“Hele can boğaza gelip,
dayandığında Ki o sırada siz
(sadece)bakıp durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız;
ancak görmezsiniz. İşte o vakit,
eğer ceza görmeyecek iseniz,
eğer doğru söylüyorsanız onu
(çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.
” Vakıa: 83-87
“Allah ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi amel işlediğini
görmek için yarattı.”Ölüm hayatın diğer kolu, bir vücudun iki uzvu
ya da bir terazinin iki kefesi gibidir. Ölüm ile yaşam birbirinden
ayrılması çok güç iki siyam ikizidir. Bunları birbirinden ayrı
düşünmek birini yok ederek diğerini yaşatmaya çalışmak olur ki, bu
mümkün değildir. Bir teraziyi tek kefeli kabul edip, o kefeyi hem
tartan hem de tartılan olarak anlamak nasıl ki imkânsızsa, ölüm ve
hayatı da birinden birini, yok sayarak sadece birinin hayat olacağını
düşünmek de imkânsızdır. Ölümle yüzleşmeden, yaşamdan tat
almak mümkün değildir. Yaz günü tarlasına ektiği ürünün nasıl olup
olmadığını görmek istemeyen, onları sulayıp bakımını yapmaktan
kaçan, gördüğü zaman moralinin bozulacağını düşünen bir insan
nasıl olsa güz mevsiminde ürününü devşirmek için, hasat yerine
gidince gerçekle yüzleşeceğini bileceğinden, tüm korkuları gerçeği
görmesine nasıl ki engel değilse, ölüm gerçeğini yok sayarak onunla
yüzleşmekten kaçmak bizi hiçbir zaman rahatlatmayacak, aksine
huzursuz edecektir. Ölümsüz bir yaşam, yaşamsız bir ölümü
düşünmek imkânsızdır. Yaşam ve ölüm birbirinden ayrılmayan bir
bütünün iki parçasıdır.”De ki, benim ölümüm ve dirim… Âlemlerin
Rabbi Allah içindir…”
Ölümü hatırlamak, korku ve endişeleri beraberinde
getirmemeli, ölüm yaşama canlılık getiren bir kıvılcım olmalıdır.
Çünkü biri olmadan diğeri hep eksik kalacaktır. Ölümü hayatın
gecesi, diriliği de gündüzü olarak algıladığımız zaman nasıl ki,
akşam olduğunda uykudan kendimizi alabilmemiz imkânsızsa,
ölüm geldiği zaman da ondan kendimizi uzaklaştırmamız imkânsız
olacaktır. Bu hakikati bilerek yaşayan bireyler, ölüm gerçeğiyle
yüzleşmekten ve hayatı ona göre yaşamaktan zevk alırlar. Ölüm bir
başlangıç, gece ve gündüzün birbirini dengelediği 23 Eylül ve 21
Mart tarihlerindeki gibi bir dönüşümdür. Nasıl ki, eylül ayından
önce gündüzü yaşamak daha fazla ise, Eylül 23’ten itibaren de gece
uzamakta gündüzler yavaş yavaş kısalmaya başlamaktadır.21
Aralıkta nasıl ki, en uzun geceyi yaşıyorsak, işte bunun gibi ölümün
de mutlaka diriliğe üstün geleceği bir vakit olacaktır. Bunu bilen
insan mutlaka bu gerçekliği bilerek yaşamı daha zevkli ve huzurlu
bir hale getirerek mutlu ve sükûnet içinde yaşamaya çalışır.
Ölümle yüzleşmeyenler her zaman ölecekmiş gibi hayat
boyu ölü yaşarlar. Onlar için bir kere ölüm yoktur, her an ölüp ölüp
dirilirler. Bu ölüm, ölümü hatırlayarak rahat yaşamak değil, ölümden
korkarak ürkek ve tedirgin yaşamaktır. Bu tedirginlik sanal bir
hayat kurmaya insanı zorlar, insan buna sahip olduğu zaman hem
dünyasını hem de ahretini kurtardığını sanır, bilmez ki sanal
yaşamlar, her zaman hakikatin yerine konulmak ve onu unutturmak
için oluşturulan birer boş kuruntuların ürünüdür. Günümüz insanı
bu hakikatlerle yüzleşmemek için, kendisine her an yeni
meşguliyetler oluşturarak, ölümden biraz daha uzaklaştığını san-
maktadır. Oysa 21 Aralık’ın gelmesi nasıl ki kaçınılmazsa, ölümün
gelmesi de kaçınılmazdır. Bunu hayatlarına bir değer olarak
yerleştirenler, Rahman’ın huzur kanatları altında Onun rahmetiyle
kuşatılarak yaşarlar.
Ölüm gündeme geldiği zaman, biz, dünyadan elimizi
eteğimizi çekmemiz gerektiğini düşünmeye başlar, sonra da kanatlarımız
yana düşer yerden kalkacak mecalimiz kalmaz. Bu durum
ölümle yüzleşmek değil, ölümün hayattan kopardığı korkak ve
ürkek kuşlar gibi, bir avcının silah sesinden tedirgin hayat süren
zavallılardır. Yaşamın anlamı denge üzerine kurulur. Dünyası
olmayanın ahreti olmaz. Dünya ahretin tarlasıdır. Dünyada
ektiğimizi biçeceğimiz, onları devşireceğimiz zaman ahrettir. Bir
ürünü ekip, onu öylece devşirmeden ürününü almadan aklı başında
bir insanı düşünebilir misiniz? Buna verilecek cevap elbette ki hayır
olacaktır. Peki, soruyorum sizlere dünya yaşamı boyunca ekinini
ekip, onun ürününü devşirmeden bırakacak bir insan düşünebiliyor
muyuz? O halde ölüm ahrete göçüp tüm ektiklerimizi
devşireceğimiz zaman ise, neden bu anı istemeyi ya da o günün
gelmesini bir yok oluş olarak değerlendirip kendimize
yakıştıramıyoruz. Bu günü bir yok oluş olmaktan kurtardığımız ve
ektiğimiz tüm ürünlerin güz mevsiminde hasatlarını toplayacağımız
bir zaman olduğunu bilerek, onu arzulamayı düşünmediğimiz
sürece yaşam bizim için çekilmez bir zindan olacak; her gün ölüp
ölüp dirilen bir korkak ve ürkek zavallı olarak yaşam serüvenini
farkında olmadan noktalayacağız.
Ölmeyi bilmeyenler, aslında yaşamayanlardır. Yaşamak
ölmeyi bilmek ve ölümle birlikte yaşamaktır. Paranoyak yaşamak,
ölümü bilerek yaşamak değil, ölüm sonrasında karşılaşacaklarımızın
ne olduğunu bilmediğimizden septik ve tedirgin yaşamaktır. Bir
günün içindeki gece ve gündüze nasıl ki alışkın yaşıyorsak, ölümle
yaşam arasındaki bağlantıyı da bilerek hayatta rahat yaşamak zorundayız.
Yoksa hayatta bizi korkutacak birçok farkında olmadığımız
saikler bizi yaşamdan koparıp ölüm tuzağı ile yaşamla aramızdaki
bağı yok eder. Bu bağı birbirinden ayrı iki farklı değermiş gibi anlamaya
çalışanlar, ölümle asla yüzleşemezler. Ölüm bizim ensemizde,
bizse onun kucağında, umudun avucunda her gün büyüyen bir
hakikatle yüz yüzeyiz. O halde soruyorum başta kendim olmak
üzere tüm insanlara; bu hakikati hayattan uzaklaştırmanın imkânı
var mı? Dünya elde ettiğimiz maddi, pozitif, kazanımları arttırma
yeri değildir. Dünya yarın bize lazım olan gerekli hâsılatı
kaldıracağımız ürünleri yetiştirme tarlasıdır. Bu tarlaya ne
ekileceğini bilmeyenler tüm hatları birbirine karıştırır. Sap ile samanı
ayıramaz, buğday ile arpayı birbirine karıştırır. Bizim dünya
hakkında anlatmak istediğimiz hayatın özünü, münzevileşmek
olarak algılayanlar, maddi dünyada elde etmek istediklerine bir kılıf
geçirebilmek için peşinen reddetme yoluna gider. Böylesi karmaşık
beyinlerden kurtulmayı, hissetmeyen yüreklerden olmamayı
Rabbimiz bizlere nasip etsin ve ölüm gerçeğiyle yüzleşerek
yaşamamızı sağlasın.”Ölümün ne zaman nerede geleceği belli
olmaz, o halde biz onu her zaman her yerde karşılayalım ki, onunla
yüzleşmekten korkmayalım…”
Yıl:2010
Yer:Çengelköy/İst.
EROL KEKEÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder