Liyakatten ne anladığımızı sorgulamaya gerek yok sanırım. Çünkü her anlayışın liyakat anlayışı kendisine destek veren eş, akraba ve yakınlarını milletin sahibi olduğu kurumların başına getirmektir. Böyle olunca da devlet, devlet olmaktan çıkıyor, her siyasal partinin arpalıklardan istifade etmek için bir an evvel devir teslimin kendisine gelmesini bekliyor. Ülkenin politikası ülkenin nasıl daha iyi yönetileceği üzerine fikirler geliştirme ve halkı mutlu etmeyi amaçlayan motivasyonu yüksek fikir ve eylemleri barındırmaktan çok uzaktır. Bir kurumun yönetimine gelenlerin ilk icraatları yolda birlikte nasıl götüreceklerini hesap ettiği adamlarını yanına almak oluyor. Dolayısıyla her gelen bu süreci iyi takip ediyor ve kimse kurumların hakkını verecek ehliyet sahiplerini oralara getirmeyi asla düşünmüyor. Böyle olunca orada arada bir ehliyetli kalmış olanları görürseniz o işi ondan başka çözecek biri olmadığından zorunlu kalış ya da o ortama uyum sağlamıştır.
Mekke’nin fethi sonrası dışarı çıkınca Abbas ve Hz. Ali’nin
Kâbe anahtarlarının kendilerine verilmesini istemeleri üzerine Resûl-i Ekrem,
Osman b. Talha’ya dönerek bir zamanlar Kâbe anahtarları konusundaki
konuşmalarını hatırlattı. Ardından da Kâbe anahtarlarını ona ve amcasının oğlu
Şeybe b. Osman’a verip bu anahtarların kıyamete kadar kendilerinde kalacağını söyledi.
Bu örnek Allah’ın resulünün emaneti ehline verirken yakınına değil, o işin
ehline nasıl teslim ettiğini anlamayanlar, liyakatin ne olduğunu asla
anlayamazlar.
Yaşadığımız bugünlerde ülke gündeminden düşmeyen şahsın
bulunduğu konum dikkate alındığı zaman ne kadar da ehliyetli kişilere
makamların teslim edildiğini görmekteyiz(!)Bu olayın açığa çıkması sonrası
şahsın kendini savunurken söylediği bu Kokain değil, pudra şekeri ifadesi tam
liyakatsizliğin dip noktasıdır. Bu durum olamaz mı elbette olabilecek hadiseler,
insanoğlunun olduğu yerde her şeyi söylemek mümkün, ancak işin ehli ve liyakati
dikkate alınarak bu makamlar teslim edilseydi, bunları görmek ve sonrasında
savunur durumda olmak mümkün değildi. Ülkenin yönetim alanları ve hiyerarşik
yapılanmalardaki mevkilerin dağıtımında horca kullanılan bir anlayışın olduğu inancındayım.
Bu işlerden sorumlu olanlara kendi firmalarında bu insanlara bir makam verir
misiniz diye sorduğunuzda asla bu adam o işleri nasıl yönetecek, özel sektör farklı
diye cevaplar alabiliyorsunuz. Milletin emanetinin bir önemi olsaydı bu
makamların nasıl daha hassas korunması gerektiğini görürdük. Liyakat ehlinin
söz sahibi olmadığı, ehliyetsiz ve güvenden yoksun olanların kamu alanlarının
sorumluluğuna sahip olması demek o toplumun başka bir kötülük aramasına gerek
yok demektir çünkü bir toplumun ifsatı için ehliyetsiz ve güvensiz kişiliklerin
mevkilerde söz sahibi olması yeterlidir.
Öyle zamanlar oldu ki, bu ülkenin meclisinden vekil olan bir şahsın,”
Allah demiyor mu akrabalarınızı ve yakınlarınızı koruyun” diye biz de ayete
uygun davranıyoruz farklı davranmıyoruz diyecek kadar pişkin ve yüzü kızarmayan
laflar edenlerine şahit olduk. Bu anlayış toplumsal bir gelenek oluşturdu. Ülke
yönetimine gelen her politik anlayış, kendi doğruluğunu kendisinden öncekinin
yapmış olduğu olumsuzlukları göstererek kanıtlamaya çalışmakta. Bu tür basit ve
sıradan anlayışlar çok karmaşık bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Yani toplum,
her gelen politik anlayış kendi yakınlarını iş başına getirecek liyakatli olsun
olmasın fark etmez bu bir kaderdir şeklinde bir anlayışa bürünmektedir. Böylesi
karanlık bir yaşam örgüsü o toplumu öyle bir kuşatır ki doğru ve güvenilir
olanların gelmesi mümkün olmaz, gelenler olursa da onlar yaratanın bir rahmeti
ve mucizesi olarak bilinir. Hatta gazetelerde boy boy gösterilir, geçmişten
bugüne, bugünden yarınlara bir efsane gibi anlatılır durur. Nedeni ise,
olumsuzlukların bir kader olduğuna teslimiyet, iyiliklerin ise bir mucizeye
bırakılmasıdır.
Eğer bir toplum olumsuzlukların ve kötülüklerin bir kader
olduğuna inanacak kadar kendi tarafından bir yanlış olduğu zaman onu nasıl
gizleyeceğini ama farklı taraftan aynı yanlış olduğu zaman üzerine katarak
büyüterek anlatmaya devam ediyorsa, o toplumda yaşam, karanlık oyun kurucuların
istek ve beklentilerini çok kolaylaştırır. Çünkü kendilerini içselleştirmiş bir
halk olduğundan, yanlışları doğru gibi tüketecek beyin fukaralarının, bunların
yaşamalarına kendilerini feda edecekleri zamanlara gelinmiştir. Bu sürecin doğru
bir ölçekte değerlendirilmesinin yapılmadığı ve gece ile gündüz arasındaki o
keskin çizginin ayırt edileceği bir ortam yakalanamayacağı için mazlum olduğunu
söyleyenler, mazlum olma vasıflarını kaybeder ve kötülüklerin yayılmasına katkı
sunan bir taşıyıcı zalim durumuna geçerler.
Ülkemiz gerçekliğini dikkate aldığımız zaman, karanlıkların
tarih boyunca bu ülkenin insanlarının bir kaderi olarak sunulmasındaki en
etkili ve belirleyici faktör, yanlışları onaylayanın halk olmasından kaynaklanmaktadır.
Halk, kendi arasında rekabete girişmiş ise, karanlık oyun kurucular galibiyete
çok yakın demektir. Her oyun kurucu kendi taraftarını oluşturmadan sahaya inip
aktif oyununu oynamayı düşünmez. Onları destekleyen ve yalnız bırakmayan hatta
sadece bağırmak ve küfrederek cinnet yaşamaktan başka bir kazancı olmasa da onların
arkasından gittiklerinde psikolojik bir rahatlama yaşıyor ve kendilerini terapi
olmuş gibi hissediyorlarsa, bu toplumlar hep ezilmeye mahkumdur. Çünkü onların rahatlaması,
toplumsal terapi gösteri sezonunu arada bir atlatmalarına bağlıdır. Bu kaotik
yaşamdan onları kurtarmaya çalışırsanız, onları çok ciddi bir travmayla karşı
karşıya getirirsiniz ve sizin mesajınıza alışamazlar. Alışamadıkları için de
sizlere bir kulp takarak doğmadan sizi imha etmeyi de bir görev ve sorumluluk
bilinciyle yaparlar.
Toplumsal algılar değişmeden liyakat ve ehliyet gibi
değerlerin de yerine oturması mümkün değildir. Doğru-yanlış, iyi -kötü, dürüst-sahtekâr,
güvenilir-güvenilir olmayan gibi kavramlar fıtrat genlerinde tanımlandığı
şekliyle tanımlanarak herkesin buna ortak bakışını sağlamak ve ortak eylem
birliği oluşturmak gerekir. Bu gerçekleşmediği zaman, ortaya çıkacak olan
sadece herkesin kendi menfaatini doğru diğerlerini yanlış olarak bilmesi olur.
Yaşadığımız toplumda maalesef böyle bir körlüğün yaşandığına aklı başında olan
herkes şahit olmaktadır. Bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak için yapılması
gereken en önemli ve sürekliliği olan güç Allah’ın ayetinde belirtiği
gerçekliğin yaşam alanlarında karşılığının olmasıdır. “Siz kendinizde olanı
değiştirmedikçe Allah sizin durumunuzu değiştirmez.” Rad:11
Yani bireysel değişim ve dönüşüm sağlanmadan toplumsal
dönüşüm gerçekleşmez. Toplumsal dönüşüm gerçekleşmezse yönetim sistemi düzelmez,
yönetim sistemi düzelmezse toplumsal huzur olmaz. Toplumsal huzur olmazsa barış
kardeşlik ve selamet olmaz, bunlar olmadığı zaman da paranoyak yaşayan ve
sürekli tedirgin ürkek ve ne olduğu belirsiz varlıklar ortalığı doldurur. O
zaman da ne mi olur, karanlık oyun kurucuların bu tür toplumları denek olarak
kullanıp deneylerini gerçekleştirmesi kolaylaşır. Deneyler bizim üzerimizde
gerçekleştirildiği sürece etimizden sütümüzden ve kanımızdan faydalanacak
olanlarda tükenmeyecektir.
Bunları iş olsun ve insanlara laf saymak için anlatmıyorum
kendimiz olalım kendimize gelelim, tencere senin dibin kara, kazan senin dibin benimkinden
daha kara, diye birbirimizin lüzumsuz seciyelerimizi ortaya koyup onunla
bazılarının istek ve beklentilerine uygun davranarak kendimizi yok edeceğimize,
ana bileşene yönelelim görelim asıl etkileyici ne imiş…Ana değişkeni
bulamayanlar yan değişkenlerle vakit geçirirken, ana değişken yüreğinizi deler
ve geçer…Bakalım hayırlısı neymiş demeyeceğim toplu çıkan sözler gibi, görelim ki,
Rabbimiz hayırlı olan bir yaşama gözlerimizi ve yüreklerimizi açsın…İşte o gün,
liyakat ehli ehliyetiyle karşınıza çıkar, orada kimseye haksızlık ve zulüm
olmaz, yoksa bu basitlikleri konuşa konuşa kendimizi mezarlara kadar taşırız hatta
herkes kendi ecdadının ne kadar asil ve şecaatle olduğunu anlatarak hayata son
noktayı koyar. Son gelmeden önce, aklını başına alarak ilk adımı atanlardan
olmak dileğiyle herkese selam ve hürmetlerimle….
Erol KEKEÇ/28.03.2021/22.17
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder