Din ile siyasal otoriteler arasındaki tarihsel ilişkiyi doğru kavramadan, birbiriyle karşılıklı ilişkiyi de anlamakta ve açıklamakta yetersiz kalırız.
Siyasal otoriteler, her tarafa rahat
dönebilmesi için kendi
altında dini otoriteler üzerine oturan bir döner koltuk sistemi kurar. Bu
koltuk onun altında olduğu zaman ulaşamayacağı hiçbir yerin kalmayacağını
bilir. Tarih boyunca tüm siyasi oluşumların, dinlerin kurumsal yanlarıyla rahat
ilişki kurduğunu, ancak dini, fert bazında yaşayan insanların omurgalı
duruşlarından endişe ve korku duyduklarını görürüz. Hz. Nuh’tan bu güne hatta
ilkçağ antik yunanda da durum bundan farklı değildir. Nuh as. Dönemindeki
yönetim, ekâbir dini oluşumlardan hiç rahatsızlık duymamıştır. Hatta Hz. Nuh
caddelerde sokaklarda o insanları hakka ve hakikate çağırdığı zaman toplumun
önde gelen zenginleri ve dini önderleri Nuh için; sen de bizim gibi, yiyorsun
içiyorsun caddelerde sokaklarda dolaşıyorsun çocukların ve ailen var senin
bizden farklı bir yaşamın olması gerekmez miydi; hatta o bahsettiğin şeyler çok
cok uzak, onların bizi yakalamasını da zaten beklemiyoruz diyerek, kendilerince
yeni bir uyarı sistemini yayılmadan imha etme derdindeydiler. Yönetim de,
onların bu dini anlayışlarından hiç rahatsız değildi. Ancak Nuh as. Karşı,
çetin bir savaşa tutuşmayı ama hiç ihmal etmiyorlardı.
İlkçağ Antik Yunan toplumunda buna
benzer bir oluşumu Sokrat’ın Atinalılarla olan diyaloglarında görmekteyiz. O günkü
yunan da çok Tanrılı dinler günlük mantar gibi çoğalıyordu, zulüm hat
safhadaydı, gençlerin önü kesiliyordu, kendi oluşturdukları yaşamın herkes
tarafından kabulünü sağlamak için, o günkü din adamlarıyla da destek
içindeydiler. Böyle karanlık ve zulüm ortamında ahlaksızlığın zirve yaptığı bir
ortamda Sokrat, insanları ahlaki değerlere çağırıyor ve onlara ahlaki
öğretileri anlatıyordu. Hatta ahlaksızlığın temelinde bilgi eksikliği olduğunu
söylüyordu. İnsan bile bile yanlış yapmaz, bilmek yanlışlardan uzaklaşmaktır.
Önce insan kendisini bilmeli bunun için de Yunan Tanrılarını yok sayarak bir ve
tek olan Tanrıya tapacağız. Bu Tanrıya ancak akılla ulaşılır, çünkü akıl bilgi
üreten bir kaynaktır. Herkes yaşamını sorgulamalı; ey gençler sizlerin ataları
şu putları ilah edindiler, ondan dolayı özgürlüklerini yitirdiler; ben sizi tek
tanrıya çağırıyorum ki, atalarınızın alışkanlık haline getirdiği geleneklerini
sorgulamadan yaşayan olmayasınız. Ey Atinalılar! Siz benim doğru olduğumu
biliyorsunuz ama gençlerin sizin çok tanrılı dinlerinizi terk etmelerinden
rahatsızlık duyduğunuz için, beni öldürerek tanrılarınızın da devam etmesini
istiyorsunuz. Ben bu ortamda sizleri uyandırıncaya kadar ki sizlerin durumu; at
olduğunu unutan uyuşuk bir durumdaydı. Oysa ben sizi uyandırarak aslında sizin
bir at olduğunuzu size yeniden hatırlattım. İşte benim ile sizin aranızdaki
ilişki, uyuşuk bir at ile at sineği arasındaki ilişki gibidir. At, at sineği
ısırıncaya kadar kendinin bile farkında değildi ama ne zaman ki at sineği atı
ısırıp sokmaya başladı, ondan sonra at kendini tanımaya başladı. İşte, ben de
sizlere soruduğum sorularla kendinizin var olduğunu anladınız, bunun için beni
yok ederek gençlerin bunu fark edip kendilerine gelmesini istemiyorsunuz, onun
için varlığımdan rahatsızsınız. Benimle sizin aranızda sadece ölüm var, ben
ölünce burada olmayacağım ama siz nereden biliyorsunuz gideceğim yerin sizin
yaşadığınız ortamdan daha kötü olduğunu… Ey dostlarım benim için üzülmeyin acı
ve zulüm çekilen bir yaşamdan acılara veda ettiğim yeni bir yaşama gidiyorum.
Benim hayatım sizinkinden daha kötü olmayacağını biliyorum o halde sevinin bu
ağlamakta nedir gözü yaşlı kadınlar gibi…
Evet, Sokrat’ın da içinde bulunduğu
sistemi koruyan ve kollayan dini otoriteler tarafından idama gittiğini
görmekteyiz. Hz Musa da, Firavunun danışmaları, dinin kurumsallaşmış boyutunun
temsilcileri sihirbazlar tarafından, alt edilmek istenmiştir.
Ey Şuab! Senin namazın mı yoksa bize
bunları yapmamızı söylettiriyor. Siz hakikaten temiz kalmak isteyenlersiniz
yani biz kirli miyiz gibi söylemlerle kendilerini o ortamın dini otoritesi
olduğunu söylemekten çekinmeyen bu varlıklar, farklı ve ferdi dini anlayış ve
sorgulamaları pek istemezler çünkü kendileri tarafından din yorumlanıp
istedikleri şekilde de uygulanıyorsa, bu rahatlıklarından onları uzaklaştıracak
farklılıkları boğmak ve yok etmek, siyasal otoritelerden çok dini kurumsal
otoritelere nasip olmaktadır. Dini kurumların yara alması siyasal otoritelerin
üzerinde keyif yaptığı koltuğun altından kayması demektir. Dolayısıyla
kurumsallaşmış dini oluşumlar bizzat Siyasal iktidarların oluşturduğu ve halka
da bunu dinin bir emri ve vecibesi gibi yansıtılarak, tehlike arz eden tüm
farklı ve yeni düşünceler doğmadan boğulmak istemiştir.
Tarihi süreçleri iyice irdelediğimiz
zaman, günümüze kadar gelen dini, doğru tanımlamalarla açıklayan eserin ve
kaynakların genellikle dönemlerindeki siyasal yönetimlerle barışık yaşamayanlar
olduğunu görmekteyiz. Siyasal düşünceler ile iç içe olmak demek, özgürlüğün
önüne konulmuş en büyük engel demektir. Hakkı korumak ve hakkın genişleyerek
yayılmasını isteyen anlayışların dışında hiçbir siyasi oluşum yoktur ki, farklı
bir ifadenin benimsenerek kitlelerde karşılık bulmasından rahatsız olmasın…
Dolayısıyla kurumsallaşmış dini kurumların tamamı siyasal sistemle göbek bağı
içinde temas kurarak yaşamaktadır.
Mekke müşrikleri de Allah’ın Resulüne
karşı gelirken sen bizim atalarımızdan kalan dinimize karşı mı çıkıyorsun demek
olmuştu. Hatta kendilerini daha dindar göstermek için eski savaş
kahramanlıklarını anlatan destanlar okuyarak insanların Kur’an dinlemesinin
önüne geçmeye çalışıyorlardı. Bu karşı çıkışlarda dönemin dindarları ile
yönetici erki birlikte hareket ediyorlardı.
İslam tarihi diye tanımlanan ancak
İslam değil, kendi kültürlerine göre yaşayan ama ismini İslam diye
tanımlayanların tarihlerine de baktığımızda, din ile siyasal otoritenin
birbirini beslediğine şahit olacağız. Kurumsallaşmış mezhep, tarikat ve
cemaatlerin nasıl biçimlendirildiğini ve onlara geniş yaşam alanları açılarak,
devletin koruyuculuk şemsiyesi altına alındığına tanık olacaksınız. Siyasal
otoriteden beslenmeyen din, tarih boyunca marjinalleştirilmek istenmiş ve
devlet kendine bağladığı inanışlara meşruiyet kazandırıp diğerlerini
aşağılamıştır. Mısır da Ezher müftülerinin fetvalarından geçilmez ve yönetimde
hiçbir sakınca oluşturmaz iken Müslümanların yaşadığı bölgenin dışında da
etkili olup tefekkür ve akide konusundaki katıksız arı duru çıkışlarıyla
insanları uyandıran Seyyit Kutup ölümle ödemiştir bu inanışının bedelini, yani
yönetim onu imha etmiştir. Onun içindir ki, bu gün kurumsallaşmış anlayış ve
inanışları masum kılarak onların koruma altına alınmasını savunmak ve onların
ciddi bir dönüşüm geçirerek, İslam’ın geleneğinin yaşandığı masum mekân ve
ortamlar olarak tanımlamak, İslam’ı imha edenleri masumlaştırmak olmaz mı
dersiniz? Ülkemiz gerçeği dikkate alındığı zaman, acaba hangi kutsallık,
Adıyaman’ın Kâhta ilçesinin menzil köyüne duble otoban ayarında yolların
yapılmasının gerekçesi olabilir. Menzilden gelen bir referans, akan suları durdurmaya
neden olabilir? Geçmişte sarf edilen bazı sözleri buraya almak zorundayım,
hakikati doğru tanımlamak istiyorsak,” ne istediniz de vermedik, bu nankörlük
de ne…(!)
Bir devletin kamu kurumları, sivil
toplum örgütlenmesi olarak tanımlanan ancak bana göre sivil toplum olmaktan çok
uzak, lobi teşkilatlanmalarının meşru zeminlere taşınarak devlette söz sahibi
olmalarının arkasındaki saik ne olabilir dersiniz?
Kamu kurumunu ele geçirmek ve kendi
direktifleri doğrultusunda bir yaşamı bütün bir topluma dayatarak, kendi
dayattıklarının dışındakileri de gayri meşru görerek insanlara zulmü meşru
kılabilmenin yolu, dini referanslardan dayanaklar alarak kendinize koruma
kalkanı oluşturmaktır. Bu cemaat tarikat vakıf dernek vs. tarzı oluşumların
içindeki ferdi düşünüş ve yaşamlar arasında, hakikat için çalışan insanları
dışarda bırakarak diyorum ki, geldiğimiz ve gördüğümüz bu noktadan baktığımızda
hakikaten gücün imkânlarından faydalanarak meşru zeminler yaratıp, toplumsal
yaşamda dominant bir yapı oluşturmak dışında bir eylem ve geleneğe şahit
olamadık…
Radikal dediklerimizin büyük bir
kısmı cemaat bazlı yönetim imkânlarından faydalanarak kendi ideallerini
meşrulaştırmadılar, idealleri sistemin meşru kabul edilen değer sistemini
koruma ve kollamaya dönüştü… Tarikatlar cemaatler ise devletin üst makamları
ile olan diyaloglarından, devletin bile kendilerinin çok doğru işler
yapamasından dolayı önlerini açarak onlara imkânlar sunduğunu söyleyip böyle
bir uygulamayla, topluma ne kadar doğru dini değerleri anlattıklarını izah
etmeye onları zorladı… Hatta önemli adamlarına, devlet ricalinden etkili
makamlardaki kişilerle fotoğraflar çektirerek panolarına asıp, biz ne kadar
meşru oluşumlarız aynı zamanda devlette bizimle beraber diyerek insanlar
üzerindeki sömürü ve soyma hegemonyalarını devamlı kılmaya yeter bir karakter
kazandırdı onlara…
Peki, böyle görünmek isteyen bu
oluşumlardan devletin ne beklentisi olabilir ki diyebilirsiniz, doğru herkesin
birbirinden beklenti içinde yaşadığı bir dünyanın varlıkları olduğumuzu sanıyorum
benim gibi bilmeyen yoktur…
Bizim orada bir söz vardır, “sütünü
sağamayacağız merkebin önüne yem koymazsınız…”Merkep diyecek ki benim sütüm mü
olur, mesele o ya, yani sütüne iyi bakılmayan bir merkebin sütü şayet devlet
tarafından sağılıyor ise, o zaten içilecek demektir. Devlet deyince akan sular
durur. Yani birinin diğerinden alacağını almak için onun hiç işe yaramayan
sütünü normal hale getirip herkesin içmesine zemin yaratarak onları
şahlandırmış olursunuz…
Devlet imkânlarını bazı dernek vakıf
ve bu cemaatlerin faydasına açarak, onların yaptığı çalışmaların toplum
yararına olduğunu ve insanlara hizmet eden kurumlar olduğunu anlatarak, devlet imkânlarının
ve milletin hakkı olan malın belli odaklara aktarılarak ciddi bir güç ve imkân
zehirlenmesine yol açarsınız… Bu zehirlenme toplumsal yaşamda cok ciddi bir
kast örgütlenmesine neden olur. Geldiğimiz süreç ve gördüğümüz gelenekselleşen
örneklerden yola çıkarak diyorum ki, kurumsallaşan dini anlayışlar Asla İslam’ın
insanlara sunduğu dinin içeriğiyle doğrudan ilişkili değildir. Çıkar ve menfaat
gruplarının sahip olmak istediklerine rahat kavuşabilmek için, dini değerleri
değil de, folklorik yaşamı görüntüleyerek meşru zeminler yaratıp, gücün imkânlarından
faydalanmak adına güçle karşılıklı menfaat ilişkisine girişme ortamıdır. Bu
grup ve oluşumların istekleri bir kamu kurumunda çeşitli değişikliklere sahne olabiliyorsa,
orada devletin hiyerarşik düzeni devletin kuralları dışından devlete yaptırım
uygulayacak oluşumlar tarafından biçimleniyorsa, orada devletin şavktı kaymış
demektir.
Terazinin bozulduğu bir yerde
tartacağınız hiçbir şey doğru tartılmaz… Onun içindir ki, bu gün bize İslam’ın
kurumları vs. diye anlatılan yaşamların büyük bir çoğunluğunun folklorik dinle İslam’ı
temsil yeteneği ve özelliği yokken, nasıl oluyor da bunlar İslam’ın kurumları
olarak anlatılacak kadar İslam değişim ve dönüşüm geçirmiş olabilir diyorum…
Ancak bu kadar olabiliyor, bu günlere
gelmek için neler yapmadık ki vs. savunma ve sığınma psikolojilerinin, duruşu
olan bir yaşamda yerinin olduğunu düşünmüyorum… Tüm insanlık için yaşam, herkes
için adalet, herkes için imkânlardan faydalanma, herkes için fırsat eşitliği,
herkes için düşünce ve düşünebilme özgürlüğü, herkes için kendi yaşamını
dayatmadan ve başka yaşamlara hakaret ve küfretmeden savunabilme ve yaşayabilme
özgürlüğü…”Onların sevdiği ilahlarına sövmeyin hakaret etmeyin ki, olur ki
onlar da farkında olmadan sizin ilahınıza söver…”Buyruğunun yaşanabileceği
ortamı temsil edecek din ve anlayış ancak İslam’ın anlayışı olabilir. Diğerlerinin
tümü kendisini nereye koymak ve nerede görmek isterse istesin kendi tanımını
başkalarına gösterdiği tavırla ortaya koyar…
Bizim geleneklerimiz tarihimiz,
eğitim anlayışımız gibi sarf edilen arkası olmayan yaldızlı sözler, sadece
gönül eğleyen gönül yorgunları yapar bizleri… O gönül yorgunlarının ve geçmişe
öykünerek yaşadığını sananların bulunduğu haritanın dışından hayata bakarsak,
yaşamın toplumsal alandaki var olma kodlarının yeniden yazılmasının gerekli ve
elzem olduğunu göreceğiz. Çünkü geçmişte var olan kodlar kurumsal olarak bize
dayatılan oluşumların içerisinde göze çarpmıyor, ancak bireysel olarak kalmış ama
dönemlerindeki yönetimlerle ilişki ve temas kuramamış olmalarından dolayı bize
öcü gibi gösterilenler arasında onlara rastlamak daha mümkün…
Özü olmayan bir oduna özün görüntüsünü
yansıtan bir kabuk giydirdiğinizde ve o özün özelliklerini gösterecek bir şekil
oluşturduğunuzda o odunun, özün kendisi olduğunu, ya da aşılansa da o bizim
ağaç demek nasıl ki insanı hakikatten uzaklaştırırsa, var olan cemaat, tarikat
ve menfaat birliği için bir araya gelmiş ama vitrin kısmına dini kılıflar
giydirilmiş dernek ve vakıflarda böylesi özü olmayan bir ağacın kabuğuna
bakarak karar vermek gibi bir duruma bizi sokar.
Bunları söylemek çok cüret ister
diyecek arkadaşların olacağını biliyorum, ancak kendi bünyemizi sarmış olan bu
hastalıkların pençesinden kurtulmadan sağlıklı düşünüp sağlıklı eylem ve
oluşumlar oluşturmamız da düşünülmemelidir. Eğer meseleleri konuşarak herkesin
birbirine bildiklerini anlatarak ya da o bir şey söylediyse bende bir şeyler
söylemeliyim tarzından bir muhabbet ortamından alınan hazla herkesin kafasını
yastığa koyarken rahatlamış bir beyinle yine bu gün bir şeyler yaptık, en
azından şunları şunları da konuştuk diyen kafa rahatlığıyla yarınlardaki
hesabımızı en azından hafiflettik demekse mesele, inanın her geçen gün faturamız
kabarıyor, bu yaşamların hesap ödemekte zorlanacağı eli ayağı birbirine
dolanacağı günlerin çok yakın olduğuna inancım tamdır.
Devlet, devlet olmanın anlamını
yeniden sorgulamalı, kendisini tamamıyla hukuk üzerine şekillendirmeli, bir
arada yaşayan kişi grup cemaat mezhep adı ne olursa olsun hepsine eşit mesafede
durmayı bilmeli. İnsanlara farklı davranacaksa, onların insanlığa kazandırdığı
faydaya bağlı olarak artı sağlamalı ama bu bir inanç üzerinden değil, tamamıyla
insani değerler açısından ele alınmalıdır. Devlet kurumlarında bundan on yıl önce,
bir yere gittiğimizde, ilk sorulardan biri üstat hizmetten miyiz diyorlardı;
ben bunlara cevap olarak evet hizmette sınır yoktur, Hatay Tur diye ironiyle
karşılık verdiğim çok olmuştur… Bunu neden mi söyledim, bir devletin içinde
şuradan mıyız buradan mıyız, aman oradan uzak duralım vs. gibi konuşmalarla
insanlar bir yerlere getiriliyorsa, gelecek her dönemde ciddi karanlıklara gebe
demektir. Üsküdar’da bir genç arkadaşımız MEB müfettişlik sınavlarında bu
fetoizmin baskın olduğu dönemde onlardan olmadığı için Üsküdar birincisi
olmasına rağmen diskalife edildi, daha sonra onlar yavaş yavaş etkinliklerini
kaybettiği 2015 sonrası dönemde ise onlardan olma ihtimalin olabilir denerek
yine sınavda birinci olmasına rağmen elendi… Şimdi bunu sorgulamak hakkımız
değil mi, sormayalım mı, devlet nasıl işliyor hangi grup cemaat baskınsa orada
yerimizi alalım en azından devlete faydalı olabilmek için yolumuz oradan
geçecekse ona da razıyız demeyelim mi(!)Devlet, bağımsız hiçbir ideoloji ve
grubun baskısında kalmayacak “Merkezi bir ölçme değerlendirme merkezi kurmadan
ve ölçüm teknikleri, değerlendirme kriterleri doğru sonuçları verecek
kıstaslardan oluşmadan, benim adamım olsun çamurdan olsun dendiği sürece,
hiçbirimiz çamurdan çıkamayacağız… Bazılarımız çamura tam gömülür, bazılarımız
yarı, bazılarımız çıkmak için çırpınır benim gibi çırpındıkça batar ama onu
fark edemez; zamanla da yahu her taraf zaten çamur, bari burada nasıl yaşanılır
onun bir yolunu bulalım demeye başlarız…
Evet, değerli dostlar geceden
başlayarak sabah ezanının okunduğu şu saatlere kadar masa başında oturup
çektiği ıstırap ve sorumluluk duygusundan bunları kaleme alıp, sizlerle
paylaşıyor olmam bana manevi bir haz katsın anlayışından olmadığını gönül
rahatlığıyla söylemek isterim. Tüm çırpınışlarım düşünmelerim nasıl daha iyi,
olumsuzlukları bertaraf eden, adaletin güneş gibi doğduğu bir ortamda yeryüzünü
imar ederek mutlak güç sahibine mahcup olarak gitmemek için, nereden nasıl ne
zaman başlayıp yeni bir dünya kuralım, bu dünyada olacaklarla da bu
düşüncelerimi paylaşmak amaçlıdır…
Bazı örneklemelerim adres göstermek
olarak anlaşılmasın isterim; sadece reel örneklerle konunun vahametinin ne
boyutlarda olduğunu anlatmak için o ayrıntıları paylaştım… Rabbim bizleri idrak
eden, sadece hakikate şahitlik eden, zulmün her türlüsüne karşı duran,
karanlıkları bir aydınlatma fişeği ile aydınlatma gayreti içinde olan, yılmayan
usanmayan ve ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan teslim olanların ilki
olmakla emrolundum diyecek erdemi göstererek yaşayanlardan eylesin ki,
yeryüzünde erdemli ve omurgalı bir yaşam olabilirmiş diye bir başlangıca vesile
olalım…
Son olarak diyorum ki,”Bu dünya böyle
gelmiş böyle gider diyenlere çağrım böyle gelmiş olabilir ama böyle gitmeyeceğine
inşallah hep birlikte yaşarsak şahit olacağız diyorum…”Ben o gün Nuh’un
gemisinde bir yolcu olmak için çırpınanlara şimdiden buradan selam gönderiyorum…
Selam saygı sevgi muhabbet ve dualarımla…
Hepinize yepyeni bir gün armağan ediyorum sevgiyle muhabbetle kalın…
Bahadır Hataylı/19.02.2022/06.40