12 Mayıs 2013 Pazar

YA EBA ZER-2


                                     2
          Bu yüzdendir ki, Ebuzer de ferdi, maddi yaşamı bırakır ve ekonomik eşitliği sağlamak ve halkın yaşamı için ‘İslam zühdü’ ve ‘Ali’nin zühdü’ –İsa’nın ve Buda’nın sufice zühdü değil- olan ‘Devrimci zühdü’ seçer. Gerçi diğerlerinin açlığıyla savaşanın kendi açlığını göze alması ve toplumu özgürleştirebilecek kişinin kendi özgürlüğünden vazgeçmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu devrimci din ‘Hem Tanrı hem ekmek’ diniydi. Din ‘zayıflık, ruhbanlık, mahrumiyet, çaresizlik ve insanın tabiattaki ahiretzedeliği değil’, ‘İnsanın tabiatta ilahileştirilmesidir’. ‘İnsanın maddi dünyada Allah’ın halifesi olması!’, önderleri, hepsinin başında Peygamber’i, hepsi mescitte –Allah’ın/halkın evi- yaşıyorlardı! Muhammed, Ali ve Ashab-ı Suffa. Selmanlar ve Ebuzerler!...

    Ve Ebuzer kendini mescidin bir köşesindeki sedirde buluyordu. Peygamber’in en samimi dostlarından biri olmuştu. ‘Ne zaman bir toplulukta görünmese onu soruyordu, orada olduğunda yüzünü ona çevirip konuşuyordu’. Zorluk ordusunun peygamberin komutasında kuzeyin yakıcı çölünü geçip Roma sınırına ulaşması gereken Tebük savaşında Ebuzer arkada kaldı. Zayıf devesi yürüyemiyordu. Deveyi ateş yağmuru altında bıraktı ve tek başına yola düştü! Bir köşede su buldu. Suyu ‘Kendisi de şüphesiz çölün sıcağında susuzluktan zorlanan dostuna’ ulaştırmak için aldı. Peygamber ve mücahitler yakıcı çölün derinliklerinden belirsiz bir noktanın yaklaştığını gördüler. Yavaş yavaş bir insan olduğunu anladılar. Kim olabilir? Böyle çölde tek başına? Peygamber arzu dolu şevkle haykırdı: ‘Keşke Ebuzer olsa!’ Bir müddet geçti, Ebuzer’di. Mücahitlere yetişince susuzluk ve yorgunluktan düşüverdi:

        - ‘Ebuzer, yanında suyun var; ama sen susuzsun, öyle mi?’

       - Düşündüm ki, böyle bir çölde ve böyle bir güneşte siz...

        - ‘Allah Ebuzer’i bağışlasın, yalnız yol alır, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur!’

       Bu günler geçti ve Peygamber göçtü! Ansızın ‘Set çekilmiş rüzgarlar her yerden aştılar’ ve bu devrimin cisimleşmişi Ali, adaletin dinden yine ayrılacağının ve halkın sahneden çekilmesinin, dinin yine havas, ruhaniyet, seçkinler ve hakimlerin tekeline girdiğinin nişanesi olarak evine çekildi. Bu yüzdendir ki, Ali ve takipçileri; çölden bir adam olan Ebuzer, işsiz, kimsesiz, Habeşli bir köle olan Bilal, Acemli hür olmuş eski bir köle Selman, Yunanistan’dan gelmiş bir gariban Suheyb, siyah bir köle olan bir anne ve yoksul hurma satıcısı güneyli Arap bir babadan olan Ammar... Ki İslam devriminin önderinin aciz yakınlarıydılar, sahneden çekildiler ve ‘Büyük sahabeler’, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Halid b. Velid, Talha, Zübeyr, Ebubekir, Ömer ve Osman ki hepsi cahiliye döneminde de eşraftandılar, hareketin önderliğini ele geçirdiler, topluma hükmetmeye başladılar ve siyasi bir grup oluşturdular.


      İslam’ın bu apansız ve şiddetli ‘sağa’ kayması –ki Sakife’de darbe benzeri seçimle başladı- Ebubekir zamanında sadece siyasi yöne sahipti. Ömer zamanında ekonomik yönünü sınıfçılıkla birlikte Müslümanlara devlet hukuku olarak gösterdi. Hatta Peygamber’in hanımları bile ikiye ayrıldı: Hür ve cariye! Ki Peyamber’in hür hanımları itiraz etti ve ayrıcalık kabul etmediler. Osman döneminde bu kayma zirveye ulaştı. Toplumda sınıflar oluştu ve seçkinler mutlak hakimler oldular. Ekonomik kaynaklar, savaş ganimetleri ve İran Maveraünnehrinden Afrika’nın kuzeyine kadar sayısız siyasi ve idari tebaayı Medine rejiminin emrine veren İslam’ın Doğu’da ve Batı’daki fetihleri Peygamber’in ashabı, mücahitler, muhacirler ve Ensar’ı inanan devrimci partizanlardan siyasetçi, güç ve servet adamlarına çevirdi. Ve genel olarak yoksul zahit ve mücahit olanlardan bir ‘hakim tabaka’ oluşturdu. Milyonlarca Müslüman ve kafirden fakir Medine’ye akan savaş ganimeti, zekat ve cizye şeklinde fakir para seli yeni bir ‘burjuvazi tabakası’ meydana getirdi. Sadece İslami Medine, Müslüman ümmet ve Uhud ve Bedir savaşları mücahitlerini değil, İslam’ın muhtevasını, sosyal boyutunu ve nihayet dini görüşü değiştirdi. İslam’ı devrimci ‘ideoloji’den devlet dinine çevirdi. Sakife’de başlayan bu sağa kayma, çeyrek asırdan kısa bir sürede öyle bir noktaya vardı ki, İslam’ın fikri ve siyasi temsilcileri şunlardı: Muaviye, Peygamber’in sürgün ettiği Mervan bin Hakem ve Kab’ul Ahbar ki yeni Müslüman olmuş yahudi din adamıydı ve şimdi Müslüman din adamı olmuştu. Peygamber’in halifesi –Osman- Kur’an’ın tefsirini ondan soruyor, Ali ve Ebuzer’in tefsirini doğru kabul etmiyordu!

     Osman, İran Hüsrevi ve Roma Kayserinin yönetim sistemlerini örnek aldığı yeni siyasi ve ekonomik sistemini hoş göstermek için riyakârane davranışlar da sergilemiyordu. Belki bunun nedeni böyle bir davranışın o günlerde etkisinin olmayacağıdır. Çünkü hem halk, İslam rejiminin nasıl olduğunu gözleriyle görmüştü, hem de Osman’ın sarayı İslami bir süs verilemeyecek kadar yüzsüzdü.

        Osman, İslam’da ‘ilk kez’ ortaya çıkan bidatlerin eksik fihristidir. İlk kez lider unvanıyla sarayda oturuyor, ilk kez resmi muhafız alayı oluşturuyor, ilk kez özel meclis oluşturuyor, ilk kez kapıcı kullanıyor, ilk kez sıradan halk yığınlarıyla halife ilişkilerinde aracı kullanılıyor, ilk kez Beytül Mal halifenin emrine veriliyor, Beytül Mal’ın bekçisi mescide gidip Beytül Mal’ın sahibi olan halka, halife karıştığı için kilidi size verip istifa ediyorum, istediğinizi yapın diyor, ilk kez siyasi tutuklu ortaya çıkıyor, ilk kez bir Müslüman halifenin yöntem ve davranışlarına karşı çıktığı için takibata uğruyor, ilk kez siyasi sürgün yaşanıyor, ilk kez bir kişi devlet tarafından işkence görüyor , ilk kez Kur’an siyasi demagoji aracı oluyor, ilk kez hükümdar halkın kaderini ele alıyor, yasal ve İslami sorumluluktan muaf tutuluyor, ilk kez ırk ve akrabalık bağı siyasal ve toplumsal ilerleme aracı oluyor, ilk kez tekelcilik siyasi arenada halifeye bağlanıyor, bir makama gelmek için gereken takva ve İslam yerini yakınlık ve siyasete bırakıyor, ilk kez sınıf sömürüsü, ayrımcılık sermayecilik [hazine], seçkinlik, cahili değerler, kabileci ruh, yaş, servet, ırk, şahsiyetperestlik ve kabilecilik; İslami kardeşlik, manevi değerler ve toplumsal eşitliğin önüne geçiyor, ekonomik ayrıcalık; takva, cihad geçmişi, Peygamber’e yakınlık, Kur’an’a vukufiyet ve kişisel liyakatten önemli oluyor, ‘Hükümet’ ruhu ‘İmamet’ [Önderlik] ruhuna tercih ediliyor, ‘Muhafazakâr sistem’, ‘Devrimci harekete’, ‘Dini, insani ve ekonomik tekelcilik’, ‘Halkçılık, eşitlik ve İslami özgürlüğe’ –ki İslam’da sıradan bir insan bile toplumun siyasi kaderinde aynı ölçüde sorumluluk sahibiydi-, halifenin şahsı ve aynı ölçüde büyük ashap ve tam anlamıyla maslahatçılık, hakikatperestliğe, siyaset mücadeleye, İslami slogan İslami hakikate, büyük ashap mü’minlere, sınıf ümmete, dar’ul hilafe mescide, kabileci eşrafiyet insani şerafete, eski cahiliye yeni devrime, bidat sünnete ve hülasa Ebu Süfyan’ın ehli beyti Muhammed’in ehli beytine galebe çaldı ve neticede Ali silahsızlandırıldı! Ve Ebuzer! Ali’nin, Ebubekir’in seçiminde ve Ömer’in tayininde yenilmesine üzüntüyle tahammül etti. Şimdi her şey bambaşka bir mecraya kaymıştır. Zorbalık, altın ve hile Peygamber’in hilafeti kılıfında ve tevhidin güzelliğinin arkasına sığınarak halkın –ki daima bu uğursuz teslisin kurbanı olagelmişlerdir- karşısına dikilmişti. Ebuzer artık sessiz kalamazdı.

          Ebuzer’in gerçekleştirdiği şeyin değeri sadece batıla karşı hakkı, küfre karşı dini, gaspçıya karşı hakkı ve hak sahibini ve nihayet bozulmaya karşı doğruluğu savunmasında değildir. Onun çehresini tüm devrimci ve mücahit çehreler arasında özel bir yere getiren şey, kesin teşhisi ve mücadeleyi doğru alanda yapmasıdır. Ebuzer doğru değerlendirmeyle tüm bozulmaların ana kaynağını buldu ve şunu gösterdi: Bu küfür, hak ve bozulma nedir? Neden kaynaklanmaktadır? Mücadelesinde külli yöntem, müphem terimler, ayrıntılar, zihni konular, hayalci, idealist, filozofâne, âlimâne, zihni entellektüelist, duygusal hüküm, arif ve mütekellimce yöntemlere –ki sonraları İslam toplumundaki çaba ve mücadeleler bu alana çekildi ve böylece iki temel şiar ‘imamet’ ve ‘adalet’ düşüncelerden uzaklaştı- dayanmadı. Malulu, illet yerine koymadı. ‘Nereden başlanması gerektiğini’ gösterdi, mücadelenin keskin tarafını nereye yöneltmek gerektiğini ortaya koydu ve yanlış çatışmanın, ayrıntıyla ilgilenmenin düşmanla mücadeleyi düşmanın istediği yöne sürükleyeceğini, bu durumda zafer kazanılsa bile hiçbir derde çare olunamayacağını ve düşmanın hiçbir zarar görmeyeceğini öğretti.

      Ebuzer mücadelesinin temel çizgisini sınıfsal ayrıcalığa karşı ve adalet için savaşım olarak belirledi. Bu iki şiar, o kadar geniştir ki, halife de onu ilan edebilir ve hilafetin propaganda araçları vesilesiyle yani minberler, mihraplar ve hakim resmi İslam’ın propagandacıları olan muhaddisler mübelliğler, vaizler, müfessirler, fakihler, hakimler... işine gelecek şekilde tevil edebilirdi. [Nasıl ki Safevi şiasında imamet, adalet, aşura, şehadet, gasp, velayet, va’dedilene iman... böyle oldu ve sadece kalıbı kaldı. İçi boşaltılıp zehir, uyku ve hurafe ilacı dolduruldu]. Bu yüzden Ebuzer –onun gibi çaba sarf edip İslam’ı Ali ve Muhammed’in İslam’ı yapmak için uğraşanlara bir ders de vererek- Kur’an’a döndü ve şiarını Kur’an’dan aldı:

          ‘Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele: bu [toplanıp saklanan altının, gümüşün] cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı gün, : ‘işte, kendiniz için topladığınız hazineler!’ denecek, ‘şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin tadını! ‘

            Altın ve gümüş sermayeciliği temsil eder. İnfak ‘çukur’ anlamına gelen ‘nefeke’den alınmıştır ki, bâb-ı if’alde ilk anlamının tersi anlamı kazanır. Yani çukurun doldurulması. Açıktır ki, burada kastedilen çukur, toplumda sermayecilik ve ekonomik sömürü sonucunda ortaya çıkmıştır. Buradaki çukur, toplumsal yaşamdaki eşitsizlik ve sınıfçılığın tabii sonucudur. Allah yolundan kasıt İslami terminolojide –Müslümanların terminolojisinde değil- insanların yolundadır. Sosyal konulardan bahseden tüm ayetlerde Allah ve insan sosyal yönden birbirlerinin yerine geçerler. İslam’ın Rabbi kendine ait adak, kurban, koku, tütsü... vs. istemez. Halka ait ve toplum için olan şey, Allah için olur. ‘Entekrezallahu karzen hesena...’ [4] Yani eğer halka güzel borç verirseniz... Allah yolu, Allah’ın malı, Allah’ın evi, Allah’ın hükmü, Allah’ın eli, Allah için, Allah’a doğru... Hepsi toplumda karşılık bulur. Halkın yoludur, halkın malıdır, halkın evidir. ‘Halk için kurulan en önemli ev, tüm halklara bir hidayet kaynağı olan Mekke’deki kutlu evdir.’ [5] Halkın yönetimidir, halkın elidir, halk içindir, halka doğrudur. Çünkü halk Allah’ın ailesidir ve böyle anlamayan, bu şekilde inanmak kendilerine zor gelen kişiler, diğer dinlerin kendi ilahları hakkında gösterdiği ilahi dünya görüşünün etkisindedirler.

         Mücadele başlıyor.

     Ebuzer Peygamber’in samimi ve yakın sahabisi makamındaydı ve Peygamber’in kendisi şu unvanları ona vermişti: ‘Sinesi dolup taşacak kadar ilim öğrenen kişi’. ‘Ne mavi gökyüzü ne de kara toprak Ebuzer’den daha doğru sözlü birini görmemiştir’. ‘Ebuzer’in hayâsı ve zühtü Meryem oğlu İsa gibidir’. ‘Ebuzer gökyüzünde, yeryüzünde olduğundan daha meşhurdur!’

     ‘Ebuzer bu yeryüzünde ve toplumda yalnız yol alır, yalnız ölür ve Kıyamet günü kabirler açılıp içindekiler grup grup haşrolunurken Ebuzer yalnız sahneye çıkar!’

      Mescitte oturuyor, amel edilmesi terk edilmiş ayetleri ve artık değinilmeyen ve değinilmesinde sorun ve sıkıntı olan Kur’an’dan veya Peygamber’in hayatından bazı konuları peş peşe halka açıyordu. Dönemin konusu –Osman zamanında- Kur’an’ın toplanması, tanzimi, hattının tashihi, bir nüsha çıkarılması ve bitmek bilmeyen kıraat, tecvid, noktalama bahisleri, keşmekeşler, tartışmalar, hassasiyetler, muhalefet ve hemfikirlilikler... Ve Ebuzer Kur’an’da ‘sermaye’ konusunu öncelemiş, sürekli sermaye biriktirenler ayetini ve hemen öncesindeki şu ayeti okuyordu:

       ‘Altın ve gümüşü toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, onlara [sonraki hayat için] çok çetin azabı müjdele.’

      Bu şekilde cephe almak karışıklığa sebep oluyordu. Halifenin kendisi Kur’an’ı toplayıp derlemeyle meşguldü. Kur’an’a inananlar halifeye müteşekkirdiler ve Kur’an’ın yâd edilmesi, halifenin de hayırla yâd edilmesini gerektiriyordu. Ve Ebuzer’in Kur’an’ı, halifenin eleştirilmesi, ona sinirlenilmesi, saldırılıp kınanması neticesini veriyordu. Öyle ki hilafet sisteminin sesi yükselmişti: Ey Ebuzer! Kur’an’da sadece ‘Din adamlarının halkın malını yemesi’ ve ‘Mal toplayanlar’ ayeti mi var?

    Ebuzer biliyordu ki, her dönemin bir sorunu ve her neslin bir şiarı vardır. Kur’an’ı sadece ‘Mukaddes bir şey’ olarak değil, ‘hidayet nuru’ olarak görenler, ‘Günün ayetleri’ne yaslanmalıdırlar. Ebuzer cevap verdi: Hayret ediyorum! Halife beni Kur’an okumaktan men mi ediyor? Ve günün ayeti olan bu ayetin ardından –ki artık vahiy, itikadi, tevhid, putperestlik, kıyamet, ruhun ebediliği ve Muhammed’in peygamberliğinde bir ‘sorun’ yoktu- Peygamber’in davranış ve sözlerini örnek gösteriyordu.

       ‘Aylar geçiyordu ki, Peygamber’in evinde yemek ateşi yanmıyordu’. ‘Peygamber’in evinde yemek çoğunlukla su ve hurmaydı’. O, kendini açlıkta imtihan ediyordu ve çoğunlukla açlığa dayanmak için karnına taş bağlıyordu. Giyimi, yiyeceği ve evi biz Suffa ehline teselli veriyordu. Yersizdik, çoğu zaman açtık, içimizden bir grup her gece onunla yemek yerdi, ne zaman evinde yemek pişirilse, bizi misafir ederdi. Bu arpa unu ve hurmayla yapılan bir yemekti!

      ‘Hiçbir toplanmış mal yoktur ki, sahibine ateş olarak dönmesin’. Allah Resulü’nün eşleri açlık ve zorluktan inliyorlar ve şikayet ediyorlardı. Peygamber onlara ya dünyayı isteyin, sizi boşayayım ya da beni ve fakirliği teklifini sundu.

     Allah Resulü’nün biricik kızı çok yoruluyor ve açlık çekiyordu. Peygamber en çok sevdiği varlıklar olan Ali ve Fatıma’nın kendilerine bir hizmetçi verme ricalarını kabul etmedi. Fatıma’nın yoksulluğuna ağladı; ama ona bir dinar bile vermedi’.
                                

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder