12 Mayıs 2013 Pazar

YA EBA ZER-3


                                    3
           Ve açıktır ki, çok geçmeden zihinlerde sorular, sorular ve sorular canlanacaktır: Öyleyse neden halife Osman ipek giyiniyor? Darul hilafe’de en leziz yemeklerle donatılmış sofralar kuruluyor? Öyleyse neden Abdurrahman b. Avf’ın malı yığıldığında minberdeki halifeyle halk arasında engel oluşturacak ve altın külçeleri miras paylaşımında baltayla kırılacak kadar çoktu? Öyleyse neden hilafet şurasında yer alan Zübeyr’in her gün çalışarak kazandıklarını ona getiren tam bin kölesi vardı? Öyleyse neden halifenin akrabası ve Şam Valisi Muaviye Yeşil sarayı inşa ediyordu? Etrafındakilere, dalkavuklarına, şairlere ve tüm yaptıklarını onaylayan alim ve sahabelere efsanevi yardımlarda bulunuyordu. Öyleyse neden Allah’ın kitabına, Peygamber’in sünnetine, Ebubekir ve Ömer’in uygulamalarına sadık kalacağını taahhüt eden Osman sadece Kayser ve Hüsrev’in sünnetine uyuyordu? Öyleyse neden? Öyleyse neden?

           Günden güne seçkinlik, sömürü, yoksulluk, sosyal ve sınıfsal uçurumdaki genişleme artıyordu. Ebuzer’in propagandası da gittikçe yayılıyor, mahrumlar ve sömürülenleri ayaklandırıyordu. Açlar Ebuzer’den öğrenmiştiler ki, yoksullukları ilahi irade, önceden yazılmış, göksel kader değildi. ‘Mal biriktirme’nin sonucuydu ve bu kadar!

      Ne yapmalı!

      Zahit Ebuzer’e hiçbir şey!

      Onda ne bir şey ‘vardı’ ki, tehdit etsinlerdi: ‘Alırız!’

      Ne de bir şey ‘istiyordu’ ki, tatmin etsinlerdi: ‘Veririz!’

     Ve hanımı Ümmüzer’dir. O da Peygamber’in ashabındandır ve kocasına, mücadeleci insanın tahammül etmesi gereken zorluk, züht ve yoksullukta eşlik ediyordu.

      Ki, İslam’ın olduğu günlerde kadın henüz ‘zayıf’ olmamıştı! Şimdi hakim durumda olan kutsal muhacir ve Peygamber’in büyük ashabının karşısında dikkatli davranan ve kendi sıkıntıları ve onların bozulmalarına tahammül eden mahrumlar cesaretlenmişlerdi. Osman tehlikeyi hissetti. Ne yapmalı? Medine’de hâlâ Peygamber’in hatırası var ve halk Ebuzer’i tanıyor. Onu Şam’a, Muaviye’nin yanına sürdü. Şam halkı İslam’ı Beni Ümeyye’yle tanımıştı. Muaviye Ebuzer’e karşı daha rahat davranabilirdi. Muaviye Şam’da Romalıları taklit ederek Osman’dan daha seçkin bir yaşam sürüyordu. Ayrımcılık, kirlilik, zulüm, İslam sisteminin yok edilmesi, burada daha net ve daha küstahçaydı. Bugünlerde Muaviye Romalı ve İranlı mimarların yardımıyla ‘Yeşil Saray’ını yapıyordu. Bu, saltanatın ilk sarayıydı. Görkemli ve güzeldi. Muaviye bu sarayın inşasını o kadar önemsiyordu ki, çoğunlukla işçilerin ve mimarların başında bekliyordu. Ebuzer de her gün oraya gelip haykırıyordu:

      ‘Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan, israftır ve eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!’

       Muaviye tecrübeli ve çok iyi siyasetçiydi. Tahammül ediyor, bir yol bulmak için düşünüp duruyordu.

          Bir gün Ebuzer’i evine davet etti. Haddinden fazla saygı ve iltifatta bulunmasına rağmen Ebuzer öfkeli ve sinirli çehresini azıcık olsun değiştirmeyince işi tehdide vardırdı:

            ‘Ey Ebuzer! Eğer Osman’ın izni olmadan bir peygamber sahabesini öldürecek olsaydım, bu sen olurdun. Ancak seni öldürmek için Osman’dan izin almalıyım, Ebuzer bu iş benimle senin aramızı açıyor, sen yoksul ve alt tabakadaki insanları bize karşı ayaklandırıyorsun.’

             Ebuzer cevap verdi:

          ‘Allah Resulü’nün sünnetine uygun davranırsan, seninle bir sorunum olmaz. Yoksa hayatımın son nefesini de Peygamber’in bir hadisini zikretmek için harcayacağım!’

         Ebuzer’in propagandası yayıldı. İslam’ı da kendilerine daha önce hakim olan Roma rejimi gibi tasavvur eden Şam halkı, yavaş yavaş İslam’ın gerçek çehresiyle tanıştı. Adalet ve özgürlük dini, kalplerde imanın yanında ayaklanıyordu. Fakirlik ve mahrumiyeti dinle açıklayan mahrumlar, ilk kez Ebuzer’den şunu öğreniyorlardı:

       ‘ Ne zaman yoksulluk bir kapıdan girerse, din başka bir kapıdan çıkıp gider!’ (Hadis)

        Mescid henüz Allah’ın, halkın ve Ebuzerler’in evi ve mücadele karargâhıydı. Muaviye’nin orada hükmü yoktu. Mescitlerin Allah ve Allah’ın ailesinden –halk- boşalıp halifenin karargâhı ve onun mollasının mekanı olması Ali’nin ölümünden sonradır. Mahrumlar şevk ve ümitle etrafında toplanıyorlar ve o insanlara ‘hak’la ikiz olan ‘hakikati’, ‘adalet’le yoldaş olan ‘İslam’ı ve ekmeği de düşünen Allah’ı öğretiyor, uyuşturmak yerine tahrik ediyor ‘Yeşil Sarayı’ daha bitmeden viranelikle tehdit ediyordu.

      Muaviye onu Kıbrıs cihadına gönderdi. Eğer fetih gerçekleşirse Muaviye’nin gururu ve ‘İslam’ın izzetidir!’, eğer Ebuzer öldürülürse, elini onun kanına bulamadan zararından kurtulmuş olur.[6][6] Ancak Ebuzer sağlam döndü. Gecikmeden cepheden mescide gitti ve işine tekrar başladı!

      Muaviye Ebuzer’in, kölelerin hürriyeti ve açların doyurulmasını ne kadar istediğini biliyordu. Bir köleye: ‘Eğer bu altın kesesini Ebuzer’e vermeyi başarırsan özgürsün!’ Köle, Ebuzer’e gitti. Ebuzer kabul etmedi. Köle ne kadar ısrar edip yalvardıysa da Ebuzer bir tek cevap verdi: Hayır! Sonunda köle şöyle dedi: ‘Ey Ebuzer! Allah seni bağışlasın, bu parayı al, çünkü benim özgürlüğüm sana bu parayı vermektedir.’ Ebuzer cevapladı: ‘Evet ama benim de köleliğim bu parayı almaktadır!’

       Hiçbir hile bu inatçı, cesur, zahit ve uyanık adama işlemedi. Sadece zor kullanmak kaldı. Muaviye Osman’a yazdı. Eğer Şam’a ihtiyacın varsa, Ebuzer’i buradan götür. Çünkü o yarayı eşeliyor. Patlama yakındır. Osman Ebuzer’i Medine’ye göndermesini emretti.

      Onu tahta eğerli bir deveye bindirip birkaç vahşi köle gözetiminde Medine’ye gönderdiler. Muaviye yol esnasında –Şam’dan Medine’ye kadar- hiçbir yerde duraksamamaları emrini vermişti!

       Medine’ye yaklaşıyordu. Yorgun ve yaralıydı. Şehrin kenarında Sel Dağı’nın eteğinde Ali’yi gördü. Yanında Osman ve birkaç kişi daha vardı. Ebuzer haykırmaya başladı:

           ‘Medine’yi büyük ve sonsuz ayaklanmayla müjdeleyin!’

        Halife hiç kimsenin Ebuzer’den fetva sormaması emrini verdi; ancak Ebuzer’in fetvaları peş peşe geliyordu. Şam’da gördükleri onu daha kızgın ve mücadelede daha cesur kılmıştı. Ömer’in hilafet şurasının lideri Abdurrahman bin Avf öldü; altın ve gümüşten müteşekkil mirasını Osman’ın karşısına yığdılar. Ebuzer Osman’ın şöyle dediğini duydu: ‘Allah Abdurrahman’ı bağışlamıştır. İyi yaşadı ve öldüğünde arkasında tüm bu serveti bıraktı!’

     Ebuzer öfkeyle Osman’ın evine yöneldi. Yolda gördüğü deve kemiğini kapıp yola devam etti. Osman’ın başına dikilip haykırdı: Sen, ardında bu kadar miras bırakan adama, Allah rahmet etmiştir mi diyorsun?

       Osman yumuşakça cevap verdi: Ebuzer, zekatını vermiş birisinin boynunda başka sorumluluk var mıdır? Ebuzer mal biriktirenler ayetini okuyup şöyle dedi: Burada söylenen şey, zekat değildir. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlerden bahsediliyor.

        Kab’ul Ahbar –eski yahudi din adamı- Osman’ın yanındaydı, şöyle dedi: ‘Bu ayet Müslümanlarla değil, ehli kitapla [yahudilik ve hristiyanlık] ilgilidir’.

        Ebuzer bağırdı: Yahudizade! Bizim dinimizi bize mi öğreteceksin? Annen yasını tutsun!

       Osman: Eğer bir adam zekatını vermişse, kerpiçlerinin biri altından, biri gümüşten olan saray bile yapsa, hakkıdır. Ardından Kab’a dönüp onun fikrini sordu. Kab: Evet efendim, öyledir! Ebuzer ona saldırdı. Kab, korkudan Osman’ın arkasına gizlendi. Halifeye sığındı. Sahne tamamdır! Tüm tarihin gösteri sahnesi! Bir tarafta altın, zorba ve hakim din, Abdurrahman, Osman ve Kab’ul Ahbar ve ne kadar net! Temel altın! Zorba hami, din zorbanın sığınağında yönlendirici ve karşısında Ebuzer; sömürü ve istibdad kurbanı, tarihteki mahkum din ve mazlum sınıfın tecellisi, Allah ve halk!

      Ebuzer yalnız, silahsızlandırılmış ve mazlum. Ama yine de saldırgan. Kab’ı zorbanın sığınağında yakaladı ve deve kemiğiyle başına öyle bir vurdu ki, kan aktı.

      Osman: Ey Ebuzer, bize çektirdiklerin ne kadar da arttı, buradan git!

      Ebuzer sordu: Ben de seni görmekten nefret ediyorum. Nereye gideyim?

      - Rebeze’ye!

    Peygamber’in Medine’den ebediyen sürgün ettiği Mervan b. Hakem, Ebuzer’in sürgünüyle görevlendirildi. Ali olayı duyunca inledi; Hasan, Hüseyin ve Akil’i alıp Ebuzer’e yoldaşlığa gitti. Mervan Ali’yi engellemeye çalıştı: ‘Halife Ebuzer’le yoldaşlığı yasaklamıştır.’ Ali kırbacıyla Mervan’ın isteğini reddetti ve Ebuzer’le Rebeze’ye kadar gitti. Rebeze, yakıcı çöl, susuz ve yerleşkesiz. Hacıların yolu üstündedir. Hac mevsimi dışında kimse oradan geçmezdi. Orada bir çadır kurdu ve birkaç hayvanla yaşamını sürdürdü.

      Aylar geçti. Yoksulluk arttı, açlık daha da küstahlaştı. Hayvanları tek tek telef oldu ve Ebuzer’le ailesi çölün yalnızlığında ölümle yüz yüze geldi.

    Kızı açlık salgınından öldü, sabretti ve ‘Allah yolunda saydı.’ Bir süre sonra açlık kurdu oğluna saldırdı. Sorumluluk duygusuna kapıldı. Medine’ye geldi. Osman’dan kestiği maaşını talep etti. Osman cevap vermedi. Eli boş döndü. Oğlunun cenazesi soğumuştu. Onu elleriyle defnetti.

    Ebuzer ve Ümmüzer yalnız kaldılar!

   Yoksulluk, açlık ve yaşlılık Ebuzer’i çok zayıflatmıştı. Bir gün artık son anlarını yaşadığını hissetti.

   Açlık zorluyordu. Ümmüzer’e: Kalk, çölde dolaşalım, biraz ot bulup açlığımızı gideririz. Karı-koca ne kadar aradılarsa da bir şey bulamadılar. Dönüşte Ebuzer tüm gücünü yitirdi. Ölümün gölgesi çehresine inmişti. Ümmüzer ona seslendi:

    - Sana neler oluyor Ebuzer?

   - Ayrılık yakındır! Cenazemi yolun kenarına bırak ve yoldan geçenlerden defin işinde sana yardım etmelerini iste.

    - Hacılar gitti. Kimse yoldan geçmez.

     - Olsun! Kalk ve şu tepeye çık, benim ölümümde birileri hazır olacak.

     Ümmüzer tepeden üç kişinin uzaktan geçtiğini gördü. İşaret verdi. Yaklaştılar.

     - Allah sizi bağışlasın, burada bir adam ölüyor. Onu defnetmekte bana yardımcı olun ve karşılığını Allah’tan alın!

     - O kimdir?

     - Ebuzer!

     - Peygamber’in dostu Ebuzer mi?

     - Evet!

      - Anne babamız sana feda olsun ey Ebuzer!

     Başına geldiler. Hâlâ yaşıyordu. Onlardan şunu istedi: Hanginiz devlet adamı, casus ya da askerse, beni gömmesin. Eğer benim ya da karımın bir parça kumaşı olsaydı, onunla kefenlenirdim.

   Sadece Ensar’dan bir genç serbest meslek sahibiydi. Şöyle dedi: Şu yanımdaki kumaşı annem örmüştür. Ebuzer ona dua etti ve o parçayla kendisini kefenlemesini istedi.

     İçi rahatladı. Her şey sona ermişti. Gözlerini yumdu ve bir daha açmadı. Yoldan geçenler Rebeze çölünün sıcağında onu defnettiler. Ensarlı genç, mezarı başında durdu ve dudak altından söylendi:

     Allah Resulü doğru söyledi.

    ‘Ebuzer!
   yalnız yol alır,
  yalnız ölür
  ve yalnız dirilir!’

[1] Belki de Kur’an’ın hayret verici şu tabirinin anlamlarından biri de budur: “İbrahim tek başına bir toplumdur (ümmettir)!” (Kuran-ı Kerim)

[2] ‘Ticaret’ ve ‘ziyaret’ tarih boyunca bir bedende iki simadır: İktisadi beden. Kureyş’in Kabe’ye dini bağlılığı, Kabe’deki putların önemi, dini, sınıfsal ve ırkçı şirki koruyan budur ve tevhid devriminin etkisinin anlaşılacağı yer de burasıdır.

[3] Ayaklanabilir demiyor, hatta ayaklanmalıdır da demiyor. Ayaklanmamasına şaşıyorum diyor. Bundan da önemlisi, yöneticiye, bütün toplum sorumludur.

[4] Teğabun Suresi, 64/17

“Eğer Allah’a güzel borç verirseniz” mealindedir.

[5] Ali İmran Suresi, 3/97

YA EBA ZER-2


                                     2
          Bu yüzdendir ki, Ebuzer de ferdi, maddi yaşamı bırakır ve ekonomik eşitliği sağlamak ve halkın yaşamı için ‘İslam zühdü’ ve ‘Ali’nin zühdü’ –İsa’nın ve Buda’nın sufice zühdü değil- olan ‘Devrimci zühdü’ seçer. Gerçi diğerlerinin açlığıyla savaşanın kendi açlığını göze alması ve toplumu özgürleştirebilecek kişinin kendi özgürlüğünden vazgeçmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu devrimci din ‘Hem Tanrı hem ekmek’ diniydi. Din ‘zayıflık, ruhbanlık, mahrumiyet, çaresizlik ve insanın tabiattaki ahiretzedeliği değil’, ‘İnsanın tabiatta ilahileştirilmesidir’. ‘İnsanın maddi dünyada Allah’ın halifesi olması!’, önderleri, hepsinin başında Peygamber’i, hepsi mescitte –Allah’ın/halkın evi- yaşıyorlardı! Muhammed, Ali ve Ashab-ı Suffa. Selmanlar ve Ebuzerler!...

    Ve Ebuzer kendini mescidin bir köşesindeki sedirde buluyordu. Peygamber’in en samimi dostlarından biri olmuştu. ‘Ne zaman bir toplulukta görünmese onu soruyordu, orada olduğunda yüzünü ona çevirip konuşuyordu’. Zorluk ordusunun peygamberin komutasında kuzeyin yakıcı çölünü geçip Roma sınırına ulaşması gereken Tebük savaşında Ebuzer arkada kaldı. Zayıf devesi yürüyemiyordu. Deveyi ateş yağmuru altında bıraktı ve tek başına yola düştü! Bir köşede su buldu. Suyu ‘Kendisi de şüphesiz çölün sıcağında susuzluktan zorlanan dostuna’ ulaştırmak için aldı. Peygamber ve mücahitler yakıcı çölün derinliklerinden belirsiz bir noktanın yaklaştığını gördüler. Yavaş yavaş bir insan olduğunu anladılar. Kim olabilir? Böyle çölde tek başına? Peygamber arzu dolu şevkle haykırdı: ‘Keşke Ebuzer olsa!’ Bir müddet geçti, Ebuzer’di. Mücahitlere yetişince susuzluk ve yorgunluktan düşüverdi:

        - ‘Ebuzer, yanında suyun var; ama sen susuzsun, öyle mi?’

       - Düşündüm ki, böyle bir çölde ve böyle bir güneşte siz...

        - ‘Allah Ebuzer’i bağışlasın, yalnız yol alır, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur!’

       Bu günler geçti ve Peygamber göçtü! Ansızın ‘Set çekilmiş rüzgarlar her yerden aştılar’ ve bu devrimin cisimleşmişi Ali, adaletin dinden yine ayrılacağının ve halkın sahneden çekilmesinin, dinin yine havas, ruhaniyet, seçkinler ve hakimlerin tekeline girdiğinin nişanesi olarak evine çekildi. Bu yüzdendir ki, Ali ve takipçileri; çölden bir adam olan Ebuzer, işsiz, kimsesiz, Habeşli bir köle olan Bilal, Acemli hür olmuş eski bir köle Selman, Yunanistan’dan gelmiş bir gariban Suheyb, siyah bir köle olan bir anne ve yoksul hurma satıcısı güneyli Arap bir babadan olan Ammar... Ki İslam devriminin önderinin aciz yakınlarıydılar, sahneden çekildiler ve ‘Büyük sahabeler’, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Halid b. Velid, Talha, Zübeyr, Ebubekir, Ömer ve Osman ki hepsi cahiliye döneminde de eşraftandılar, hareketin önderliğini ele geçirdiler, topluma hükmetmeye başladılar ve siyasi bir grup oluşturdular.


      İslam’ın bu apansız ve şiddetli ‘sağa’ kayması –ki Sakife’de darbe benzeri seçimle başladı- Ebubekir zamanında sadece siyasi yöne sahipti. Ömer zamanında ekonomik yönünü sınıfçılıkla birlikte Müslümanlara devlet hukuku olarak gösterdi. Hatta Peygamber’in hanımları bile ikiye ayrıldı: Hür ve cariye! Ki Peyamber’in hür hanımları itiraz etti ve ayrıcalık kabul etmediler. Osman döneminde bu kayma zirveye ulaştı. Toplumda sınıflar oluştu ve seçkinler mutlak hakimler oldular. Ekonomik kaynaklar, savaş ganimetleri ve İran Maveraünnehrinden Afrika’nın kuzeyine kadar sayısız siyasi ve idari tebaayı Medine rejiminin emrine veren İslam’ın Doğu’da ve Batı’daki fetihleri Peygamber’in ashabı, mücahitler, muhacirler ve Ensar’ı inanan devrimci partizanlardan siyasetçi, güç ve servet adamlarına çevirdi. Ve genel olarak yoksul zahit ve mücahit olanlardan bir ‘hakim tabaka’ oluşturdu. Milyonlarca Müslüman ve kafirden fakir Medine’ye akan savaş ganimeti, zekat ve cizye şeklinde fakir para seli yeni bir ‘burjuvazi tabakası’ meydana getirdi. Sadece İslami Medine, Müslüman ümmet ve Uhud ve Bedir savaşları mücahitlerini değil, İslam’ın muhtevasını, sosyal boyutunu ve nihayet dini görüşü değiştirdi. İslam’ı devrimci ‘ideoloji’den devlet dinine çevirdi. Sakife’de başlayan bu sağa kayma, çeyrek asırdan kısa bir sürede öyle bir noktaya vardı ki, İslam’ın fikri ve siyasi temsilcileri şunlardı: Muaviye, Peygamber’in sürgün ettiği Mervan bin Hakem ve Kab’ul Ahbar ki yeni Müslüman olmuş yahudi din adamıydı ve şimdi Müslüman din adamı olmuştu. Peygamber’in halifesi –Osman- Kur’an’ın tefsirini ondan soruyor, Ali ve Ebuzer’in tefsirini doğru kabul etmiyordu!

     Osman, İran Hüsrevi ve Roma Kayserinin yönetim sistemlerini örnek aldığı yeni siyasi ve ekonomik sistemini hoş göstermek için riyakârane davranışlar da sergilemiyordu. Belki bunun nedeni böyle bir davranışın o günlerde etkisinin olmayacağıdır. Çünkü hem halk, İslam rejiminin nasıl olduğunu gözleriyle görmüştü, hem de Osman’ın sarayı İslami bir süs verilemeyecek kadar yüzsüzdü.

        Osman, İslam’da ‘ilk kez’ ortaya çıkan bidatlerin eksik fihristidir. İlk kez lider unvanıyla sarayda oturuyor, ilk kez resmi muhafız alayı oluşturuyor, ilk kez özel meclis oluşturuyor, ilk kez kapıcı kullanıyor, ilk kez sıradan halk yığınlarıyla halife ilişkilerinde aracı kullanılıyor, ilk kez Beytül Mal halifenin emrine veriliyor, Beytül Mal’ın bekçisi mescide gidip Beytül Mal’ın sahibi olan halka, halife karıştığı için kilidi size verip istifa ediyorum, istediğinizi yapın diyor, ilk kez siyasi tutuklu ortaya çıkıyor, ilk kez bir Müslüman halifenin yöntem ve davranışlarına karşı çıktığı için takibata uğruyor, ilk kez siyasi sürgün yaşanıyor, ilk kez bir kişi devlet tarafından işkence görüyor , ilk kez Kur’an siyasi demagoji aracı oluyor, ilk kez hükümdar halkın kaderini ele alıyor, yasal ve İslami sorumluluktan muaf tutuluyor, ilk kez ırk ve akrabalık bağı siyasal ve toplumsal ilerleme aracı oluyor, ilk kez tekelcilik siyasi arenada halifeye bağlanıyor, bir makama gelmek için gereken takva ve İslam yerini yakınlık ve siyasete bırakıyor, ilk kez sınıf sömürüsü, ayrımcılık sermayecilik [hazine], seçkinlik, cahili değerler, kabileci ruh, yaş, servet, ırk, şahsiyetperestlik ve kabilecilik; İslami kardeşlik, manevi değerler ve toplumsal eşitliğin önüne geçiyor, ekonomik ayrıcalık; takva, cihad geçmişi, Peygamber’e yakınlık, Kur’an’a vukufiyet ve kişisel liyakatten önemli oluyor, ‘Hükümet’ ruhu ‘İmamet’ [Önderlik] ruhuna tercih ediliyor, ‘Muhafazakâr sistem’, ‘Devrimci harekete’, ‘Dini, insani ve ekonomik tekelcilik’, ‘Halkçılık, eşitlik ve İslami özgürlüğe’ –ki İslam’da sıradan bir insan bile toplumun siyasi kaderinde aynı ölçüde sorumluluk sahibiydi-, halifenin şahsı ve aynı ölçüde büyük ashap ve tam anlamıyla maslahatçılık, hakikatperestliğe, siyaset mücadeleye, İslami slogan İslami hakikate, büyük ashap mü’minlere, sınıf ümmete, dar’ul hilafe mescide, kabileci eşrafiyet insani şerafete, eski cahiliye yeni devrime, bidat sünnete ve hülasa Ebu Süfyan’ın ehli beyti Muhammed’in ehli beytine galebe çaldı ve neticede Ali silahsızlandırıldı! Ve Ebuzer! Ali’nin, Ebubekir’in seçiminde ve Ömer’in tayininde yenilmesine üzüntüyle tahammül etti. Şimdi her şey bambaşka bir mecraya kaymıştır. Zorbalık, altın ve hile Peygamber’in hilafeti kılıfında ve tevhidin güzelliğinin arkasına sığınarak halkın –ki daima bu uğursuz teslisin kurbanı olagelmişlerdir- karşısına dikilmişti. Ebuzer artık sessiz kalamazdı.

          Ebuzer’in gerçekleştirdiği şeyin değeri sadece batıla karşı hakkı, küfre karşı dini, gaspçıya karşı hakkı ve hak sahibini ve nihayet bozulmaya karşı doğruluğu savunmasında değildir. Onun çehresini tüm devrimci ve mücahit çehreler arasında özel bir yere getiren şey, kesin teşhisi ve mücadeleyi doğru alanda yapmasıdır. Ebuzer doğru değerlendirmeyle tüm bozulmaların ana kaynağını buldu ve şunu gösterdi: Bu küfür, hak ve bozulma nedir? Neden kaynaklanmaktadır? Mücadelesinde külli yöntem, müphem terimler, ayrıntılar, zihni konular, hayalci, idealist, filozofâne, âlimâne, zihni entellektüelist, duygusal hüküm, arif ve mütekellimce yöntemlere –ki sonraları İslam toplumundaki çaba ve mücadeleler bu alana çekildi ve böylece iki temel şiar ‘imamet’ ve ‘adalet’ düşüncelerden uzaklaştı- dayanmadı. Malulu, illet yerine koymadı. ‘Nereden başlanması gerektiğini’ gösterdi, mücadelenin keskin tarafını nereye yöneltmek gerektiğini ortaya koydu ve yanlış çatışmanın, ayrıntıyla ilgilenmenin düşmanla mücadeleyi düşmanın istediği yöne sürükleyeceğini, bu durumda zafer kazanılsa bile hiçbir derde çare olunamayacağını ve düşmanın hiçbir zarar görmeyeceğini öğretti.

      Ebuzer mücadelesinin temel çizgisini sınıfsal ayrıcalığa karşı ve adalet için savaşım olarak belirledi. Bu iki şiar, o kadar geniştir ki, halife de onu ilan edebilir ve hilafetin propaganda araçları vesilesiyle yani minberler, mihraplar ve hakim resmi İslam’ın propagandacıları olan muhaddisler mübelliğler, vaizler, müfessirler, fakihler, hakimler... işine gelecek şekilde tevil edebilirdi. [Nasıl ki Safevi şiasında imamet, adalet, aşura, şehadet, gasp, velayet, va’dedilene iman... böyle oldu ve sadece kalıbı kaldı. İçi boşaltılıp zehir, uyku ve hurafe ilacı dolduruldu]. Bu yüzden Ebuzer –onun gibi çaba sarf edip İslam’ı Ali ve Muhammed’in İslam’ı yapmak için uğraşanlara bir ders de vererek- Kur’an’a döndü ve şiarını Kur’an’dan aldı:

          ‘Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele: bu [toplanıp saklanan altının, gümüşün] cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı gün, : ‘işte, kendiniz için topladığınız hazineler!’ denecek, ‘şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin tadını! ‘

            Altın ve gümüş sermayeciliği temsil eder. İnfak ‘çukur’ anlamına gelen ‘nefeke’den alınmıştır ki, bâb-ı if’alde ilk anlamının tersi anlamı kazanır. Yani çukurun doldurulması. Açıktır ki, burada kastedilen çukur, toplumda sermayecilik ve ekonomik sömürü sonucunda ortaya çıkmıştır. Buradaki çukur, toplumsal yaşamdaki eşitsizlik ve sınıfçılığın tabii sonucudur. Allah yolundan kasıt İslami terminolojide –Müslümanların terminolojisinde değil- insanların yolundadır. Sosyal konulardan bahseden tüm ayetlerde Allah ve insan sosyal yönden birbirlerinin yerine geçerler. İslam’ın Rabbi kendine ait adak, kurban, koku, tütsü... vs. istemez. Halka ait ve toplum için olan şey, Allah için olur. ‘Entekrezallahu karzen hesena...’ [4] Yani eğer halka güzel borç verirseniz... Allah yolu, Allah’ın malı, Allah’ın evi, Allah’ın hükmü, Allah’ın eli, Allah için, Allah’a doğru... Hepsi toplumda karşılık bulur. Halkın yoludur, halkın malıdır, halkın evidir. ‘Halk için kurulan en önemli ev, tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Mekke’deki kutlu evdir.’ [5] Halkın yönetimidir, halkın elidir, halk içindir, halka doğrudur. Çünkü halk Allah’ın ailesidir ve böyle anlamayan, bu şekilde inanmak kendilerine zor gelen kişiler, diğer dinlerin kendi ilahları hakkında gösterdiği ilahi dünya görüşünün etkisindedirler.

         Mücadele başlıyor.

     Ebuzer Peygamber’in samimi ve yakın sahabisi makamındaydı ve Peygamber’in kendisi şu unvanları ona vermişti: ‘Sinesi dolup taşacak kadar ilim öğrenen kişi’. ‘Ne mavi gökyüzü ne de kara toprak Ebuzer’den daha doğru sözlü birini görmemiştir’. ‘Ebuzer’in hayâsı ve zühtü Meryem oğlu İsa gibidir’. ‘Ebuzer gökyüzünde, yeryüzünde olduğundan daha meşhurdur!’

     ‘Ebuzer bu yeryüzünde ve toplumda yalnız yol alır, yalnız ölür ve Kıyamet günü kabirler açılıp içindekiler grup grup haşrolunurken Ebuzer yalnız sahneye çıkar!’

      Mescitte oturuyor, amel edilmesi terk edilmiş ayetleri ve artık değinilmeyen ve değinilmesinde sorun ve sıkıntı olan Kur’an’dan veya Peygamber’in hayatından bazı konuları peş peşe halka açıyordu. Dönemin konusu –Osman zamanında- Kur’an’ın toplanması, tanzimi, hattının tashihi, bir nüsha çıkarılması ve bitmek bilmeyen kıraat, tecvid, noktalama bahisleri, keşmekeşler, tartışmalar, hassasiyetler, muhalefet ve hemfikirlilikler... Ve Ebuzer Kur’an’da ‘sermaye’ konusunu öncelemiş, sürekli sermaye biriktirenler ayetini ve hemen öncesindeki şu ayeti okuyordu:

       ‘Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele.’

      Bu şekilde cephe almak karışıklığa sebep oluyordu. Halifenin kendisi Kur’an’ı toplayıp derlemeyle meşguldü. Kur’an’a inananlar halifeye müteşekkirdiler ve Kur’an’ın yâd edilmesi, halifenin de hayırla yâd edilmesini gerektiriyordu. Ve Ebuzer’in Kur’an’ı, halifenin eleştirilmesi, ona sinirlenilmesi, saldırılıp kınanması neticesini veriyordu. Öyle ki hilafet sisteminin sesi yükselmişti: Ey Ebuzer! Kur’an’da sadece ‘Din adamlarının halkın malını yemesi’ ve ‘Mal toplayanlar’ ayeti mi var?

    Ebuzer biliyordu ki, her dönemin bir sorunu ve her neslin bir şiarı vardır. Kur’an’ı sadece ‘Mukaddes bir şey’ olarak değil, ‘hidayet nuru’ olarak görenler, ‘Günün ayetleri’ne yaslanmalıdırlar. Ebuzer cevap verdi: Hayret ediyorum! Halife beni Kur’an okumaktan men mi ediyor? Ve günün ayeti olan bu ayetin ardından –ki artık vahiy, itikadi, tevhid, putperestlik, kıyamet, ruhun ebediliği ve Muhammed’in peygamberliğinde bir ‘sorun’ yoktu- Peygamber’in davranış ve sözlerini örnek gösteriyordu.

       ‘Aylar geçiyordu ki, Peygamber’in evinde yemek ateşi yanmıyordu’. ‘Peygamber’in evinde yemek çoğunlukla su ve hurmaydı’. O, kendini açlıkta imtihan ediyordu ve çoğunlukla açlığa dayanmak için karnına taş bağlıyordu. Giyimi, yiyeceği ve evi biz Suffa ehline teselli veriyordu. Yersizdik, çoğu zaman açtık, içimizden bir grup her gece onunla yemek yerdi, ne zaman evinde yemek pişirilse, bizi misafir ederdi. Bu arpa unu ve hurmayla yapılan bir yemekti!

      ‘Hiçbir toplanmış mal yoktur ki, sahibine ateş olarak dönmesin’. Allah Resulü’nün eşleri açlık ve zorluktan inliyorlar ve şikayet ediyorlardı. Peygamber onlara ya dünyayı isteyin, sizi boşayayım ya da beni ve fakirliği teklifini sundu.

     Allah Resulü’nün biricik kızı çok yoruluyor ve açlık çekiyordu. Peygamber en çok sevdiği varlıklar olan Ali ve Fatıma’nın kendilerine bir hizmetçi verme ricalarını kabul etmedi. Fatıma’nın yoksulluğuna ağladı; ama ona bir dinar bile vermedi’.