10 Mart 2022 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN ACILARINDAN ALMIŞTIM MUTLULUĞUMU

 Bir taşın gölgesine bıraktığım içme suyum aklıma geldi birden… Pamuk sularken hava çok ısınmış ve Güneşin tam tepede olduğu bir yaz günü gever değiştirmek için yürüdüğümde, orada duran sudan biraz içeyim diye yöneldim bir de baktım ki, boz bir yılan tam benim içme suyunun başında durmuş, sanki zehrini içine kusacak gibi bekliyor, nasıl kendisine hücum edeceğimi anlayınca çamur ve sudan daha çıkmamıştım ki, birden şimşek gibi benden tarafa atladı. Sudan çıkmamla kürekle üzerine saldırmam ani oldu hemen benden uzaklaştı. Buna benzer olaylar benim doğal yaşam ortamımdı çocukluğumda ve gençliğimde. O vahşi doğal ortamda yılanların zehrinin etkisinde kalmadım ama yaşam alanım insanlardan oluştuğu andan bu yana, insan olduğunu sandığım varlıkların zehriyle kuşatıldı. Bundan dolayı bir türlü kendime gelmeyi beceremiyorum. Birinin zehrini hafiflettim demeden peşinden bir başkasının zehri yetişiyor hemen…

Bir yaz günü temmuz ayında sıcaklık beynimi patlatacak gibi beni yakıp kavururken, birden baş dönmesi yaşamaya başlamıştım, sular kaynamış gibi, ovaya bakıyorum yollar çok uzuyor, gözlerimin önünden perde perde sıcak dalgalar geçiyor, köyle aramda nereden baksanız 3-4 km mesafe var, bağırsam kimseye sesim ulaşmaz. Ancak bana yakın yerde traktörün römorkunun altında gölgelenen tanıdıklarımdan bir iki kişi vardı, benim gibi pamuk sulamak için gelenlerden… O tarafa bir ıslık çaldım bu gün gibi hiç unutmuyorum, Lakabı ivez olan, Abdurrahman hocanın abisinin oğlu benim de o günden sonra arkadaş olduğum Bedir, sesimi duydu ve benden tarafa geldi. Bedir koluma girip beni römorkun gölgesine götürdü orada bir saat kadar dinlendim ve kendime gelince onun tüm ısrarlarına rağmen ben giderim sen zahmet etme diyerek köyün yolunu tuttum. Oysa traktörle beş dakikada beni köye ulaştırabilirdi, ancak ben tüm rahatsızlığıma rağmen bir başkasına zarar vermeyeyim diye o yolu göze aldım, zorla son takatimde eve vardım ve kendimi yere attım. O yıl lise 2. Sınıfa geçmiştim. Rahmetli babam beni o durumda görünce oğlum yılan sokmuş olamaz değil mi dedi, hayır baba suyun başında duruyordu ancak onun suya herhangi bir şey yaptığını görmedim ve ondan sonrada içmedim dedim, oysa ben önceden birkaç defa o sudan içmiştim. O ana kadar yılanın o suya bir şey yapabileceği hiç aklıma gelmemişti. Eve vardığım andan itibaren tam bir ay hiç kendime gelemedim, baş dönmesi mide bulantısı ve baş dönmesiyle yediğimi kusarak uzun bir zaman geçirmiştim. Doktor İzzettin İyiel beni muayene edip ilaçlar yazmıştı, geçer bir iki güne güneş çarpmış demişti. Bu gün düşündüğümde o günleri hatıralarım arasında yeniden canlı canlı o serüvenimi bu gün gibi yeniden yaşarken, şimdi anlıyorum ki, yılanın zehriyle zehirlenmiş olma ihtimalim çok yüksekmiş…

O gün yaşadığım o acılar bugün hayatımda bir anı olarak unutulmayacak eserlerim arasında yerini alırken, benim hayatım bir esere hala dönüşemedi. Yani, bahtımız acılar kaynağından beslenmek için var olmuş gibi, her yanımızdan acılar fışkırarak üzerimizde kümelenmekte… Acılarla başlayan çocukluğum, acılar içinde mutluyken, bugün mutluluklarım acılarla dans ederken hep kaybeden tarafta yerini aldı. Mutluluğuma tuzak kuran, acılarımı silmek için çırpınarak elde ettiğim, kazandığımda bahtiyar olacağımı sandığım, hayatımı benden çalan yaşamadığım hatıralarım…

Her yandan kuşatılmışım, mutluluk avına çıkan haramiler yolumu kesmiş, benimle onlar arasında kesişme ihtimali olmayan bir boşluk var, bu iki ucu birbirine ulayacak ulamacılar da kalmadı hayatımda! Eskiden ulema diye sarıldığım ancak ulanmışların beyanları ile hayatımı süslediğim, karanlık gecelerin ateş böceği biranda çekip gitti hayatımdan; ondan sonra mutsuzluklarımı huzura çevirebilmenin yollarını aramaya başladı yüreğim beni dinlemeden…

Ben unutulmuş diyarların hatırlandıkça mutluluğa ulaşan bahçesinden bir gül koklamıştım vakti zamanında, gül takılı kalmış yakamda, onun kokusu hala burnumun direğini sarsan… O kokular burnuma ve genzime nüfuz edince duramıyorum yerimde bir çağlayan gibi çağlayıp geliyor içimden gözyaşlarım, gözlerimin vanası bozuk olduğundan iyice berkittirmiştim bir tamirci çırağına ondan boşanmıyor gözlerimden yaşlar… Bu gözler nelere şahit oldu, hepsine şahitlik etmeye kalksa ömrüne bir ömür daha eklense, vallahi onlara ayıracak zamanı belki yakalayamaz.

Eskilerin meşhur bir sözü vardı, paran varsa kefil ol, zamanın varsa şahit ol diye! Ben bunların ikisine de mahrum kaldım ne zamanım kaldı şahit olacak ne param var fakir fukarayı gördüğümde onlara kefil olacak, ondan olsa gerek içimde bir alev yandıkça yanıyor, her yanım kapalı olduğundan dumanlar içimi kapladı, her tarafım duman, ey dostlar bunca dumanı üstüme salmanız insana reva mı, yakışır mı bunlar insan olana…

Bir yaz günü güneşin çata çat sıcağında suyuma zehrini bırakan yılan bana acı vermedi bu kadar… Neden bu kadar acıyı bir canlıya yaşatmaktan zevk alır, sizin o yürek sandığınız vicdan yoksunu oduna dönmüş ruhsuz bedenleriniz… Yoksa ben mi fark etmiyorum sizdeki acıma duygusunun saklandığı yeri? Ama bildiğim bir şey var hakikaten yılanların tümü, günümüzde acıma duygusunu kaybetmiş insan olduğunu sandığımız varlıkların vicdanlarına yuva kurmuşlar. Beni o gün zehirlediği için, içimde yer bulamıyor kendine yuva kurmaya, panzehri ile karşılaşınca girdiği gibi çıkıp gitmek zorunda kalıyor…

Gündem olmayı çok isteyen ama asla gündeme dönük bir mesajı olmayan ancak kendilerini insan sananlar! Sanıyor musunuz ki, vicdansızlıklarınızda yuva kurmuş yılanlar bu kadar insanı zehirlemeye ve yok etmeye yeter. Sizin yılanlarınız ancak sizi yok eder, herkes kendi yılanını içinde barındır, ancak başkasını sokacağını sanır. Yürekler ya gül kokar ya zakkum, bakın yüreklerinize neyin kokusu orada baskın olan… Bir gün olur yürekler hepten durulur, o gün kaynaktan akacak çağlayanlar kalmaz, herkes yürek coğrafyasında güzellikleri paylaşarak gülfidanları büyütmek ister, oysa gülfidanları, bülbüller o coğrafyayı terdekince onları çoktan unutmuşlar. Güllerin unuttuğu yüreklerde ancak zakkum ve yılanlara bir yatak kalır. Geç olmadan yılanlar sizin suya kusmadan, isterseniz temiz suları kendi ellerinizle saki olarak dağıtma fırsatını kaçırmayın…

Gecenin genlerinden, yüreğime gündüzün tohumları saçıladursun, ben geceleri unutursam, yılanlar suyuma yeniden zehrini kussun…

Çıkamaz mı sanıyorsunuz yoksa bu kadar basit karanlıklar, aydınlığa… Ben yolları hep karanlıkken geçmeyi severim, gündüz yollara çıkmam, gündüzleri yol yordam bilmeyenlerin ellerinden tutup tehlikeli bayırları geçirmeye çabalarım, geceleri kendime ayırır, kimsesiz olduğumu sandıklarında tırnaklarımla karanlıklardan bir gedik açarım. Güneşin aydınlığından ışık çalmaya çalışan kör kazmayla güneşin bağrına kazma sallayanlardanım, sizin karanlığınız bana ne yazar…                                       

Ben karanlıklara acıyarak bakan, aydınlığa özlem ve hasretle yanan, tutuşturulmuş bir çıra gibi her an aydınlık taşımayı isterdim, oysa ben karanlıklara gömülmüşüm…

Hangi karanlıklar senin için daha iyi, söyle de bilelim diyenler olabilir belki, ben aydınlığı karnında taşıyan, doğurmak için sancıların tavan yaptığı, zifiri karanlıklardan herkesin tedirgin olduğu, içinde umut, ışık hayat, yenilik güzellik ve gelecek taşıyanları isterim ve onlarla birlikte olmaktan çok mutluyum dokunmayın bana; bırakın ben bu karanlıkların tadını çıkarayım…

Çocukluğumun aydınlığından aldığım mutlu yıllarıma özlem duymayı çoktan unuttum, bugünün karanlıklarına gizlenmiş olan mutlulukları arıyorum ben… Bu karanlıkları birlikte imha ederek aydınlık yarınlara hep birlikte çıkmaya ne dersiniz? Bu benim belki tesellim sanılır, oysa ben kendini teselli eden bir aydınlık arayanlardan değilim, herkesin üzerine rahmet kapılarının açıldığı içinde bir kıvılcımda ben olduğum aydınlıkların hayranıyım, o günleri sabırla beklerken bu duygularımın dışarıya sızdığına şahit olunca, birileri bu nedir diye sormadan gelin birlikte bu yolda olalım demek için haykırışlarım… Ne yılanlar sokabilir beni ne yalanlar dolanır başımda, ben yalanlar ülkesinin bulutlarını yürek kanatlarıyla savurdum, yılanları serbest bıraktım onlar da kendi tabiatlarına göre yaşasınlar; biliyorum ki, ben beni bilirsem, benim sahibim beni bırakır mı başkasının zehrine…

Ey dostlar haydi ayağa kalkalım, toprağı yeniden karalım, pulluklar çıksın ortaya, atları koşalım, traktörler olmasa da olur, mazot olmuş olmamış ne çıkar, biz elleriyle toprağı karan, tırnaklarıyla yeri kazıyan, toprağa hayat kazandıran bir medeniyetin inşasından gelenler değil miyiz… Tüm medeniyetlerin karanlığa giriş yaptığı bu çağda, kendi karanlıklarımızı delerek aydınlığa gözlerimizi açmanın tam zamanı, doğrul ve kendine gel, bugün değilse ne zaman!

Çocukluğumdaki mutluluklarımı yakalamışçasına öyle bir hafifliyorum ki, sanki göğün yedinci katında ayaklarımda hiç çamur olmadan hızımı kesenlere aşk olsun der gibi uçuyorum; bu uçuş aydınlığın güzelliklerin huzurun mutluluğun kardeşliğin,sevincin,saygının sevginin harmanlandığı bir havayı solumak için…Yoksa bu kadar hızla bu yol nasıl gidilir, sanıyorum adaletin güneşinin doğduğu yere gidiyorum, ondan çok sevinçli ve coşkuluyum gelin bu coşkuma sizleri de ortak edeyim var mısın…

Erol KEKEÇ/09.03.2022/00.41

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder