22 Ocak 2022 Cumartesi

DİNLE GELİŞEN MUHTEŞEM YAŞAMLAR(!)

Bal tutan parmağını yalar ahlaki dinamiklerle büyüyen ve o çerçevedeki meradan beslenenlerin, ahlak kitabının ilkelerine göre yaşamasını bekleyemezsiniz. Onların nazarında ahlak kitabından bahsetmek en büyük hainlik demektir. Hainlikle ifade ediliyor olmanız sizin yanlış olduğunuzdan değil, sadece onların alışılagelen çıkar ve menfaat duygularına uygun hareket etmiyor olmanızdandır. Bu anlayışların doğal yaşam akışı haline geldiği ortamlarda yanlışların ölçüsü hiçbir zaman doğrular olmuyor, varsa bir yanlış ve kötü onun durumu ondan daha kötü olan veyahut ta ona yakın olan bir başka kötüyle ölçülerek değerlendirilmektedir. Yani kötüler içinden bir başka kötüyü sana dayattıklarında onların yanlış algı ve kötü tutumlarına destek olmadığınız zaman, kötülükler merasının dışında kaldığınız için sizlere tehlikeli virüs taşıyan biri olarak bakılır.

Bu tarz düşünmeler ve bu düşünmelere göre oluşan yaşamlar daha çok duygu kodlarıyla örülmüş kabile cemaat ve feodal yaşam algılarının bir karakteri olarak göze çarpar. Bu yaşama sahip olan topluluklarda rasyonalite ve matematiksel doğru hesaplamalar bir anlam ifade etmez, tamamıyla kabile reisinin ya da feodal yapının yönetim merkezinin söylediği sözlerin doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın doğruluğu kabul görür. Çünkü aralarındaki duygusal bağ ve duygusal birliktelik akılcı ve realist düşünmenin yerini almıştır. Geçmişte bir İmparatorun ya da kabile reisinin yaşamı son bulmadan onun yerine başka birinin geçme ihtimalinin olmamasının en belirgin yanı, duygusal beklentilerin ve ülküleştirmenin zirve yapmasındandır. Bir şahsı ülküleştirdiğiniz zaman onun her yanlışının ve sözünün arkasında gizemli bir yan ve hikmet ararsınız. Bu anlayış zihinsel kurgu üretmenin önüne konulan ve zihinlere vurulan bir prangadır. Bu prangadan kurtulamayan toplumlar mutlu huzurlu ve refah düzeyi ileri insani yaşam kalitesinin her geçen gün artarak yükseldiği bir hayattan mahrum yaşarlar. Çünkü onlar için en iyi hayat kendilerine sunulandır. Kendi emekleriyle bir şeyi elde etmeyi değil de kabile reisinin kendilerine tanıyacağı hakkın, ulaşılması çok zor bir hak olduğunu düşünürler…

Bu tür ortamlarda yönetici durumunda olanlar uzun süre yönetimlerini devam ettirirler. Rasyonel bir etkileşim etkisinde kalma endişesi ortaya çıktığında ve etkileşimin etkileme boyutu da kitlelerde baskın düzeyde karşılık bulma ihtimali olduğunda, etkileşimin tüm yolları kapatılır. Tek ağızdan bilgilendirme esas alınır. Buna uymayan farklı sesler olursa onlar da tüm kabile tarafından aforoz edilmeyle yüz yüze kalırlar…

Kabilesel yaşamların süreklilik kazanması için otorite, meşruluğuna bazen inanca dayanan gizemli bir meşruiyet yüklemeye çalışır. Bu gizemlilik onu olağanüstü bir sürece taşır ve kabile üyeleri böylesi bir otoritenin varlığını korumanın Tanrının emri olduğunu, buna itiraz edenlerin de Tanrıya savaş ilan ettiğini ve dolayısıyla canının malının helal olduğu anlayışını ortaya çıkarır. Bu anlayışları her ortamda ve tarihi geçmişe baktığımızda görmek mümkündür. Modern devletler neden hep bu kabile yönetimleri tarafından hedef alınır, çünkü rasyonalite baskın da ondan ferdiyetçilik ve özgürlükler uğruna insanların mücadele vermesinin kapılarını açar. Oysa bu feodal yapılarda insanların bu imkânlara kavuşması mümkün değildir. İnsanların varlığı kabilenin varlığıyla orantılıdır. Kabile ve kabile reisi var ise TAMAM, kişiler o kadar önemli değildir. Bu algı Allah Resulünden sonra gelen yönetimlerde de kendisini gösterdi, hatta Emevi ve Abbasiler döneminde zirve yaptı Osmanlı ile bu zirve en az beş asır devam etti… Allah’ın elçisi o topluma yönetici olarak gelmemişti, uyarıcı olarak gelmişti, ahlaki değerlerden uzaklaşan şirk dininin yaygın hale geldiği tefeciliğin toplumsal bir yaşam felsefesi olduğu ortama, onları uyarmak ve tevhide davet için geldi. Allah’ın Resulü her an vahiy aldığı için oluşacak yönetimde de insanlar onu doğal bir lider olarak gördüler, ancak Allah’ın elçisinin o toplumda olması onun mutlaka bir devlet başkanı olmasını da gerektirmiyordu. Allah tarafından her an uyarılan ve hata olacağı zaman düzeltilen bir elçi olduğu için, doğal olarak Medine de kurulan devletin de yöneticisi oldu. Zaten ondan daha iyi birinin de yönetme şansı yoktu, çünkü doğrudan vahyin kontrolündeydi. Durum böyle olunca o dönemde Müslümanlar da gelişen algı, en dindar olan ve Allah’ın Resulüne en yakın olan aynı zamanda devlet başkanı olmalı anlayışını doğurdu. Hatta Hz. Ebubekir’in halife olması da böyle bir anlayışın sonucuydu. Halife denmesinin sebebi de din ile devlet işlerini birlikte üzerinde barındıran özel vasıflara sahip biri görülmesindendi. Ancak bu durum ilk iki Halife döneminde tam isabet olsa da, Hz Osman döneminde o kadar isabetli olduğu söylenemez, Hz Ali dönemine gelindiğinde ise Ali’nin feraseti hikmetli kavrayışı ve ilmi yönden bir deha olması iç karışıklıklar ve Muaviye’nin tükenmez hırslarının gölgesinde kalmıştır. Müslümanların, Allah’ın Resulünden sonra başlayan tarihleri sancılı başlamış ve o sancı Emevilerle birlikte tam bir dönüşüm yaşayarak, Seküler yaşam dinle meşrulaştırılarak gelecek kuşaklara İslam Medeniyeti diye sunulmuştur. Abbasîlerle de devam etmiş Osmanlı’da da Devleti Ali Osmaninin Bekası için kardeş katli helaldir gibi, Dinle meşruluk kazanan cinayetler işlenmiştir. Yani İktidar ve politika uğruna cinayetler meşruluk kazanmıştır. Bu anlayışların oluşmasının temeline baktığımızda hepsinde, iktidar gücünün meşruiyetini dine dayandırmaktadır. Çünkü din inanmayı gerektirir ve sorgulamadan ve akılcı yaklaşımlardan uzak doğrudan duygusal bağlar kurmayı içerir. Bu durum yönetenlerin işini kolaylaştırmaktadır. İnanma temeline dayanan ve duygusal bağlarla size bağlanmış olanları yönetmeniz ve onları istediğiniz şekilde kanalize etmeniz çok kolaydır. Burada sizin çok çaba sarf etmeniz gerekmiyor, ortak uyaranları ön plana çıkarıp onlar üzerinden gündem oluşturmanız sizi hem hedef olmaktan çıkarır, hem de sizi kahraman yapar erişilmesi imkânsız Tanrının gönderdi bir mehdi olarak görülmenize sebep olur. Oysa Modern devlet algısında yönetim, tam olmasa da bireylerin özgür seçimleri sonunda oluşur, ortak aklın belirlemiş olduğu kurallara uygun davranmadığı zaman da meşruiyetini kaybeder, meşruluğu kaybolan yönetimler yerini meşru olan başkalarına bırakır. Bu uygulama kabile ve feodal yönetim algılarında göze çarpmaz. Bu yönetimlerde yönetenler destanlarla tebaasını meşgul eder, savaş üzerine bir hayat düşler ve sürekli insanları ortak bir noktada toplamayı ve duygusal patlamaya hazır olmalarını sağlarlar.

Böyle topluluklarda Reisin eleştirilmesi ve onun yanlış yapacağının anlatılması doğrudan kutsal değerleri hedef almış bir açıklama olarak görüleceği için, aynı toplum içinde daima farklı kutup başlarından elektriklenme yaşayan topluluklar karşı karşıya gelir ve Yönetimdekiler doğrudan hedef olmaktan çıkarlar. Böylesi ortamlarda ortak aklın belirlediği doğrularda buluşmanız ve ortak bir yaşamın belirleyici kurallarını oluşturmanız çok zordur. Çünkü karşılıklı çatışma üzerine oturan anlayışlar kitle bazında duygulardan beslendikleri için akılcı açıklamalardan hiç mi hiç hoşlanmazlar, ondan dolayıdır ki bu toplulukların kaderinde hep sömürülmek yatar.

Duygusal bağlarla birbirine bağlanmış toplulukların en güzel yanı kalbi değerlerin canlı olmasıdır, ancak bu canlılığı akılla birleştiremediklerinden dolayı hep kandırılmak bahtlarına bir piyango gibi çıkar. Neden çok şiir yazarız duygusalız uzun havalarımız var her birinin bir hikâyesi var… Hikâyelerle büyüdük keşke ufkumuz akılla açılsaydı, vicdanımız kalbimizin derinliklerinden gelen hakiki bilgilerle karar verebilmeyi becerseydi, işte o zaman bu toplumların yeryüzüne medeniyet inşa edeceğine hep birlikte şahit olurduk…

“Bal tutan parmağını yalar”deyimleşmiş bu sözleri başımıza taç edeceğimize” insana ancak emeğinin karşılığı var deseydik ”Allah’ın bu buyruğu ile mücadeleci düşünen usanmayan doğru olanları koruyan kimseye ayrıcalık tanımayan yönetim anlayışları geliştirebilirdik. “Emaneti ehline ver” buyruğunu bilseydik, hiçbir iş savsaklamaz ve herkes düşüncesi inancı ne olursa olsun insanlık yararına kamu hizmetlerinde olurdu. “Onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar ”buyruğunu bilseydik duygusal bağları aklımızla perçinler ve duygu denizinde akıl iskelesine demir atardık. “Onlar, anne babası hatta yakınları olsa bile onlara adalette ayrıcalık tanımazlar ”Buyruğunu bilseydik vicdanımızın direği sızlardı, bizden olmayanlara karşı yanlış bir davranış içine girildiği zaman… Yani diyeceğim o ki, duygusallık bir yaşam algısı olarak güzel, biz duygusu, paylaşımcılığın temelindeki genleri oluşturur, ancak bu genlerin yaşam alanına doğması gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için aklı devre dışı bırakmaması gerekir. Aklı duygulara feda edenler, heba olmaya mahkûmdur. Yöneten ve yönetilenlerin orada birbirlerine laf attıklarını bir görsen, yönetilenler diyecek ki, siz gece gündüz dolap kurar bize yanlışı doğru gibi gösterirdiniz an dolsun ki sizler olmasaydınız biz doğru yolu hakikati bulanlardan olacaktık derler. Yönetenler de diyecek ki, size bir doğruluk geldi de biz mi sizi onlardan uzaklaştırdık, siz zaten halinizden memnun ve bir sapıklık içindeydiniz, hayır hayır siz gece gündüz dolap kuruyor ve bizi kandırmaya çalışıyordunuz rabbimiz bunların azabını iki kat ver diyecekler, onların azabı zaten iki kat…”

Duygusal birlikler bazen yolun sonunda çıkmaz sokağa dönüşebiliyor, bunun temel sebebi de yönetenlerin erişilmez olduğuna halkını inandırması, halkının da yönetenine toz kondurmaması insanları yok oluşun kenarına getirir. Yani körler sağırlar önce birbirini ağırlar, varacakları nokta körlerin ve sağırların birbirini kazıklamasıyla sonuçlanır…

Tüm bu açıklamalardan sonra konumuzu son bir açıklama ile bağlayalım, Hiçbir yönetime din kimliği giydirilmemelidir. Aklı kör eder, doğrudan inanma temelinde olur ve düşünmenin sınırları daraltılır, yanlışlar duygusal gazlarla pompalanır ve yanlışta hız limiti olmaz ta ki uçuruma varıncaya kadar, sonrası heba olan bir yaşam olur…

Nerede ne zaman bulunduğumuzun önemi yoktur, önemli olan nerede ne yaptığımız ve insanlık yaşamına ve doğanın İmar atına ne kadar katkıda doğru bulunduğumuzdur. Bu anlayışla ayağa kalkarsak her şeyi yeniden değerlendirmemiz ve gören gözleri Baş tacı yapmamızın aciliyetini anlamış oluruz… Yaşam, A. Comte’un deyimiyle ”Evrensel karşılıklı sosyal bağımlılık ilkesine göre devam eder.” Bunu dikkate almaz ve ortak aklı referans olmaktan çıkarır ben merkezcil yaşamın doğal akışını sağlayan kodları imha edersek, her şey imha olur. “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar,” doğrudan uzaklaşır ve bataklığa gider, rabbim bizleri idrak eden ve hakikate şahitliklerinde kusur etmeyen, özgür kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/22.01.2022/01.19   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder