25 Aralık 2024 Çarşamba

Filistin Zulmü ve Dünyanın Sessizliği: Adalet ve Gerçekler

Dünyanın dört bir yanında zalim ile mazlumun savaşı devam ederken, Filistin bu meselenin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Filistin'in yaşadıkları, sadece bir coğgrafyanın veya bir halkın çektiği acılar olarak kalmıyor; aynı zamanda dünyanın vicdanının da bir göstergesi haline geliyor. Ancak bu vicdanı gösterge maalesef çoğu zaman sessiz, suskun ve ilgisiz kalıyor.

Filistin halkı, yıllarca süren bir işgale ve teröre maruz kalıyor. Evlerinden edilen, çocuklarının hayalleri yok edilen, hatta hayatta kalma mücadelesi veren bu insanların sesi maalesef ki dünyada gereken yankıyı bulmuyor. İnsanın sorası geliyor: Neden Filistin'in sesi bu kadar cılız, fakat cevapsız? Neden bu adaletsizlik görülmezden geliniyor? Bu sorulara cevap bulmak için dünyanın şuan önünde bulunan sorunlara, önyargılara ve çıkar ilişkilerine derinlemesine bakmak gerekiyor.

Filistin’in Dramatik Tarihi ve Zulmün Kökleri

Filistin’in tarihini anlamadan bugünün çelişkilerini anlamak mümkün değildir. 1948'de İsrail'in kuruluşuyla birlikte Filistin topraklarında büyük bir trajedi yaşandı. Yüz binlerce Filistinli topraklarından sürüldü, köyleri yerle bir edildi ve o gün bugün devam eden acı bir işgal süreci başladı. Bugün Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs'te yaşananlar sadece tarihsel bir bağlama sahip değil; aynı zamanda ırkçı politikaların, baskının ve ekonomik yıldırma stratejilerinin bir sonucu.

Bu zulüm, masum çocuklardan yaşlılara kadar herkesi etkiliyor. Sadece 2023 yılında Gazze'de yaşanan hava saldırıları sonucu yüzlerce çocuk hayatını kaybetti. Yerle bir edilen hastaneler, yıkılan okullar ve günlük iş için temel işletme özgürlükler, bu insanların yaşam mücadelesini daha da zorlu hale getiriyor. Uluslararası medyada ara sıra kısa bir yer bulabilen bu olaylar genellikle yalın bir "şiddet sarmalı" veya "iki taraflı çatışma" olarak sunuluyor. Ancak bu şiddetin taraflar arasındaki eşitsizliklerini, işgalci ve işgal edilen arasındaki derin farkı görmezden gelmek büyük bir haksızlık.

Dünyanın Çifte Standardı

Filistin'in sesi çıkar, ancak dünyadan sadece kınama mesajları gelir. Bu sırada dünya sahnesindeki diğer zalimlerin durumuna bakıldığında, ironik bir şekilde, pek çok aktörün ne kadar "hassas" davrandığını görüyoruz. Ortadoğu’daki başka bir lider "zalim" ilan edildikten sonra kısa sürede o ülkelerde "demokrasiyi ve özgürlüğü getirmek" adına askeri operasyonlar başlatılır. Irak, Libya ve Suriye buna örnek verilebilir. Demokrasi adına görülen bu harekatların sonuçları acı verici olmuştur. Ancak aynı hassasiyet Filistin için neden gösterilmez?

Görülür ki mesele sadece zalimi durdurmak ya da mazlumu kurtarmak değil; çıkarları korumaktır. Zira Filistin, stratejik ya da ekonomik bir kazancı vadetmezken, Ortadoğu'nun başka toprakları için bu söylenemez. Çoğu kez "dünyaçı vicdan" sadece menfaatlerin peşine düşer.

Filistin ve Medya Manipülasyonu

Medyanın bu işlerde oynadığı rol yadsınamaz. Filistin meseleleri genelde karışık ve karmaşık bir şekilde sunulur, ta ki olaydan kopuk bir kamuoyu ortaya çıksın. Medyanın ayrımcılık güttüğü ise inkâr edilemez. Gazze'de öldürülen çocuklar sadece birer sayı, ancak başka bir yerde yaşanan sivil kayıplar detayıyla anlatılır. Medya çok kere mazlum olan Filistin halkı yerine, şiddet eylemlerini meşrulaştıracak başlıkları tercih eder. Bu da dünyada adalet algısını iyice bozar.

Zalim Kimdir? Mazlum Kimdir?

Zulmün tarifi çok açıktır: Hak gasbı ve adaletsizliktir. Filistin'de şu an olup bitenler, bir coğrafyanın tam anlamıyla haklarının gaspıdır. Buna karşı savaşan Filistin halkı "terörist" olarak damgalanıyor. Halbuki kendi topraklarında var olma mücadelesi veren bir halk terörist değil, tam anlamıyla mazlumdur. İsrail’in ise ileri teknolojik silahlarla yaptığı işler, çoğu insan hakları beyannamesine aykırıdır. Ancak "güçü elinde bulunduran", medya ve diplomasi yoluyla mazlumun sesini kısmayı başarır.

Filistin Örneğinden Alınacak Dersler

Adaletsizliğe karşı susmak, mazluma çektiklerini kabullenmek demektir. Filistin meselesi, sadece bir coğrafya sorunu olarak değil; dünyanın nereye gittiğinin bir göstergesi olarak görülmelidir. Eğer zalime karşı durulacaksa, bu duruşun etik ve tutarlı olması gerekir. Bugün Gazze’ye susanlar, başka bir mazlumun hakkı için "kahramanca" konuşabilir mi?

Son olarak şu açıkça belirtilmelidir ki:

  • Filistin halkının çıkışı ve direnişi, insanlık tarihine mal olmuş şerifli bir çaba olarak algılanmalı.

  • Dünya devletlerinin, işgalciye sağladığı siyasal ve askeri destek son bulmalı.

  • Sadece ekonomik çıkarlar göz önüne alınarak mazlumlara "yarım destek" verilmesinden vazgeçilmeli.

Bahadır Hataylı/24.12.2024/Sancaktepe/İST

Türkiye’nin Sosyoekonomik Gerçekleri ve Sorular


  1. Türkiye, bir zamanlar medeniyetlerin kesiştiği, umudun ve refahın sembolü olarak bilinen topraklarında, şu an köklü bir ekonomik ve sosyal buhranı yaşamaktadır. Ancak bu krizler sadece rakamlarla ya da yüzeysel analizlerle açıklanamaz. Gündelik yaşamdan çıkan çığlıklar, pazarlarda, market raflarında, sokaklarda ve hatta evlerin içinde yankılanmaktadır. İsraf ve Yoksulluk: Derin KontrastlarBir tarafta sarayların ihtişamı, kamu binalarında savurganca kullanılan devasa bütçeler ve protokol masrafları… Diğer tarafta çöplüklerden yiyecek toplayan insanlar. Bu kontrast, adeta bir ülkede iki farklı dünyanın yaşadığını gözler önüne seriyor.

  2. Örnek 1: Bir yanda çok katlı, milyon dolarlık rezidanslarda yaşayan bir elit kesim varken, diğer yanda çocuğuna bez ve mama alamayan bir anne, sosyal medyada yardım çağrısı yapıyor.

    Örnek 2: 2023 yılında, bir bölgede belediye, milyonluk bir projeyi sadece itibar göstergesi olarak lanse ederken, aynı mahallede elektrik faturasını ödeyemeyen bir ailenin mum ışığında yaşadığı haber oluyor.

    Zamlar ve Market Rafları

    Her hafta gelen yeni zamlar, market raflarında adeta halkın umudunu siliyor. Bir kilo peynirin fiyatı her hafta gelen zamlarla yükseliyor. Rafların önünde duran insanların sessizce hesap yapıp sepetlerinden ürün çıkarması, toplumun dramatik öyküsünü fısıldıyor.

    Örnek: Bir kadın, markette kıvranıyor: "Kızımın istediği çikolatayı alamadım," diyor. Bu söz, bir annenin yükünü ve toplumsal vicdanın kaybını özetliyor.

    Geçim Savaşı ve Toplumun Parçalanışı

    Bir yandan artan fuhşiyat, diğer yandan borç batağına saplanan insanlar… Bunlar sadece özel hikayeler değil, toplumsal çöküşün önüne geçilmediğini gösteriyor. Çocukların geleceği, alın teriyle kazanılan paraların bir avuç azınlığa akıtıldığı bir sistemde güvence altına alınamaz hale gelmiş durumda.

    Örnek: Bir aile, elektrik ve su faturasını ödeyemediği için sokakta yaşıyor. Çocuklar okul yerine kağıt topluyor, bir başka aile ise kredi kartı borçlarıyla bunalımın eğiğinde intiharı seçiyor.

    Umutlar ve Umutsuzluklar-Çözüm Var mı?

    Bu ortamda, umutların diri kalması mümkün mü? Gün geçtikçe artan umutsuzluk, görmezden gelinen bir toplumsal tehlike yaratıyor. Gençler, geleceklerini yurtdışında ararken, ülkede kalanlar için her gün biraz daha dayanılmaz hale geliyor.

    Örnek: Mühendislik bölümü mezunu bir genç, asgari ücretle çalışıyor ve "Neden okudum ki?" diye soruyor. Bu soru, çöken eğitim sisteminin ve ekonomik politikanın bir çığlığı.

    Yetkililere Yönelik Sorular ve Uyarılar

    1. Neden İsraf? Milyonlarca TL sarayların yapımına, lüks makam araçlarına ve protokol masraflarına ayrılırken, halk çöplüklerde yiyecek arıyor. İsrafın azaltılması için hangi adımlar atılacak?

    2. Zamlar Nasıl Durdurulacak? Her hafta gelen zamlarla halkın körüklenen öfkesi, ekonomik planlama eksikliğinin bir sonucu mu? Bu konuda hangi somut tedbirler alınacak?

    3. Yolsuzlukların Hesabı Verilecek mi? Kimi çıkar gruplarına akıtılan kamu kaynaklarının hesabı neden sorulmuyor?

    4. Mazlumun Yanında Durulacak mı? Ev kirasını ödeyemeyen, çocuklarını doyuramayan ailelere hangi kalıcı yardım projeleri sunulacak?

    5. Gençlerin Geleceği Nasıl Kurtarılacak? Gençlerin ülkeden kaçışını engellemek için hangi reformlar planlanıyor?

    Toplumsal Adalet ve Refah Taleplerimiz

    1. Tüm kamusal israflar derhal sonlandırılmalı, şeffaf bir kamu maliyesi inşa edilmelidir.

    2. Asgari ücretle geçinmenin mümkün olmadığı kabul edilerek, yaşam standartlarına uygun bir asgari üret belirlenmelidir.

    3. Eğitim sistemi, piyasanın ve toplumsal ihtiyaçların önceliklerine göre yeniden dizayn edilmelidir.

    4. Güvenilir bir sosyal yardım ağı oluşturularak, yoksulluk sonlandırılmalıdır.

    5. Türkiye’nin geleceğini tüketen rant ve çıkar politikaları derhal sona erdirilmelidir.

    Bu çağrı, halkın çaresizlik çığlıklarını duyan herkes için bir farkındalık yaratma amacı taşıyor. Şu anda atılacak her adım, Türkiye’nin geleceğinin bir başka nesil için umut dolu olmasını sağlayabilir.                         Bahadır Hataylı/24.12.2024/Sancaktepe/İST

Göğün Tanıklığında Yanan Renkler



Gecenin en karanlık anlarından biri. Ayaklarımızdan dökülen ümitler ve içimizde sönmek üzere olan çıralarla bir çıkmazdayız. Öyle bir çağa düştük ki, zaman ve zemin, büyüklerin ellerinde bir kılıf olmuş; içine sığdırılamayan ruhlar, kendi renklerinden mahrum edilmiş. “Zamanın ve zeminin rengine bürün” diyen bir sesi hatırlıyorum. Ama ben diyorum ki: Zamanın da zeminin de rengine bürünme; yoksa kendi rengini kaybedersin.

Ne gariptir ki, böyle bir çağda herkes çok renkli gözükmek istiyor ama kimse kendi rengine sadık değil. Renk cümbüşü diye adlandırdığımız, aslında gri bir dünyanın sahte şallısından başka bir şey değil. Bir sahne kurmuşlar; kimimiz oyuncu, kimimiz izleyici. Ama sahnenin ardında dönen oyunun ne kadar farkındayız? Hepimiz birilerinin çarkında tükeniyoruz. Peki, neden kendi rüzgârımızı yaratmıyoruz?

Bir bak kendine! Kendi rengini kaybedersen, hikâyeni de kaybedersin. Zamanın da zeminin de bir anlamı kalmaz. Sen olmadığın sürece, varoluşun eksik kalacak. Kendi rengini bulmak, kendi hikâyeni yazmaktır.

Değirmenin Altında Kaybolanlar

Dünyayı bir değirmen gibi düşün. Her birimizin omuzlarına yüklenmiş çarkı, kimlerin döndürdüğünü fark ediyor muyuz? O değirmen bizi öğütürken kimse ses çıkarmıyor. Görmeyen gözler, duymayan kulaklar, akıl yoksunu zihinler... İşte böyle kayboluyoruz. Başkalarının renginde yok olup gidiyoruz.

Başkaları “Seçenekler yok” diyerek seni kendi hikâyelerine mahkûm ediyor. Ama aslında seni kendinden uzaklaştıran bir oyun bu. Senin kendi renginle dünyayı güzelleştirme ihtimalinden korkuyorlar. Çünkü kendi rengini bulduğun anda onların maskesi düşer.

O cenderenin rengine boyanmak zorunda mısın? Değirmenin altına girmek zorunda mısın? Hayır! Sen kendi rengini bulduğun an dünyayı değiştirebilirsin. Kendi hikâyeni yazabilir, insanlığa yeni bir nefes olabilirsin.

Renkleri Yok Olan Bir Toplum

Toplumlar, kendi renklerini kaybettikçe griye boyanıyor. Rengini unutan insanlar, özgünlüklerini yitiriyor. Sahte renklerin ardında saklanıp duran bir kalabalık düşünün. Kendi gerçekliğinden korkan, varoluşunu sorgulamaktan kaçan bir kalabalık. Oysa renkler, insan sayısı kadar çeşitlidir. Her birimizin bir hikâyesi, bir tonu vardır. Ama bu tonları birleştirip kendi rengine boyamak isteyenler var. Onlar, renksiz dünya yaratmaya çalışan zalimler.

Çıplak kral masalını hatırlıyor musunuz? Bir kral, üzerinde elbise olmadığı halde herkesin ona hayranlıkla baktığını düşünmüştü. Çünkü kimse gerçeği söylemeye cesaret edemiyordu. Bugün de aynı durumdayız. Sahte renklerle bezeli dünyada, kimse kendi rengini aramaya cesaret edemiyor. Ama gerçek özgürlük, kendi rengimizi bulduğumuzda başlar.

Kendi Rengini Bulmak

Kendi rengini bulmak, kendini bulmaktır. Her insan, kendi rengini taşır. O renk, onun ruhunun ve varoluşunun özündedir. Ama bu rengi bulmak için çaba lazımdır. Başkalarının sana boyadığı renkleri silip atmalısın. Kendi özünü keşfetmelisin.

Ama cesaret olmadan bu mümkün değildir. Kendi rengini bulduğun an, çevrendeki sömürüyü de fark edersin. Seni susturmaya çalışan sistemin maskesini düşürürsün. Onların oyununu bozar, yeni bir hikâye yazmaya başlarsın.

Kendi rengini bulduğun anda, bu dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilirsin. Zaman ve zemin seni değil, sen zamanı ve zemini değiştirirsin.

Bahadır Hataylı/11.09.2024/Sancaktepe/İST

Gerçek Güç-Bırakmanın Bilgeliği


Hayatta, çoğu insanın göz ardı ettiği bir gerçek vardır: Gerçek güç, bir şeye tutunmakta değil, onu ne zaman bırakmanız gerektiğini bilmekte yatar. Ancak bu sözün derinliğini anlamak, onu hayata uygulamak kadar kolay değildir. Bir şeyi bırakmak, genelde zayıflık veya teslimiyet olarak algılanır. Oysa, bırakabilmek, cesaret, bilgelik ve öz farkındalık gerektirir. Bu yazı, hayatın farklı alanlarında tutunma ve bırakma arasındaki hassas dengeyi sorgulayacak ve bırakmanın nasıl bir güç kaynağı olduğunu açıklayacaktır.

Tutunmak-Güvenli Alanın Tuzakları

İnsan doğası gereği belirsizlikten kaçınarak kendini güvende hissettiği alanlara tutunmaya çalışır. Ancak bu güvenli alanlar, bazen bizi zincirleyen prangalara dönüşebilir. Eski işimiz, toksik bir ilişkimiz, hepsi bir noktada artık bize hizmet etmemeye başlar.

Tutunmak, genellikle alışkanlıklardan ve korkulardan beslenir. Bir şeye tutunarak hayatımızın kontrolünün elimizde olduğunu hissederiz. Ancak gerçek şu ki, bazen kontrol ettiğimizi düşünürken, kontrolün aslında bizim elimizden kaydığını fark etmeyiz. Eski düzenimizi koruma çabası, bizi yeniliklerden ve büyümekten alıkoyar.

Bırakmanın Zorluğu-Belirsizliğe Adım Atmak

Bir şeyi bırakmak, bir bilinmeze adım atmaktır. Bu da korkutucudur. İnsan zihni, bilmediği alanları tehlike olarak algılama eğilimindedir. Şu sorular zihnimizde yankılanır:

  • Ya daha kötüsüyle karşılaşırsam?

  • Ya pişman olursam?

  • Ya bu kararla her şeyi kaybedersem?

Ancak bu soruların ötesine geçmek, büyümeyi ve özgürleşmeyi beraberinde getirir. Belirsizlik, aynı zamanda yeni fırsatların kapısıdır. Eski bir kapıyı kapatmadan yeni bir kapının açılamayacağını kabul etmek, bırakmanın ilk adımıdır.

Hayatın Farklı Alanlarında Bırakabilmek

  1. Toksik İlişkilerden Kurtulmak

    İlişkiler, hayatta bizi en çok etkileyen alanlardan biridir. Ancak bazı İlişkiler, destekleyici olmaktan çıkıp tüketici hale gelir. Bir dostluk, bir aile bağı ya da romantik bir ilişki, artık size zarar veriyorsa, bunu bırakabilmek büyük bir güç gerektirir.

    Örnek: Bir çift düşünün. Birbirlerini seviyor gibi gözükseler de, her gün tartışmalarla, saygı eksikliğiyle ve acıyla geçiyor. Bu çiftin bütün enerjisi, sorunların üstesinden gelmeye çalışmak yerine, birbirini yıpratmakla tüketiliyor. Böyle bir durumda, bırakmak, hem kendi mutluluğunuz hem de karşı tarafın mutluluğu için gereklidir.

  2. Kariyerde Değişim Cesareti

    İşinizi bırakmak, birçok insan için çok zor bir karardır. Maddi güvenlik, alışkanlıklar ve toplumun baskısı, bu karanın önünde büyük engellerdir. Ancak artık size heyecan vermeyen, sizi geliştirmeyen bir işte çalışmak, ruhsal çöküntüye neden olabilir.

    Örnek: Bir bankada yıllarca çalışıp kariyerinde başarılı olmuş birinin, aslında sanatla ilgilenmek istediğini fark etmesi ve bankacılığı bırakıp resim yapmaya başlaması, büyük bir cesaret örneğidir. Bu kararla, kendi rengine sadık kalarak daha anlamlı bir yaşam sürebilir.

  3. Geçmişi Bırakmak

    Geçmişte yaşanan travmalar, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar, bırakılması en zor olanlardandır. Ancak bu yükleri taşımaya devam etmek, sadece geleceği karartır. Geçmişi bırakmak, onu unutmak anlamına gelmez; aksine, ondan öğrenip yolunuza devam etmek demektir.

    Örnek: Bir çocukluk travmasından dolayı yıllarca kendini yetersiz hisseden bir bireyin, terapi ve öz farkındalık yoluyla bu travmayı kabul etmesi ve onun etkisinden kurtulması, bırakmanın ne kadar dönüştürücü olabileceğini gösterir.

Bırakmanın Getirdiği Güç ve Özgürlük

Bırakmak, sadece bir son değil, aynı zamanda bir başlangıçtır. Tutunduğunuz şeyleri bıraktığınızda, yeni bir alan yaratırsınız. Bu alan, kendinizi yeniden keşfetmek ve potansiyelinizi ortaya çıkarmak için bir fırsattır.

Özgürlük: Bırakmak, sizi tanımlayan sınırlardan kurtarır. Kendinizi bağlı hissettiğiniz şeylerden özgürleşerek, daha hafif ve daha esnek bir yaşam sürebilirsiniz.

Cesaret: Bir şeyi bırakmak, cesaret gerektirir. Bu cesaret, sadece hayatınızı değil, aynı zamanda başkalarına olan bakışınızı da değiştirir.

Büyük Yolculuklar: Hayatta en önemli yolculuklar, eski şeyleri geride bırakıp yeni maceralara atıldığımızda başlar. Bu yolculuk, kendinizi daha derinden anlamanıza olanak tanır.

Kendi Hikayenizi Yazın

Gerçek güç, hayatta her şeye tutunmakta değil, artık size hizmet etmeyenleri bırakabilme cesaretinde saklıdır. Bırakmanın kolay olmadığı açıktır. Ancak, bu cesareti gösterdiğinizde, hayatınızın kontrolünün yeniden size geçtiğini fark edersiniz. Geçmişin zincirlerinden kurtulup, kendinizle baş başa kalmanın ve özgür bir yaşam sürmenin tadına varırsınız.

Unutmayın: Kendi hikayenizi yazmak, hangi sayfaları yırtıp hangi yeni sayfaları dolduracağınızı bilmekle başlar. Ve bazen, en büyük cesaret, o eski sayfaları bırakabilmektir.

Bahadır Hataylı/21.12.2024/Sancaktepe/İST

Turkiye Sorunlar Manifestosu

Bugün öyle bir tablodayız ki, ülkemizin her köşesinden yükselen çığlıklar, yılların biriktirdiği sorunların bir patlamasını andırıyor. Savurganlığın zirveye ulaştığı, itibarın saraylarla ölçüldüğü, şatafatın günlük yaşamı hiçe saydığı bir ortamdayız. Bu sözde “itibar” yarışı, çöplüklerden ekmek toplayan insanların, kira borçlarıyla başa çıkamayan ailelerin ve buhranın eşiğinde can veren yurttaşların gerçekliğine perde çekemez.

Peki, bir ülkede umutların ayakta kalması mümkün mü?

Günlük Yaşamın Gerçeklikleri

Market raflarında her geçen gün fiyatlar biraz daha yükseliyor. Temel gıdaya erişim, bir lüks haline gelmiş durumda. Yoksulluk çizgisinin altında yaşayan milyonlar, her gün yeni bir zam haberiyle sarsılıyor. Elektrik, su, doğal gaz fatura; artık bu ülkede çalışan çoğu bireyin bile altından kalkamayacağı yüklenmeler haline geldi.

Bir yanda saraylarda verilen şaşalı davetler, diğer yanda çöpten sebze-meyve toplayan insanlar... Bu tablonun doğruluğu, sadece sokakta gözlem yaparak dahi anlaşılabilir. Şehirlerin varoşlarında büyüyen sessiz çığlıklar, günlük yaşamın acı gerçeklerini anlatıyor. Aileler, çocuklarına bir öğün daha yemek verebilmek için kredi kartı borçlarıyla boğuşuyor.

Fuhşun ve Toplumsal Çöküşün Yayılması

Geçim sıkıntısı o kadar derinleşti ki, bazı insanlar hayatta kalabilmek için ahlaki ve toplumsal değerleri terk etmeye zorlanıyor. Fuhşun yaygınlaşması, sadece ekonomik sıkıntılardan kaynaklanmıyor; aynı zamanda toplumsal değerlerin hiçe sayıldığı bir ortamın da sonucudur. Genç nesiller, ahlaki çöküşün şaşırtıcı bir hızla yayıldığı bu düzende yetişiyor. Bu, ülkenin geleceğine vurulan bir darbedir.

Umutlar Nasıl Canlı Kalabilir?

Umudun ayakta kalabilmesi için öncelikle insanca yaşama hakkının sağlanması gerekir. Bir çocuğun yırttığı defteriyle okula gitmek zorunda olduğu, bir annenin çöpten yiyecek topladığı, bir babanın çaresizlikten ailesine hınç duyduğu bir ortamda umut çok zor bulunur.

Yetkililere Sorgulama ve Ültimatom

Artık susmak, bu ülkeye ihanet etmekle eşdeğerdir. Yetkililere açık şu soruları sormak gerekiyor:

  1. Bu Savurganlık Nereye Kadar? Saraylar, şaşa ve gösteriş peşinde koşan bir yönetimin halkı yoksulluktan kurtarma ihtimali var mı? Halkın parasıyla yapılan bu şaşa, hangi toplumsal faydaya hizmet ediyor?

  2. Ekonomik Eşitsizliklere Ne Zaman Dur Denilecek? Elektrik, doğal gaz, su gibi temel ihtiyaçlara gelen fahiş zamların arkasında kim sorumlu? Neden bu kadar büyük bir ekonomik adaletsizlik var?

  3. Gençliğin Geleceği Neden Feda Ediliyor? Gençlerin, ülkelerinden kaçıp gitmek zorunda bırakıldığı, yurtdışına şans aramaya çıktığı bir ortamı kim yarattı?

  4. Toplumun Ahlaki ve Sosyal Çöküşü Neden Durdurulamıyor? Geçim sıkıntısından kaynaklanan ahlaki yozlaşmayı neden önlemek için hiçbir adım atılmıyor? Yetimlerin, yoksulların sesi neden duyulmuyor?

  5. Halkın Güveni Neden Yok Edildi? İMF ve Dünya Bankası gözetiminde yürütülen programlar, halkın fakirliğini dış borçlara şahadet eden bir seviyeye getirdi.

  6. Yaşam Koşullarının Zorlaştığı Bu Düzende Kim Hesap Verecek?

    Her artan zam bir çocuğun okuldan kopmasına, ihtiyacı karşılamayan her maaş bir ailenin dağılmasına sebep oluyor. Toplum yükün altında eziliyor .

Yanlış Yapmaktan Korkma-Cesaretin ve Öğrenmenin Yolculuğu

İnsan olarak hepimiz hata yaparız. Bu, insana özgü bir gerçektir. Ancak yanlış yapmaktan korkmak, bizi öğrenmekten, büyümekten ve gelişmekten alıkoyar. Hatalar, hayatın bize sunduğu en büyük öğretmenlerden biridir. Her hata, bize yeni bir şey öğretir, farklı bir bakış açısı sunar ve bir sonraki adımımızı daha sağlam atmamızı sağlar. Yanlış yapmaktan korkma, çünkü yanlışlar senin başarı yolunda nasıl ilerleyeceğini gösteren işaretlerdir.

Bir düşün; bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi için kaç kez düştüğünü. Hiçbir çocuk düşmekten korktuğu için yürümekten vazgeçmez. Aksine, her düşüş ona daha iyi denge kurmayı, ayakta durmayı ve sonunda yürümeyi öğretir. İşte hayat da böyledir. Yanlış yaparak öğrenir, hatalarımızdan ders alarak ilerleriz.

Yanlışlar aynı zamanda bize yaratıcı yollar sunar. Dünyanın en büyük buluşlarından bazıları, başlangıçta "yanlış" olarak görülen deneyimlerden doğmuştur. Örneğin, penisilinin keşfi tamamen bir tesadüf, hatta bir "hata" sonucu gerçekleşmiştir. Bu hata, milyonlarca insanın hayatını kurtaran bir tedavi yöntemine dönüşmüştür. Hatalarını öğretmenlerin olarak gör. Onlar, seni güçlendiren, yeni yolları anlaman için fırsatlar sunan araçlardır.

Eleştiri Almaktan Korkma

Eleştiriler bazen can yakıcı olabilir, ama unutma ki eleştiriler seni daha iyi bir duruma taşımak için gereklidir. Eleştiriyi bir saldırı olarak değil, bir rehberlik aracı olarak gör. Eleştiriler, seni şekillendiren, incelten ve cilalayan ustanın çekici gibidir. Leonardo da Vinci'nin "Mona Lisa" tablosunu yaparken kaç kez düzeltme yaptığını düşünebiliriz. Belki de eleştiriler olmasaydı, bu şaheser ortaya çıkmazdı.

Hayatında aldığın her eleştiri, aslında sana bir şeyler anlatmaya çalışır. Belki daha dikkatli olmanı, belki bir şeyleri farklı yapmanı, belki de sadece daha sabırlı olmanı. Eleştiriler, seni geliştirmek için bir fırsattır. Bu yüzden eleştirilerden korkma, onları kucakla. Her eleştiri, seni daha güçlü ve daha yetkin bir birey yapar.

Dışarıdan Nasıl Göründüğünü Önemseme

Başkalarının ne düşündüğünü sürekli önemseyen bir insan, kendi hayatını yaşamaktan vazgeçer. Dışarıdan nasıl göründüğünü önemsemek, kendi iç sesini susturmak demektir. Oysa herkesin algısı, kendi deneyimleri ve ön yargılarıyla sınırlıdır. Senin kim olduğunu, neler yapabileceğini ve neye inanman gerektiğini başkaları değil, sadece sen belirleyebilirsin.

Bir örnek düşünelim: Bir ağacın meyve verdiği için eleştirildiğini. Ağacın, "Başkaları ne der?" diye düşünerek meyve vermekten vazgeçtiğini hayal edebilir misin? O zaman ağaç, doğasına ihanet etmiş olurdu. Aynı şekilde, sen de dışarıdaki seslere fazla kulak verirsen, kendi doğanı inkar edersin. Kendi doğrularını bul, kendi hikâyeni yaz ve bu hikâyede başkalarının senin yerine karar vermesine izin verme.

Pes Etmekten Kork

Pes etmek, ilerlemenin ve başarının önündeki tek gerçek engeldir. İnsanlar genellikle başarısızlık korkusuyla pes ederler, ama bu korku, gerçek potansiyellerini ortaya çıkarmalarına engel olur. Thomas Edison, ampulü icat ederken binlerce kez başarısız olduğunu söylemiştir. Ama pes etmemiştir. "Başarısız olmadım, ampulün çalışmayacağı binlerce yolu buldum," demiştir. İşte bu, pes etmemek için güçlü bir örnektir.

Tutkunu ve inancını kaybetmekten kork. Çünkü insanı yaşatan, ona yön veren ve karanlık zamanlarda yolunu aydınlatan bu iki güçlü kuvvettir. Tutku, seni ileriye taşır; inanç ise o yolda yürürken seni ayakta tutar. Hayatta zorluklarla karşılaştığında, tutkunu ve inancını hatırla. Onlar, seni yeniden ayağa kaldıracak ve yoluna devam etmeni sağlayacaktır.

Yerinde Saymaktan Kork

Hareket etmeyen bir taş, yosun tutar. Yerinde saymak, yaşamın sunduğu sınırsız fırsatları göz ardı etmek demektir. Yaşam, sürekli bir akış ve hareket halindedir. Sen de bu akışa dahil olmalısın. Hareket et, düş, kalk, ama asla durağan kalma. Hayatın sunduğu her fırsatı değerlendir ve kendini sürekli geliştir.

Büyük işler başarmış insanların ortak bir özelliği vardır: Onlar, asla yerinde saymazlar. Bir hedefe ulaştıklarında, bir sonraki hedeflerini belirlerler. Başarısız olduklarında ise tekrar denerler. Yerinde saymak, insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüklerden biridir. Bu yüzden harekete geçmekten korkma. Denemekten korkma. Çünkü denemediğin her şey, zaten kaybettiğin bir fırsattır.

İçindeki Işığı Koruyarak İlerlemek

Senin içindeki ışık, dünyayı değiştirecek güce sahip. O ışığı koru, büyüt ve başkalarına da ilham ol. Hayatın her anında, her adımında, bu ışık senin yol göstericin olsun. İçindeki ışık, seni hem karanlık zamanlarda aydınlatacak hem de başkalarına yol gösterecektir.

Bir mum düşün. Kendisi yanarken etrafını da aydınlatır. Sen de bu mum gibi olabilirsin. Kendi ışığını korurken, başkalarının da ışığını bulmasına yardımcı olabilirsin. Hayatta yaptığın her şey, bıraktığın her iz, senin hikâyen olacak. O hikâye, başkalarına umut, cesaret ve inanç versin.

Cesaret-Korkuların Üzerine Git

Korkular, birer engel değil, aşılması gereken basamaklardır. Cesaret, korkuların üzerine gitmek ve onların seni güçlendirmesine izin vermektir. Hayatta cesaret gösterdiğin her an, aslında bir zafer kazanmış olursun. Bu zaferler, seni daha güçlü, daha kararlı ve daha cesur bir insan yapar.

Bir zamanlar, dağların zirvesine tırmanan bir dağcıya, "Zirveye ulaşmaktan korkmadın mı?" diye sorulmuş. Dağcı şu cevabı vermiş: "Korktum, ama korkumun beni durdurmasına izin vermedim." İşte hayatın sırrı da burada saklıdır. Korkularını tanı, ama onların seni durdurmasına izin verme.

Son olarak, hayatta ne yaparsan yap, her zaman kendine inan. İçindeki potansiyele güven. Senin hikâyen, başkalarına ilham verecek kadar değerli. Bu yüzden asla pes etme, asla durağan kalma ve her zaman ilerlemeye devam et. Hayat, korkularını yenme cesaretini gösterdiğin ölçüde güzelleşir.

Erol Kekeç/23.12.2024/Namazgah/İST

İslam ve İnsanlık-Kaybolan Güvenin Analizi



Yıllarca Allah'ın Resulü Müslüm tanımlarken şöyle dedi diye başladık söze. "Müslüman, elinden ve dilinden insanların güvende olduğu, emin olduğu kişidir." Bu söz, yüzlerce yıldır bir mızrak gibi zihinlerimizde taşıdığımız, ama hayatta karşılığını bir türlü bulamadığımız bir gerçekti. Geldiğimiz noktada ise bu sözün, çoğu zaman kâğıt üzerinde kalan, uygulamada eksik, bir anlamı kalmadığını fark ediyoruz. Müslümanın özü, kıyametler kopsa bile başkalarına sığınak olabilmesidir; oysa bugün bu öz, yerini başka şeylere bırakmış görünüyor.

Eğer Müslüman dendiğinde, "sizden olan ve olmayan herkesin" sığınabileceği bir liman olarak akla gelmiyorsanız, üstelik sığınılacak liman olmanın ötesinde, tahribat korkusuyla insanların sizden uzaklaşmasına sebep oluyorsanız, şunu kabul edelim ki, İslam'ın hayatta karşılığı yoktur. Burada sorun bireylerden öte toplumsal bir aynaya yansıyan özün kaybıdır. Ve bu noktada şunu da hatırlatmak gerekir: Kimse kendi hatalarının faturasını İslam gibi kutsal bir değere kesemez. İslam ile şekillenen insanlardır; İslam'ı terk eden ise, yine insanlardır.

Kur’an ve Hakikatin Dönüşümü

Mü'min Suresi'nde Hz. Musa'ya iman edenler der ki: "Rabbimiz! Bizi düşmanlarımız için bir fitne kaynağı kılma." Bu ayeti çok kez duymuşuzdur, ancak çoğu zaman nasıl bir gerçeğe işaret ettiğini düşünmeden tekrar ederiz. Bugün geldiğimiz nokta ise ne yazık ki daha acı bir tabloyu gözler önüne seriyor: Müslüman olduklarını iddia edenler, insanlık için bir fitne kaynağı haline gelmiş durumda. Bu durum, yanlışların ve kötülüklerin artık bir alışkanlık haline gelmesinin ötesine geçerek, doğrunun ve hakikatin yaşanmasını olanaksız kılmış bir toplumsal algıyı yaratmıştır.

Doğruluğun yerini pragmatizme, şeriata uygunluğun yerini şahsi çıkarlarının aldığı bir dönemde, yanlışları ve kötülükleri meşrulaştırma eğilimi doğruyu gölgelemiş, hatta doğruya olan ihtiyacı unutturmaya başlamıştır. Kötülükler, zamanla çoğu kişi tarafından olağan karşılanır hale gelir. Bu durumun önüne geçmek yerine ona zemin hazırlayan her anlayış, çürümeyi hızlandıran bir ifsat kaynağıdır.

Allah'ın Emirleri ve Toplumsal Gerçekler

Kur’an'ın ışığında, Allah'ın bizden istediklerini hatırlamak bu kargaşa içinde çıkış yollarından biri olabilir: "Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun." "Hakkın şahitliğini gereği gibi yapın." "İnsanlar arasında hayırlı bir topluluk olun." "İyiliği emredin, kötülükten sakındırın." "Ekini ve nesli koruyun." İşte bu emirlerin her biri, Müslüman toplumların bir zamanlar inşa ettikleri medeniyetlerin temel taşları olmuştur. Ancak ne yazık ki bu temel taşların yıkılmasına ve yerlerine çıkarları önceleyen sığ bir yaşamın yerleşmesine şahit oluyoruz.

İnsanlık için bir liman olmaktan çok uzak bir hale gelmişsek, burada sorumluluğu dışarıda aramadan önce kendimize bakmalıyız. "Birleştirilmesi gerekeni birleştirirsiniz." buyruğunu hayata geçiremeyen bir topluluğun, insanları birbirinden uzaklaştıran politikalara esir düşmesi kaçınılmaz olmuştur. İşte bu, yeryüzünde en büyük fitne kaynağıdır.

Dosdoğru Yaşamak-Kurtuluşun Reçetesi

Demek ki "Müslümanım" demek kurtuluşun sigortası değil. "Müslüman olarak teslim olup, dosdoğru yaşamak" asıl kurtuluşun anahtarıdır. Diğerlerinin tamamı ifsat kaynağıdır. Bugün yaşadığımız dünya, iyiliğin ve doğrunun ortadan kaldırıldığı, yaşanılır hale getirilen yanlışın bir mirasını bırakır olmuştur.

Bir toplumu şekillendiren onun ışığıdır. Bu ışık, İslam'ın özüne uygun bir şekilde parlarsa, o toplumun yüzü güler. Ama şayet bu ışık sönerse, toplum karanlığa mahkum olur. İş bu noktada, birey olarak başlamak zorundayız. Elimizi ve dilimizi, diğer insanlar için bir tehlike değil, bir umut ışığına dönüştürebiliriz. Doğruluk ve şahitlik, sadece sözde değil, yaşantıda yer ettiğinde gerçek anlamını bulur. Müslüman olmak sadece bir kimlik değil, bir hayat biçimidir ve bunu yeniden hatırlamak zorundayız.

Erol Kekeç/24.12.2024/Namazgah/İST