Bal tutan parmağını yalar ahlaki dinamiklerle büyüyen ve o çerçevedeki meradan beslenenlerin, ahlak kitabının ilkelerine göre yaşamasını bekleyemezsiniz. Onların nazarında ahlak kitabından bahsetmek en büyük hainlik demektir. Hainlikle ifade ediliyor olmanız sizin yanlış olduğunuzdan değil, sadece onların alışılagelen çıkar ve menfaat duygularına uygun hareket etmiyor olmanızdandır. Bu anlayışların doğal yaşam akışı haline geldiği ortamlarda yanlışların ölçüsü hiçbir zaman doğrular olmuyor, varsa bir yanlış ve kötü onun durumu ondan daha kötü olan veyahut ta ona yakın olan bir başka kötüyle ölçülerek değerlendirilmektedir. Yani kötüler içinden bir başka kötüyü sana dayattıklarında onların yanlış algı ve kötü tutumlarına destek olmadığınız zaman, kötülükler merasının dışında kaldığınız için sizlere tehlikeli virüs taşıyan biri olarak bakılır.
Bu tarz düşünmeler ve bu düşünmelere göre oluşan yaşamlar
daha çok duygu kodlarıyla örülmüş kabile cemaat ve feodal yaşam algılarının bir
karakteri olarak göze çarpar. Bu yaşama sahip olan topluluklarda rasyonalite ve
matematiksel doğru hesaplamalar bir anlam ifade etmez, tamamıyla kabile
reisinin ya da feodal yapının yönetim merkezinin söylediği sözlerin doğru ya da
yanlış olduğuna bakılmaksızın doğruluğu kabul görür. Çünkü aralarındaki
duygusal bağ ve duygusal birliktelik akılcı ve realist düşünmenin yerini almıştır.
Geçmişte bir İmparatorun ya da kabile reisinin yaşamı son bulmadan onun yerine
başka birinin geçme ihtimalinin olmamasının en belirgin yanı, duygusal
beklentilerin ve ülküleştirmenin zirve yapmasındandır. Bir şahsı
ülküleştirdiğiniz zaman onun her yanlışının ve sözünün arkasında gizemli bir
yan ve hikmet ararsınız. Bu anlayış zihinsel kurgu üretmenin önüne konulan ve
zihinlere vurulan bir prangadır. Bu prangadan kurtulamayan toplumlar mutlu
huzurlu ve refah düzeyi ileri insani yaşam kalitesinin her geçen gün artarak
yükseldiği bir hayattan mahrum yaşarlar. Çünkü onlar için en iyi hayat
kendilerine sunulandır. Kendi emekleriyle bir şeyi elde etmeyi değil de kabile
reisinin kendilerine tanıyacağı hakkın, ulaşılması çok zor bir hak olduğunu
düşünürler…
Bu tür ortamlarda yönetici durumunda olanlar uzun süre
yönetimlerini devam ettirirler. Rasyonel bir etkileşim etkisinde kalma endişesi
ortaya çıktığında ve etkileşimin etkileme boyutu da kitlelerde baskın düzeyde
karşılık bulma ihtimali olduğunda, etkileşimin tüm yolları kapatılır. Tek
ağızdan bilgilendirme esas alınır. Buna uymayan farklı sesler olursa onlar da tüm
kabile tarafından aforoz edilmeyle yüz yüze kalırlar…
Kabilesel yaşamların süreklilik kazanması için otorite,
meşruluğuna bazen inanca dayanan gizemli bir meşruiyet yüklemeye çalışır. Bu
gizemlilik onu olağanüstü bir sürece taşır ve kabile üyeleri böylesi bir
otoritenin varlığını korumanın Tanrının emri olduğunu, buna itiraz edenlerin de
Tanrıya savaş ilan ettiğini ve dolayısıyla canının malının helal olduğu
anlayışını ortaya çıkarır. Bu anlayışları her ortamda ve tarihi geçmişe baktığımızda
görmek mümkündür. Modern devletler neden hep bu kabile yönetimleri tarafından
hedef alınır, çünkü rasyonalite baskın da ondan ferdiyetçilik ve özgürlükler uğruna
insanların mücadele vermesinin kapılarını açar. Oysa bu feodal yapılarda
insanların bu imkânlara kavuşması mümkün değildir. İnsanların varlığı kabilenin
varlığıyla orantılıdır. Kabile ve kabile reisi var ise TAMAM, kişiler o kadar
önemli değildir. Bu algı Allah Resulünden sonra gelen yönetimlerde de kendisini
gösterdi, hatta Emevi ve Abbasiler döneminde zirve yaptı Osmanlı ile bu zirve
en az beş asır devam etti… Allah’ın elçisi o topluma yönetici olarak gelmemişti,
uyarıcı olarak gelmişti, ahlaki değerlerden uzaklaşan şirk dininin yaygın hale
geldiği tefeciliğin toplumsal bir yaşam felsefesi olduğu ortama, onları uyarmak
ve tevhide davet için geldi. Allah’ın Resulü her an vahiy aldığı için oluşacak
yönetimde de insanlar onu doğal bir lider olarak gördüler, ancak Allah’ın
elçisinin o toplumda olması onun mutlaka bir devlet başkanı olmasını da gerektirmiyordu.
Allah tarafından her an uyarılan ve hata olacağı zaman düzeltilen bir elçi
olduğu için, doğal olarak Medine de kurulan devletin de yöneticisi oldu. Zaten
ondan daha iyi birinin de yönetme şansı yoktu, çünkü doğrudan vahyin kontrolündeydi.
Durum böyle olunca o dönemde Müslümanlar da gelişen algı, en dindar olan ve
Allah’ın Resulüne en yakın olan aynı zamanda devlet başkanı olmalı anlayışını
doğurdu. Hatta Hz. Ebubekir’in halife olması da böyle bir anlayışın sonucuydu.
Halife denmesinin sebebi de din ile devlet işlerini birlikte üzerinde
barındıran özel vasıflara sahip biri görülmesindendi. Ancak bu durum ilk iki
Halife döneminde tam isabet olsa da, Hz Osman döneminde o kadar isabetli olduğu
söylenemez, Hz Ali dönemine gelindiğinde ise Ali’nin feraseti hikmetli
kavrayışı ve ilmi yönden bir deha olması iç karışıklıklar ve Muaviye’nin
tükenmez hırslarının gölgesinde kalmıştır. Müslümanların, Allah’ın Resulünden
sonra başlayan tarihleri sancılı başlamış ve o sancı Emevilerle birlikte tam
bir dönüşüm yaşayarak, Seküler yaşam dinle meşrulaştırılarak gelecek kuşaklara
İslam Medeniyeti diye sunulmuştur. Abbasîlerle de devam etmiş Osmanlı’da da
Devleti Ali Osmaninin Bekası için kardeş katli helaldir gibi, Dinle meşruluk
kazanan cinayetler işlenmiştir. Yani İktidar ve politika uğruna cinayetler
meşruluk kazanmıştır. Bu anlayışların oluşmasının temeline baktığımızda
hepsinde, iktidar gücünün meşruiyetini dine dayandırmaktadır. Çünkü din
inanmayı gerektirir ve sorgulamadan ve akılcı yaklaşımlardan uzak doğrudan
duygusal bağlar kurmayı içerir. Bu durum yönetenlerin işini kolaylaştırmaktadır.
İnanma temeline dayanan ve duygusal bağlarla size bağlanmış olanları yönetmeniz
ve onları istediğiniz şekilde kanalize etmeniz çok kolaydır. Burada sizin çok
çaba sarf etmeniz gerekmiyor, ortak uyaranları ön plana çıkarıp onlar üzerinden
gündem oluşturmanız sizi hem hedef olmaktan çıkarır, hem de sizi kahraman yapar
erişilmesi imkânsız Tanrının gönderdi bir mehdi olarak görülmenize sebep olur. Oysa
Modern devlet algısında yönetim, tam olmasa da bireylerin özgür seçimleri
sonunda oluşur, ortak aklın belirlemiş olduğu kurallara uygun davranmadığı
zaman da meşruiyetini kaybeder, meşruluğu kaybolan yönetimler yerini meşru olan
başkalarına bırakır. Bu uygulama kabile ve feodal yönetim algılarında göze çarpmaz.
Bu yönetimlerde yönetenler destanlarla tebaasını meşgul eder, savaş üzerine bir
hayat düşler ve sürekli insanları ortak bir noktada toplamayı ve duygusal
patlamaya hazır olmalarını sağlarlar.
Böyle topluluklarda Reisin eleştirilmesi ve onun yanlış
yapacağının anlatılması doğrudan kutsal değerleri hedef almış bir açıklama
olarak görüleceği için, aynı toplum içinde daima farklı kutup başlarından
elektriklenme yaşayan topluluklar karşı karşıya gelir ve Yönetimdekiler
doğrudan hedef olmaktan çıkarlar. Böylesi ortamlarda ortak aklın belirlediği
doğrularda buluşmanız ve ortak bir yaşamın belirleyici kurallarını oluşturmanız
çok zordur. Çünkü karşılıklı çatışma üzerine oturan anlayışlar kitle bazında
duygulardan beslendikleri için akılcı açıklamalardan hiç mi hiç hoşlanmazlar,
ondan dolayıdır ki bu toplulukların kaderinde hep sömürülmek yatar.
Duygusal bağlarla birbirine bağlanmış toplulukların en güzel
yanı kalbi değerlerin canlı olmasıdır, ancak bu canlılığı akılla
birleştiremediklerinden dolayı hep kandırılmak bahtlarına bir piyango gibi çıkar.
Neden çok şiir yazarız duygusalız uzun havalarımız var her birinin bir hikâyesi
var… Hikâyelerle büyüdük keşke ufkumuz akılla açılsaydı, vicdanımız kalbimizin
derinliklerinden gelen hakiki bilgilerle karar verebilmeyi becerseydi, işte o
zaman bu toplumların yeryüzüne medeniyet inşa edeceğine hep birlikte şahit
olurduk…
“Bal tutan parmağını yalar”deyimleşmiş bu sözleri başımıza taç
edeceğimize” insana ancak emeğinin karşılığı var deseydik ”Allah’ın bu buyruğu
ile mücadeleci düşünen usanmayan doğru olanları koruyan kimseye ayrıcalık
tanımayan yönetim anlayışları geliştirebilirdik. “Emaneti ehline ver” buyruğunu
bilseydik, hiçbir iş savsaklamaz ve herkes düşüncesi inancı ne olursa olsun
insanlık yararına kamu hizmetlerinde olurdu. “Onlar sözü dinlerler ve onun en
güzeline uyarlar ”buyruğunu bilseydik duygusal bağları aklımızla perçinler ve
duygu denizinde akıl iskelesine demir atardık. “Onlar, anne babası hatta
yakınları olsa bile onlara adalette ayrıcalık tanımazlar ”Buyruğunu bilseydik
vicdanımızın direği sızlardı, bizden olmayanlara karşı yanlış bir davranış
içine girildiği zaman… Yani diyeceğim o ki, duygusallık bir yaşam algısı olarak
güzel, biz duygusu, paylaşımcılığın temelindeki genleri oluşturur, ancak bu
genlerin yaşam alanına doğması gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için aklı devre
dışı bırakmaması gerekir. Aklı duygulara feda edenler, heba olmaya mahkûmdur.
Yöneten ve yönetilenlerin orada birbirlerine laf attıklarını bir görsen,
yönetilenler diyecek ki, siz gece gündüz dolap kurar bize yanlışı doğru gibi
gösterirdiniz an dolsun ki sizler olmasaydınız biz doğru yolu hakikati
bulanlardan olacaktık derler. Yönetenler de diyecek ki, size bir doğruluk geldi
de biz mi sizi onlardan uzaklaştırdık, siz zaten halinizden memnun ve bir sapıklık
içindeydiniz, hayır hayır siz gece gündüz dolap kuruyor ve bizi kandırmaya
çalışıyordunuz rabbimiz bunların azabını iki kat ver diyecekler, onların azabı
zaten iki kat…”
Duygusal birlikler bazen yolun sonunda çıkmaz sokağa dönüşebiliyor,
bunun temel sebebi de yönetenlerin erişilmez olduğuna halkını inandırması, halkının
da yönetenine toz kondurmaması insanları yok oluşun kenarına getirir. Yani
körler sağırlar önce birbirini ağırlar, varacakları nokta körlerin ve
sağırların birbirini kazıklamasıyla sonuçlanır…
Tüm bu açıklamalardan sonra konumuzu son bir açıklama ile bağlayalım,
Hiçbir yönetime din kimliği giydirilmemelidir. Aklı kör eder, doğrudan inanma
temelinde olur ve düşünmenin sınırları daraltılır, yanlışlar duygusal gazlarla pompalanır
ve yanlışta hız limiti olmaz ta ki uçuruma varıncaya kadar, sonrası heba olan
bir yaşam olur…
Nerede ne zaman bulunduğumuzun önemi yoktur, önemli olan
nerede ne yaptığımız ve insanlık yaşamına ve doğanın İmar atına ne kadar
katkıda doğru bulunduğumuzdur. Bu anlayışla ayağa kalkarsak her şeyi yeniden
değerlendirmemiz ve gören gözleri Baş tacı yapmamızın aciliyetini anlamış oluruz…
Yaşam, A. Comte’un deyimiyle ”Evrensel karşılıklı sosyal bağımlılık ilkesine
göre devam eder.” Bunu dikkate almaz ve ortak aklı referans olmaktan çıkarır
ben merkezcil yaşamın doğal akışını sağlayan kodları imha edersek, her şey imha
olur. “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar,” doğrudan uzaklaşır ve
bataklığa gider, rabbim bizleri idrak eden ve hakikate şahitliklerinde kusur
etmeyen, özgür kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…