30 Nisan 2021 Cuma

FARKLI DÜŞÜNENLERİN OLUŞTURACAĞI TEVHİD’E ADIM ADIM!

 Neden insanlar aynı bakışa ya da bir şeye aynı noktadan bakmaya zorlanır. Hatta bakmayanlar dışlanır ve yaşam içinde onlara farklı gözle bakılır. Bu anlayış özellikle son 30 yıla damga vuran bir anlayış olup çıktı. Hatta bizim toplumda da bu tarz dayatmaların gün geçtikçe daha bir yayıldığına şahit olmaktayız. Ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduranlar her zaman doğrulukta kendilerine rakip tanımazlar ve her şeyin kendi etraflarında dönmesini isterler. Kendilerine uydu olmayanlar olursa onları da normalden sapan sapkın eylemler olarak adlandırırlar. Durum böyle olunca bu anlayışların etrafında birikenler de bu gücün farklı isimlendirdiği yaşamlarla savaşmayı bir erdem bilirler. Sosyal paylaşım ağlarında sizlerde benim gibi çok şeye şahit olmuşsunuzdur mutlaka, farklı olmak isteyenlere büyük bir taraftar kitlesinin ağza alınmayacak küfür ve hakaretlerle onları potansiyel düşman edindikleri ortadadır. Bu da gösteriyor ki, farklılıkların imha edilmesinin legal ve doğal bir süreç olarak meşru zeminlere oturtulmaya çalışıldığını görmekteyiz.

Ç.Darwin’nin tabii seleksiyon olarak adlandırdığı, güçlü olanların zayıfları tüketerek yaşamlarını devam ettirdiğini söylediği anlayışın değişik boyutlarda cereyan ettiği görülmektedir. Darwin’in sınıflandırmasında fiziki güce bağlı bir seleksiyonun olduğu anlatılırken, günümüzde daha çok megafonu elinde bulunduran güç, en önemli güç olarak diğerlerini imha etme yoluna gitmektedir. Yani güçler de kendilerine şirk koşulmasını istemiyorlar. Tek güç kendileri ise diğerleri bu gücün etrafında pervane olup bir uydu olması gerekir. Olmuyorsa tabii(!) seleksiyona uğramak zorundadır. Doğruluk, kurumsal gücün nimetlerini kontrol ediyor olmakla eş anlamlı hale geldi. Yani kurumsal güçler her ortamda gayri meşru ve tutarsız eylemlerde bulunsalar da onların kurumsal bir yapı olmaları eylemlerini meşru zeminlere oturtmaya yetiyor. Mesela kolluk güçlerine ait bir görevli kendi görevsel alanıyla alakalı imkanlardan faydalanarak,o imkanları kendi menfaatlerini korumak amaçlı kullandığında ve o güce dayanarak başkalarına zulmettiğinde, bulunduğu görev itibarıyla öncelikli suçsuzluğu kanıtlanmaya çalışılıyor, suçluluğu ancak suçsuzluğu kanıtlanamazsa devreye giriyor. Bu örnek bile, kurumsal alanda bir görev üstlenmiş olmanın insana ayrıcalıklı bir makamı taltif ettiğini göstermektedir.

Dünyadaki stratejik hareketlerin neredeyse tümü böylesi bir anlayışı kendisine örnek almıştır. Dünyanın kolluk gücü ABD’nin dünya ülkelerine bakışına baktığımızda onunla aynı görüşte olmayanları düşman ilan ettiğini ama aynı görüşte olup onun bir dediğini iki etmeyenleri ise geleneksel müttefik olarak gördüğünü biliyoruz. Bu demektir ki, her ortamda yönetimler artık farklılıkları yok ederek tek tip bir toplum istemektedir. Bunu neden istiyor olabilirler diyebilirsiniz; çünkü dünya tek gözlü canavarlara miras kalacakmış gibi, bir yaşama kulaç atmaktayız. Farklı bir gözün varlığına tahammül edemeyecek kadar dünyanın tek elde toplanmasını isteyen güçler, tüm toplumlarda böylesi bir anlayışın gelişmesine ve yayılmasına çaba harcamaktalar. Geçmişteki feodal anlayışların çağdaş şekli, dijital kontrol sistemiyle insanlığın tek tipleştirme sürecine boyun eğdirilmesidir. ABD’de iki farklı parti var ve tüm düşünceler bu ikisi içerisinde barınmak zorundadır. Çünkü farklılıkların kontrolü zordur, onun için tüm dünya da farklılıklar yavaş yavaş imha edilerek tek tipleştirme yoluna ciddi bir kaynak aktarılmaktadır. Ülkemiz gerçeği de son beş yıl içinde buna benzer ciddi bir ayrışmaya doğru yol almaktadır. Muhalifler, millet İttifakı, İktidar ve koalisyon ortakları da Cumhur ittifakı adı altında farklılıkları birleştirme yoluna gitmektedir. Bunun neresi niçin olumsuz olsun diyenler olabilir, ancak ben böylesi oluşumların çok ciddi patolojik bünyeler ve psikotik zihinler barındırdığına inanmaktayım. Böyle bir bünye olmamış olsa, farklılıkların yaşaması için çaba harcayan oluşumların çoğaldığına şahit olursunuz. Oysa bunun tam aksi bir durum var ve belli güç merkezleri etrafında uydulaşan kendi varlıklarını tehlikeli görüp onu dillendirmekten çekinen milyonlar oluşmaya başladı. Tüm bu oluşumların geri planına bakarsanız böyle bir çaresizliğin, farklılıkları ortadan kaldırdığına şahit olursunuz.

Eğer bir toplumda toplumu oluşturan farklılıklar birbirini tehlike olarak görüp, kendisine uymayanı kendisine uymaya zorluyorsa orada çıldırmışlığın her haline örnek bulabilirsiniz. Bir anlayış kendisi gibi düşünmeyen ve yaşamayanları hep kontrol altına alıp onları gözetleyerek kontrollü bir gürültüden yana olmak istiyorsa, mutlak referans kendisinin olduğunu iddia ediyor demektir. Oysa hiç kimse bir başkasının yaşamı ve dünyaya bakışı için belirleyici ölçü olamaz. Ölçüler ancak ortak noktalardır. Ortak birleşim noktası ve kesişim kümesi her ortam için aynıdır ve asla değişmez. Kesişim kümesi tüm yaşamların ortak paydasıdır ve herkes bu ortak paydayla eşitlenir sonrasında ortak yaşam kurallarının uygulanacağı ortamın oluşumuna katkı sunar. Yeryüzünde insan sayısı kadar düşünce vardır ancak tüm bu farklı düşüncelerin ortak paydası olan insan da bunları birleştirmek mümkündür. İnsan Yeryüzüne gönderilen en şerefli varlıktır sebebi ise, kendi kararlarını kendisi verebilecek ve ayrım yapabilecek zihinsel bilinç yönüyle donatılmış olmasıdır. Bu bilinç, insanı bir sayı doğrusunun iki ucunda bulundurabilir. Sıfır noktasını bir hiçlik kabul edersek, eksi ve artı uçlara doğru kendisini ifade ediyor olması insanın kendi iradi seçimine göre hareket ediyor olmasının da göstergesidir. Dolayısıyla insan tek boyutlu bir varlık olarak ele alınamaz. İnsanın bu özelliği dikkate alındığı zaman, insanı bir düşünce etrafında toplamaya çalışmak ve farklılıkları potansiyel tehlike görüp onları sürekli aşağılar olmak ne kadar acı bir durumdur. Yani diyeceğim o ki, sayı doğrusunun hangi tarafında bulunursanız bulununuz, her iki uçta diğer tarafı yok etme peşinde olmaktadır. Sıfır noktasında olup hayatları bir hiç olan amip gibi yaşayan ve bir nesne olmanın ötesine geçemeyenler tehlike oluşturmazlar. Çünkü gücü elde tutanlar etraflarındaki kalabalıkların ya kendi tarafında olmasını ya da bir hiç olarak sıfır noktasında bulunmasını istemektedir. O zaman tek tip bir yaşam ortaya çıkmaktadır. Bu da bir rahatsızlık vermez ve istenilen hedefe hizmet eder.

Bu coronalı dönem, böyle bir toplum oluşturmak istemenin adının kaotik ortamlar yaratarak hedefe yaklaşma taktiğidir. Yani dünya doğrudan mekanik araçlar gibi güdümlenmiş robot tarzı canlılar yaratmak istiyor. Yapay zekâ ile çok değişik alanlarda düşünme üretecek canlı organizmaya gerek kalmamaktadır onlar açısından, peki bu kadar canlıyı doyurmak ve yaşatmak anlamlı mı hayır o zaman bunların büyük bir çoğunluğunu ya imha edeceğiz ya da yaşayacaklarsa güdümlenmiş mekanik robotlar haline getirilmelidir. O zaman biz maksimum fayda elde ederiz minimum harcamamız olur dolayısıyla dünya nimetlerinin hepsini elimize geçiririz ve Musa’nın Rabbine seslenen Firavun gibi, bizde Göklerin Tanrısına ulaşmak için kuleler yaparız ve kendi egemenliğimizi deklare ederiz diyen tağutların dünya sinemasındaki son film gösteriminin gişe hasılatı yerlerde sürünüyor. Yeni dünya düzeni dedikleri düzensizliğin, “üzerine varsan da ondan uzaklaşsan da dilini sarkıtıp soluyan köpek” gibi hangi taşı kaldırsan altından çıkıyor olması, sakın kimseyi umutsuzluğa sevk etmesin, finansörü dünya baron güçlerinin olduğu son filmin dünya sinemalarındaki gösteriminin sondan önceki çırpınışları yaklaşmaktadır. ”…Ancak iman edenler Salih amel işleyenler ve Allah’ı çokça anan ve zikredenler hariç, zalimler yakında nasıl bir devrilişle devrileceklerini bileceklerdir.” Şuara/227 “Bu bir haberdir ancak her haberin bir gerçekleşme zamanı vardır…”

Bu dünya ölçeğinde bizim yapmamız gereken, dünyanın şavktı kaymış ölçüsüyle hayatı ölçüp biçmeyi bırakarak, mutlak adaletin sahibinin isteklerine göre yeni bir dünyanın tasavvurunu inşa etmek olmalıdır. “Allah adildir, adil olanları sever ”Yeryüzüne adaletin Güneşinin doğması için adil yaşayıp hesapta mahcup olanlardan olmamayı ümit ederek selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/29.04.2021/23.24


29 Nisan 2021 Perşembe

DÜNYANIN YENİ DÜZENSİZLİĞİ VE ALGI KÖRLÜĞÜ

 “Sağlık Bakanının bir konuşmasından alıntıyla başlamak istiyorum, ”Yeni dünya düzenine hazırlıksız yakalandık birçok insanımızı kaybettik…” diyor sayın bakan. Hakikaten bu sözü neresinden ele alırsanız alınız, her yanında bir avutulma ve dayatılan bir projenin planlı ve programlı uygulamasının olduğunu görmekteyiz. Bu kadar basit mi diyeceğinizi biliyorum. Doğru bu kadar basit olmuyor zaten, her gün insanların ölümleri ve hastalığa yakalanmasıyla sarsılıyoruz ve ciddi korkularla toplumsal travmalar yaşıyoruz bunun neresi basit…

“Yeni dünya düzeni ”açıklaması bu işte neredeyse toplumun tamamının kendisinden haber beklediği ve onun söyleyeceklerinin toplumda rahatlama, korku ve endişe yönünde bir karşılığının olacağı kişinin böyle bir cümle sarf etmesi hiç de öylesine değildir. Bu söz içinde çok sular barındırır. Yani bu hamur çok su çeker.Aylardır,dünyada yeni bir sistemin kurulması için önce bir kaos ortamı oluşturarak bu kaos ortamının insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin aynı zamanda ölen ve daha ne kadar öleceği belli olmayan insanların ölümleri üzerinden ciddi bir korku yayıldı. Bu korku aslında planlı bir algı yönetiminin parçasıydı. Korkuyla bağışıklık sistemleri zayıflayan insanların, bu korkunun etki alanından çıkarılması için onlar üzerinde her türlü isteklerinizi gerçekleştireceğiniz ortamlarda oluşmuş oldu. Aşı sürecinde, aslında yaygın hale getirilen ve tedirgin yaşayan insanların bir an önce bu karanlıktan kurtulmak için, üzerlerinde denenecek her türlü denemeye açık hale geldiklerini görmekteyiz, yani bir denek olarak kullanılmayı korku ve ölümle iç içe yaşamaktan daha eftal görmeye başladılar. Bu sürecin oluşumuna katkıda bulunanlar, kurumsal ve statüsel prestiji olanlar tarafından gerçekleştirilmeli ki ölümler ve hastalar olsa da süreç acılı ama isyana dönüşmeden atlatılmalıdır. Bu sosyolojik bir dönüşüm sürecinin alanda uygulanan planlama modelidir.

Hiçbir çağdaş ve dijital planlama şekli, bundan böyle doğal ve kendiliğinden gerçekleşen bir serbest süreç şeklinde olmayacağı ortaya çıkmıştır. Dijital çağ hem dönüştürme aracı olduğu gibi, dönüştürmek istediklerinin de istenmeyen farkındalık oluşturmalarına neden olduğu için, kontrollü dönüşümler sürecine girmiş bulunmaktayız. Bundan önceki süreçler daha çok bölgesel ulusal ve lokal düzeyde gerçekleştiği için kontrollü bir kaos ortamına gerek duyulmadan, etkileşim ve medya yoluyla serbest bir süreçle istenilen hedeflere varılmıştır. Ancak Global bir değişim ve dönüşüm söz konusu olduğu zaman bu sürecin tamamıyla kontrollü bir yolla yapılması gerekiyordu. Ondan dolayıdır ki, her ülkenin kendi yönetimleri bu süreçte aktif ve etken rol üstlenmiş gözükmektedir. Sayın Sağlık Bakanının yukarıdaki açıklaması da bu söylemlerimizi kanıtlar boyutta söylenen bir sözdür.

Bilim adamlarının Yeni dünya düzeninde ikna edici bir rol üstlenecekleri hiç aklıma gelmezdi. Algı yöneticileri, amaçlarına ulaşmak için, Okullar, dini mabetler ve medyadan çokça istifade ederler. Dünya baron yeni dünya düzen kurucuları, ulusal yöneticilerin ağızlarından çıkan mesajlardan önce, medya yoluyla ortalığı karıştırdılar ve insanları korku travmasına soktular, sonrasında böyle bir travmanın gerçeklik olup olmadığını alanındaki uzman bilim adamlarıyla teyit ettiler, bilim adamları siyasal erkin önünde gibi bir algı oluşturuldu ve siyasiler, sorumluluklarını hafifletmek için, karar öncesinde dosyayı Bilir kişiye yollayan Hakimler gibi davrandılar. Karar verdiklerinde de doğrudan sorumlu olmaktan uzaklaştılar ve bilim adamları topluluğunun görüşüymüş gibi topluma lanse ettiler. Böyle olunca bilim doğruyu söyleyen tek kurum olarak kabul gördüğü için, program bilim adamları eliyle altın tepside insanlara sunulan bir zehire dönüştü. Yani algıları yönetmek ve onları biçimlendirmek belli kayıplar vermeyi ve ortamı kaosa çevirip arkasından aydınlık bir sürece sokuyormuşsunuz gibi algılanması gerekiyor.Coronalı süreçte bu saydıklarım aşama aşama uygulandı ve böyle bir sürece insanlar hazırlandı. Biz çocukken çeşitli taktiklerimiz vardı hayatın içinde amaçlarımıza ulaşmak için…Mesela bir göl veya göl gibi birikinti oluşturan sularda balık yakalamak istediğimiz zaman, önce o suyu iyice bulandırırdık içine girer o yana bu yana koşardık ve su iyice bulanınca dışarıya çıkar balıkları izlerdik. Balıklar teker teker baygın halde suyun yüzüne çıkarlardı bizde onları tutar tutar alır karaya atardık. Yani önce karıştırırdık sonra istediğimiz amacımıza ulaşırdık. Oysa balıklar o bulanık sudan kurtulacaklarını sanarak ellerimize gelirlerdi, oysa biz onların baygınlığından ve zaaflarından faydalanarak onları soframıza götürürdük. Biz 10 yaşın altında köyde bunları düşünerek yapabiliyorsak, dünyaya yeni düzen vermek isteyenler insanları bir balıktan daha mı değerli görüyorlar sanıyorsunuz…

Dünya yeni bir düzene doğru gidiyor, Bakanın dediği gibi bu süreç bizleri ciddi anlamda baygınlaştırdı, kimileri bilerek bu işi yaparken geniş halk yığınları ise bu işin sadece kurbanları olmaktadır. Peki insanların biyolojik olarak yaşadıkları bu virüs yok mu diyorsunuz diyeceğinizi biliyorum. Ben virüsün olup olmadığını sorgulamıyorum bu oluşumun bir planın uygulaması olarak kaos ortamları oluşturarak insan beynini uyuşturduklarını ve her an tehlikenin kendisini yakalayacağını düşünerek, insanları birbirinden uzaklaştırma ve bireyciliği zirveye çıkarma çabası olduğunu söylüyorum. Bu virüsün laboratuvar kökenli olduğuna inanıyorum. Çünkü kontrollü dönüşüm için gerekli olan kaos ortamının etkileyicilerini siz oluşturmak zorundasınız. Yani bağımsız değişkenin, doğrudan Yeni Dünya düzeni kurmak isteyenlerin avucunda olduğuna inanıyorum. Bu değişkene karşı ortaya çıkan davranışları yönlendirmek için, tüm zeminler, algı yönetimi aracıları eliyle uygun hale getirildi. Bugün yaşadığımız temiz oksijen soluyamama mağduriyetimizin arkasında bu güçler var. Sizler seve seve bu işe evet demezseniz sizi böyle bir maskeye hapsederek istediğimiz havayı size soluturuz. Yani yaşamınız bizim elimizde diyecek kadar müstağnileşen Yeni dünya düzeni Baronları, İnsanlığın varlığının devamı üzerine bu oyunu kurmaktadır. Bill Gates’in aylar önce ”Bu hastalık ne zaman son bulacak bir takviminiz var mı sorusuna, tüm insanlık aşılandığı zaman sona erecek ”diyen bu açıklamasının hiç de öylesine söylenen bir söz olmadığına inanıyorum…Her şey Planlı ve programlı yeni bir dünya düzeninin oluşumuna hizmet etmektedir. Buna aykırı davranacak yönetici ve bilim adamlarının nasıl bir baskı ile karşı karşıya olduklarını doğrusu düşünmek bile istemiyorum.

Yeni dünya düzeninin programlanmış yeni kodlama sisteminde, önce medya ile propaganda yapacaksın ve tüm evrene tek bir kanaldan yayılan bilgiyi aktaracaksın, arkasından oluşacak korkuların şiddetine göre kaos ortamları oluşturacaksın, kaos ortamlarının getirdiği karanlıklar şiddetlendiği zaman bu karanlıklardan insanlığı kurtarmak adına, amacına hizmet eden araçlarını kurtuluş reçetesi gibi sunarak herkesi bir taşıyıcı durumuna getireceksin…Bunlar olmazsa ne yapacaksın uymayanları ya uluslarının kanuni dayanaklarıyla suçlayacaksın, ya da uluslararası dolaşım yasağı gibi korku senaryolarını yayarak ufaktan ufağa razı etmeye çalışacaksın… Her durumda insanlık üzerine oynanan oyunlar hümanizm ve hoşgörü adıyla dünya sinemalarında sahnelenecek ve seyirciler koltuktaki yerlerini alacaklar…

Oturduğumuz koltuklar, bizlerden hıncını almaya çalışan cellatların yüksek voltajlı elektrikli sandalyeleri olduğunu unutmayalım…Yeni dünya düzeni, İnsanı düşünmeyen sadece İlahlaşma yarışında olanların firavunluklarını kanıtlama düzeni olacaktır. Yeni düzen değil, biz kendimiz olarak yaşamak istiyoruz…

Erol KEKEÇ/29.04.2021/00.13


27 Nisan 2021 Salı

EKONOMİK SİSTEM KAPİTALİZMİN DIŞINDA ARANMALIDIR

Şom ağızlardan düşmeyen bir söz, günün koşulları neyse ona göre yaşayacaksın. Günün koşulları ne ise derken, üzerinde düşünülmüş ve kritiği yapılmış bir sözden bahsedilmiyor. Tamamıyla acziyetin bir ifadesi olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Birilerinin kurduğu herkese dayattığı kalıbın adı günün koşulları olarak anlatılıyorsa, bu bir yenilginin ifadesidir.

Yaratıcının bağışladığı ve nasıl yaşanılacağı hususunda ciddi hayat denklemleri ortaya koymasına rağmen, bununla alakalı hiçbir yorum ve gelişme sağlayamamış olanların, efor sarf etmeyi hiç düşünmeden günün koşulları ne ise ona göre yaşayacaksın şeklindeki iyi niyet gibi gözüken yaklaşımları doğrudan yaratıcı ve eleştirel düşünmeyi yok etmenin dolaylı çabaları olduğunu bilmek gerekir. Bu yaklaşımların tümünün temelinde korku, rahatı tercih etme, haram helal gibi bir değerden yoksunluk bulunmaktadır. Eğer bir ortamda mevcut olan yaşam biçimlerine angaje olmak öncelikli tercih olarak kabul görüyorsa, o toplum sömürülmeye ve kendisi için hazırlanmış olan kapanlara zorlama olmadan kendi tercihleriyle girmeyi hak etmiş demektir.

Günün şartları ne ise diye yavan bir ifadeyi yaygın hale getirerek ona meşruiyet zemini oluşturanlar şunu bilsin ki, bu söz bir yaşam biçiminin tercihlerini ve üretkenliklerini imha ederek, bu yaşamları, sürüler için oluşturulmuş sadece tüketime endeksli sömürü yaşam çarkının içine taşımak olur. Eğer bu ifade idari sistemi yöneten ve planlama erginin tavsiye ve dayatmaları sonrasında oluşuyorsa, toplumların ayağa kalkması, kendi yaşam biçimlerini ve kendi ortamlarını dikkate alarak, tüketici olmaktan çok üreten bir toplum haline gelmeleri neredeyse imkansızlaşır. Mevcut kalıpları yaşamın olmazsa olmazları olarak dayatmak kadar insan beynine atılan daha tehlikeli bir atış olamaz. İnsan beynini imha ettiğiniz zaman ona yaşamı boyunca kabulleneceği ve o çemberden çıkmayı hiç düşünmeyeceği kölelik kurallarını da benimsetmiş olursunuz. İşte, kapitalizm ’in ve onun günümüzdeki çağdaş çocuğu liberal kapitalist ekonomi diye bildiğimiz ve tüm yönetimlerin ona ulaşmak için canhıraş savaşı böylesi bir zilletin beyinleri kuşatmasının kanıtıdır. Neden Liberalizm diye sorma şansımız yoktur, insanın özgürlüğü ve ardından özel mülkiyet ve serbest piyasa gibi birkaç sihirli kavramla sizin beyninizi hemen istila ederler. Sizler de kafa sallayarak, önünüzde ürettiğiniz bir değeriniz olmadığı için, onun hegemonyasına girersiniz. Üretici dinamikleri canlı kalan ve sürekli hareketlilik hayatlarının vazgeçilmezi olan toplumlar, hayatlarının devamını kendi dışlarında oluşturulan kalıplara hapsederek devam ettireceklerine inanmazlar.

Ancak eldeki imkanları işlemeyi ve üzerinde değişimler yaparak farklı ürünler elde edecek zahmeti göze alamayanlar, kaynaklarını satarak yaşamlarını devam ettirdikleri için, güdülen sürüler haline gelirler.Sürüler,yaşamlarını belirleyecek ilke ve kuralları kendilerinin belirleyeceğine inanmazlar. Çünkü onlar hep yönetilmeye ve tüketime endekslenerek böyle bir yaşamın getireceği mutluluğu yeğlerler. Bu mutluluk alanlarının dışında daha kalıcı olan mutluluklara ulaşmaları için biraz çaba gayret ve efor harcamaları gerektiğini söylediğiniz zaman, eski köye yeni adet mi gelecek. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur diye sizin de önünüzde en büyük engel olurlar. Oysa bilmezler ki, savunma her zaman yenilginin başlangıcı değil, savaşın kazananlarının verdiklerini özümseme ve geviş getirme dönemidir. Geviş getirmeye alışmış olanlar, sağlıklı ve taze ürünlere ulaşacak imkanlarını da kaybederler.

Bu örneklemelerden sonra anlatmak istediğim savımızın hayatımızdaki karşılığına bakmakta fayda olur umarım. Müslüman toplumlar olumsuzluklar açısından neredeyse yaşamları birbirinin aynısı. İnsanı Allah’ın yarattığına inanırız ve hayatımıza hükmeden ilke ve kurallar koyduğuna da inanırız, ancak bu ilkelerin hayatlarımızdaki yerine baktığımızda utancımızdan elimizi yüzümüze kapamak zorunda kalırız. Bu evreni yaratan ve içinde iradi kararlar verecek olan insanı yarattıktan sonra, onun hükmüne uygun olmayan bir yaşamı oluşturması için insanı hiç bilgilendirmemiş olmasını düşünebiliyor musunuz? Allah’ın sınırları bellidir kim bu sınırları aşarsa işte onlar haddi aşanlardır, haddi aşanlar için elim bir azap vardır. Ülkemiz ekonomisine kapitalizmin babalarının damga vurduğu muhakkaktır. Bunların hayat damarlarına su taşıyan ve ülkenin vergi rekortmeni olan bankalar, paylarının başka alanlara aktığını gördüklerinde, hemen o kanalları tıkamanın yollarını araştırıyorlar. Hatta İdari yönetime dayatmalar yaparak kanuni bağlayıcılıklarla bunların önlerini kapamayı ihmal etmiyorlar. Devletin gelir kalemleri arasında, vergi almak ilk sırada bulunuyorsa, devletin bu kuruluşların isteklerini dikkate almamasını düşünebilir misiniz? Kripto para ve bunlardan kaynaklanan usulsüzlüklerin gündemin ilk sıralarında yer alması, farklı finans kuruluşlarının ev,araba,kredi gibi kapsam alanlarını genişleterek yeni ve farklı açılım yapabilecek düşünce ve eylemler geliştirmeleri ve bunları da kurumsal kimlikle reel yaşamda hayata sokmaları beraberinde ciddi sorunları da başlarına getirdiği muhakkak. Neden mi, insanlar yatırımlarını daha çok bankalar üzerinden yaparken içlerinde duyarlılık açısından az bir kırıntı olanlar, bu yeni kuruluşlarla iş birliği yaparak nakit kaynaklarının adresini buraya yönelttiler. Bu süreç kapitalizmin aracı ve taze kan taşıyan kuruluşları olan bankaları rahatsız etmeye başladı ve idari mekanizmaya karşı lobi baskıları kurmaya çalıştılar ve de başardılar. Çünkü Son dönemdeki, BDDK’nın bu kuruluşlar üzerine yoğun olarak gitmesi ve onları denetlemesi sadece bir denetim olarak görülmemesi gerektiğine inananlardanım. Eğer sadece bir denetim olmuş olsa, neden bir kurum elde ettiği karının %30’unu infak müessesesini geliştirerek kuracağı vakfa aktarmayı tüzüğüne koymasına rağmen, buna müsaade edilmez ve ancak%2’ni aktarabileceği sınırlamasını getirir. Çünkü böylesi bir uygulama İslam’ın Karz-ı Hasen müessesesinin yeniden dirilmesine sebep olabilir. Dolayısıyla yardımlaşma dayanışma ve insanlar arası yeni bir ekonomik model oluşturulup hayata geçirilebilir. Bu korku Bankaların yüreğini hoplatmaya başladığı için, bu müesseselerin lobi grupları, idareyi etkileyerek, bu kurumları daha doğmadan bunaltma yoluna gitmektedir. Yani başlamadan bunaltmak ve yanlışlar yapmaya zorlayarak kanun dışı eylemlere yönelmesi için üstten baskıyı fazlalaştırarak, bu kuruluşların toplum nazarında itibarsızlaştırılarak olağan bir durum olunca üzerine çökerek meşru bir zemin oluşturma eylemi olduğunu düşünüyorum.

Müslüman olduğunu söylediğimiz bir toplumda tefeci faiz kuruluşlarının en çok kar getiren kurumlar olması, hiç mi içimizi acıtmıyor. Eğer insanlar bu faiz müesseselerinin dışında daha karlı ve insanlara zulmetmeyen ve ,insanca yaşayacakları ekonomik kurumları canlandırırsa kapitalizmin yegâne ekonomik sistem olma büyüsü bozulacaktır. Bu büyünün bozulmasını isterler mi, onun için idari yapı bu oluşumların gazıyla, farklı oluşacak kuruluşları potansiyel suç makinesi olarak görmemeli ve bunların canlanması ve hayata yeni kanları aktarması için yardımcı olmalı ve denetlemeyi, zulme dönüştürmemeli diye düşünüyorum.

Bizim gibi toplumların kurtuluşunun en önemli yolu, ekonomik bağımsızlık elde etmeleridir. Ekonomik bağımsızlık, Kapitalizmin piyasasının dışında ticari ilişkilerin kurulacağına inanmaktan geçer. Piyasaya kapitalizmin kurallarının egemen olduğu ortamlar bu kurallara göre ekonomik faaliyetlerini yürütürken ekonomik bağımsızlık beklentileri sadece bir hayal olur. Kapitalizmin oluşturmaya çalıştığı yaşamda, dünya cennettir, onun için ekonomik yaşam en değerli olan yaşamdır. Tüm ilişkiler bunun kazanılması için gereklidir dolayısıyla önemliler ama değerli değiller. Oysa İslam’ı bir yaşamdaki ekonomik ilişiklilerde ekonomi yani ihtiyaçları karşılama ve yaşamı kolaylaştırma faaliyetleri önemlidir ama en değerli olan değildir. Değerli olan bu yaşamın sonrasında karşılaşılacak olan ödüldür. Yani cennet bu hayatın sonunda bir armağandır. Dolayısıyla kapitalizmin dünya cennetine karşılık İslam Ahiret cennetini vaat ediyor ama o cennet için buradaki imaratın çok önemli olduğunu anlatıyor, hayatı rahat kazanabilmek için, buradaki ilişkileri kolaylaştırıyor ve insanlara zulmetmiyor, borç batağında insanları inim inim inletmiyor. Borçlanmayı kolaylaştırıyor ve insanlar arasında güven unsurunu yaygınlaştırıyor ancak güveni sözle anlatmıyor onun bağlayıcı alt yapısının da kurulmasına önem veriyor ve ahitleşerek yazılı sözleşmelerin olmasını şart koşuyor. Yani insanların içinde olumsuzluk olmadığı halde onları olumsuzluğa sevk edecek açık kapıların bırakılmasını asla istemiyor, şartların kötüye gitmesinden dolayı vaatlerini yerine getiremeyenlere baskı kullanılmasından menediyor ve onların genişleyeceği döneme kadar mühlet verilmesini ve bu mühlet içinde sorumluluğunu yerine getiremeyenlere bağışta bulunmanın daha hayırlı olduğunu anlatıyor. İşte İslam Nesneye mala değil, insana ve onun huzuruna değer veriyor. Çünkü toplumsal ifsatın önüne geçebilmek için insanların huzurlu ve mutlu bir hayatı yaşamaları gerekir. Kapitalizm insanların mutluluğunu ve huzurunu alarak onları psikomanyak duruma getirdi. Bu hal üzere yaşayanların dünyalarını cennet yapmaktan uzaklaşıp, ahiret cennetine yönelmeleri mümkün değildir. Kapitalizmin dünyaya pompaladığı bu sistem, tüm insanlığı yok oluşun kıyısına getirdi, dünyanın her yanı zulüm göz yaşı ölüm ve açlıkla boğuşurken, bulunduğumuz dönemin şartlarına uyacağız diyerek şerri hakikat gibi öğütleyerek,hakikatın ne olduğu üzerinde kafa yormayı ve bu hususta gerekli çabayı harcamayanlara yazıklar olsun demek geliyor içimden…

İslam Dünyasının ve mazlum milletlerin kurtuluşunun tek yolu tefecilerin insanlığın kanını emen ekonomik sisteminin büyüsünün bozulmasına bağlıdır. Bu büyünün bozulması da Yaratıcının yarattıklarına bağışladığı sistemi ortaya çıkarıp hayatımızı ne pahasına olursa olsun ona dayandırmaktan geçiyor. Bu sistem yepyeni ve farklı bir ekonomik sistemdir. Bu sistemin temeli, üretime dayanır,ilişklileri helal ve haram sınırlarına göre biçimlendirir.Zulmetmez,herkesin yaşaması için malın âtıl olarak belli ellerde toplanmasını asla istemez. Üretime ve istihdama dönüşmeyen malların bekçiliğini yaparak fesada yol açan malları korumayı istemez. Adalet omurgasıdır. Asgari yaşam diye bir rezaleti insana reva görmez, azami yaşamın ve israfın sınırlarını belirler. İslam’da insani ücret ve insani yaşam vardır. Bunları gerçekleştirecek sorumlu aydın bilim adamlarına ihtiyaç hasıl olmuştur. Bu konuda zihin ve yürek eforu harcamayan ve sistemli bir yaşamı gelecek kuşaklara gelenek olarak bırakma sevdası taşımayanların hesapları çok kabarık olacaktır. Kapitalizmin mezbelesinde yem arayan bir amip olmaktan çıkarak omurgalı duruşla örnek bir yaşamı bizlere armağan etmesi için tüm içtenliğimle rabbime yalvarıyorum ve tüm kardeş ve dostları da bu duanın fili kısmında yer almaya davet ediyorum…Selam saygı ve muhabbet dileklerimle….

Erol KEKEÇ/27.04.2021/00.08


26 Nisan 2021 Pazartesi

SONUMUZU HAYIR EYLE NE DEMEK?

Başında ışık olmayan tünelin sonunda ışık mı olur. Allah sonumuzu hayreylesin diye hep dualar ederiz ya, işte o dualarımızın anlam bulması için başının ortasının hayır olması lazım ki, sonu da hayır olsun…Sonumuzu hayır et demek kadar güzel bir dilek olamaz ancak bu dileklerimizin karşılık bulması için öncemizin de ne kadar önemli olduğunu anlamamız gerek.

Otu çek köküne bak derdi eskiler, biz bunları hep genetik bir benzerlik olarak anladık ve ötesini hiç düşünmedik. Oysa bir otun bitkinin kökü ne ise dallarında çiçek ve meyvelerde ondan başkası olamaz. Bahçesinin her tarafı portakal ekilmiş olan biri, bahçede elma arayıp bulamadığı zaman, neden elma yok her taraf ağaç dolu demesinin anlamı olmayacaktır. Portakal bahçesinde elma aramak ve onu ummak sadece bir bekleyiş olarak kalacaktır. Onun için tüm yaşamı şer odakları, haramlarla iç içe geçmiş tefecilerin kapısında sabahlamış, akşamları onların sobasında ısınacak bir ateş aramış ancak sonumuz hayır olsun diye yalvarmış. Ne kadar ciddiyetten uzak lakayt bir davranış olduğunu bizler de görmemize rağmen bundan nasıl öyle bir sonuç bekleme hakkına sahibiz.

Bu açıklama sonrasında rabbimizin şu ayetinin nasılda bizlerin imdadına hemen ulaştığını idrak etmeliyiz. “İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır. Emeksiz kazanım arzularının tümü bir tufanla yerini sükunete bırakır insanların ibret alması için…Rabbim sen sonumuzu hayır eyle demenin anlamını kavramamış ve o konuda gerekli ciddiyetten uzak eylemler, sahibine iade edilmesi gereken temenniler ötesine geçemez. Rabbim sonumuzu hayır eyle demek, bir mücadelenin başlaması için gerekli çaba ve gayretler harcandıktan sonra o mücadeleyle hayatları yoğrulanların sonuç konusunda, sonuca kendi güçleri yetmeyeceği için Rabbim sonumuzu hayır eyle, yani sana teslim olduk gereklerini yerine getirdik biz sorumluluklarımızı eksikte olsa yaptığımıza inandık sonrasını sana havale ettik sen de hayır eyle demektir. Bu algılar zaman içinde anlam kaymasına uğrayarak yeni algı biçimleri ortaya çıkarmıştır. Bu yeni algı biçimleri temelsiz ciddiyetten uzak olduklarının farkında olmadıklarından hep hüsranla sonuçlanan bir süreci beklediklerini de bilmezler.

Öncesi karmaşık olan yaşamların sonumuzu hayır eyle şeklindeki temennileri, anlamsız bir temenni olmanın ötesine geçmeyecektir. Burada aslında emeksiz bir kazanıma göz dikme vardır. Neden böyle bir algı oluşmuş olabilir, dünyada bazı yaşamlar hayatlarını başkalarının masumiyetine kendilerinin de sansar gibi pusu kurup punduna getirmesine borçlu olabilirler. Bu uyanık tavırlar, her zaman bu formülün geçerli olacağı vehmini onlara yaşattığı için, böyle isteklerde bulunmayı hayra ulaşacakları sonucuna onları kavuşturacağı beklentisini oluşturduğundan, böyle söylerler. Yani dünyalıklarını emeksiz kazanımlarla elde edenler, hayatın sonundaki hesap günündeki karşılığın da böyle olmasını istemektedirler. Bu aldanış insanları anlamsız bir hiçi beklemenin ötesine götürmeyecektir. Orada karşılaştıkları beklentileri olmadığı zaman da bu nerden çıktı diyecekler.

Dünya, doğru ile yanlışın ne olduğunu idrak edecek kadar bize bir zamanın verildiği yerin adıdır. Buradaki yaşamın anlamı, hangimizin hakiki bir yaşamı yaşadığımız, hangimizin bize ait olmayanları ele geçirmek için her türlü film fırıldak bir yaşamı benimsediğimizi ortaya koymakla anlaşılacaktır. Emeksiz kazanımlar peşinde koşanlar daima bir tufanla istek ve beklentilerinin savurulma ihtimaline hazırlıklı olmalıdırlar. Son günlerin önemli gündem maddesi olan soygun tufanı sonrasındaki insanların yaşadıkları psikolojik travmalara baktığımız zaman, nasıl da bir son istediklerine hep birlikte şahit olacağız. Beklentileri çok büyüktü bu mağdurların, ancak mücadeleleri hiç yoktu, mesafe çok kısaydı ve hemen zengin olacaklardı. Bu beklentiler doğrultusunda arzu ve isteklerinin de standardını yükseltiler, ancak karşılarına bir hiç ve bir daha kavuşamayacakları imkanları ve kaybettikleri zamanlarına şahit olunca, bu bunalımın vermiş olduğu acılarının etkisini hafifletmek için rabbim sonumuzu hayır eylesin demeye başladılar. Neden ve niçin kaybedilen bir şeyin ardından sonun hayırlı olmasını istiyor insan, oysa kaybedilmeden önce elinde imkanlar olduğunda kazanmalıyım diye yerinde hoplayıp dururken, kaybettiklerinin gelmeyeceğinden emin olunca, herkesin perçemini elinde tutan güce sığınma bir acziyet olsa da temizlenmiş bir yüreğin acziyeti olmadığı sürece sonuç hayırdan hep uzak gidecektir. Hayır bir beklenti olmaktan çıkarılıp, nedenleri yerine getirilmiş olan bir denklemin, sonuçlarını beklemek olmalıdır.

Ondan dolayıdır ki, yaşadığımız sürece kazıktan boşanmış at misali her otlakta otlanmaya çalışıp sonrasında güzel bir merada olmayı arzulamak öyle kolay olmayabilir. “En sevdiklerinizi Allah yolunda harcamadıkça kesinlikle iyilik yoluna hayra kavuşamazsınız…” Yolun sonuna gelindiği zaman tüm yollar tükendiğinde zorunlu seçenek önümüze çıktığı zaman, ona meyletmek bir tercih değil, zorunlu bir süreçtir. Ey insan hangi yoldan gidersen git muhakkak ki sen Rabbine varan bir yolda çabalamaktasın”. Yani insan yaşarken bu yollardan hangisine uyması gerektiğini kendi iradi seçimiyle ortaya koyması gerekir. Bu seçim yapılırsa kişi seçtiği yolun sonunun Allah’a varacağını bilerek yaşar. İyi olanı tercih eder hayatını o yolda tüketir ve hayırda yarışanlardan olursa, gönül huzuru ile rabbim sonumuzu hayır eyle biz sana ve senin indireceğin her hayra muhtacız deme hakkına sahiptir. Bu istek ve duanın karşılığı olacaktır. Ancak yaşamı dünyaya kazıklar çakmak ve yeryüzünde debelenerek insanlara gösteriş ve ifsatla yaşamış olanlar yolun sonuna vardıklarında, hesap görücü olarak Allah olduğunu anladıklarında başka seçenekleri de kalmadığı için rabbim biz sana geldik sonumuzu hayır eyle anladık ki her şey bomboş demeleri ne kadar sahici olabilir ki! Damarlardan kan çekildiğinde, ayaklar vücudu taşımaz olduğunda eller yerinden kalkıp bir şeyi almaktan aciz düştüğünde, baş vücuda yük olduğunda, seçenekler yok olup sadece önümüzde hesap görücü olanın muhteşem vadi gözle görüldüğünde ben de sana geldim Allah’ım beni affet dediğimizde, daha önce imkanların varken koşarken ele avuca sığmazken havada vurup tavada yerken neredeydin derse ne olacak halimiz…Onun içindir ki, rabbimiz sonumuzu hayır eyle demeden önce hayır üzere yaşayalım ki, rabbimiz bizi girdirdiğin hayata ve çıkardığın hayattan hayır ile çıkar ve bizi sonlarını hayır eylediğin kullarından eyle diyebilecek yüzümüz olsun…Yoksa diğerlerinden bahtımıza ne çıkar onu bilemem.

Yol yakın hayat kısa, zamanı boşa harcayarak çıkmayalım yaratanın huzuruna sonra avucumuzu yalamak çıkar bahtımıza…” İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır. İsteklerin kölesi olarak yaşamış, o isteklerin emirleri doğrultusunda oradan oraya haydut gibi koşan bir mendebur olup çıkmış olanlar, emeğinin karşılığı olanlara sahip olmadıklarından hem burada hem de gittikleri yerde iflas bayrağını çekerler. Sonrasındaki hayıflanmaları onları kurtarmayacaktır. Yaşarken idrak edenlerden olmamız ümidiyle Rabbim sonumuzu hayır eyle diyebilecek yüzle bizleri huzuruna çıkarsın…Selam ve dualarımla!

Erol KEKEÇ/25.04.2021/19.12


25 Nisan 2021 Pazar

YAŞAM AŞINMADAN AŞANLARA ARMAĞANDIR

Bir çizelge var elimde zamanı gösterir diye almıştım; oysa zamanı kaçırdığımı çizelgeye baktığımda anladım. Zamanı yakalayana aşk olsun, o kadar hızlı gidiyor ki, tetikteki parmağımı nişan alayım diyene kadar kaybettim izini…Zamanla iyileşir, zamanla alışırsın, zamanla geçer derler ya, aslında geçen seninle ilgili olan değil, sadece zaman geçiyor. Bu ifadeler tamamıyla zamanla aramızı ayırmak ve bizi alıştığımız durumdan rahatsızlık duymayacak düzeye getirme masallarının giriş bölümünü oluşturmaktadır.

Hakikaten zamanla geçen bir şey yoktur, sadece zaman geçip gidiyor biz ise arkasından avunmuş bir çocuk gibi hayretle bakıyoruz sadece! Zaman geçiyor, peki zaman geçerken yerinde kalan başka bir şey var mı dersiniz? Değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir demişti, E. Mach, ancak bakıyorum da değişmeyen hiçbir şey yoktur yaratılmışlar evreninde, hatta değişme de değişerek giderken zaman onu da kendi başına bırakmıyor öğütüyor her yandan…

Zamanı göstermeyen bir gece ve gündüzü imha etmiş bir ahtapot her koldan kuşatmış bizi. Bu kollar arasında her yanımızdan parçalanırken, birileri çıkmış zamanla alışırsın diyor, acının tanımını yapacak var mı hangi ilaç devadır ona…Acının bir tanımı yoktur acı acıdır rengi kokusu her yerde ve kişide aynıdır. Ondandır kimse başkasının acısından beslenerek ona da alışırsın diye öğütlerde bulunmaya kalkmasın.

Geçen zamanla birlikte acılarınızın şiddeti ve etkileme gücü artarak yayılış gösteriyorsa, kim diyebilir ki zamanla alışırsın diye. Acaba zamanla alışan biz miyiz yoksa törpülenen yanımızla o acıları duymuyor muyuz? Yani her alışkanlık aslında bizlerin duyum eşiklerinde bir farklılaşma oluşturmaktadır. Acıyla yoğrulan bir organizma öyle acılarla boğuşurken, yeni bir acı dalgasıyla karşılaştığında onun duyumu kolayca alınmaz. Çünkü çekilen acılar acı duyma eşiğini yükseltmiştir de ondan duymayız.

Zamanla alışırız ifadesinden oldum olası hiç hoşlanmam. Geçmişte aynı apartmanda oturduğumuz Rahmetli bir komşum vardı. Sohbet ederken benim keskin çıkışlarım için Erol Efendi sen şu an öğrencisin zaman geçecek sen bu söylediklerini ilerde söylemeyeceksin, çünkü böyle ateşli niceleri vardı bir makama geçtiklerinde onların esamisi bile yok ortalıkta, onun için çok keskin olma yarınlar böyle olmaz derdi. Oysa ben hep itiraz eder ve derdim ki Hacı dayı İnşallah bu irade bu akıl ve bu yürek bende olduğu ve inandıklarım da bu değerler olduğu sürece ömrüm yettiğince bu mücadelem devam edecektir. Söylediklerime sadık kalacağıma Rabbim şahittir derdim. Hakikaten bulundukları ortamları değiştirdikten sonra karşılaştıkları her ortama uyum sağlayarak kendilerini yavaş yavaş törpüleyerek tarih sahnesinden kalkan yaşamları gördükçe Rabbime Hamt ediyorum ki, zamanla alışanlar sınıfına bizi sokmadığı için…

Evet, tekrar ediyorum zamanla alışıyoruz demek aslında Allah’ın belirlediği duyum eşiği sınırlarımızın sonradan yeniden biçimlenmesine göz yumuyoruz demektir. Zaman insanı alıştırmıyor, zaman insanı alıp götürüyor ama biz zamanla aramızda bir mukavele yapmış gibi davranarak kendimizi aldatmaktan başka bir iş yapmıyoruz. Zamanın bize verdiği bir söz yoktur, siz benim peşime takılın belli bir süre sonra sizinle her hâlükârda anlaşırız diye…Peki neden tüm karşılaştığımız ve karşılaşacak olduğumuz zorlukları aşmamız gerekirken, kafanı takma zamanla alışırsın gibi doğruyu yamultan nasihatlerle karşılaşırız. Zamanla alışırız ifadesinin içinde öyle patolojik yönler var ki, bunları kelimelerle izahata kalkmak yeterli gelmeyebilir.

Zamanla alışırız ve herkes ilk anda tepkiler gösteriyor ama zamanla onlarda duruma uyum sağlıyor bu da doğal bir süreçtir ifadesi, olumlu değişimin önüne konulan en büyük engeldir. Zorluklarla ve problemlerle karşılaşanlara bu problemleri çözmek için kendisine verilen zihinsel ve akli melekeleri çalıştırarak, bunları aşabilecek iradi kararlar alabilecek bir yön bulunmasına rağmen bunları yok sayarak, insanın devinimini durdurmak insana yapılacak en büyük kötülüklerdendir. Zamanla geçen sadece zamanın kendisidir. Yani sizinle alakalı kısım ise, sizin geçtiğinizdir. Yani bir kavun nasıl ki vakti zamanında koparılmazsa içi geçmiş ve yenilmez hale gelmişse insan da böyle zamanla kendisi geçer ve insani özelliklerini kaybederek değersiz bir nesneye dönüşür.

Yani zamanla geçer ifadesinin arkasında ciddi bir aşındırma ve erozyona götüren bir yan olduğunu görmek ve anlamak gerekir. Zamanla alışırsın anlayışı yerine zamanla aşarsın diyebilseydik çok farklı bir atmosferde kendimizi bulurduk. Zamanla aşarsın demenin içinde, bir gelişme ve olgunlaşmadan söz edilir. Zihinsel bedensel, ahlaki, fiziksel ve bakış açısının genişlemesi ve mukavemet gücünün artmasını anlatır. Oysa zamanla alışmak demek, törpülenmek var olanları kaybederken biraz acı duysan da onları da unutursun yani kendini imha eder gittiğin her ortamın rengine ve şekline bürünürsün anlamı taşır.

O zaman insana nasihatte bulunurken zamanla alışırsın gibi, pısırıklığı ve kabullenmeyi öğütleme anlayışından çıkarak, zamanla aşarsın diyerek onun gelişimine ve kararlılığına katkı sunmak gerekir. Zamanla aşarsın dediklerimizin dünü bugünü ve yarını aynı olmaz. Onlar sürekli bir çaba gayret ve mücadele içinde yaşamlarını sürdürmeleri gerektiğine inanırlar. Çünkü aşabilmek için hayata her gün yeni değerler katılmalı ve bulunulan ortamlardan daha ileriye gidilmeli ki, aşabilecek duruma gelinsin…Aşabilecek olanlar, aşkın insanlardır. Aşkın insanlar toplumsal devrimler yapan tarihi kahramanlardır. İbrahim (as), Musa(as), Muhammed(as) gibi elçiler zamanla alışan insanlar değil, zamanla aşarak aşkın olan insanlardır. Bunların yaşamı hep daha fazlasını kaldırmaya aday olmuştur. Bulundukları kaynak gelişerek daha geniş alanları etkisi altına alabilecek düzeyde bir mesajın ağırlığı altında yorulanlar değil, her gün daha bir bilelenenler olmuşlardır. Ondan dolayıdır ki tarihe yön verenler olarak bunların isimlerini görürsünüz. Ama bulundukları ortamlara alışanlar ise, sadece değerlerini aşındırarak onların tahrifine giden yolları aralamışlardır.

Ülkemiz gerçeği dikkate alındığı zaman, politikaya karşı böyle bir algının yoğun bir hal aldığını görürsünüz. Ne kadar iyi insan olsanız da oraya girdiğinizde sizde oraya zamanla alışıyorsunuz ve eski savunduklarınızdan eser kalmıyor denmesi, hakikatlerin nasıl da tarumar olduğunu göstermektedir. Yani zamanla alışırsınız diye öğütlerde bulunanlar aslında seninde nasıl dejenere olduğuna şahit olacağız fazla kendini germene gerek yoktur, hayatın insanı neyle karşılaştıracağı belli olmaz. Karşılaştığın ortamlara uyum sağlamazsan yaşayamazsın şeklinde seni senden fazla düşünenleri gördükçe aslında nasılda tüm var olanların senin yokluğun ve imha olman üzerine görev üstlendiklerini görüyorsun…

Bu açıklamaları dikkate aldığımız zaman, zamanla alışan insan değil, zamanla aşan gelişen insan olmaya aday olarak yaşayalım ki, bir mücadele ve misyon sahibi olduğumuz anlaşılsın…” İbrahim’i ateşe atacaklarının haberini ona ilettiklerinde, Allah ne güzel vekil ve o ne iyi yardımcıdır demişti. Bunu üzerine Allah” Biz ateşe dedik ki, İbrahim’e karşı serin ve esen ol…” İşte bu hakikat bizlerin zorluklar ve barikatlar karşısında onlara alışan uyum sağlayan insan olmamızı değil, onları aşabilecek ve onların üstesinden gelebilecek iradeyi ortaya koymamız gerektiğini göstermektedir. Böyle bir yaşamın yardımcısı Allah’tır ve ona hemen Nusret’ini gönderir…Diğerleri ise şeytanla dans ettiği halde Allah’tan yardım bekler.

Rabbim bizleri aşınarak alışanlardan değil, mukavemet göstererek gelişen olgunlaşan ve aşan insanlardan eylesin…Onlar aşkın insanlardır. Hakikatler ancak aşkın insanların eliyle yeryüzünde devrimler yapacaktır. “Rabbim bizleri İmandan sonra topuklarımız üzerinde gerisin geriye tekrar döndürme…” Selam ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/24.04.2021/18.56


24 Nisan 2021 Cumartesi

HAYAT BOŞLUK KALDIRMAZ

 Eğer bir ülkenin kanunları suç ve suçluyu önlemeye yönelik önleyici tedbirler oluşturmuyor, sadece suç sonrası müdahale etmeye dönükse, orada suçlulara uygulanacak yaptırımların pek bir etkisi olmaz. Suçlular üzerinde caydırıcı etkiye sahip olmayan kanunlar, farklı suç örgütlerinin ve suç çeşitliliğinin artmasına sebep olur. Neden böyle bir iddia da bulunuyor olabiliriz. Kuralların önleyici etkisinin ve caydırıcı müeyyidesinin olmamasından dolayıdır ki, suç örgütlerinin biri, izini kaybettirip başka bir suçla ortaya çıkıyor ve bu durum devamlılık oluşturuyorsa, orada çok ciddi ve travmatolojik düzeyde kanuni boşluklar var demektir.

Henüz etkisi geçmemiş ve unutulmamış olan bir tosun vakası vardı ki, onun zedeleri kendilerine gelmemişken yeni ve farklı zedeler ortaya çıktı. Peki, burada sorumlu ve suçlu olanlar hep bu işten kar ederek insanları dolandıranlar olabilir mi? Bunlar elbet fiilin oluşmasında önemli bir yere sahipler, ancak bu fiilin oluşması için onun önüne su taşıyanlar ve bu suların o kanaldan akması için o kanalın yapılmasına ve legalleşmesine göz yumarak gerekli önlemi almayan ve kontrol mekanizmasını çalıştırmayan sistem de o kadar suçlu ve sorumludur. Bir toplumda insanların büyük bir çoğunluğu, mesafesi kısa ama ödülü büyük olan kulvarlarda dolaşmayı ve oradan otlanmayı düşünüyorlarsa, böylesi kapanlara düşmesi kadar doğal bir durum olamaz. Bu yaşamların reklam edilircesine bir toplumun gündemine girmesi ve herkes tarafından konuşuluyor olması, emeksiz kazanma yollarının da rağbet gören bir alan haline gelmesine neden olmaktadır. Emeksiz kazanç elde edenlerin kahramanlaştığı, günlük yaşamlarında olağanüstü sınıf atlamaların gözle görülür değişimler olduğu ortamlar, her türlü olumsuzlukların yaşanması için uygun bir zemine dönüşmüş demektir.

Soruyorum şimdi, bu zeminin oluşasında toplumsal yaşam mı etkili olmaktadır, yoksa siyasi sistemin ve idari mekanizmanın istikrarlı ve bağlayıcı ciddi bir hukuki yapılanmadan yoksun olması mı bunlara fırsat vermektedir. Burada öncelikli olan İdari ve siyasi mekanizmanın, emek ve sorumluluk ölçeğinde elde edilecek imkanlarla bir yaşam sürmenin insani ve toplumsal bir sorumluluk olma bilincini topluma kazandırmamış olması, çok ciddi emeksiz yaşam alanlarının oluşmasına katkı sunmaktadır. Bu ortamlar tamamıyla kuralsız ve kendi içinde illegal bir yapılanmayla toplumun kanını emecek duruma gelerek farklı bir dünya oluşturup o dünyanın albenisi, diğer insanların rüyalarını büyülemeye başladığı zaman çatışmalar ve karşılıklı ötekileştirmeler sonrasında ancak anlaşılabilmektedir. İşte o anlaşılma döneminin meyveleri de bugün ortaya çıkan koin dolandırıcılığı gibi olmaktadır. Koin Koine yatmak isteyenler sağılarak yataklarından uyanırlar.

Toplumsal hastalıkların oluşumuna, toplumsal kökenli olmaktan çok, siyasi ve hukuki sorunların yarattığı boşluklar ve olumsuzluklar neden olmaktadır. Toplumsal yaşamda ahlaki problemlerin oluşumunda genetik kodlarda ve kültür dokusunda bu eylemlerin övünülecek ve desteklenecek bir yaşam olarak destek bulması mümkün değilse, toplumsal yaşamla ilişkili olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak bireysel ve lokal düzeyde problemli yaşamlar oluşmaya başladığında bunlar sistemin yetkili birimleri tarafından denetlenmediği zaman genişleyerek legal bir ortam elde edebilir. Sonrasında da bu legalleşme süreci resmi kurumsal işletmelere dönüşebiliyor. Buradaki legaldik kurallara uygunluk anlamında değil, daha çok toplumsal ortamda yaşayabilecek düzeyde bir meşruiyet zemini oluşturmasıdır.

Bugün herkes ister istemez kendilerine zarar verenin, verdiği acıya bakarak, acıyı veren faile gözlerini çevirmişler. Yani bir yerden taş yiyorsanız taşı atanların o taş atmasına fırsat veren ve onları cezalandırması gerekenlerin bunları hiç dikkate almadan, toplumsal bunalım ve ekonomik problemlerin çoğaldığı bir zamanda, bunları ekonomiye katkı sunan ve insanları meşgul eden yapılar olarak görüp, onlara göz yumulursa geleceği nokta sanıyorum farklı bir yer olmayacaktır. Olumsuz her ortamın arkasında mutlaka bir göz yumma ve günü kurtarma çırpınışlarından dolayı denetimsizliğin yaygınlaşmasının olduğunu görürsünüz. Denetim, toplumsal yaşamda şarttır. Devlet kendisine ait olan görevleri değil de kendisini ilgilendirmeyen sularda kürek çekerse hep boşa kürek çekecektir. Devlet, denetim, akış ve kurumlar arasındaki eşgüdümü sağlayarak çok hızlı bir hizmet ağı oluşturmalı, hizmet ve mallarının kaliteli ve güvenli bir yolla tüketiciye sunumunu özel yapılara bırakmalıdır. Ancak günümüzde özellikle de bizim toplumda devlet, sanki denetimi farklı kurumlar yapacak gibi gayet gevşek davranmakta, âmâ patates çuvalını sırtlanıp vatandaşa dağıtmak için vali, kaymakam, müdürler sıraya giriyor ve boy boy fotoğraf paylaşımı yapıyor, bir fabrika açılışı yapar gibi…Oysa Devletin bu duruma düşmesi bir övünç kaynağı olamaz. Ancak bazı yorumcuların açıklamalarına bakılırsa devlet, vatandaşın evine patates bile götürüyor, malı satılamayan çiftçinin malını alıyor hem onlara yardım ediyor hem de aç vatandaş bırakmıyor ne ala memleket…(!)

Bir de diğer taraftan baktığımızda, Acaba devlet, sistemin işleyişinde nasıl bir tıkanma yaşadı ve insanların mallarının ellerinde kalmasına neden oldu diye düşünmek gerekmez mi? Bir ülkede insanlar patates çuvalına muhtaç duruma geldiyse bunun sorumlusu acaba kim ve bu insanlar bulundukları bu ortamdan nasıl kurtarılmalıdır diye düşünmesi gerekmez mi? Tüm bunlara baktığımız zaman Planlama, dağıtım, denetim ve eşgüdüm sorumluluğunu yerine getirmemiş bir sistemin, sosyal adaletsizliğin yaşanmasına giden yolda önemli payının olduğunun bilinmesi gerekmez mi?

Yani devletin asıl sorumluluk alanlarından kaynaklanan problemlerle ilgili yüzeysel bir vitrin değişimi yaptığını gördüğünüz zaman gevşeyerek kendinizden geçiyorsunuz. Oysa bunlar ihmal edilmiş sorumlulukların az da olsa anlaşılmış olunması olarak görülse belki biraz farklı bakılacak ama savunulacak bir eylemmiş gibi deklare edildiği zaman, kritik yapılması zorunlu hale geliyor…

Bunları, neden mi anlatma ve örneklendirme gereği duydum. Sorunların oluşuna neden olan asıl kaynak doğru tespit edilmezse sorunların çözülmesini bekleyemezsiniz. Dolandırıcıların her geçen gün daha fazla birikim elde ediyor olmaları, sistem ve hukuk sorunlarından kaynaklanır. Dolandırılanların da sürekli artış göstermesi, ahlak dışı bir yaşamın normal hayat gibi içselleştirilmesiyle alakalıdır. Yani emeksiz kazanım bir ahlak problemidir. Ahlaksızlığın yaygın hale gelmesi, ahlak dışı davranışlarla imkanlarını artıranların, sonrasında bey efendi ve hanım efendi olarak taktim ediliyor olması resmi ortamlarda, çok önemli iş adamları olarak öne çıkarılmaları ciddi bir ahlaksal erozyonun olduğunu gösterir. Dolayısıyla bu ahlaki problemli ortamda her an çok farklı dolandırıcılar tarafından dolandırılıyor olmak, olağan dışı bir durum olmaz. Ortam da teneffüs edilecek hava böylesi mikroplar üretir.

İmkânı kıt veya hiç olmayanların da böylesi tuzaklara rahat düşüyor olmalarının arkasındaki en önemli etken, bir umut ya olursa diye sarılmalarıdır. Sosyal adaletsizliğin olduğu ortamlarda suç ve suçlular hep çoğalır, hukuk caydırıcı olmakta yetersiz kalır. İdari yapı idare etmenin dışında kendi yaşamını korumayı idare ediyor olarak anlamaya başlar. Böylesi çarpık ortamlarda ne tosunlar ne koinler biter, her gün yeni bir dolandırıcı şebekenin haberini duyarız.

Sistem kendisini yenilemekten korkarsa, kaotik ortamların oluşması kaçınılmaz olur. Kaotik ortamların oluşumu sistemin zorunlu değişim sürecine yakın olduğunun da habercisi olur. Bu örneklemelerden sonra şunu ifade ederek bu konuyu burada noktalamak istiyorum. Suç ve suç örgütlerinin her gün yeni ve farklı dolandırma taktik ve teknikleri üzerine çalıştığı ve dolandırılacak kurbanlardan ne kadar bir birikim yapacaklarının hesabını yaptıkları dönemde, Sistem hukuken hiçbir açık kapı bırakmamalı ve çapraz kurallarla doğacak boşlukları dolduracak bağlayıcı kurallar ihdas etmelidir. Bu konuyla ilgili çok zeki ve her türlü yolları bilenleri belli ücretler mukabilinde toplayarak onların değerlendirmesine açmalıdır, uygulanacak kuralları…Yoksa bunları, bu parlamentonun yapacağı kanunlarla durduramazsınız. Parmakların kalkıp indiği bir yapı insanların sorunlarını sıfıra indirecek bir mekanizma icat edemezler. Onun içindir ki devlet üzerindeki yükümlülüğü azaltmalı, denetim dağıtım planlama ve koordinasyon dışındaki görevlerden elini çekmeli bu alandaki başarısı onu güçlü bir yapıya dönüştürür. Bunları yapamayan devlet, vatandaşı soyup soğana çeviren, iletişim telekomünikasyon ve enerji kuruluşlarının nasıl legal yollarla vatandaşın kanını emdiğinin farkına bile varmaz…

Uyanarak kendimize gelmek için bir kritik ve doğru saptamalarla problemleri doğru tespit edip doğru yöntemlerle kalıcı sonuçlara ulaşmak ümidiyle selam saygı ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/23.04.2021/23.31


21 Nisan 2021 Çarşamba

KÜRESEL KÜLTÜR VE” Z” NESLİ

 Küresel kültürün, ulusal ve bölgesel kültürleri yuttuğu dönemi yaşamaktayız. Bu gücün etkisini hissettirdiği dönemin bu günler olması, sadece bu dönemle sınırlı bir geçmişinin olduğu anlamına gelmesin…Küresel kültür Modernizmle baskın olmaya başlayan ama dijital çağla zirveye oturmuş bir yapıdır. Küresel kültür, ulusal milli devletler içinde kendisini temsil eden ve kendi genlerini taşıyan yeni kültür biçimleri oluşturmasına rağmen, bu külttürler ne yazık ki, ulusların kendi kültürü gibi sahiplenilmiş ve sindirilmesi de o oranda kolay olmuştur.

Dünya son 50 yılda küresel bir köye dönüştü ve bu köyün de eli sopalı bir çobanı ortaya çıktı. Bu çobanın görevi, patronlarının kendisine verdiği görevi en iyi şekilde yerine getirme üzerine kuruludur. Çoban Küresel emperyalizmi temsilen dünyanın her köşesine giderken kendi meşruiyetini kendisi onaylayarak hareket eder. Başkalarının onun oralarda olmasının meşruiyetini sorgulaması hiç de önemli değildir. Yani küresel emperyalizm tam bir kültür bombardımanı yaşatmaktadır. Evlerinizin her odasında onun davulundan çıkan sesler sizi meşgul etmektedir. Kendi zihinsel süreçlerinizi, iyi bir tahlil ederseniz, zihin duvarlarınızın oluşumunda da onun etkisinin ve kontrolünün olduğunu görürsünüz. Peki, bu zihin duvarlarınızda kuluçkaya yatacak olan yumurta ve sperim sizin kendi genlerinize mi ait yoksa siz farkında olun ya da olmayın, tamamıyla küresel emperyalizmin tecavüzü sonrası orada döllenen küresel kültürün genleri mi gelişmektedir.

Şunu kararlılıkla ifade etmeliyim ki, Küresel güç, küresel köy haline getirdiği dünyamızı kendine göre tasarlamaktadır. Bu tasarımın proje babaları, para kaynaklarına sahip olan, parayı da sayılarla kontrol altında tutan dünya Siyonizm’inin kendisidir. Siyonizm’in bu hesabı yeni başlamadı, yüz yıllar öncesinden tasarlanmış olan bu düşünce proje haline getirilip uygulama sürecine girilmesi, toplumlara kendi öz toplumsal ve kültürel benliklerini kaybettirdikten sonra oluştu. Neden bu kadar beklenmiş olabilir diyebilirsiniz doğal olarak, sizlerin yaşamları atılacak tohumları taşıyabilecek sağlıklı bir taşıyıcı olmadan bunların yapılması emeklerinin boşa gitmesine neden olabilirdi. Ancak Teknolojik gelişmelerin çok hızlı bir trende girmesi bunların işini kolaylaştırmıştır. Teknolojinin zirveye doğru gittiği bu çağın adının dijital çağ olarak ifade edilmesi öylesine olmadı. Yani sayıların her şeyin yerini aldığı ve sayılarla insanların zihinlerinde rahatlıkla karargâh kuracağınız bir döneme gelindi. Fazla duygu ve düşünce boyutlu geniş açıklamalar yaparak insanları meşgul etmenizin anlamı kalmadı. Dolayısıyla Düşünce ve fikir taraftarı insanların ayartılması kolay olmadığı gibi, onları sahip oldukları kemikleşmiş düşüncelerden uzaklaştırmakta öyle sanıldığı gibi kolay olmayacaktır. Âmâ herkesin önüne sayısal bir denklem koyduğunuzda ölçme bareminiz sayılarla oluşan bir barem ise herkesi ortak bir noktada toplayabilir ve onları istediğiniz gibi planlı projelerinizin taşıyanı haline getirebilirsiniz. Bu öngörüler, öngörü olmanın ötesinde pratik yaşam verileri haline geldi.

“Z” Kuşağı olarak adlandırılan kuşak büyük oranda böyle bir planın hedefindeki evren olarak tasarlandı. Dolayısıyla bunlar içinden belli örneklemler alarak onların yaşamı hakkında bir rapor oluşturma gereği duymadan, dünyanın tüm Z kuşağını doğrudan evren olarak kuşatıcı faaliyetler geliştirildi. Bu faaliyetlerin hem kapsamı hem de muhtevası bunlar tarafından oluşturulmasına rağmen, sanki Z kuşağı gençleri kendileri tercih yaparak böyle bir hayatı seçiyorlarmış gibi de yansıtıldı. Ancak gençler yaşadıkları bu anlamsız ve hedefsiz yaşamın savrulan kobayları haline geldiklerini göremeden, var olan gelenekselleşmiş yaşamı da dışlama tarafına eğildiler. Yani küresel emperyalizmin küresel kültürünü taşıyacak ve sahiplenecek kobayları böylece oluşmuş oluyordu. Bu kobayların her türlü uyarıcıya açık olan şartlı davranışlara yöneltilecek beyinleri başı boş bırakılamazdı. Onun için hız ve haz döngüsüne göre yaşayan ve sadece tüketime endeksli, üretimi düşünmeyen sanal dünyayı gerçek dünya edinen bir yaşam oluşturmalıyız. İşte, “Z” kuşağı bu yaşama hazır hale gelmiş bir tarla gibiydi. Peki bu tarlada küresel emperyalizm kendi istediği şekilde istediği ürünleri yetiştirmemesi olur mu (!)İşte tek tip yaşamın herkes için gerekli olduğu anlatılarak, küresel kültür genleri bu gençlerle birlikte dünyanın her noktasına ekildi. Böylece eski kültürlerden kalan ulusal ve bölgesel kültürler bir öcü gibi gösterilerek, bu kuşağın toplumun gerçek kültürüyle bağları koparılmak istendi. Büyük oranda da bunda başarılı olundu. Küresel kültür kendi araçları olan internet ve sosyal ağlar yoluyla, bu kuşağı iyice kuşattı. Kuşatılan bu kuşak sabah akşam yani günün her saatinde küresel kültürün etkisi altında kalarak farkında olmadan bir öğrenme gerçekleştirdi. Bu öğrenme zamanla düşünceye dönüştü düşüncelerin sürekliliği yaşama yansıdı ve “z” kuşağının eliyle toplumun her alanına yayılan bir kültür halini aldı. Peki orada iş bitmiş mi oluyordu, hayır asıl amacın gerçekleşmesi için taşıyıcılar da istenilen kıvama gelince, öncelikle toplumda var olan değerle ile bu kuşağın çatışması amaçlandı ve ilk aşama da çok hızlı bir çatışma ortamı oluşturuldu. Ancak Ulusal değerleri baskın olan bizim gibi toplumlar, kendi nesilleriyle çatışma içinde olmaktansa onlarla uyumlu yaşamanın yollarını aradılar, baktılar ki yeni neslin kullandıkları kelime ve kavramlardan tutun kullanılan dile kadar bir farklılık var. Kendiliğinden aralarında oluşan duvarları, yükselmeden yıkmanın yolunu aradılar ancak duvarlar boylarının hizasına kadar yükselmiş olduğundan duvar arkasından birbirlerine seslendiler ama gerekli iletişim kuramadılar ve anlaşılmayan dilde farklı mesajlar yollamaya başladılar. Bu durum yaşamı ciddi anlamda tehdit etmeye başlamıştı ve aileler ciddi bir travma yaşar oldular ya karşılıklı savaş halinde olan kuşaklar ya da yeni nesli kaybetmemek için, onları dillerini anlamak ve zaman kaybı yaşanılacağına onları olduğu gibi kabul edelim dediler ve yaşamın temeline küresel emperyalizm tarafından konulmuş olan dinamitin ucunu ateşlediler. Bu dinamitin patlayarak eski kültürel mirası havaya savurması bir an meselesiydi ve de ciddi bir etkileşimle bu süreçte aşıldı. Yani geldiğimiz noktadan baktığımız da artık küresel kültür dünyayı bir köy haline getirmeyi amaçlarken hedeflediği kültürü de yerleştirmiş oldu.

Küresel kültür, denekleri çok iyi yerden seçmişti. Kimlerin bu kültürün etkisinde kalarak çok rahat içselleştirerek bir taşıyıcı olmanın ötesinde bu kültürün bir havarisi olacağını çok önceden tespit etmişti. Sadece bunu uygulamak için uygun ortamlar arıyordu. Dijital çağ ve teknolojideki hızlı trend bu sürecin kolayca aşılmasını beraberinde getirdi. İşte günümüz çağı ve bundan sonrası, Teknolojik Dijital çağın kodlarına göre biçimlenecektir. Dijital çağın en belirgin özelliği, tek tip, küresel emperyalizmin hizmetinde tüketici bir yaşam oluşturmaktır.”Z” kuşağı bu nesildir. Bundan sonra “Z” nesli, Küresel kültürün hem taşıyanı hem de savunanı olarak tarihteki yerini almıştır. Yani küresel kültürün kullanımına uygun hale gelen günah keçisi sadece “Z” nesli değildir. Ancak en çabuk bu süreci sindirerek benimseyen nesil olma yönünden önemlidir. Önceki kuşaklar, bu dalgalar karşısında direnerek bu nesil ile aralarına dalgaların girmesine fırsat vermeden onları anlamak isteselerdi, bağlar kopmayacaktı. Bağlar kopmadığı zaman her ne kadar anlaşılmayan yönler olsa da en azından anlamak için bir çaba ve gayret harcanarak verilen emek bir önem kazanacaktı. İşte bu süreç çok kavgalı geçti. Onun içindir ki eski kuşaklar gelinen noktada aman ne olursa olsun biz çocuklarımızı kaybetmeyelim onlara sahip çıkalım diye yeniden bir başlangıç yapmak için, çocukların her dediğini kabul etmeyi göze alarak onlara sarıldılar. Ne yazık ki, artık çocuklarımız bir taşıyıcı ve kurban olmuşlar. Bu süreçten elimize geçecek olan küresel kültürü özümseyen çocuklarımızla aynı ortamı paylaşarak ve onların isteklerine olur diyerek, yeni yaşamın formatının bizler üzerinde uygulanmasına da onay vermiş olmaktayız.

Bundan sonraki aşama, hep birlikte cümbür cemaat, küresel kültür emperyalizminin dişlileri arasında nefes nefese bize tanınan hayatı sürdürerek yaşamın son noktasını beklemek olur. Hayır böyle kolayca pes etmek yok diyorsanız, bunun yolu ne pahasına olursa olsun, yaşamımızı kolaylaştırıyor diyerek dayatılan her tüketim nesnesinin bir tüketen kölesi olmaktan çıkarak, insani bir duruş ve kendi toplumsal genlerimize ait toplumsal kimliğimizin gereği olan rollerimizi komplekslere girmeden yaşayacağız. Biz yaşarsak ne olur ki demeyelim çok şey olur. Küresel emperyalizmin hayat damarlarının canlılık bulduğu ulusal ve bölgesel kültür kodları daha baskın olmaya başlar. Dolayısıyla baskın olan kim ise onun diğerini gölgesine alacağı muhakkaktır. Bizi kendi evimizde yabancılaştırarak bu ev senin değil, senin evin bu diyenlere dur diyeceğiz. Bir kişinin ayağa kalkması bir hareketin başlangıcıdır. Ama bir hareketin kervan haline gelmesi için herkesin atını alıp kervana katılması gerekir.

Nazım’ın deyimiyle,” Sen yanmasan, ben yanmasam, o yanmasa nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…” Aydınlık yarınlara varmak ümidiyle, herkesi küresel emperyalizmin dilini konuşmaktan ve onun belirlediği yaşamı kültür diye bir elbise gibi giyinmekten beri olmaya davet ediyorum, inanıyorum ki sizler zaten berisiniz…Selam ve dualarımla!

Erol KEKEÇ/21/04/2021/0019


 

 

 

20 Nisan 2021 Salı

ÖRNEK ÖNDER MUHAMMED (as)

 “Sen yüce bir ahlak üzerindesin” Kutsal davanın örnek önderi böyle bir ahlak üzerine olması gerekir. Yani “onun ahlakı Kur’an’ın kendisiydi,” sözünün yaşamında anlam kazandığı bir önder kutsal davanın lideri olabilir. Bu dava kutsaldır diye herkesin ağzından düşürmediği ancak neyin davası olduğunu insanların anlamakta zorlandığı dava ile bu davanın, kıyasın aynı kurallarına göre değerlendirilmesi insanlığın ne olduğunu bilmiyor olmaktan kaynaklanabilir.

“Sen yüce bir ahlak üzerindesin” Bu ahlakın kodlarını çocukluğundan beri yaşayarak elde ettin. Çocukluğundan aldığın bu terbiye, gençlik yaşamını biçimlendirdi. Gençlik yaşamındaki olgunluk düzeyin seni Risalet’i taşıyacak duruma getirdi. İşte ondandır ki,” Sen yüce bir ahlak üzerindesin, o ahlaka sahip olmayanlar bu davayı omuzlayamazlar. Senin etrafında toplanacak olan insanlar da senin ahlakınla ahlaklanacaklar. Sen en iyi bir örneksin. Senin çocukluğun gençliğin ve tüm hayatın insanların içinde geçti, onlar senin yaşamına şahitler. Bu şahitliği yapanlar senin onlara sunacağın değerlere sırt dönerlerse, şunu bil ki, onun sebebi sen değilsin çünkü senin güvenirliğin onlar tarafından perçinlenmiştir. Ancak onlar bile bile hakkı yalanlarlar. Sakın ha onların yaptıkları sana acı vermesin çünkü sen yüce bir ahlak üzerindesin…

Bir davanın önderliğini üstlenenlerin, davadan önce yaşamlarıyla herkes tarafından doğruluğu hususunda ittifak edilen bir yapıya sahip olması gerekir. Ahlaki bir duruş oluşturamayanların, kutsal değerleri temsil makamında olmaları, kutsal değerlerin değer kaybına uğramasına neden olur. O değeri kendiliğinden barındırsa da o ahlak yoksunu yaşamlar onunla özdeş olduklarını iddia edip durdukları sürece, kendilerinin inandırıcılığını kaybetmekle sınırlı kalmazlar. Temsil makamında olduklarını iddia ettikleri değerlere de ciddi bir erozyon yaşatırlar. Bizim toplum için bu söylediklerimize herkesin rahatlıkla şahit olacağını düşünüyorum. Ahlak yoksunu olanlar ve o yaşamlarıyla kendilerinin örnek alınması gerektiğini vurgulayarak, sloganik ifadelerle insanlara hitap ettiklerinde, kendilerini anlatmış olmuyorlar, doğrudan değerlerin bir temsili makamında olduklarını vurgulayarak, değerleri baş tacı yaptıklarını söylüyorlar. Böylece değerlerin kutsallığından kendilerine bir pay çıkarırken, aslında kendi basit sıradan ve ahlak yoksunu yaşamlarıyla değerleri örtüştürerek kendi seviyelerine çektiklerini idrak etmezler. İşte, Kendi bulunduğumuz toplumda İlahi değerler böylesi bir ahlak yoksunluğunun eliyle vitrinde sergilendiği için o değerlerin sırtına ahlak yoksunlarının rüsvay yaşamlarının faturası yüklendi. Toplumsal bilinç düzeyi düşük cehalette bilge olan insanlar da bunu kullanarak kutsal değerlere bir saldırı yapmayı kendilerince meşru ve doğal görmeye başladılar. Bu sürecin yaşanmasındaki etken faktör, doğrudan ahlak yoksunu olanların gafletlerini örtmek için bu değerlerle kendilerini özdeşleştirerek faturayı değerin sırtına vurmalarıdır.

Allah’ın davasına sahip çıkanların, yaşamlarındaki bu tutarsızlıklar, yüce bir ahlak sahibi olanlara yerlerini bırakmadığı sürece, yeryüzünde Hakkaniyete dayanan bir yaşamın tüm insanlığa ışık saçacak düzeyde kabul görmesi de cazibesini kaybedecektir. Ancak bu kaybediş davanın kendisinden kaynaklanan bir etken olmayıp, yaşam alanlarındaki ciddiyetsiz sıradan anlamsız yaşamların bu değerler içinde bir yer edinmesindendir.

Muhammed (as)’in hayatı tüm bu boşluklara yer vermeyecek düzeyde bir Güneş gibi herkes tarafından kabul görecek bir yüceliğe ve örnekliğe sahipti. İşte, Risalet böyle güçlü azimli yüce ahlak sahibi insanın omuzlarına yüklendi ve o ağırlığın altında eridi.” Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” Uyarısı beni ihtiyarlattı diyen bir elçinin yaşamından söz ediyorum. Ruhi bir olgunluğa ulaşmış, ahlakın zirvesinde yaşayan ve herkesin nazarında emin bilinen ve güvenilir kişiliğe sahip bir elçi ancak bu davayı anlatacak ve ona öncülük edecek yaşama sahip olabilir.

Allah’ın Resulü elçi olarak geldiği dönemde, Mekke’de Müşriklerin azılı yöneticileri onun davasına karşı gelmişlerdi. Bu karşı duruş onun kişilik ve karakteriyle hiçbir ilgisi yoktu çünkü onlar da biliyorlardı ki, toplumlarının en güvenilir şahsiyeti bu davadan bahsediyordu. Ancak böyle bir şahsiyetin getirdiği değerler yeryüzüne adaleti, barışı kardeşliği, hakkaniyeti hâkim kılar ve zulmün her türlüsünü ortadan kaldırır vahşilikleri, gaddarlıkları hırsızlıkları talanı ve tefeciliğin her türlüsü olan ribayı hayattan al aşağı ederdi. Yaşamlarının devamı zulümlerinin büyüklüğüyle doğrudan ilişkili olan Velid Bin Muğireler, Ebu Süfyanlar, Ebu Cehiller gibi kurumsallaşmış zulmün elebaşları bundan doğal olarak rahatsızlık duyarlardı ve de öyle oldu. Bunların rahatsızlık duymalarının sebebi, Allah’ın elçisinin getirdiği sistemin, onların sistemlerini al aşağı edeceği endişesine sahip olmaları ve gelecekte de bunun gerçekleşeceğini görmüş olmalarıydı.

Allah’ın elçisi Muhammed(as) o topluma öyle bir çıktı ki, mazlumlar ezilenler, köleler, kadınlar onun mesajına kulak kabarttı. Çünkü onlara yenilik getiriyordu. Köleleri özgürlüğüne kavuşturan bir mesaj yankılanıyordu. Kölelere özgürlük vaat ediyordu. Umeyye Bin Haleflerin makamları sarsılıyordu. Bilal o toplumun ayak takımı değil bundan böyle, Kişilik sahibi İzzetli bir insan olarak yaşayacak ve barış dininin mensuplarını Allah’a çağıracaktı. Diri diri toprağa kızları gömülenler bu utançla yaşamaktan kurtulacaklardı. Borçlandıkları tefecilerin borçlarını ödeyemeyen mazlumlar, bu borçlarının karşılığı olarak kızlarını tefecilere vermek zorunda kaldıkları utançla yaşamaktansa onları küçük yaşlarda toprağa gömerek kendilerince bir çıkış yolu arayıp vahşet bir geleneğin zulmünden kurtulacaklardı. Haksızlıkların önüne geçilecek ve dışardan Mekke’ye tacir olarak gelenler, kimsesi olmadığı zaman Mekke’nin bu zalimleri tarafından talan edilmeyeceklerdi. Ensesi kalın ve göbeği şişkin olanlara ayrı bir yasa mazlumlara ayrı bir yasa uygulanmayacaktı. Eğer birinin eli kesilecekse hırsızlık için bu herkese uygulanacaktı. Yani Zalim despotlar bu dini kabullendiklerinde tüm bunların başlarına geleceğini bildikleri için direndiler. Ancak bu direniş onların ecellerini geciktirmediği gibi, saltanatlarının da devamını sağlamadı. Bir kadının mal gibi kullanıldığı ve erkeğin istediği gibi kullanacağı bir paçavra olmaktan çıkacak ve kadına insani bir onur ve kişilik kazandırılacaktı. Tüm bu gelişmeler, bu dini kabul edenlerin çoğalmasıyla ve Müslümanlar bir güce ulaştıklarında, zalim müşriklerin karşılaşacağı acı sonun bu olduğunu çok iyi biliyorlardı. Onun için her türlü yola baş vurdular hatta Muhammed(as) ile anlaşma yoluna bile gittiler. Bir gün Allah’ın Resulüne gelerek, Ey Muhammed! biz senin getirdiğin dine girelim ancak bizi bu çulsuzlarla bir arada mı tutacaksın, bizler Mekke’nin ileri gelen eşrafıyız malımız mülkümüz çocuklarımız güçlü ve bizlerin kabileleri de çok güçlü biz şimdi bu kölelerle nasıl bir arada duralım, eğer bunlarla bizi aynı yerde tutacaksan hiç olmazsa biz geldiğimizde onlar olmasın, onlar yanına geldiklerinde de bizler burada olmayalım diye bir teklifte bulundular. Resul bunların bu isteklerini düşünmeye başlamıştı ki, Rabbi onu hemen uyardı,” Onların hidayetinden sana ne Allah dileyene hidayet verir, oysa sen onların iman etmesi için nerdeyse göğe bir dayanak yapıp oradan mucize getirecektin, yeri delip oradan bir delil getirmek isteyecektin sakın bilmeyenlerden olma…” buradaki ince noktayı inşallah idrak edenlerden oluruz.

Bu din, özgürlük eşitlik adalet, hakkaniyet üzerine oturan tamamıyla toplumsal yaşamı konu alan bir dindir. Bireysel ibadi eylemler, yüce bir ahlak sahibi olabilmek için Allah ile konuşma buluşma ve murakabe anlarıdır. Bu haller yaşanarak Yüce bir ahlak sahibi olmaya doğru pişer ve olgunlaşırız bu olgunluk süreciyle toplumsal yaşam içindeki rollerimiz başlar. Toplumsal roller oynanırken murakabe anlarının bir yaşam olarak dayatılmadan, insanların insanca yaşayacağı ortamın koşullarının iyileştirilmesi için mücadele verilmelidir. Allah’ın elçisinin bu mücadeleyi başlatacak olması kaygısı zalim müşrikleri perişan etti. Yoksa sabahtan akşama kadar Erkam’ın evinde ibadet edip suya sabuna dokunmadan yalvarıp yakarsalardı, müşrikler bundan zerre bir endişe duymazlardı hatta onları Mekke için en güvenilir insanları olarak başka toplumlarla mukayeseli yarışmaları olduğunda onları temsilen bunların olmasını isterlerdi. Ancak görüyoruz ki, dinin hayata dokunması gerekiyor. Açlar için bir çözümü olmalı, tefeciliği ortadan kaldıracak bir formül üretmeli, herkesi hayata döndürmeli, malı belli ellerde toplanan bir devlet olmaktan çıkarmalı, İnsanlar arasında renge, cinsiyete ve imkanlara göre oluşan bir eşitsizliği ortadan kaldırmalıdır. Yani diyeceğim o ki, Din bir kurtuluş huzur, sükûnet ve barış oluşturmalıdır. İşte Allah’ın elçisi böyle bir güzelliği insanlığa yaşatmak için seçilmiş ve Risalet sorumluluğu İnsani bir duruşla olgunlaşarak bu mücadeleyi sırtlanmış yüce ahlak sahibi örnek bir önderdir. Bu örnekliği kendilerine bir rehber olarak benimsemeyenler bu din adına söz söyleme hakkına da sahip olamazlar. Muhammed (as)’in getirdiği din yaşatırken, cahilleri rehabilite ederek hayata kavuştururken, ümitleri yok olmuşlara umut verirken, bugün İslam alemi olarak bilinen topraklarda, insanların elinden bunların hepsi alınmış ve insanlar biyolojik yaşamlarını devam ettirmek için yaşam savaşında hep kaybedenler arasında yer alıyorsa, İslam’dan bahsetmek bir utanç durumudur.

Bu yaşamlarla Muhammed (as) ne ümmet olabiliriz ne de o dinin içinde olduğumuzu iddia edebiliriz. Yaşadığımız topraklarda dünyaya kazıklar çakarak, kazıklar kavmi olarak adlandırılacak duruma gelip İslam toplumu olarak kendimizi isimlendirmek tamamıyla yalandır. “Müslüman, İnsanların elinden dilinden emin olduğu insandır. Bu eminliği yakalayarak İnsanların davranışlarını düzeltmek için bizlere bakarak kendilerine çeki düzen verdikleri bir saat gibi işleyen hayatımız yoksa, Muhammed(as)’in ümmetiyiz demekten utanç duyalım…Muhammed(as)Bir rahmet elçisidir öldüren yakan yıkan yok eden biri değil, tüm insanlığın kurtuluşuna vesile olmak için canla başla, onlar merada otlanırken onlar adına onlardan habersiz kafa yoran yürek tüketen geceleri ağlayan Rabbine el avuç açarak, Rabbim bunlar cahildir bunları affet diyecek kadar merhametle dolu bir insandır. Bu yol, Muhammed (as)’i evlerimize yaşamımıza her anımıza davet ederek onun getirdiği hükmün gereklerini canlı olarak yaşayarak hayata yeniden başlayalım. Yoksa “… Allah Bizi giderir yerimize başka bir topluluk getirir…”” Onlar hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan Allah için mücadele ederler bu Allah’ın bir lütfudur onu herkese vermez…”

“Şayet Allah’ı sevdiğinizi iddia ediyorsanız bana uyunuz ki Allah’ta sizi sevsin…” Allah’ın sevdiği kullardan olmak dileği ve temennisiyle dua ve selamlarımla…

Erol KEKEÇ/20.04.2021/01.04




19 Nisan 2021 Pazartesi

KUTLU DAVANIN ÖRNEK ÖNDERİ

Yeni bir dünyanın kurulması için eski zihinlerin bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Var olan kalıplardan çıkmış olanlar ancak o kalıpların belirlediği ölçüler içinde, bulundukları kalıplar içinde bir taşıyıcı olabilirler. Taşıyıcı olanlar yeni bir dünyanın nasıl kurulacağıyla ilgili yaratıcı bir düşünce geliştiremedikleri gibi gerekli eforu da ortaya koyamazlar.

Muhammed (as)’in Mekke toplumundaki eğitilme dönemine o günün koşullarıyla bakamayanlar, bugünün bakışıyla o dönemden aldıkları bulgularla günümüze ait sorunları çözmek için farklı ortamlar sunamazlar. Muhammed(as) doğmadan önce babasını kaybetti, altı yaşında annesini ve sekiz yaşında da dedesi Abdulmuttalib’i kaybetti. Böylesi bir yaşama buradan baktığımız zaman acınası bir yaşama ilk adımı atan ve insanlığın yaşamına yeni bir devrim getirecek insanın nasıl bir sıkıntılı süreçte hayatını devam ettirdiğine şahit oluruz. Ancak bunun altında yatan hikmetin ne olduğunu tefekkür edip hikmet gözüyle baktığımız zaman rahmet dolu bir hayatın önderinin eğitim ve terbiye yolunun nasıl da ıstıraplı bir süreçten geçerek yetiştirildiğini anlarız.

Acaba Muhammed (as) neden okuma yazma bilmeden anasız babasız ve en yakın dünyadaki koruyucusunu kaybederek böylesi bir çetin yolculuğa çıkarılmış olabilir. Mekke şehrinin sokaklarındaki kültürden uzaklaştırılarak, bir süt anneye teslim edilir, çölün ortasında rüzgârın her an yolları kaybettiği ve kum fırtınalarının gözleri kamaştırdığı bir yerde acaba neden yaşama zorlanmıştı. Çocukluğu neden buralarda geçmeliydi. Mekke kültüründen ve yaşamından uzakta yepyeni bir yaşama başlayacak olan bir insanın, zihin duvarları yeniden bağımsız şekillenmeli, doğanın vahşi ortamında yollar kaybolsa da hikmetle bu yolları yeniden inşa edecek bir zihin ve yürek iklimine kavuşması gerekirdi. Allah’ı azimuşşan öyle bir eğitim modeli ortaya koydu ki, o çöllerde yapayalnız iyice pişen olgunlaşan ve yürek gözüyle olaylara bakıp onları tefekkür ettikten sonra nasıl en iyisi ortaya çıkarılabilir, onunla ilgili tüm eğitimleri burada onun yüreğine nakşetti. Hiç okuma yazma bilmiyordu altı yaşına kadar doğal hayatın içinde acılarla onu yoğurdu. Böylesi bir ruhi eğitimden sonra Mekke’ye onu getirdi. Ancak Mekke’deki yaşamın içinde de o kültürle yoğrulmasını istemedi, aldı onu koyun çobanlığına götürdü. Koyun çobanlığı Muhammed (as)in hayatında önemli bir yere sahip oldu. Çünkü koyunları otlatan ve onları korumakla görevli bir çobanın, gelecekte içinde olacağı toplum içinde acılar ıstıraplar duyacak bir olgunluğa erişmesi gerekiyordu. Muhammed (as) böyle bir ruhi eğitimle olgunluğa erişecek ve Allah’ın terbiyesinde aklen ve fikren dünyayı yeniden inşa edecek yapıya kavuşacaktı. Yani diyeceğim o ki, Muhammed (as) hayatını kendi ruhi ve ufku yolculuğuyla elde ederek yepyeni bir zihin ve yürekle geleceği inşa etmek için bu hazırlıkları yaparak yola çıktı. Bu olgunluğa sahip olduktan sonra ancak hayatın gerçek yüzüyle karşılaşacaktı.

Okuma yazma bilmeyen biri acaba neden böyle bir yolculuk için seçilmiş olabilirdi. Eski yaşam tarzıyla büyümüş ve o değerleri içselleştirmiş olan biri yeni ve farklı ortamlar oluşturmakta aciz kalırdı. Ondan dolayı Muhammed(as) bir harf okuma bilmiyordu, yani geçmiş kültür kalıplarından arınmıştı, anne baba ve dede sevgisinden ve onların korumasından da uzak büyüdü ki, onların kendisi üzerinde bir etkisi oluşmasın, yani yepyeni bir yaşam için olağanüstü bir güzellik ortaya koyacaktı. Böylesi büyük bir davanın yeryüzünde insanlığa mesajını katıksız aktarması için, onun önderinin de arı duru bir yürek ve ufku gelişmiş sabır dağlarından yıkılmaz bir azamete sahip olması gerekirdi. Yüce yaratıcı elçisine bu görevi vermeden onu öyle bir pişirdi ki, yarınlarda karşılaşacağı tüm sorunların altından kalkabilecek dirayeti göstermeliydi.

Koyunları otlatan onlar için bir sorumluluk duyan, kendisi karnını doyururken onlar için acı duyan ve onlara gelecek bir tehlikenin önüne geçmek için çaba harcayan birinin olduğundan hiç haberleri yokken, onları düşünen biri yarınlarda toplum için aynı sorumlulukları taşıması için böylesi bir olgunlaşma sürecinden geçmesi gerekiyordu. İşte Muhammed (as) böyle hazırlanmıştı yükleneceği sorumluluğa…

Mekke’nin en zengin ileri gelen ailesinden olmasına rağmen acı ve ıstıraplarla yaşayarak geleceğe hazırlanan ve zihin kalıpları tüm etkilerden ve yaşamlardan bağımsız şekillenen bir dirayetle inkılapçı bir elçi geliyordu. Farklı bir yaşam ve hayat ancak böylesi bir önderin örnekliğinde şekillenebilirdi. Muhammed(as)hayatının bu yönünü dikkate almayanlar bulundukları dünyanın tortularından kurtulmadan, onun getirdiği mesajın taşıyıcısı olamazlar. Allah’ın Resulü şöyle uyurdu, kötülüklerden Allah’ın korumasıyla hep uzak kaldı, Mekke’deki putlara Allah onu yaklaştırmadı vs. gibi ona ait olmayan ve tamamıyla Allah’ın kontrolünde olan bir elçiyi kendilerine örnek aldıklarını söyleyerek bir anlamda kendi sorumluluklarını da yok saymaktadırlar. Muhammed (as) kendi iradi olgunluğa eriştikten sonra Allah kırk yaşında ona böylesi bir görevi verdi. Ancak o yaşa kadar tamamıyla insani bir duruş sergiledi ve hayatını kendi iradi kararlarıyla biçimlendirdi. Bu duruşa sahip olmak için çaba harcamayanlar, Allah’ın elçisi koruma altındaydı, biz kim o kim gibi kendilerini kurtarmaya çalışırken, Allah’ın Resulüne büyük bir iltifatta bulunmuş olmuyorlar aslında. Doğru biz kim o kim, Allah’ın seçilmiş elçisi ama kırk yaşında başladı o süreç. O yaşa gelinceye kadar yaşadığı hayat toplumda örnek bir model oldu, Muhammed-ül Emin olarak isimlendirildi. Bu ismi ona verdiren onun Risalet’i değil, yaşamındaki örnek insani duruşuydu. Bu duruş onun hayatına çok rahmet taşıdı. Bunlardan biri ve ilki, Yirmi beş yaşında Mekke’nin en zengin taciri Olan Hatice’yle evlenmesi oldu. Malını korumak ve malını daha da çoğaltmak için eşinden ayrılan kadın, malından tüm varlığından vazgeçerek Muhammed(as) ile evlenmişti. Muhammed (as)’in kişiliği öyle bir oturmuştu ki, etrafta herkesin hayranlık duyduğu bir gençti. Bu gence hayran olanlardan biri de Hatice’ydi, Hatice bu hayranlığını tüm malını hizmetine sunarak onunla evlenmeyi istemişti. Bu evlilik Hatice’ye hem bir ayrıcalık kazandırdı hem de kırk yaşından sonra ona göz aydınlığı çocuklar bağışlattı. Muhammed (as) bu yola öyle bir donanımla çıktı ki, gelecek onun ufkuyla şekillendi, Mekke’nin kapitalist ve puta tapan toplumundan yepyeni bir hayatın örnek modeli çıktı, toplumu inşa etmek durup dururken olmadı, Ebubekir gibi Sıddık dost onun Risalet’inden önce ona bağlanmıştı. Osman Onun en samimi dostlarındandı. Abdurrahman bin Avf, Zübeyir ve Talha gibi isimler ve daha sonra bunlar İslam tarihinde önemli yeri olan sahabeler, Muhammed (as)’in insani kimliğiyle kendisine dost olanlardı. Bu oluşumun nasıl bir süreçten geçerek şekillendiğini ve dünyaya meydan okuyan bir medeniyet haline geldiğini bilmeyenler, hayatla ilgili söyleyecekleri doğru bir duruştan yoksun olurlar.

Günümüzün Müslüman ve sorumlu alim ve aydınları, Muhammed (as) Risalet öncesindeki hayatını iyice anlamak zorundalar. Onu hep Risalet’iyle tanımlayarak Risalet'in yüklediği sorumlulukla anlamaya çalışırlarsa, istenilen bir yaşam için model olamazlar. O yaşamın modeli olan Muhammed (as)’in hayatı günümüze taşınmalı, nasıl bir eğitim ve olgunlaşma aşamasından geçerek öylesi bir toplum ortaya çıkardığı iyice idrak edilmelidir. Emin vasfı Örnek bir medeniyetin temelini oluşturmaktadır. Allah bu ismi ona vermedi isim onun gençliğinde ortaya koyduğu eylem ve düşüncelerinden dolayı toplumun ortak kanaati olarak ona taktim edildi ve öylece Risalet’e doğru yavaş yavaş hazırlandı.

Kırk yaşına geldiğinde il vahiyle karşılaştığında vücudunu bir tedirginlik sarmıştı. Acaba bana bir şeyler mi oluyor yoksa cinler mi bana musallat oldu gibi endişeleri de vardı. Oysa onun geçmiş yaşamı böyle bir kutlu davanın omuzlarına yükleneceği örnek bir önderi hazırlamıştı. İşte o örnek önderin yaşamını örnek alırsak bugüne ait söyleyeceğimiz çok fazla mesajımız olur. Ama onun yaşamından habersiz sadece onu Risalet boyutuyla tanırsak, bizler bu davanın canlı tanıkları olmaya güç yetiremeyiz. Bu dava onurlu ve uğruna gözümüzü kırpmadan yürüyeceğimiz bir davadır. İnsani kimliğimizle ayağa kalkalım Müslümanım demeden önce insan olarak nasıl yaşanılır ve Muhammed (as) nasıl yaşadı ona bir bakalım ve onu kendimize örnek alalım ki, bizler de birer emin olarak bilinelim…Sonrasında bu eminlik vasfının kimlere ait olduğu ve hangi yaşamın bir armağanı olduğunu insanlar anlayacaklar ve bize yöneltecekleri sorularla bizim davamızı anlayacak kapıyı onlar aralayacaklar…O zaman fevç fevç insanlar hakikatin yolunda bir yolcu olacaklar bu çok zor değil biz insan olalım Muhammed (as)’in gençliğini ve Risalet öncesindeki hayatını, kendi eğitim ve olgunlaşma felsefesi bilelim ve kendimize gelelim başka söze gerek kalmayacaktır.

Muhammed (as)’a bugün dost olmayanlar onun kutlu davasının bir neferi olamazlar…Selam ve Muhabbetle…

Erol KEKEÇ/19.04.2021/0014