31 Aralık 2018 Pazartesi

AÇIK TOPLUM MU KAPALI TABAKALAŞMA MI?



Toplumsal hareketlilik ve sonrasında oluşan tabakalaşma süreci üzerinde kimse durmayı istemez. Çünkü tabakalaşma sadece belli toplumlarda feodal algıya göre yaşayan toplumlarda yaşanan bir gerçeklikmiş gibi algılanır. Oysa toplumsal tabakalaşma toplumsal hareketliliklerin hızına ve yaşam alanlarında meydana getirdiği değişimlere göre çok ciddi aşılmaz kurallarla perçinleşerek devam ettiği muhakkaktır. Endüstri devriminden günümüze sosyal ve ekonomik yaşamlarda meydana gelen refah düzeyindeki değişimler, tabakalaşma çeşitlerini de eski toplumlarda olduğundan daha fazla derinleştirmiştir. Oysa Toplumsal hareketliliklere bağlı açık toplumsal tabakalaşma şekillerinin hız kazandığı anlatılmasına rağmen, sosyal ağlar arasındaki delinmezlikleri ve meslekler arasındaki sosyal mesafe farklarını gördüğümüzde bu algının hiç de tutarlı olmadığını görmekteyiz. Mesleki sosyal mesafe alanları başlı başına bir tabakalaşma sistemi oluşturmaktadır.
Toplumsal tabakalaşma, insanların belirli sınırlar içinde yaşaması ve hayatı boyunca o sınırlar içinde tüm ilişkilerini düzenlemek zorunda kalmasıdır. Alt tabakada bulunan insanlar genellikle doğduğu ortamda büyür gelişir ve orada ölüme gider, oysa üst tabakada olanlar zaman zaman aynı tabakanın içinde alttan yukarı ya da yukarıdan aşağıya iniş çıkış yapabilirler. Orta ve alt tabakada olanlar olağan dışı bir durum gerçekleşmediği sürece, bulundukları tabakanın içinde sadece yatay doğrultuda hareketler yaparlar. Bu da sosyal mesafeleri birbirine yaklaştıran hareketlilik olmaktan çok coğrafi anlamda bir mekân değişikliği şeklinde ortaya çıkar. Oysa yaratıcı insanlara böyle bir yaşamı reva görmemesine rağmen, sınırları belirgin halde çizilmiş yaşam kodesleri içine insanların bırakılmasının temel sebebi, her dönemde feodal anlayışlardan ve emperyalist bir zorbalıktan kaynaklanmaktadır. Feodalizm bünyesinde lokal bir zorbalık barındırırken, emperyalizm, global zorbalığın tüm detaylarıyla ortaya çıktığı yönetimlerdir.
Kendi ülkemiz gerçeğini ve Orta doğu coğrafyasını dikkate aldığımızda, bu anlayışın, tüm yöneticilerin ve yönetimlerin genetiğini kuşattığına şahit olmaktayız. Orta doğu’da genellikle kapalı bir toplumsal yaşam egemen iken, ülkemiz de daha çok açık toplumsal yaşamın egemen olduğu anlatılır. Ancak kurumsal yapıların dizayn edilmesine ve hiyerarşik bürokrasiye baktığımızda açık toplumsal tabakalaşmanın neredeyse belli ortamlarda olduğunu, imkân ve güç sahipleri için geçerliliğini görürüz. Toplumun genelinde de daha çok kapalı bir tabakalaşmanın olduğunu görmekteyiz. Sebebi ise, insanların hangi sosyal tabakadan geldiği ve geçmişinde nasıl bir yaşamın olduğunu dikkate almalarıdır. Şöyle örneklerle bu konuyu biraz daha açıklayabiliriz. Ülkenin güvenlik güçlerinde subay olacaklar, belli gruplardan seçilirken hatta kurmay olacakların, o görevlerde atalardan gelen o görevi yapanlar varsa, onların çocuklarının tercih edildiğini görmekteyiz. Hariciyede ise tamamıyla bu kuralların geçerli olduğun görürüz. Ülkenin önemli kurumlarının başına geleceklerin de liyakat esaslı olmadan çok, kabile, aşiret, yönetim mekanizmasına yakınlıklarına göre bir görevlendirme yapılıyorsa, bunun açık toplum olmadığını söyleyebildiğimiz gibi, kapalı toplumsal tabakalaşma olduğuna da kanaat getirmekteyiz.
Dünyaya hükmeden küresel güçlere baktığımızda da iki ailenin fertleri dışında ve o aileden gelen insanların atadıklarının ötesinde, dünya ekonomik gücü elinde bulunduranların arasına girmek imkanızdır. Bu kısa örnekler bize, toplumsal tabakalaşma da sadece tarihi bir geçmişte bunların yaşandığını iddia edip, günümüzde böyle bir durumun olmadığını söylemek tam bir ahmaklık olur. Oysa geçmişte aynı toplumlarda yaşayan insanları, kabileler, boylar ve klanlar olarak ayırıp onların tabakasını belirlerken, günümüzde bu sürecin geniş kitleler ve ülkeler bazında bir tabakalaşma içine girdiklerini anlatmak mümkündür. Tüm bunlar gösteriyor ki yer yüzünde tabakalaşma sanki insanların kaderi olarak görülmüştür. Bu anlayışları yıkmanın ve bunların baskısından kurtulmanın en gerçekçi yolu, yeryüzünde insanları özgürleştirmek ve kendi yetenekleriyle bir yaşam denklemi kurmalarına yardımcı olmaktır. Bu denklem doğru kurulduğu zaman, her insanın yer yüzünde yaşama hakkının olduğu ve yer yüzünün herkesin ortak mülkiyeti olduğu anlaşılacaktır.
Bu kısa açıklamalardan varmak istediğim sonuç şudur aslında, Günümüz çağdaş devletlerini tanımlayan açık toplum tanımlaması ve açık toplumsal tabakalaşma tanımlamaları tamamıyla bir hipnoz yöntemi olduğuna inanıyorum. Çünkü geçmişte tabakalar arasındaki fertlerin sayısal çoğunluğu çok sınırlı olmasına rağmen, günümüzde tüm toplumların köle haline getirilerek avutulduğu bir yaşamda, bunları anlamak bayağı zorlaşmaktadır. Her ülkenin sınırları cetvellerle çizilerek onlara bir bez parçasından verilen ve bağımsızlığı anlattığına inanılan bayraklarla, aslında toplumların küresel ölçekteki, toplumsal ve sınıfsal tabakasına da bir vurgu yapıldığı bilinmelidir. Her toplumun kendisi için çizilen ve oluşturulan kutsallarla, tabakalar arasındaki yerini de doğrudan tescillemektedirler.
Dünyaya hükmeden ve BM’nin belirleyici beş üyesinin dünyanın kaderini belirlemede büyük roller üstlendiği bir çağda, hala küresel bir sosyal tabakalaşma olmadığını söylemek mümkün müdür? İşte tüm dünyaya hükmeden bu güçlerin varlık gerekçelerini anlamayan ülkeler hiçbir zaman bulundukları toplumsal tabakadan yukarı çıkamayacaktır. Ülke içinde bu durumu ele aldığımız zaman da durum hiç bundan farklı değildir. Belli kurullara ve gücü ellerinde bulunduranlara devlet doğrudan her türlü desteği vermesine rağmen, imkânsız olanlara bu avantajları tanımadığı halde aynı koşullardasınız, sizler de ilerleyebilirsiniz gibi demagojilerle bir toplum aldatılmamalıdır. Eğer insanlara yeteneklerine, imkanlarına göre başarı sağlaması için uygun zeminler sunarsanız, işte o zaman açık toplumdan söz edebilirsiniz. Açık toplumda hiçbir tabaka, insanların tabakalar arası geçişlerinin önünde bir engel olamaz.
“Melekler onların canlarını almaya geldiğinde, siz neden sadece rabbinize kulluk etmiyordunuz dediğinde biz ezilmiş, yıpranmış ve imkanları ellerinden alınmış toplumduk, o zaman hicret etseydiniz Allah’ın arzı geniş değil miydi o halde girin cehenneme” denileceği günü hesap ederek, tüm tabakaları ayaklarımızın altına alarak, yaratıcının vermiş olduğu yetenekleri en güzel şekilde kullanmaya ve becerilerimizi ortaya çıkarmaya ne dersiniz….
İslam, şahitlik adalet ve sınırların olmadığı yeryüzünün tamamını imar ederek, yaşamamızı isterken, bizler neden, bizler için oluşturulan bu dünyadaki sanal duvarlara takılarak yeryüzündeki halifeliğimizi gereği gibi yapmıyoruz. Halifelik makamında sadece Allah’a kul olmak isteyenleri, yeryüzü baronlarının ve tapınakçılarının önümüze koyduğu yaşam haritasında bir yer aramaktan kurtulup arzın her noktasına hem fikir hem de bir yaşam örnekliği koymak için, vakit uyanma vakti! “Sabah yakın değil mi,” çabuk olalım ömür değirmeni bizi tüketmekte!
Erol KEKEÇ/30.12.2018


AHLAK ADALET VE GÜVEN AŞIĞI BİR YAŞAM!



 İnsani yaşamın ahlaki filizlenmesi ancak adalet tohumlarıyla göverir. İnsanca yaşamanın   egemen olduğu bir ortamın oluşmasını istiyorsak, her ortamda ahlaksal davranışların yayılmasını ve kökleşmesini sağlamak zorundayız. Ahlaksal filizlenme olmadan ahlaki davranış kalıplarının belli kurallarla dayatılarak yaygınlaşmasını sağlamak sadece havanda su dövmek ve elde edilme imkânı olmayan bir geleceği düşlemek olur. Ahlaki eylemlerin yayılması ancak adalet mekanizmasının yüreklerde kuracağı ve oradan filizlenerek kök salıp dal dudak salması derken meyveye binip etrafa faydalı    eylemler aktarmasıyla mümkündür.
İnsani yaşam deyip geçmeyelim, insanca bir yaşamın şartları oluşturulmayan ortamlarda ahlaki bir davranış beklemek sadece kendimizi avutmanın ötesine geçmeyecektir. İnsani yaşama giden yol, fizyolojik hayatın varlığına herhangi bir saldırının olmadığı ortamlarda ortaya çıkar. İnsanın bir canlı olarak fizyolojik yaşamının tehlikede olduğunu anlaması her türlü olumsuz davranışlara doğal bakacağı anlamına gelir. Çünkü “Devenin yardan yuvarlanmasına neden olan bir tutam ottur.” Yani deve açlıktan kurtulmak ve yaşamına yönelik ölümcül saldırılardan kendisini korumak için, bir tutam otu yiyebilmek adına aşırı uçurumlardan yuvarlanmayı göze alabiliyor. Biz bu durumu, akleden anlayan kavrayan olayların gelişim süreçlerini analiz eden ve kendisine sunulan acınası bir yaşamın kollarında can vermesini arzulayan insan, anlayışlara şahit olduğunda neleri yapmayacağını düşünebiliriz ki!
İnsan için en önemli güdülerin başında korunma, varlığını devam ettirme, neslini güvence altına alma, sevilme sayılma ve itibar sahibi olma gibi güdülerini doyuma eriştirdikten sonra bir gruba kümeye ya da topluluğa ait olma gibi güdülerin peşinde koşar. Bu sıralamayı hiçe sayarak sizinle birlikte olsunlar da nasıl yaşarsa yaşasınlar dediğiniz zaman bir binanın merdivenlerinin alt basamaklarını yok ettiğiniz zaman üst katlara çıkma ihtimaliniz olmayacaktır.
İnsani yaşamın olması için ahlaki bir zeminin oluşturulması ve bu zeminde de mutlaka ama mutlaka adalet harcının bu zeminin her yanına karıştırılması kaçınılmazdır. Bunları hatırlatarak bir yere gelmek istiyorum aslında, bu da bir toplumda gelir dağılımının paylaşımındaki belirleyici faktörleri kendi his arzu ve isteklerinize göre belirlerseniz orada toplumsal yıkım başlar ve toplumu ayakta tutan tüm dinamikler yıkılmış demektir. Şu an da kendi ülkemiz gerçeğine bakarsak aşağı yukarı 20 bin civarında farklı alanlarda insanlar meslek kolları oluşturarak bu alandan elde ettikleri gelirleri ile yaşamlarını devam ettirdikleri gibi, yaşamsal öneme sahip olmayan haksız kazanımları da elde etmekteler. Bu dengesiz ve haksız kazanımların oluşmasındaki temel saikte, Elde edilen imkanların insan faktörü dikkate alınarak paylaşılmaması, tamamıyla mesleklerinin yüceltilerek mesleklere bir pahanın biçilmesidir. Mesleklere pahanın biçildiği ortamlarda insan çok ucuza harcanıyor demektir. İnsanı harcayan ama meslekleri yücelten toplumlar, toplumsal yönetim felsefelerine yeniden insanı getirmedikleri sürece, çıkışı olmayan bir labirentten içeriye girerler ve bu yolun sonu da ancak hüsranla sonuçlanır.
