Bir düşünce ve yaşam, var olan yaşamlara göre kendisini tanımlar ya da onların alternatifi olduğunu iddia ederek varlığını kanıtlamaya çalışırsa, her dönemde kendi özünden kaynaklanan bir varlık oluşumundan mahrum kalır. Batı karşısında, batının değer ve kavramlarını yaşayarak farklı bir paradigma oluşturma hevesi içinde olan İslami düşünce, kendisi olmadan kendisini başkalarıyla zemmederek çözülmenin onayını yapmış olur.
Batının hiçbir ürünü yoktur ki onun ontolojik sürecini ortaya
çıkaran bir felsefi alt yapısı olmasın. Kendi felsefi yaşam denklemine göre
sorunlarını çözmeye çalışan batı, bu değer sistemini tüm dünyaya evrensel bir
değer gibi ihraç ederek, diğer toplumlara da bunu sindirtmeyi başarmıştır. Bu başarı,
İslam ülkesi olarak adlandırılan tüm toplumlarda rahatlıkla görebileceğiniz bir
kültür olarak yaşam alanlarında görülmektedir. Ör. demokrasi havarisi olanlara
bakarsanız bunların daha çok İslam toplumları olduğunu görürsünüz. Bu
topraklardaki yönetimler genellikle Totaliter baskıcı diktatörlerden oluştuğu için,
bunların zulmünden bıkan toplumlar, adı ve düşüncesi ne olursa olsun bunun karşısına
hemen demokrasi ile çıkıyor ve onların tek rakibinin bu olduğunu iddia
edebiliyor…Acaba gerçekten öylemi değil mi diye kendilerine ait bir yönetim
anlayışı geliştiremediklerinden tek kurtuluş olarak demokrasiye sarılıyorlar.
Demokrasinin kökeni ve anavatanı olan batı kendi içinde bunun bir tanımını
yapsa da o tanım kendi değer sistemi içinde ona biçilen bir elbisedir. Oysa
batının yaşamına yön veren teokratik dini değerler ile İslam’ın aynı olmadığı
ve bu sistemle benzeşen bir kapalı devre sisteminin olduğu asla düşünülemez.
İslam, doğrudan insanın özgürlüğü üzerine yaşam alanlarına
bir farklılık getirmeye çalışan dindir. Yani İnsanların toplumsal kabullerinden
yola çıkarak onlara kendisini dayatan bir anlayış değildir. İslam İnsanların
bireysel tercih ve kabullerinden sonra, bu bireysel kabulleri ortak bir değer
etrafında ilkeli olarak birleştiren evrensel değerleri olan anlayış ve yaşamdır.
Onun içindir ki,” Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, zira göz, kulak ve kalp
ondan sorumludur…” İlkesi insanın tercihleriyle kendi yaşamına yön verecek
yönetim anlayışını da kolektif iradenin kolektif davranışa dönüşmesiyle ortaya
çıkacağını anlattığını görmekteyiz. Durum böyle olunca, Demokrasinin özgürlük
ve seçim hakkı gibi, insanların duygularını kabartan yönleri, İslam’ın insanlığa
getirdiği yaşamın genişliğinin yanında esamisi bile okunmaz. Burada anlatmak istediğim,
kendi değer sistemlerinden habersiz yaşayanların başkalarının dayattığı ya da
farkında olmadan bizlerin onu içselleştirerek arkasına sığındığımız bu değerler,
hakikaten bizim kendimize has kıldığımız değerlerimizi ne kadar ifade ediyor
olabilirler.
Öncelikle, İslam’ın özgürlük kavramına yaklaşımı ile batının
özgürlük kavramına yaklaşımlarına baktığımızda bunların birbiriyle
örtüşmediğine şahit olmaktayız. İslam’ın özgürlük tanımı, Fıtratın sahip olduğu
özellikleri o fıtratın yaşayacağı alanlarda, herhangi bir sınır koymadan fıtrat
yatağını her türlü etkileyicilerden arındırmaktır. “Allah yarattı ve hedefini
gösterdi…” Buyruğuna uygun yaşam alanını oluşturmak Allah’ın bir emridir. Yani
fıtratın kendisini değiştirmesine ve farklı kılıklara bürünerek kendisi dışında
başkalarına öykünerek zoraki bir yaşamın kurbanı olacağı alanları seçmesine
ortam hazırlamak aslında onu fıtratından uzaklaştırmak olur ki, bunun adı
özgürlük olmaz. Ör. Kutuplarda yaşayanların istek eğilim yönelim ve tercihleri
ile Ekvatorda yaşayanların durumunun aynı olmasını bekleyemezsiniz. Ekvatorda
yaşayanların hayatlarında belki de hiç kürk alma isteği olmayacakken,
kutuplarda yaşayanların da tişört gibi giyeceklere yönelimlerinin olmasını bekleyemezsiniz.
Yani İnsanların fıtratlarının yaşadığı bünyeyi ve o bünyenin gelişimini
tamamladığı coğrafyayı hayatlarından ayrı düşünemezsiniz. Dolayısıyla her
ortamın aynı özelliklere ve uyaranlara göre biçimleneceğini sanmak ve onu da
her ortama evrensel bir değer olarak dayatmak insanlığı imhaya götürmek olur.
İslam’ın fıtrata dönük eğitici ve geliştirici değerleri ile diğerlerinin
felsefi alt yapıları birbiriyle uyuşmaz. Uyuşmadığı gibi çatışmaları ve
kırılmaları da doğurur. Ancak İslam toplumu olarak varlık sahnesinde
kendilerini tanımlayan toplumlar, kendi değerleri hakkında gerekli bilgi
birikim ve entelektüel donanımlara sahip olmadıklarından, yaşadıkları
toplumdaki diktatörlerden kurtulmak için, batının anlayışını tek kurtarıcı
sistem olarak görüp ona sarılmakla aslında kendilerinin bir hiç olduklarını
ortaya koyduklarından da habersizdirler. Batının Yönetim anlayışının temelinde
dinden koparılmak istenen insanın dünya cennetine daldırılarak, doyumsuz bir
yaşamın haz frekanslarının çetelesinin tapusunun sahiplendirilmesi yatmaktadır.
Bu tapuya sahip olmak isteyen her insan, bu yönetim anlayışını mutlak kurtuluş
reçetesi olarak görüp ona sarılmaktadır. Yani Batı, Yaratıcıya rağmen, ondan
bağımsız yeryüzünde farklı bir cennet oluşturma derdindedir. Bu cenneti de
tamamıyla seküler bir anlayışın kodlarına göre biçimlendirmektedir. Dolayısıyla
ilahi olan ile Seküler olanın savaşı ortaya çıkmaktadır. Bu savaşın taraflarından
hangisinin yanında olduğunuzu, sizin ortaya koyduğunuz yaşamınız ve nasıl bir
yönetimle yönetilme arzunuz belirlemektedir.
İslam dünyası olarak bilinen Ulusal ya da feodal topluluklar
henüz kendi yaşamlarıyla alakalı değer sisteminin kodlarının nasıl bir yönetim
ortaya çıkardığını bilmeden kalkıp biz demokrasiyi İslamileştiriyoruz gibi
basit ve sıradan sığ bakışlarla ortaya bir düşünce attığını sanıyor olmaları da
bir o kadar komiktir. Geçmişte bu konuda, Tunus Nahda Hareketi Lideri merhum
Gannuşi’nin demokrasiyi içselleştirme anlayışı da buna örnek olabilir.
Türkiye’de zaten Müslüman kesimin sığındığı tek liman haline geldi. Hatta
Merhum M. Mursi’nin Mısır’da Cumhurbaşkanı olduğu dönemde bizim Cumhurbaşkanı
Mısıra gittiğinde Demokrasinin faydalarını ve nimetlerini (!)anlatarak Demokrasiye
sahip çıkmalarını ve bir an evvel demokrasiye geçiş sürecinin tamamlanması
gereğini anlatıyordu. Tüm bunlar neden oluyordu dersiniz, kendi düşünce
sistemlerinden ve yaşamlarıyla iç içe olması gereken inanışlarından habersiz
yaşayanlar ve onunla ilgili birikimlerden yoksun olurlarsa, doku uyuşmazlığı
olan bu yönetim biçimlerine bel bağlayarak, batının başka yollarla sömüremediği
toplumlar için icat ettiği yönetim anlayışının onayını size yaptırarak kendi
elinizle sizi sömürebilecek meşru gerekçeler oluşturmasına fırsat
oluşturursunuz.%51’in %49’un isteklerini dikkate almadan kendi hegemonyasının
adı özgürlükçü bir yönetim oluyor da, Söz sahibi olanların, söz sahibi
olamayanların haklarını en iyi şekilde koruması gerekli olan sistem, yani
fıtrat kodlarına göre oluşan İnsani sistem neden özgürlükçü olarak değerlendirilmez. Oysa en
özgürlükçü sistem, Adaleti esas alan ve herkesi insan olarak görüp onların hak
ve hukuklarını garanti altına alıp, can mal ve nesil güvenliğini sağlayan İnsan
fıtratını esas alan sistemdir. Allah, bizden İnsanı, kaplamı en çok olan bir
kavram olarak ele alıp, tüm düşünceleri bu kavram içinde özelliklerini
kaybettirmeden adalet ölçeğinde herkesin rahatlıkla tartılacağı bir yönetimi
bizlere öğütlemektedir. Eğer biz kendi kitabi ve peygamberi bir duruşa sahip o
yaşamı hiçe sayar, kendimizi batının batmakta olan değerleriyle tanımlamaya
kalkarsak şunu unutmayalım ki, yaşam alanındaki ismimiz tanımsız olacaktır.
İslam aleminin bu tanımsız yaşamdan çıkarak kobay olarak
kullanılmaktan uzaklaşması gerekir. Diktatör yöneticilerin denendiği yer buralar,
demokrasi dedikleri yeni sömürge yönetimlerinin denendiği yer burası, bilmem ki
daha kaç çeşit yönetimler oluşturup bizim topraklarımızdaki insanları sömürmek
için deney yapacaklar. Eğer bizler Yüksek basınç alanı oluşturamazsak şunu
bilelim ki, dünyanın neresinde olursa olsun her türlü anlayış ve yaşamların
konaklama yerleri bizler olacağız. Düşünsel ve entelektüel donanımlar açısından
alçak basınç alanı olmaktan çıkıp yüksek basınç alanı oluşturmalıyız. O zaman
göreceksiniz nereye hangi düşüncelerin bir sağanak olarak yağıp o topraklarda
nasıl bir verimlilik oluşturduklarını…Yaşama giydirilen inanç şekil olmaktan
çıkarılıp yaşamı yöneten bir sistem ve içselleştirilen yaşam manifestosu olmalıdır.
Güven, eminlik, liyakat ahlak, erdem, saygı vs. değerlere dini bir kılıf
geçirerek herkese vaazlar verilmemeli, yaşamda bunların ne olduğu sessiz
adımlarla karşılık ve canlılık bulmalıdır. Kimseden yönetim ithal etmek zorunda
kalmayız o zaman.
Tüm bunları gerçekleştirebilecek dinamizm bizde var ancak
yeterli donanım ve entelektüel birikim olmadığı gibi temellendirilmekten uzak
sadece günlük konuşmaların birer cüzü olan bilgiler var dağarcıklarımızda…Bir U
dönüşü yaparak kendimize gelip nereye gidiyoruz diye bir soruyla irkildiğimizde
sorumluluk duyan bilim adamlarımız, entelektüel birikimli aydınlarımız bu yükü omuzlayarak,
merhum Raci El Faruki’nin “İslam Kültür Atlası” örneği gibi kuşatıcı evrensel bir yaşamın fıtrat donatılarına göre hazırlanmış
herkesi kucaklayan “İnsanca yaşama çağrı”vs. adı altında albenisi yüksek bir
denklemi yönetim alanına çıkardıklarında batının dağları ve şehirleri yağış
gönderen değil yağış alan yerler haline gelir. Yeter ki dik duralım ve
kendimizi kendi değerlerimizle tanımlayacak izzeti yakalayarak batının
sömürgeci anlayışlarına hayranlık beslemeyelim…