24 Şubat 2022 Perşembe

NE VEDA NE FEDA, AKILLA DOĞRU YOLA!

 Kant, hakikaten büyük düşünürmüş, düşünmeyi çok iyi yaptığı için büyük düşünür, düşündüklerini insanlığın faydasına olması için düşündüğünden de, büyüklüğü kabul görmüş bir düşünür…

Kant’ın, kavramları sorgularken onları çok ince elekten geçirerek bir kıvama getirip ondan sonra ifade ettiğini görüyoruz. Kant’ın Bilgi ahlak ve sanat hakkındaki yaklaşımları, onun gerçekten ne katar tutarlı ve kendisiyle barışık biri olduğunu da ortaya koymaktadır. Kant, Bilgiye yaklaşımında bilginin değeri ve kaynağı ile ilgili ileri sürdüğü yaklaşımı hakikaten üzerinde durulması gereken bir yaklaşım… Bazılarının bilginin kaynağında tecrübe deneyim ve gözlemleri kaynak olarak görmesi, kimilerinin de aklı doğrudan bilginin depolandığı kaynak ele almasına karşın, Kant Aklı bilgi üreten bir kaynak yani üretici bir mekanizma olarak ele alır, ama dış dünyadaki deneyim, gözlem tecrübelere ise bir yığın, hammadde olarak yaklaşır. Kantın bu yaklaşımı benim açımdan da büyük önem taşımaktaydı, neredeyse tam da böyle düşündüğümü söyleyebilirim…

Tecrübeler, aklın süzgecinden geçmeden nasıl sistematik düzenli ve kullanımı olan bir bilgiye dönüşebilir ki, genel geçer ve herkesin üzerinde anlaşabileceği bilgiler, ancak aklın doğru kullanılması ve akıl süzgeçten geçirilmesiyle elde edilen bilgi olabilir. Ondan dolayıdır ki, Kant hakikaten insanın üzerinde düşüneceği ve doğru bilgilere ulaşacağı çok değerli açıklamalar yapmıştır. Bazen bizde kullanırız, senin ne söylediğini kulakların duyuyor mu diye!                                                                                Hakikaten ne söylediklerini kulakları duymayan nice söyleyenlere her gün şahit olmaktayız. Babasından atasından, hocasından, televizyondan, sokaktan, politikacılardan duydukları ile yaşamlarını devam ettiren varlıkların olduğunu çok iyi biliyoruz. Tecrübe değerinde bile olmayan sadece duyulara dayanır nitelikte yorumlanması ve algılaması gerçekleşmemiş bir uyaranın bilgi olarak yaşanıldığı ortamlarda doğruya ulaşma imkânınız çok zor olur. Yani bizim yaşadığımız ortamda, yaşamda karşılığı olan ve üzerimizde ağır bir yük olarak duran bilgi, bilgi olma hüviyetini kazanamamışken, bizim hayatımızın savunma reflekslerini güçlü kılan bir uyaran konumuna geldiğini görmekteyiz. Savunma reflekslerinin duyumlarla harekete geçtiği yerde, insanların sürekli zihinlerinde tutacakları ve belleklerini güçlü kılacakları bilgiden yoksun olduklarına şahit olmak çok kolaydır. Duyumlar kuru yığınlardır onlardan yola çıkarak hakikate ulaşamazsınız, ne zaman ki onları tanımak için algılama süreci başlar, sonrasında yorumlama aşamasına geçilir, işte o zaman hammaddeler akıl süzgecinde tartılacak bir pozisyon almış olurlar. Akıl süzgecinden zihin kalıplarından geçirilerek elenip bir üretim sonrası kullanılacak aşamaya gelmiş bilgiler, hafızalarımızda uzun süre kalır ve onun etki alanından hemencecik çıkmanızda zor olur. Bir uyaranı görmemişseniz onun bilgisine sahip olamazsınız. Görmek algılamaktır, bakmak ise bir duyumdur, biz her şeye bakıp geçiyoruz ancak geçtiğimiz yer hakkında birileri bize bir soru sorduğunda orayla alakalı bir tanımlama yapamıyorsak bizim oradan sadece geçtiğimizi ama hiçbir şeyi görmediğimizi gösterir. Görmeyenlerin nara attığı çığlıklar, bir bilgi dayanağı olan çığlıklar değildir. Bilgi dayanağı olmayan her söz ve davranış anlamsız ve sadece size zaman kaybettirerek, allınızın pasif duruma gelmesine neden olur. Aklın pasif durumdan aktif duruma geçmesi için, toplumsal yaşamdaki kutup başlarına iyi bakalım, orada insanlar arası ilişkiyi başlatacak reaksiyon nereden nasıl başlıyor… Bu süreci doğru yönetebilmenin ve istenilen sonuca az masraf ve kısa zamanda ulaşmak için aklın işletim mekanizması harekete geçmelidir. Yani akıl bilgi üreten bir kaynak olma vasfına ulaşmalıdır. Aklı ne insan dışında ulaşılması güç bir makama çıkararak onu ilahlaştıralım, ne de verilenleri sadece işleyen ama müdahale etmeyen bir araç olarak görelim… Akıl aktif ama belli koordinatlar içerisinde mücadelesini verir. İşte aklı o konumuna getirmek zorundayız, aklın hakiki bilgiye ulaşması için sınırlarını aşmayacak yerini, iyi bilmeliyiz, acziyetini kabullenecek olması onu bulunduğu makamdan da aşağı indirmek olmamalı ona davranışımız…

Nerede yaşıyorsak orada yeni bir başlangıç yapabilmek için, sürü psikolojisinin etkisinde kalarak nerede tıngırtı orada buluntu şeklinde devam eden yaşamları, bilinçli seçenekler haline getirmek zorundayız. Bilinçli seçenekten yoksun tercih sebebi olmayan hayatlar her dönem de sürünmeye mahkûmdur. Duyuları bir bilgi olarak öğrenmiş olanlar, her zaman kullanılan kobaylar olduklarını zaten anlayamazlar. Onların bu ayrımı yapacak zihin duvarları tortulaştığı için onlar arasından hakikati nasıl ortaya çıkarmalarını bekleyebilirsiniz?

Taklidi, yöntem olarak sunan bir anlayışın akla ne kadar değer verdiği zaten ortada iken, aklı neden kullanamıyoruz diyerek kendi içimizde bir sorgulama yapmanın da anlamının olduğunu söylemek çok zordur. Öncelikle bize aktarılan ve ne olursa olsun bunlar böyledir ve bu kalıplar sizin hayatınızı şekillendirecektir şeklindeki açıklamaların tümü hakikatten uzaktır. Farklı dönemlerdeki yaşamları biçimlendiren, öncekilerin yaşamları için oluşturulmuş kurallar ise, buna da İslam fıkhı diyerek evrensel bir içerik kazandırmak, aslında aklı hayatın dışına atmanın en açık örneğidir. Fıkıh yaşamdan doğar, nerede ne zaman yaşıyorsanız o zamana özgü bir fıkıh geliştirmek zorundasınız, işte, akıl burada üzerine düşen rolü en iyi oynamalıdır. Fıkha ait şekilsel görünümler üzerine yeni bir fıkıh oluşturmak gerekmez ancak hayatın devamı ve bulunulan ortamın getirdikleri iyice irdelenmelidir. Bunu neden mi söyledim aklı pasif durumdan aktif duruma geçirmenin en önemli yolu, onu kendi doğal ortamına kavuşturmaktır. İslam bir enerjidir her dönemde onun size vereceği vardır ve ondan istifade etmek isteyenler onu her zaman yanlarında bulurlar, ancak İslam’ın enerji olma özelliğini indiği dönemdeki enerjinin ne olduğuna takılıp da, enerjiyi devre dışı bırakırsak bizim ondan faydalanma imkânımız olmayacaktır. Bir örnekle izaha çalışırsak, insanlar ilk dönemlerinde çeşitli enerji kaynakları oluşturdular, tezek, odun, kömür, petrol, elektrik, doğal gaz derken güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi enerjinin elde edildiği nesnelerle karşılaştık… Ama bizim asıl varmak istediğimiz enerjidir. Bu enerjinin kalitesi kullanılan malzemenin niteliğine göre farklı olabiliyor, ancak sonuçta hedefimiz enerji almaktır.

İslam, aynen bu enerji gibi her dönemde yaşama egemen olacaktır, insanların algıları ve yaklaşımları da bulundukları dönemdeki enerji elde edilen nesneler gibi düşünüldüğü zaman, geçmişte kullanılan tezekten elde edilen enerjinin daha iyi ve kutsal olduğunu savunarak sadece onunla haytamızı devam ettiririz diyerek yenilikleri imha etmek, akla yapılacak en büyük ihanet olur. İslam akıl dinidir derken her dönemde İslam’ın sınırları içinde akıl sorunlara bir yol bulur demektir. Eğer akıl sorunları çözmeyecek durumdaysa, akıl nimeti henüz nimet olarak tam anlamıyla keşfedilmemiş demektir. İslam dünyası olarak bildiğimiz dünyanın en büyük karanlığı, aklın kullanım kılavuzundan habersiz, akıldan faydalandıklarını iddia ederek akıldan yoksun yaşamalarıdır.

Din bir yaşam biçimidir. Benim bu günümü şekillendiremeyen din o zaman geleceği göremeyen (haşa) bir tanrı tarafından gönderilmiş olur ki, o zaman o din benim hayatıma hükmedemez… Yaratıcının katında bu gün yok muydu ki, bu günü içine alacak ve bugünün insanlarının yaşayacağı ortamı dikkate alacak bir din göndermemiş olsun… Eğer bu din evrensel ise, öyle olduğundan kuşku yoktur o zaman bu dinin sahibi bu günü de şekillendirecek bir din gönderdi. Bu günü şekillendirecek olan dinin kendisi, yani enerjidir, âmâ geçmişin enerji elde ederken faydalandıkları nesneler ve yollar değildir. Öyle olduğunu iddia edip onları dayatırsak bu din evrenselliğini kaybeder. Geçmişe sahip çıkalım diyerek taklitçiliği bir yöntem olarak sunan bir anlayış evrensellikten ne anladığını acaba sorgulamış mıdır?

İnsanın kutsallığı onun içinde kutsal bir değer olan aklı ve ruhu barındırmasıdır. Bunları gerektiği gibi kullanamayanların kutsallığı ortadan kalkar, canın korunma kutsallığı dışında… Geçmişin doğrularını örnek almak, onların kutsanarak hayatın belirleyici olmada bir öncelik alması demek, insanın kutsallığını kurşunlamak olur ve din o zaman bir zulüm mekanizmasına dönüşür. Geldiğimiz süreçten yaşamdaki dağınıklıklara baktığımızda bunların birçok olumsuzluklara neden olduğunu söyleyebiliriz… Gençlik Deizme kayıyor diye ilahiyatçıların nerdeyse çoğunluğu hatta diyanet İşleri Başkanlığına kadar bu konular gündem oluşturdu ve gençliğin yaşamı sorgulandı ama kimse çıkıp ta bizim dayattığımız, din diye baskı kurduğumuz acaba din mi, yoksa oluşturduğumuz kutsal geçmişimizin bu çağın insanının hayata bakışıyla örtüşmemesi olabilir mi deme cesaretini göstermedi…

Bunları örneklendirmemdeki en önemli sebep, Kant’ın anlatmaya çalıştığı akıl üretici bir kaynak olmalıdır sözünün yaşamdaki karşılığının önemini kavramaktır… Aklı, aslandan korkup kaçan yaban merkepleri gibi gördüğümüz bir ortamda insanlığa verilecek hiçbir şey kalmamış demektir… Ondan dolayıdır ki, aklı aktif hale getirip onu hayatın dümenine oturtmamız lazım… Aklı yürekten bağımsız ele aldığımız zaman Aklın ilahlığının egemen olduğu çağa ramak kalmışız demektir. Farabi’nin, Din ile akıl birbiriyle çelişmez ve birbirini tamamlar dediğini ilk duyduğumda bayağı bir sorgulamıştım. Ancak aklı yaratan da Allah vahyi gönderen de Allah, dolayısıyla Allah’ın yarattığı iki değer birbiriyle çatışmaz ancak dizginleri el değiştirirse rakip olur diye bir yorumunu 88 yılında okuduğum zaman beni de bayağı etkilemişti.

Evet, dostlar aklı bukağılamış İslam dünyasından, aklı baş tacı yapan bir dünyaya kapıları aralamazsak, biz ne doğru bilgiye ulaşırız ne hakikatleri sorgularken analiz ve eleme sistemi geliştirebiliriz. Analiz, sorgulama ve ayıklama becerisi olmayan toplumlar, ne verirsen alır ve kolayca sindirirler sonucun ne olacağını hesap etmediklerinden kendi elleriyle kendi ölüm fermanlarını imzalarlar ya da yok oluşa davetiye çıkarırlar.

Topladığımız tüm tecrübeleri deneyimleri, gözlemleri ve devraldığımız geçmişi akıl süzgecinden geçirerek iyice irdeleyip kendi aklımızın ürünü olan bilgilere dönüştürdüğümüz zaman yaşarız. Yani kendi çağımızın bilgisini üretmeye ihtiyacımız var, bunları ithal edemeyiz, birilerinin gelmesini beklemeyeceğiz kimse mehdi Mesih beklemesin, beyinsizliklerimizin ve tembelliklerimizin adını mehdi koyduk diyen Rahmetli Aliya gibi bende diyorum ki, mehdi doğru yola götürecek olan ise, bu ancak aklını yaratıcının belirlediği çizgide kullanan herkes olacaktır… O halde ne duruyoruz herkes kendi aklını doğru kullandığı zaman bir mehdidir. Mehdiler uyursa, olmayan yerden mehdi bekleyedursun bir kul, ömrünün sonunu yakın eder o kul…

Geçmiş için söylenecek söz Kuran’ının şu ayetinden başkası olamaz…”Rabbim bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, bizden önce yaşamış Müslüman kardeşlerimiz için kalbimizde bir kin bırakma…”Onlar bir ümmetti geldi ve gittiler, bize düşen görev kendi dönemimizde nasıl bir ümmet olduk ve ne kadar terazide ağırlığımız var, onu tartmak olmalıdır.

                                                                    

“Allah katında canlıların en kötüsü aklını kullanmayan hakikate karşı sağır ve dilsizlerdir.”

Rabbimin bu ayeti ile konuyu kısaltmak istiyorum… Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür… Yeni bir sorgulama alarmı başlatabiliyorsak rabbime hamdolsun… Selam saygı muhabbet ve dualarımla hayırlarda yarışanlar olmak dileğiyle… Her şey İnsan için, insanca yaşamak için, insan gereklidir…

Erol KEKEÇ/23.02.2022/22.08

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder