Toplumsal yaşamda insanlar geleceği karanlık gördüklerinde
bir belirsizlik içindeki yaşamlarını noktalayarak sonlandırmayı düşünüyorlar.
Ayrıca yaşamda alacağı zevklerin hepsini tatmış olanlar, o zevklerden sonra
aynı tekrarlarla bu zevkleri yaşamaya bir anlam veremediklerinden yaşamlarına
son noktayı koyuyorlar. Gelişmiş toplumlar ile gelişmemiş toplumlar arasındaki intihar
ayrımlarını bu iki açıklama ortaya koyuyor.
Ülkemiz gerçekliği dikkate alındığı zaman 2002 yılından bu
yana intiharların her geçen gün yükselerek devam ettiğine şahit oluyoruz. TÜİK’in
raporlarında bunları görmek mümkün…2019’yılından sonra ülkemizde intiharlar
giderek hızlanmaktadır. Bu ölümlerin sebepleri arasında en önemli olanları,
geleceğin belirsizliği, yaşanılanlar arasında çelişkilerin fark edilmesi ve
bunların insanı bıktırır duruma getirmesi, ekonomik zorluklar geçim sıkıntısı,
hayallerin tükenmesi, umutsuzluk, geçimsiz ailelerin çocuklarının uyuşturucuyla
dengelerinin bozulması, aile içi geçimsizlik, iyileşmeyen hastalıkların verdiği
acıları dindirme girişimi, yalnızlık duygusu ve kalabalıklar arasına karışamama,
içe kapanıklık vs.
Bu ölümlerin içinde en çok göze çarpanı ise, devam eden geçim
sıkıntısı ve güvenin kaybolması. Her ne kadar yukarıda sayılan intihar
girişimlerinin çeşitli sebepleri olsa da bazılarındaki ölüm oranları çok
sınırlı ancak ekonomik yaşamın zorluğu, gelecek belirsizliği, toplumsal yaşamın
artan stres dalgası, yaşanılan olumsuzlukların gelenek haline gelme endişesi ve
bunların iyileşme imkanına inancın kaybolması, en önemli etkenlerden biri de
ülkenin politik algısının liyakatlerine dikkat edilerek insanları istihdam
etmemesi anlayışına olan inanç, ne yaparsa yapsın istediği bir yere gelmesinin
imkansız olduğuna inancı intiharları ve iradesizliği yaygın hale getiriyor.
Ülkenin her yanına açılan üniversiteler iktidardaki politik
algıyı rahatlatmış olabilir, ancak insanların sorunlarına bir çözüm olduğuna
dönük inanç oluşturamamıştır. Çünkü üniversiteden mezun olan altı öğrenciden biri
ancak iş bulup çalışabiliyor. Dolayısıyla bu uygulamanın ne kadar doğru ve
tutarlı olduğu yaşamdan alınan örneklerle sorgulanmaya başladı. Her ile bir
üniversite açtığınızda, üretimi artırmış, işsizliği önlemiş olmuyorsunuz. O her
üniversiteyi sürdürecek akademik kadro ve idari personel istihdam etmek zorundasınız,
ayrıca üretime katkısı olmayan potansiyel enerjiyi buralarda 4 yıl ya da daha fazla
eğlendirmiş oluyorsunuz; bunların her biri bir masraf demektir. Dolayısıyla bu
üniversiteler topluma katkı sunan alanlar değil, toplumun sırtına binen
kamburlardan bir başkası oldu. Diploma almanın bir ayrıcalık olarak algılandığı
iş bilmezliğin adının ise herkesin her yerde çalışması mümkün değil, çünkü adam
diplomasını aldı, diplomanın anlam ifade etmediği ancak uzmanlık ve mahir
olmanın değerinin olduğu bir yerde, alınan bu anlamsız diplomalar ancak sizi
kamusal kurumlara doldurdu ve oradaki yaşamı imha etti. Bunun aksini iddia
edeceklere tüm kurumlardan örneklerle bunları kanıtlarız, sosyolojik yaşamın
ortaya çıkardığı tablo ne yazık ki, böylesi bir hantal işe yaramayan kamu
düzenini oluşturdu.
Diplomanın nereden nasıl alındığına bakılmaksızın, babası
amcası dayısı, akrabası hocası olanlar, yazılı sınavlarda ne aldığına bakmadan
bir ucube uygulama olan mülakatlarla bu kurumlara dolduruldular. Dolayısıyla
onları oraya alanlara bir diyet borcu olarak işe başladılar. Diyet borcu olan
her kişi, insanlara hizmeti topluma mutluluğu amaçlayarak iş yapmaz, onun
yapacağı sadece onu oraya getirenlerin isteklerine cevap verip, onların
beklentilerine göre hareket etmektir. Böylesi köhnemiş anlayışlarla, kamu
kurumlarının birçok yerde baştan başa kuşatıldığı bir yerde insanların mutluluğunu,
gelecek hayallerini ve hayata karşı bir beklentilerinin olmasını düşünemiyorsunuz.
Yani yönetimdeki politik anlayış kendisinden öncekiler ne yapıyorsa benzerini
yaparak devam ediyor, sadece yapanların adı ve oraya yerleştirilenlerin politik
anlayışa yakınlığı değişiyor. Her gelen kendinden öncekini aratarak bu ülkeyi
karanlıklara gömdü. Dolayısıyla böyle bir ülke de birkaç kuşağın bunlara şahit
olduğu bilindiğine göre bu ölümlerin sebeplerini, insanların yalnızlığa
gömülmesinin arkasındaki vahşeti anlamak istemeyen yönetimler kendi
toplumlarını göz göre göre imha ederler. Bizim şu an yaşadığımız ortam böylesi
bir aşamaya doğru hızla yol alıyor.
Ülkemizdeki intihar vakalarının en çok yaşandığı şehirler, İstanbul,
İzmir ve Ankara’dır. En az yaşandığı yerler ise, Bayburt ve Ardahan’dır. Hayat
şartları zorlaştıkça, insanlar arası yakınlık duyguları etkileşim duyarlılık, komşuluk,
muhabbet azaldıkça intiharların hızlandığını görmekteyiz. Bu şehirleri
günümüzde ülkenin en zor yaşanılan şehirleri sıralamasında da önde görmekteyiz.
Bu şehirlerimizde özellikle İstanbul’da yaşayabilene helal olsun dercesine bir
yaşam gelişti son üç yıl içinde. Bu koşullarda insanlar çaresiz kaldığında,
yaşarken duyduğu acıları unutmak için, sonucun ne olacağını düşünmeden intiharı
seçebiliyor. Her gün köprüden atlayanlar, renin altına kendini atanlar, silahla
intihar edenler artarak devam etmektedir.
İntihar yaşlarının en yoğun olduğu yaş aralığı,24 ile 35
arası olduğu göze çarpıyor. Ancak 20’li yaşlardan başlayarak bu eylem
gerçekleştiriliyor. Bu aralıkların dışında intihar vakaları olsa da sosyal
yaşamı etkileyecek düzeyde bir sosyal vaka değil…Ancak 24 ile 35 yaş aralığı
ciddi bir sorun olmaya başladı. Bu yaşlar hayatın yükünü taşımak için sorumluluğun
doğrudan altına girildiği yaşlardır.25’li yaşlara kadar hala gençlere çocuk
olarak bakılıyor ve aile destekleri devam ediyor, ancak evlilik yapıp bir
sorumluluk altına girenlerin bu sorumluluğun ağırlıkları altında ezildiğini
gördüğümüzde, en kısa yolu intiharı seçmek oluyor. Bunda da kendi yaşamlarını
devam ettirecek imkanlardan yoksun olmaları veyahut ta karşılamakta zorlanmaları
etkili oluyor. Yani insanlarımız tek tip bir algıyla yetişti, üniversiteden
diploma al bir yere gir çalış para kazan o olmazsa ne olur; alternatif bir
bakıştan yoksun sadece güdülen bir varlık olmaları onlara kabullendirildi.
Böyle olunca çobanını kaybeden bir koyun gibi kendi kendini imha süreci başlıyor.
Böyle bir neslin yetişmesinde anne baba yani aile sınırlarının dışında bir
etkenin daha çok biçimlendirici olduğunu görmekteyiz. Eğitim algısı baştan sona
acilen değişmeli, Her ile açılan üniversiteler üniversite olmaktan çıkarılmalı
ve meslek öğreten ve uygulamasını yapan, “Üretim, planlama, uygulama ve teknolojik
Yaşam alanları” olarak yeniden yapılandırılmalıdır.
Bu dönüşümler gençlerde en azından farklı düşünebilme ve
sorumlulukların altına girmek için uygulama zeminlerini yakalama imkânı verir.
Bunlar acilen yapılmalı ve Üniversitelerin kapısına kilit vurulmamalı bu anlayışın
mantığın yerine diploma satan ve gençlerin zamanlarını çalan bir eğlence merkezi
olmaktan çıkarılması gerekiyor.
Geldiğimiz noktadan geri dönüş imkânı elbet var ancak yapılan
yanlışları yanlış olarak idrak ederek onların yerine acilen yeni ve özgün
anlayışlar geliştirilir ve bu yeni çabalar gençlerin yaşamlarına dokunacak ve
onların umutsuzluklarını yok edecek güveni verirse dönüşüm tersine dönebilir.
Aksi durumda bu yaşam hızlanarak karanlığa doğru yol alacağından kuşkunuz
olmasın…
Gençlere değer vermek demek onları parmak kaldıracak ve benim
dediklerime kafa sallayacak kıvama getirmek için meclise taşımak olmamalı…Gençlik
en değerli zamanını üreterek içindeki cevheri verimli bir alanda kullanarak
yaşama katkı sunmak istiyor. Ancak bizim yönetim anlayışı tüm bunları imha etti.
Diplomanı al oğlum kızım bizimkiler iş başındayken seni devletin bir yerine
koyalım ondan sonra iş tamam büyük paralara çalışır emekli olursun rahat bir
yaşamın olur. Böyle bir anlayışla gençliğini imha eden zihniyetlerin gençliğe
vereceği hiçbir değer olamaz.
Bu yanlış ve anlamsız hantal yapı bir an evvel yok edilmeli
yerine insani ve güven temelinde hukuka dayanan bir sistem inşa edilmelidir. Bunları
yapmazsak ve bu haykırışlara kulak vermezsek, yakın gelecekte bu toplumun
gençliği bir daha gövermemek üzere budanacaktır. Kurumuş gövdeler de
yeşermeyeceğine göre kendi sonumuzu kendi ellerimizle hazırlamış olacağız.
İntihara yönelme sürecindeki ivme çok daha fazla hızlanabilirdi ancak bunu
önleyici bazı değerler toplumsal hayat içinde hala canlılığını koruduğu için
hızı biraz düştü. Yardımseverlik, dayanışma muhabbet, her zaman yanlışlarını
yerden yere vurduğum cemaatler içindeki kaynaşma ve geçici de olsa bir moral kazanma,
yüz yüze etkileşim ve biz duygusunun hala varlığını devam ettirmesi ve bu gibi
hallerde insanlarımızın imdadına yetişmesi, bu gidişi biraz frenletmiş
olabilir. Ancak buna kalıcı, sistemsel ve hukuka dayanan çözümlerin
oluşturulması kaçınılmaz ve zorunlu…Ülke yönetiminde etkin ve yetkin olanlar iş
olsun diye proje yaptırmasınlar. Bu halkın parasını birilerine vakıflara
derneklere para akıtmak için proje yaptırmasınlar sorunlara çözüm bulacak ve bu
sorunların kaynağına inecek alanlara finans aktarıp sorunları kalıcı çözmeye
çalışsınlar yoksa…Karanlıklar bir sera gibi bizi kuşatmaya devam ediyor.
Ülkemin duyarlı ve sorumlu resmi gayri resmi alanda imkânı
olan herkesi bu çalışmalara katkı sunmaya ve geleceğimizi aydınlığa çıkarmaya
davet ediyorum. Selam saygı ve muhabbetlerimi gönderiyorum sizi en içten kalbi
duygularımla selamlıyorum kalın sağlıcakla….
Erol Kekeç/05.08.2023/Namazgah/