havarisi olarak dağıtmaya başladılar.

Doğal hayatın içinden alınan ve içinde doğal aroma barındırmaktadır diye insanlığa sunulanların tamamı, sinsi düşüncelerin her ferdin bünyesinde kuluçkaya yatma girişimidir.

Bizim, bu yaşam alanı diye tanımlanan ifsat denizinde iyi bir yüzücü olmamızın faydası olur mu dersiniz? İfsat denizinde iyi bir yüzü ve kötü yüzü olmanız arasında bir fark olmayacaktır, önemli olan o ortamda yüzüyor olmanızdır. Çünkü oraya dalanların işgal ettiği yer, ifsat denizinin sularının kabararak hacmini biraz daha genişletmesine sebep olmaktadır. İstenen de bu olduğu için amaç gerçekleşmiş olmaktadır… Yani herkesin zihninde ama velakin ya… Gibi soruların sorulmasına açık kapıları kapamış olmanız yeterlidir. Ondan sonrası kendiliğinden gelir. Doğal yaşamı imha ederek yerine konulmak istenilenin tercih sebebi olması, bütün bir evrenin imha sürecini başlatmaktır. Bu kadar insan yanlışta bir sen misin doğru olan diye herkesin ağzında düğümü olmayan sorular var ya, işte onların sayısı ne kadar artarsa doğal yaşamın rayından çıkarak hız kazanması da o oranda hızlanır. “Siz yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsanız, onlar sizi Allah’ın yolundan çevirir, kendi yollarına döndürürler, onlar sadece zannediyor ve saçmalıyorlar…”

Evet, değerli Okurlarım, hayat bazen bizlerin hiç ummadığı yerden bizlere kazık atmaktan hiç çekinmez, en güvendiğimiz ve emin olduğumuzu iddia ettiğimiz kişi ve düşünceler bize öyle bir tokat atar ki, bir daha kendimize gelinceye kadar takdir edilmiş ömrü tamamlamış oluruz. Bizim için biçilen ferdi ve toplumsal ecelimizi yaklaştırmadan yeniden bize taktim edilen hayat kodlarını sorgulayarak, doğal yaşamın doğal kollarına kendimizi en kısa zamanda bırakmak zorundayız. Yoksa ne olur demiyorum olacaklar hakkında akıl yürütme ve öngörüde bulunmak istemiyorum, zihnimi oraya çevirdiğimde beynimde resmen bir zihin devrimi meydana geliyor. Bu devrimler benim açımdan sorgulama alarmı yapıyor olmasından, hala zihnimin canlı olduğunu anlıyorum… Ancak gelecek faturanın toplam istediklerinin içinde, istek kalemlerinin gizli tutulması ve ortaya konulmamış olması beni hepten ürkütüyor.

İnsanlık önüne konulan faturada yaşamlarımızı gelecek tehlikelerden koruma ve çağın koşullarına göre doğru bir yaşamı inşa etme faturası diye yazıyor… Ancak bu durum, anlatacağım şu hikâyeyle ne kadarda benzerlik gösteriyor… Gencin biri hasta olduğunu düşünerek oluşan kaygılarından dolayı doktora gider, doktor hanım efendi bir tabiptir, genci dinler tüm içindekileri anlatmasını ister oda dökülür, bunu dinledikten sonra doktor gence der ki seni çok yıpratmışlar biraz incinmişsin onun için şunlara şunlara dikkat et kendini fazla germe yoksa daha kötü olabilirsin der ve onu yollar… Genç arkadaşının yanına geldiğinde ne oldu ne dedi doktor diye sorunca, valla biraz incinmişsin dedi der. Nasıl yani, yahu  anlamadın mı güzel bir hanım efendiydi okumuş görgülü biri olduğu için bana bizim dilimizle konuşmadı, yani senin ağzına….şlar diyemedi onun için biraz incinmişsin dedi der…

Evet, dostlar kimse bize ne olduğunu neler yapıldığını söylemekten çekinse de, ben yumuşak tarafından söylemiş olayım biraz inciniyoruz kendimize dikkat edelim; yoksa gelecek günlerin gerilim katsayısı hayli hayli yükselecek gibi…

Bu küresel ifsat mekanizmasının aparatlarını bölgesel göletlere atarak insanları o göletlerde yüzdürmek isteyen merhamet kanatlı havarilerimiz de bir gün anlayacak bize merhamet dağıtmadığını ama o gün tüm yaşam cehenneme dönmüş olacak… İnsan, kendi eliyle ecelini yaklaştırır… Evreni ele geçirmek isteyen ifsat dinozorları her an doğal aromalı gıdalarla doğal hayatın doğallığına bizi yaklaştırdıklarını söyleseler de, alıştığımız yeni ortamın kokusunu kendi doğal hayatımızın doğallığı gibi görmeye başladığımızda işte o an dönüşü ve çıkışı olmayan kimyasal denklemlerle reaksiyona girdiğimiz an olacak ki, eski yaşama veda süreci başlamış olacaktır.

Evet, daha fazla bu konuları açarak zihinlere korku yayma derdinde değilim, ancak bilim ve güç arasındaki ilişkiyi dikkate aldığımız zaman bilimsel gerçekler diye insanlığa sunulanların büyük oranda temeli yıkacak olanları, tamamıyla ifsat üzerine oturanlar olduğu bilinmelidir. Ama arada bazı iyi olanlar da olmalı ki, hepten hapı yutmasınlar. Çoğunluk dediğimiz ortam, akıl ve zihin duvarlarında ifsat tohumlarıyla kuluçkaya yatmış olduğundan, onların gösterdiği tepkiler içinde hakikati arama çabamız, baştan heba olmuş bir emek ve boşa gitmiş zaman olacaktır.

Doğal hayatın doğallığına bırakılmayan yaşamların hepsi, zorla mahkûm etmek istediği dimağların isyan bayrağını çekebileceğini göze almalı ve kendisine biçilmiş olan gömleği saklayarak insanlık için hizmet ettiklerini daha fazla insanlara yutturduğunu sanmasınlar. Yoksa sonrası hepten bir hiç ve habitat ameluhum olacaktır.

Doğal yaşamı imha sürecinin en büyük hedefi yapay oluşumları doğal hayat kodları gibi sunarak, gelecek nesilleri koparılmış ve güdümlü süje kılıklı nesneler haline getirmektir. İşte o zaman gelecek, toptan imha olacaktır. Suje olduğunu düşünenlerin birer nesneye döndüğü yaşamlarda, nasıl bir değişimi hangi zihinlerde oluşturacağınız yeniliklerle yağacağınızı düşünürsünüz…

Son olarak açıkça diyorum ki, hakikaten bize bir şeyler oluyor, incinme süreci çoktan bitti, ben fazla okuma yazma bilmediğim için açıkça söylüyorum bizim anamızı ağlatacaklar… Kendimize gelelim ve zihin duvarlarımızı işgallerden kurtararak kendi doğal ortamımızın doğal kodlarına acilen dönüş yapalım…

Sevgiyle güne başlayalım hayırla devam edelim, şefkatle bitirip tefekkürle gelecek günlere merhaba diyelim… Selam ve muhabbetle

 

Erol KEKEÇ/21.02.2022/08.40

 

20 Şubat 2022 Pazar

ÇİÇEKLERE HELAL EMEKLERİM

 Yine bir Pazar ve benim ömrüm hep tükeniyor azar azar… Kuşları arıyor gözlerim oysa onlar çoktan terk etmiş beton yapıtları mesken edinmeyi… Bulutlar berrak güneşin süzülerek üstüme doğmasına engel olsa da Güneş doğmaya kararlı ben de bu azim ve istek olduğu müddetçe. Hızlı adımlarla çıktım, nefes nefese kalarak geride bırakırken gittiğim yolu, önümde gidecek yol olmayanınca biraz nefeslenmek için ayaküstü bir kenarda yine Güneşi aramaya yöneldi gözlerim…

Yine bir Pazar, sabahın aydınlığı yayılmadan düşerdim yollara gençlerimizi daha iyi bir geleceğe hazırlamak için; sabahtan başlardım heyecanla anlatmaya akşam olduğunda talebelerim hocam kaçıncı saatiniz dediklerinde, şu an sekizinci saate giriyorum ama 1. Saate giriyor gibi dinamik heyecanlı ve sizden aldığım enerji ile topladıklarımı yağmur gibi üzerinize serpmek için masa başındayım; oysa bu dersi sizlere anlatırken tam 8.km yolu da geride bırakarak yeniden başlıyoruz derdim…

O heyecanlarımı hala taşısam da, heyecanlar karşılıklı etki ile birbirini daha bir galeyana getirir ve toplu enerjiye dönüştürür, işte o enerjiyi oluşturamamanın hüzün ve üzüntüsü ile bu pazarı evimde bilgisayarın başında yazarak geçiriyorum…

Bu saatlerde günün nerdeyse üçte birini yarılamış olurduk oysa şimdi üçte birini kaybetmenin hüznü içindeyim… Bu hüzün ve üzüntülülerimi günün sırtına vurarak, kendimden kendimi kimse almadan yine haykırmak istiyorum içimde saklanan gün görmemiş duygularımı…

Çocukluğumdan kalan yalnızlıkları hep kalabalıklar içinde yaşayan ben, yalnız olduğumu kimselere duyurmadan bir toplum olarak yaşadım günün her saatinde…

Doğru bildiğim yolun zorluklarına meşakkatine ve engellerine asla aldırış etmedim, o yolda son nefesimi vereceğimi bilsem de onda hep kararlı oldum…

Şafak vaktinde sokaklarda sahipsiz köpeklerin saldırısına uğradığımda sahip aramadım, onları rehabilite ederek yolun dışına bırakıp yoluma devam ettim…

Ummadığım anda içimden volkan gibi kaynayan umut ve heyecan kıvılcımlarını koca bir nehre dönüştürerek, akan su gibi o nehirde bende aktım ama asla su nasıl akıyor diye kenara çekilip suyun akışı üstüne duygusal şiirler yazmadım…

Ellerimle kardığım, mayasına duyularımı eklediğim, hamurunu neşeyle yoğurduğum, hayatımdan arta kalan ekmekleri yiyecek zamanım var mı bilmiyorum ama bu yolda lezzetli ekmekler dağıtarak herkesin kursağına ve beynine o sıcak ekmeklerden gelen gıdanın şifa olması tüm dualarım…

Yine bir Pazar ufaktan zeki Müren dinlerken ben de bitmeyen dertlerimin çaresini arıyorum, yağmurlar vurmasın camıma ve ben çıkmayayım dama her an uyanık yaşamak için atıyorum adımlarımı…

Umut türküleri dinlemeye hasret kulaklarım, hep ıstırap acı duygu ya da zamazingo boş havalar çalıyor her yerde, bense alışkın değilim çingene çadırında böyle Romen oynamaya…

Yırtık ceketimin kol astarları avucumun içine değmesin diye çakmakla onları yakarak kimseye çaktırmazdım ceketimin astarının yırtık olduğunu, ama şimdi gelip geçtiğim yerden herkesin içindeki yırtığı okuyarak gidiyorum bu yırtılmaları okumak için mercekler gerektirmesine rağmen, ben doğrudan hiç zorlanmadan onları okurken bileniyorum. Her insanın yırtığından bir volkan patlıyor, her volkanın alevi farklı, ben hangi aleve koşayım derken alevler beni de kuşattı… Kuşatılmış bir benle geçiriyorum geride kalan pazarları, eski duygularım köpek havlamaları sekiz saat ayakta bir heyecanla geçirdiğim günleri arasam da şimdi yeni heyecanlar oluşturmak için çabalıyorum…

Akşama ulaştığımda kimsesiz sokaklarda, sokak lambalarıyla aydınlanan kelimeleri seçmekte zorlandığım kitaptan bir şey kapmak için o kadar dalardım ki sanırsın dünyayı terk edip uzaya çıkmışım…

Bir çocuk yanıma yaklaştığında ona hayatın güzelliklerini ve umut dolu bir geleceği anlatıp ve o günün tertemiz havasını solurken güne birlikte tanık olmak bahşedilen en güzel nimet olurdu benim için…

Sahiden merak ediyor musunuz benim kim olduğumu bence merak etmeyin, herkes kendindeki cevheri çözse daha iyi olur benim açımdan… Sen olmadan benimle anlaşamazsın. Ben, ben olmadan seninle bir araya gelmem imkânsızdır. Gelebiliriz imkânı vardır ancak ben olduğum için değil, sen istediğin için bir oluruz o da benim hiç ilgi alanıma girmez, ondandır işte biz bir araya gelemeyiz…

Yine baharın kokusunun penceremden burnuma geldiği ve beni benden alsın diye doyasıya içime çekmek istediğim eski baharların kokusunu almasamda hislerimle onları doyasıya yaşamak istiyorum…

Baharın tomurcuklarını kara bulutların kapladığı günlerde, baharı karşılamak nasıl bir ruh hali ise o ruh halimle şimdi yaşayan bir ruh gibi ortalıkta geziyorum… Zamanın eyyamcılığına bir meze olmak istemediğimden olsa gerek, canlı olduğumu anlayan her can beni canımdan etmesin diye ruh gibi bedensiz gezmek istiyorum; ruhumla aldıklarımı bedenime dayatılan acılarla yok etmek istemiyorum…

Gözbebeği gibi bildiğim gözümden çok sakındığım benden çok onları düşündüğüm eserim diye titizlikle en güzel yerlerde sakladığım gençlerimi kaybetmenin hüznü ile bu pazara mersiyeler dizerek ağıtlar yakma derdinde değilim… Ama şunu rahatlıkla içi acılarla yanan bedeninin her yanından alevler dökülen biri olarak ne kadar güzellikleri ve olumlu duyguları anlatmak istesem de yaşadığım acılar bana bunları anlattırmıyor, hemen karşıma çıkıyor dur bakalım o kadar hızlı gitme bir fren yap diye dayatıyor…

Nasıl bir rüzgâr estiyse tüm tomurcuklarımı çiçeğe dönmeden ya kopardı, ya patlattı ya da kuruttu çok azı kökünde kaldı kökünde kalanlarda kurumuş kökler üzerine patlamamaya yemin etmiş gibi kabuğuna çekildi…

Ben bu pazarları görmek için mi bu kadar pazarlarda ömrümü harcadım…

Her canlının uykuya kaldığı şafakta köpek yavruları ve benim gibi idealist canlarla birlikte bir ömrü, Pazar günü yüksek binalar içinde güneşe hasret kalarak geçirdik ki, mutlu bir geleceğin tomurcuklarını kimse erken doğumla yok etmesin diye… Eyvah ki, ne eyvah diyerek acıyan yanıma bir başka acı katmak istemiyorum…

Kişneyen atların otlandığı meralarda bir çocuk gibi yeniden hayata merhaba demek için bu Pazar kırlarda seninle birlikte olmak vardı hayallerim arasında; ama o hayallerim şu an sıkışmış kalmış şehrin beton yapıtları arasında bir dar sokağın ucundaki kahvecinin tahta taburesinde…

Yine de olsun diyorum bir Pazar gelir alır götürür beni azar azar, bir Pazar gelir benden aldıklarını geri getirir, gökyüzünden yağmur taneleri gibi iliklerime kadar ıslaklığını üzerime dökerek…

Nerden gelirsen gel hangi pazarda saklanırsan orada kal, ama umutlarımı bana bırak, beni genç çiçeklerimden alacak olanın alnının ortasından vuracağımı bilsin bu pazarlar… Çektiğim acıları ganimet bilerek öylece karşıma gelsin… Ömrümü ganimet olarak peşin verdiğim pazarlar, geleceğimizi teslim ettiğimiz gençlerimizi almaya kararlı olduğunun farkındayım, ama şunu bil ki, ömrünü veren bir deli onları sana vermemek için tüm pazarları imha etmeye kararlı. Nerden nasıl gelirsen gel son nefesime kadar uyandırmak ve uyanık kalmak için neleri ateşlere vermem ki, bu genç dimağları kimse alacağını sanmasın bunlar bizim patlamamış tomurcuklarımız hepsi birbirinden güzel ve özel kokusunun ne ve nasıl olduğunu ayırmadan bahçemizden gelen renk ve koku cümbüşü beni sarhoş eden… Hepinize selam eder muhabbetle gönül otağımda kocaman bir cadır kurarak sizleri orada bekliyorum… Her Pazar koşarak sizinle buluştuğumuz gönül kahvesinde bir kahvenin acısından tatlı gülüşler ve doymadığımız muhabbetler yapmak için, sevgiyle muhabbetle sizleri alnınızın ortasından öpüyorum cinsiyete bakmadan sizlere yüreğimi armağan ediyorum…

 

Erol KEKEÇ/20.02.2022/11.00