Allah kâinatta rızkı eşit olarak dağıtmasına rağmen, acaba neden birileri, bu rızıkları sadece kendisine tahsis edilmiş gibi horca kullanmayı düşünür. Bu da ancak mütekebbirlikten ve haddi aşarak Karunlaşıp Firavunluğa giden despot bir algının tüm kılcal damarlardaki hücrelere kadar yayılmasından ileri gelir. Böylesi ortamlarda da ahlakı konuşmak ona yapılacak en büyük zulüm olur. Ahlak, ancak onun var olması için uygun zeminler oluşturulduğunda böylesi ortamlara ihanet edenlerin eylemlerinde gözle görülebilir. Aksi halde sadece insanlık omurgasızlığa mahkûm edilir. Bunun için şu anlatacağım örnek bu konunun içinde hayati bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum.
Bir toplumda yaşayan insanların hangi meslekten olduğuna bakılmaksızın, herkese insanca yaşayacağı imkanları oluşturmak hem ahlakilik hem de adil olan bir eylemdir. Burada imkanlar pay edilirken, ele alınan temel faktör, canlı olmak ve insanca yaşamak dikkate alınmıştır. Bu da insani bir düzenin oluşumunda ahlakın köklerinin temel alınmasıdır. O halde şimdi soruyorum, bir sistemin işleyişine katkı sunan hem sivil hem de resmi hiyerarşik yaşam ağında ekonomik olarak nasıl bir denge var. Bu paylaşımda insanların oluşturduğu mesleklere mi paha biçilmekte, yoksa en şerefli varlık olarak yaratılan insana mı?
İnsanı değersizleştiren onun biyolojik yaşamı ile hayatta kalma mücadelesini ona sunmaktan zevk alan ve onu insan mertebesinden uzaklaştıran her anlayış ve sistem yeryüzünde zulüm tohumları ekerek yeryüzünü ifsat etmekten başka bir iş yapmaz. İfsat odaklı bir mekanizma üzerine kurulan sistemlerin tamamı, ahlakın yok olmasına ve adaletin imha edilmesinde hep baş rol oynar. Bu sistemlerin insanların iyiliği için bir şeyler yaptığını ve yapacağını anlatarak gelecek hayatlarının daha güzel olacağını söylemesi baştan sona bir yalandır. Bu yalanlarla avunan toplumlarda ahlak en alt zeminde bile olamaz. Çünkü yaşamak için bunların korumak zorunda olduğu tüm kurallar işlevini kaybeder, herkes kendi yaşamını devam ettirmenin peşinde koşar. Böylece toplumsal güven, eminlik, birlik beraberlik dostluk gibi kutsallar da kendiliğinden dejenere olarak imha edilir.
Bu süreçleri en güzel şekilde atlatmak için, insanlığın hayrına olacak şekilde bir siyasal ve sosyal sitem kurmak kaçınılmazdır. Bu sistemde her vatandaşın insanca yaşayacağı imkânlar, ülke nimetleri dikkate alınarak eşit olarak pay edilecek, sonrasındaki kazanımlar mesleklerin kendi rollerini en iyi şekilde yerine getirmesi neticesinde kazanılmış imkanlar olarak takdim edilecektir. Böylesi bir ortamda hem adalet hem de ahlak kendiliğinden kök salar. Toplumsal yaşamın hangi kolunda olduğunu düşünmeden, insanlar insanca yaşayacaklarına inanacaklarından, toplumsal yaşamın canlanması ve bir dinamizm kazanması gerçekleşecektir.
Konuşmaya geldiği zaman zaman herkes toplumsal birlik beraberlik ve sistemsel hiyerarşinin devamı için her insanın yaptığı işin önemli olduğunu aşağılanmaması gerektiğini anlatır. Ancak hakların dağıtımına gelince birileri aslan payını alır diğerlerinin canı cehenneme diye karmaşık ve paradoksal bir algı kirliliği ortaya çıkar. Eğer insan olduğumuzu ve birlikte yaşadıklarımızın da bizim gibi insanca yaşama haklarının olduğunu düşünüyorsak, herkese insanca yaşayacağı, günün koşullarını ve alım güçlerini yeniden adil olarak düzenlemek zorundayız. Sonrasında insanlar daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa ek işler yaparak ya da mesailerini fazlalaştırarak imkanlarını genişletebilirler. Bunun dışında kalan her algı anlayış ve sitem insanlığa sadece göz yaşı kan açlık sefalet ve taşınması çok zor dünyanın ağırlığını halkın sırtına vurarak onları ölüme mahkûm eder. Benim naçizane tavsiyem herkese insanca yaşayacağı koşulları oluşturalım adaleti tesis edelim ki, ahlak her toprakta filizlenen bir güven tomurcuğu olsun….
Erol KEKEÇ/30.12.2018