Bugün bir cumartesi sabahı... Gözlerimi açtığımda aklıma gelen ilk şey, şehirde dolaşmak ve bir simit eşliğinde insanları, sokakları, yaşamı izlemek oldu. Sıcak ekmek kokusuyla uyanan şehre adım attım. İlk durağım, köşe başındaki simitçi oldu. Bir simit satın alıyorum ve yavaş yavaş dolaşmaya başlıyorum. Görünen o ki, bu basit yürüyüş bile içinde pek çok gözlem barındırıyordu. Hayatın, insan ilişkileri, piyasanın ritmi ve sosyal dengeler, bir benzetme beraberliği adeta önümüzde sergileniyordu.
Pazarın hareketliliği, sokaktaki insanlar dikkatimi çekiyor. Çeşit çeşit insanlar… Kimisi elinde torbalarla pazardan dönüyor, kimisi kahve kokusu eşliğinde bir kafede kalıyor. Ama gözlemlerim sırasında farklılaşmış şeyler, bazı yüzdelerdeki gerginlik, yorgunluk ve umutsuzluktu. İnsanlar, dışarıdan ne kadar sakin görünse de, içlerinde birer fırtına taşınıyor.
Bir köşe başında oturan yaşlı bir amca dikkatimi çekiyor. Yanındaki pankartta “Bir simit parası...” yazıyor. Oysa elinde bulundurduğu eski bir gazetenin liderliği, ülkenin ekonomik büyüme rekorlarından bahsediyordu. İçimden şunu geçiriyorum: “Ekonomik büyüme nerede? Bu büyüme neden amcanın sofrasına ulaşamıyor?”
Yürüyüşüme devam ederken dikkatimi başka bir şey çekiyor: Kamu çalışanlarının her geçen gün çoğalmasına rağmen, özel sektör çalışanlarının giderek daha güç yaşadığı gerçeği... Bir zamanlar özel sektör, daha yüksek maaşlar ve daha iyi çalışma koşulları sunarken, bugün Sokaktaki gençlerle sohbet ediyorum. Kamuya atanma sürecinden bahsediyorlar. Birisi, sınavda yüksek puan almasına rağmen atanamadığını anlatıyor. "Bir görüşmeye çağırıyorlar, puanının yüksekliği önemli değil" diyor. Diğerlerini ise ekliyor: “Sadık olman yeterli.” Bu beni derinden düşündürüyor. Ülkede liyakat yerini sadakate bırakmışsa, bu durum bizi nereye götürebilir? Kamuda bir "kulluk bürokrasisi" mi inşa ediliyor? Eğer durum böyleyse, bu anlayışın sonucu toplum için hayırlı olabilir mi?
İleride genç bir adamla tanışıyorum. “Vergiler belimizi büküyor” diyor. “Elektriğe, doğalgaza, piyasa ürünlerine gelen zamlar zaten zor durumdayken bir de her gün yeni bir vergi kalemi ekleniyor.” Sözlerine ekliyor: “Peki, bu vergiler nereye gidiyor? Kamuda şişirilen kadroların maaşlarını ödemek için mi?” dünyada, toplumun omuzlarına yüklenen bu ağır verginin açıklamasını kim yapabilir? Eğer kamu rejiminin alım süreci liyakat yerine sadakatle belirleniyorsa, o zaman bu vergilerin amacı gerçekten toplumsal refahı artırmak mı yoksa bir “ulufe düzeni” mi inşa ediliyor?
Sokaktaki insanların yüzlerine baktıkça bir acı hissi büyüyor içimde. İnsanlar artık sadece günlük ihtiyaçlarını karşılamanın derdine düştüler. Umut yok, güven yok, adalet yok… Bir vatandaş olarak, bu adaletsizlikleri sorgulamak benim görevim değil mi? İnsanlar sessizleşmiş, hatta sindirilmiş durumda. Oysa yönetimin görevi devam ediyor, insanlara umut ve güven vermek değil mi? Ama görünen o ki, farklılıkları sindirerek, muhalifleri bastırarak ve doğruyu söyleyenlere “provokatör”, yanlışı eleştirenlere “vatan haini” damgası vurarak bunu başarmaya çalışıyorlar. Bu anlayışın bizi götüreceği yer olabilir mi?
Sokakları adımlarken, toplumun ekonomisi, toplum olarak ikiye bölünmüş durumda: Bir tarafta devasa kamu kurumlarında şişirilmiş kadrolarla güvenceli bir yaşam sürenler, diğer tarafta özel masraf asgari ücretle hayatta kalanlar. Ama bu ayrımlar sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve psikolojik bir uçurumu da beraberinde getiriyor.
Özel kurumda çalışan bir öğretmenle tanışıyorum. “Geçmişte özel kurumlarda maaşlar çok daha sağlıklı” diyor. “Ama artık kamuda çalışan, çalışanlarımızdan çok daha iyi durumda. Peki, bu kadrolara nasıl alınıyorlar? Bir sınav yapılıyor, ama sonrasında puanın önemi kalkıyor. Görüşmelere çağırıyorlar ve liyakat yerini sadakate ve tanıdığa bırakıyor.”
Bu durumu düşününce düşünce şu şekilde geliyor: Eğer liyakat yerine sadakat ön planda tutulursa, gelecekte evrensel nasıl bir düzen inşa edilebilir? Liyakat, bir toplumun ilerlemesi için temel taşlardan biri değil midir? Ama biz toplum olarak bu özelliğe hasret kaldık, gördüğüm kadarıyla sadakat liyakatin ön koşulu haline gelmiş...
Son olarak, toplumda dikkatimi çeken bir başka konu, dinin nasıl araçsallaştırıldığı... Yönetim, dini söylemleri ve sloganları kullanarak insanları hipnoz etmeye, adaletsizlikleri örtmeye çalışıyor gibi görünüyor. Ama bu anlayışın insanlara nasıl zararlı uygulamaları olduğunu göremiyorlar mı? İnsanlar artık sorgulamaz, düşünmez hale gelmiş durumdadır. Ama bu sorgulamaların yapılmadığı bir toplum nasıl ileriyi görebilir? Çarşıdaki bu sessizlik, bir tür kabullenme mi yoksa içten içe büyüyen bir öfkenin habercisi mi, çözemiyorum.
Bir vatandaş olarak, adaletsizlikleri ve sorunları dile getirmek benim görevimdir. Yönetime kimse “kral çıplak” demiyor olabilir. Ama ben bunu söylemek zorundayım. Çünkü doğruyu dile getirmek, bir vatandaşın en temel sorumluluğudur. Eğer adaleti, yaşamı ve toplumsal huzuru yeniden inşa etmek istiyorsak, önce bu sorunların kabul edilmesi ve çözüm yollarının bulunması gerekir.
Bahadır Hataylı/30.11.2024/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder