1 Ağustos 2014 Cuma

DERVİŞ POSTUNDAKİ NEMRUTLAR!


SOSYOLOG-EROLKEKEÇ
01.08.2014/ Namazgâh-İst
Not:”Ben Müslüman’ım deyip dosdoğru olanlara saygımı ve muhabbetimi ifade ediyorum, Dini kullananlar zümresine ait söylediklerim…
Âlemi seyreyleyeyim diye bir durdum durmasaydım, etraf tamamıyla cübbeli ve kılık değiştirmiş olanların iç dünyalarını gizledikleri sırtlanlarla dolu olduğunu gördüm. Bu sırtlanların sırtlarındaki postların bu kadar sermaye taşıdığını bileydim bu yollarda adımlar mıydım?
Dünyanın debdebesiyle meşgul olanlar, kıbleleri taştan yapılmış ve sütun gibi üzerine kimin oturacağı belli olmayan putlara tapınırken, üzerlerindeki cübbelerin ve meşreplerin beni kandırdığını söylesem hiç aklın yok muydu? Diyenlerin olacağını biliyorum ve sözlere kulaklarımı tıkayarak, tüm tecrübelerimi sizinle paylaşmak için bu gün klavyenin başına geçtim, Bu kalemin(klavyenin)Allah’ın üzerine yemin ettiği kalem olmasını rabbimden niyaz ederek biraz sizlerin başını ağrıtacağım…
Âlem puşt olmuş, ben ise sırtlanların sırtındaki koyun postuna bakarak hep iyi niyet duygularımın esiri olarak yaşam serüvenimi devam ettirdim. Bu serüvenim o kadar acılarla dolu ki nereden başlasam her yanımdan, iliklerimdeki kanlarım içimden dışarıya fırlayıp patlıyor. Ey Derviş postundaki, Belamlar! Nemrutların hayat stili hayatlarınızı dizayn etmesine rağmen neden bir derviş postuna bürünerek, insanlığın ruhunu kara emellerinizin son durağı olan istikbal arzularınıza kurban edersiniz. Bedenleri katledenlerin kurtulacağı günler belki olabilir, ancak ruhları katledenlerin insanlık önünde af edileceği günler asla gelmeyecektir. Firavunlar, emri altındaki halklara hep en iyisinin kendi bildikleri olduğunu anlatarak, insanlığı sömürdüler. Bu sömürü trendi, Musa’nın(sa)Asasının ortaya çıkmasına kadar devam etti. Musa’nın(as)Asasına galip geleceğini düşünen sihirbazların iplerinin hepsinin yutulacağı günler çok yakındır. Firavunlar tüm sihirbazları etrafına toplasalar da o sihirbazların hakkı görüp ona şahit oldukları gün, Firavunların zulmü sona erecektir…
Musa’nın(as)geleceği güne umutlarını yitirenlere çağrım, Musa(as)gelişi, Firavunun zulmünü devam ettiren sihirbazların etkinliklerinin yoğun bir şekilde tüm insanlığı aldatmaya odaklandıkları gün olacaktır. Küfrün yaygınlaşması, Musa’nın gelmesinin nedeni olmaya bilir, ancak Sihirbazların derviş postunda insanlığı aldatmak için firavunun borusunu öttürdükleri zaman gerçekleşecektir. Ey Firavunun yaşamasın nedeni olan belam bin Baurlar, şunu biliniz ki hiçbir firavunun zulmü sizin kurtuluşunu sağlamayacaktır, ancak Musa’nın (as) Asası karşısında teslim olup,”Biz de Musa’nın Rabbine iman ettik, andolsunki, ilk inananlardan olduğumuz için rabbimiz bizi af eder “diyen Sihirbazlar gibi Rahman’a teslim olun ki kurtulanlardan olasınız…
Bu gün İslam âlemi kan ağlıyorsa bunun tek nedeni, Derviş postuna bürünmüş kolumuzu kanadımızı kıran ve bizi firavunların pençesinde can verdiren bu belamlardan başkası değildir. Ey insanlık sizin fazla kafanızı karıştırmak ve sabah sabah ortalığı bir birine katmak istemediğim için bir örnekle konuyu kısa kesmek istiyorum…

Hz. Süleyman döneminde bir kuşla bir derviş arasında geçen bir diyalog, derviş kuşu tutmak için kovalar ve kuşun kanadı kırılır ve tüyleri dökülür. Kuş dervişten şikâyetçi olur ve Hz Süleyman’a gelir ve derki; Ey Süleyman bu derviş benim kanadımı kırdı ve tüylerimi döktü, Hz Süleyman Dervişe der ki ne diyorsun derviş cevaplar… Ey Padişahım! Benim tabiatımda onu yakalamak var, onun da tabiatında uçmak var, o uçmadı ben de peşinden geldim kanadındaki tüyler döküldü ve kanadı kırıldı bunda ben suçlu değilim der… Kuş der ki, ey Süleyman normal insanlar için dediği doğru ancak bu bir derviş sırtında postu var o kimseye karışmaz güvenilir diye ben uçmadım bunun cezalandırılmasını istiyorum der. O zaman Süleyman (as) bu dervişlin iki kolunu kırın der. Kuş hemen atılır, hayır onun kolunu kırmayın, sıtındaki cübbeyi çıkarın ki, bir daha kuşlar buna aldanmasınlar… Çünkü bizim ona güvenmemiz sırtındaki cübbesinden oldu der… Ey insanlar biz sırtındaki din cübbesini giyen, Firavunların yardakçısı, Allah’ın adını kullanarak bizi aldatanlardan yediğimiz darbeyi başkasından yemedik haberiniz olsun…

29 Temmuz 2014 Salı

DOĞRU OLMAK İÇİN KALIN DERİLİ OLMALISINIZ(!)

28.07.2014
Sosyolog-Erol KEKEÇ

Kapitalizmin kavram tanımlamaları da, kendi felsefi temeline göre şekillendiği bir dönemi yaşamaya başladık. Kapitalizmin imkânlarından yararlanamamış olanların yaptığı eylem ve düşüncelerin herhangi bir kıymetinin olmadığı, ancak kapital yaşam alanının rotasında yer alanların pusulasının daima doğruyu gösterdiğine hep şahit oluyoruz…(!)

Neden böyle bir sorgulama yaptığımızı merak etmiş olabilirsiniz, ancak gelecek satırlarda bunları daha detaylı olarak görebilme imkânınızın inşallah olabileceğini umut ediyorum… Kapitalist yaşam ağında kapitale sahip olduğunuz oranda, yaptığınız her türlü eylem de meşruluk kazanmaktadır. Aynı eylem o imkânlara sahip olmayan bir zavallı tarafından yapıldığında tüm insanlarca kınanarak, toplumsal sapma olarak algılanırken, kapital babalar yaptığında normal ve olması gereken bir eylemmiş gibi değerlendirilmektedir.

Kapitalizmin, insanların genetik dokusunu ve tüm toplumsal dimağları fesada götürdüğü kesin. Bu fesada uğramış beyinlerin harekete geçirdiği Bedenlerden, gelebilecek kokular sanıyorum fosseptik kokusundan farklı olmayacaktır… İşte kapitalizm, tüm davranışların doğruluk ölçüsünü, kendisine sahip olmaya bağladığını rahatlıkla görebiliyoruz... Bu kıstaslar arasında beyinleri şekillenen toplumların hayat akışlarındaki doğruluğun ölçüsünü bunların dışında düşünmek en büyük aptallık olur…

İçinde bulunduğumuz toplumda, doğruluğu belirleyen kalp atışlarındaki ritmlere baktığımızda, doğruluk pompalayan asıl ölçünün kapitale sahip olma olduğunu görmekteyiz. Bu sahiplik grafiği yükseldikçe ekranlardaki yerinizin doğru olması da o oranda artmaktadır. Ancak sahip olduğunuz dünyalıklarınız azaldıkça, doğru olma olasılığınız da grafiklerde hep aşağılara doğru iner, doğru olduğunuzu kabullendirmeniz tamamıyla bir şans oyununa kalır. Mesela, Hırsızlık dendiği zaman gece evlere giren ve çocuklarına ekmek alamayan bir zavallının davranışları anlaşılır ve hemen toplum olarak herkes ona karşı alarma geçer. Canı çektiği için akıl baliğ yaşına gelmemiş birileri bir tepsiden bir parça baklava alırsa, bu en büyük günahlar arasına girer hatta aforoz bile olabilir... Çünkü bu davranışının olumlu olduğunu kanıtlayacak, ne üretim araçlarına sahip, ne kitle iletim araçları var ne de insanların önüne çıkabilecek yüzsüz bir yüzü var, tüm bu imkanlara sahip olmayan biri otomatik olarak zaten yanlışın içindedir…(!)

Evine ekmek getirebilmek ve çocuklarını doyurmak için hayatını sermaye olarak kullanan ve tek değeri olan bu kutsalını pazarlayarak, annelik güdüsünün baskısı karşısında insani onurunu tepeleyen ve evine gelirken yüreği parçalanarak çocuklarının karşısına çıkamayacak bir kadın, yeryüzünün en lanetli varlığı olur hatta katli vacip olur, herkes fetva makamına danışır ve ortalıkta fetvalar döner dolaşır… Ancak her gün takasa konan bankalardaki paralar gibi elden ele dolaşan ve dişiliğini öne çıkararak görsel medyada her gün gündem oluşturanlar o kadar kutsanır ki, hatta muhafazakar belediyeler olarak bilinen yerel yöneticiler tarafından bunlar aile kurumu gibi kutsal bir değerin içinin doldurularak topluma anlatılması için bunları vitrinlere koyarak zaman zaman konuşturdukları da vaki olur… Sebebi hikmetine gelince, tek gerçek ortaya çıkıyor o da sahip olduklarının yaptığı tüm davranışları meşrulaştırarak, onu erişilmez kılması ve toplumsal bir prestij kazandırmasıdır… 

İşte, bu durum içinde yaşadığımız toplumun en karakteristik vazgeçilmez bir özelliği haline geldi. Bu özellik, dünyalık sahip olduklarınız, dünyada sizi itibar kaybına uğratacak tüm çirkeflikleri nötrleştirip hatta sizi artıya taşıması oluyor… Ülke yönetimine talip olanlar arasında, seçilmiş ya da atanmış olarak bir mevkiye ulaştıklarında, ne hikmetse, bunların nasipleri kendilerinden 1000 kat hızlı gittiğini görüyoruz. Adam 50 yaşında bir makamı işgal ediyor, orada bakıyorsunuz beş yıl kalıyor ancak nasibi o kadar büyük ki, fil payı alıyor ve birikimleri yedi sülalesini 70 yıl, Allah tüm nasiplerini bağlasa yine yetiyor…(!)Ancak bunların yaptıkları o kadar iyi ve Etik olarak algılanıyor ki, adam işini biliyor, gemisini yürütüyor, gemisini yürütene de kaptan derler…(!)Hakikaten bu zatlar hırsızlık gemisinin baş kaptanı olsalar da, bir çocuğun baklava alması kadar nahoş karşılanmıyor neden mi, çünkü sahip oldukları onun tüm olumsuz davranışlarını iyileştirme özelliğine sahipte ondan… Mesela, adam gece gündüz durmadan jurnalliğin her türlüsünü yapmış, ajanlık faaliyetleri yürütmüş, meşru olduğuna inanılan bir düzenin varlığını ortadan kaldırmak için, her türlü film fırıldağı yapmış, üstelik sürekli peşinde olduğu amirlerince ve yetkili mercilerce de, işini çok iyi yapan insanlar olarak, maaşlarının 742 katı taltif ikramiyesiyle mükâfatlandırılmışlar… 

Bu dürüstlük, vatan Millet Sakarya türküleri eşliğinde milletin bağrına saplanıyor, ne hikmetse, bir çocuğun bir dilim baklavası bunların boğazına tıkanıyor hırsız oluyor, âmâ bu zevatlar kahraman oluyor… İşte doğruluğun tanımı bu ülkenin anayasasında böyle tanımlanmış olmalı ki, deveyi götürenler doğru iş yapıyor ancak yenmiş olan devenin geride kalan nallarını bulanlar namusuz biri olarak adlandırılıyor. Hatta bakıyorsunuz nalı bulanlar gerçek sorumlu olarak yakalanıp zindanlarda ölüme mahkûm ediliyor. Nalları sen bulduğuna göre deveyi de sen götürdün diyerek zavallı koyunlara zulmetmeyi bir marifet bilen bu sistemi alın tepe tepe başınıza çalın, bana lazım değil böyle bir sitem…

Taltif ile 700-800 kat cülus ikramiyesi dağıtanlar bu gün kalkmışlar bana haktan adaletten söz eder olmuşlar… Eğer hak ve adaletin ölçüsü, daha çok çalmaya göre değerlendiriliyorsa, biz en büyük hırsız olduğumuzu haykırıyoruz,(!) çünkü hiçbir malımız mülkümüz yoktur. Malı mülkü katlanarak gidenlere de tavsiyemiz, bizim gibi biraz hırsız olun da Millet hakikaten adam gibi bir hırsız görsün… Yoksa bu memlekette hırsıza hasret gideceğiz, çünkü herkes çok dürüst işini çok iyi biliyor, böyle olunca hırsızlık çulsuzların mesleği olacak, derisi kalın olanlarda, en münevver insan olarak tarihe damga vuracak… Tek kelimeyle yazıklar olsun diyorum ve bu işlerin kıyısından köşesinden geçen kim varsa, başta ben olmak kaydıyla rabbim helak eylesin ve benim hakkım varsa ben hakkımı en ince ayrıntısına kadar zehir zıkkım ve haram ediyorum…”Sakın aldatıcılar sizi Allah’ın adını kullanarak aldatmasın…””Doğru olmak istiyorsanız sırtınızdaki deri sırtlan postundan olsun, boğmadan can çektirerek öldürüp yiyin, yoksa doğruluğa gölge düşürebilirsiniz söylemesi benden yapması sizden…(!)


25 Temmuz 2014 Cuma

ALLAH’IN GAZABI ÇOK YAKIN!


Sosyolog-Erol KEKEÇ
23.07.2014/İST
Allah Haddi aşanları sevmez;
“ Savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”Bakara:190
“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.”Maide:87
“Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.”A’raf:55
Bu ayetlere dikkat ettiğimizde bir hakikate gözlerimizi kapamamız mümkün değildir. Bu haikaket, haddi aşmak ve aşırı gitmek, Allah katında sevilmeyen ve kınanan eylemler olduğunu rahatlıkla görürüz. Allah’u Teâlâ bir eylemi bu kadar açık bir ifade ile kınayarak anlatmış olmasına rağmen, bu tarz eylemleri kendilerine kalkan edinen ve ben Müslüman’ım diyen varlıkları anlamakta çok güçlük çekmekteyiz. İçinde bulunduğumuz ülkede, son dönemlerde yaşanan olayların arkasında her ne kadar bazı kirli odaklar olsa da, bazı haddi aşan ve aşırıya giden davranışların olduğunu da görmek gerek.
Aklı başında bir Müslüman, bu patolojik vakaların oluşmasına fırsat vermeyecek kadar aşırılıklardan ve haddi aşmaktan uzak durması gerektiğini çok iyi bilir. Rabbimiz bizi, başkaları için fitne kaynağı kılma diyerek, hadlerini ve hudutlarını çok iyi bilir, tövbe ve istiğfar ederler.
Allah Şımaranları sevmez;
“Şüphesiz Kârûn, Musa’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah böbürlenip şımaranları sevmez.”Kasas:76
Karunlaşmaya giden yola dikkat ediyor muyuz, tamamıyla şımarıklıktan geçiyor. Haddi aşmak ve aşrı gitmek beraberinde insanı şımarıklığa sürüklemekte ve hiçbir şeyi takmadan dalga geçer duruma getirmektedir. Şımarık varlıklar, kendilerini yeryüzünde seçilmiş, özel iltimas sahibi varlıklar olduğunu düşünürler. Şımarık çocuklar kimseyi takmadıkları gibi herkesle dalga geçip kendini aşan konulara da burnunu sokmaktan geri kalmaz. Yaşanılan olumsuzlukların temelinde mutlaka şımarık eylemlerin olduğunu görmekte güçlük çekmezsiniz. İnsanların sahip olduğu imkânlar onları böbürlenmeye ve aşrı azgınlıklara sürükler. Merhum Sezai Karakoç üstadın deyimiyle,”Hükümdarların hükümdarlığı için halka yalvardığı ama yine de eşsiz zulümler işlediği günlere geldik sizler bunu bana söylemediniz…”dediği gibi, şımarmak, insanların sonunu yaklaştırır.
“Şüphe yok ki Allah, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları hiç sevmez.”Nahl:23
Allah yere gireni, yerden çıkanı, göğe yükseleni ve gökten ineni, sinelerde saklı bulunan her şeyi en iyi şekilde bilir. Allah her şeyden haberdardır. Hiç kimse kendisinin ne hesaplar yaptığını kafasının arkasında olanlardan Allah’ın haberdar olmadığını sanmasın… Allah size şah damarınızdan daha yakın olmasına rağmen, yaptığınız eylemlerde sizi gözleyenin olmadığını mı sanıyorsunuz? Herkesin ne yapıp ettiğini göreceği günler çok yakındır.”Ey insan! Kerim olan rabbine karşı seni büyüklük taslamaya ve azgınlık yapmaya sevk eden nedir? Bu büyüklenmelerinizin kaynağı nedir, yoksa Allah’ın perçeminizden yakalayamayacağını mı sanıyorsunuz, böyle bir büyüklenme hesaplarınız varsa, şunu biliniz ki, mutlak galip Allah’tır. Hesap gününün tek hâkimi odur, Allah hesabı çabuk görendir, orada bir saniye beklemezsiniz ve sizlere hiçbir haksızlıkta yapılmayacaktır. İnsanlara olduğundan fazla kibirlenip büyüklük taslayanlar, Allah katında kimsenin kimseye faydasının olmayacağı bir günden sanırım haberleri olmasa gerek…
Allah bir resul gönderse senin           gibi ipsiz sapsız çulsuz birini göndermeye mi kalır, diyen Mekke’nin müşriklerinin gerekçelerini dikkate almayanlar, o müşriklerin tavırlarını eylem olarak yaşamalarına rağmen, sözleriyle farklı mesajlar vermeye kalsalar da, Allah sizin yapıp ettiklerinizden hesap soracaktır. O doğrulamamış, namaz kılmamış, büyüklük taslayarak yüz çevirip sırtını dönmüş sonra da salına salına kendenden yana olanların yanına gitmişti, sana yazıklar olsun yazıklar, daha sana ne olsun… Bu kibirlenme kulelerinden aşağıya inerek, herkesin söylediği sözün bir kıymeti vardır diyerek düşünülmediği sürece, azgınların perçemlerinden yakalanacağı günler çok yakın demektir.
Rabbinin verdiği bunca imkânlara rağmen sizi Kerim olan, Allah’ın nimetlerini yok sayarak, kendinizi dev aynasında görmenizin anlamı nedir? Yoksa insan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sandı, bizim ona yetişip kendisini yakalayamayacağımızı mı sandı… Hayır, hayır onlar akletmiyorlar ve inatlarında devam ediyorlar... Bizim inatçı zorba kavimleri ne yaptığımızı görmediler mi? Sen öğüt ver umulur ki öğüt alırlar, öğüt ancak iman edenlere fayda verir…
Allah fesat çıkaranları asla sevmez!
Bir de Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır” dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Hayır, onun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur’an) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah bozguncuları sevmez. Maide:64
“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Kıyamet’in kopması bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır. Şüphesiz Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.”Neml:77

Allah’ın buyruğuna inanmayarak, ya da kendisini ilgilendirmiyormuş gibi davrananların sonunun, Yahudilerin söylediklerinden dolayı, nasıl ki Rahman olan rabbimiz, onların elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar diyor, bu kapsam alanına girmemek için fesat çıkaran ve ifsatçı bir yaşam ortaya koymaktan kaçınmaları gerekir. Her ne zaman ortalığı karıştırmak için bir ateş yakılmışsa Allah onların ateşini söndürmüştür. Allah bozgunculuk yapanların bu ateşlerinin yayılmasına asla fırsat vermez. Çünkü rahman ve rahim olan Allah, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanları asla sevmez ve onları yakın yerden yakalar.
Yerlerin ve göklerin gizlediklerinin bilgisi tamamıyla Allah’a aittir, Allah yapılanların hepsinden haberdardır. Kimse dünyaya direk kalacağını ve bu dünyanın tek sahibinin olacağını sanmasın… Kıyametin kopması sadece bir göz kırpması ve daha az bir süredir, bunu bilen geçici dünya metaına aldanarak mütekebbirleşmek zorunda kalır mı? Elbette hayır, ancak dünyada uzun yaşama arzusu insanları yanlış yapmaktan men edemez. Bu sonsuz yaşama gayreti, insanı azgınlaşma sendromunun pençesinde can vermeye sürükler. Şunu unutmamak gerekir ki, Allah her şeye hakkı ile güç yetirendir. Rahman ve Rahim olan Allah’ın her şeye güç yetireceğini bilen birinin, tasalanmasına kaygılanmasına gerek var mı?
Eğer siz Allah’ı hesaba katmazsanız hesabı şaşırırsınız ve kendinizi erişilmesi ve ulaşılması çok güç, mütekebbir olarak ilan edersiniz, sonrasında da kendiniz için karanlık yaşamı, kendinize reva görürsünüz… O zaman Allah sizin başınıza kimi musallat eder bilemem. O halde “Ey iman edenler! Adaleti gözetenler olarak dosdoğru hareket ediniz ve büyüklenme kulelerinden inerek, yaşamın bir ortağı olduğunuzu kanıtlayın ki, Allah’ın rahmeti sizi kuşatsın…


21 Temmuz 2014 Pazartesi

MAL BEYANI BİLDİRİMİ!



  1. 7.9 şiddetinde yanımdan hiç ayrılmayı düşünmeyen, yatağa birlikte girdiğim stres…
  2. Ellerim cebimde ıslık çalarak geçerken, yol parasına hasret kaldığım ülkenin sırtımda taşıdığım yamyamları…
  3. Ödemekte zorlandığım ve her aybaşında kapıma dayanan ve alamadığı zaman bir selamı esirgeyen kira borcu…
  4. Sokakları dolduran dilenci çocukların gülücükleri…
  5. Ne kadar bilge olursam olayım, bir türlü gereken değeri ve önemi bulamadığım naçiz vücudum…
  6. Sararmış bir yaprak gibi, mahzun ve hüzün bırakarak beni terk eden yaşamadığım hayat…
  7. Bir cep harçlığına hasret kaldığı için, her gün rutin haline gelen, suratını asarak yanımdan giden çocukların, bana çektirdiği acı…
  8. Göğüs boşluğunda taşıdığım ve ateşini bir türlü dindiremediğim yürek…
  9. Günlerce komada kalarak vakti gelmediği için beni terk etmeyen ama her yanından yama içinde bir kalp…
  10. Dost dost diye canını feda eden, ancak dost sandıklarının üzerinden tepeleyerek geçtiği bir beden ve bu bedende yıllarca taşınmış, bir tır dolusu puşt…
  11. Gasp edilmiş dünyanın tüm acılarını bağrına basan ama acılardan bağrında yanmayan yerin kalmadığı acılı bir yürek…
  12. Somada cinayete kurban giden insanların geride bıraktığı acıların ve ağıtların tüm rüyalarımı işgal ettiği bir gece hayatı…
  13.  Müslümanım deyip de İslam dışında tüm duyarsızlıklara sahip olan insanların, âlemi İslam’daki ölümlere attıkları sloganların vermiş olduğu çaresizlik…
  14. Zalimlerin kökünü kazmayan ama dışarıya atıp rahatlamadığım, içimde beni mahveden hıncım…
  15. Kolları bacakları kopmuş, küçük çocukların kadavraya dönmüş, yüreğimde taşıdığım küçücük bedenleri…
  16. İslam adına kapitalistleşen varlıkların, fosseptik çukuruna dönmüş işkembelerinin pis kokusu, kalınlaşmış boyunların görüntüsünden utanç duyduğum içimdeki hıncım…
  17. Kâfir ve zalim canavarların, kapıp gittikleri ama gölgesiyle avunan ve umut eden mazlumların, avuçlarını yaladıkları bir hayatın, sönmeye meyletmiş daralan nefesleri birikimlerim…
  18. Yaradan’a sattığım bir yürek, içine sığmayan acılar, masumların kanlarıyla boyanmış bir evren haritası ve acılarımı duyuramadığım ruhları kaybolmuş bir insanlık taşıdığım mal varlığım…                                Erol   Kekeç20.07.2014/İST

6 Temmuz 2014 Pazar

FİRAVUNLUK HÜCRESİNDE DİN GENİ TAŞIYANLAR!

05.07.2014/İST
EROL KEKEÇ
Günaha batan toplumlar, bu günahların hafiflemesi için sürekli bir kurtarıcı arar, ancak kurtuluş için yularlarını din pazarlamacısının eline teslim ederek kedisini kurban eder. Neden böyle söylediğimi merak edebilirsiniz, ancak şunu bilmenizi isterim ki, toplumları kandıracağınız en hassas yumuşak karın, korku duyduğu alandır. Toplumsal gerçeklikleri dikkate alanlar, tüm toplumlarda, istisnasız insanlar en zayıf ve sürekli tedirginlik yaşadıkları yönleri dini yaşama karşı zayıflıklarından kaynaklanan korkuları olduğunu görür…
Dini eksikliklerinden kaynaklanan zayıflıkların kandırılması ve doldurulması da o oranda kolaydır. Her dönemde, kitlelerin avutulmasının arkasındaki en güçlü iksirin din olduğunu görürsünüz. Ancak bu dinler tamamıyla o toplumu sömürmek isteyen zihniyetlerin, kurguladıkları sömürü dinidir. Sömürü dinlerini kurtuluş reçetesi olarak kabul edenler, şunu bilmeliler ki, tüm kitlelerin ruhlarının imha edilerek, bedenlerinin de köle olması böyle gerçekleşmektedir.
Hakka dayanan bir dinde diriltmek esas iken, bu sömürü dinlerinde beyinleri çıkarılmış insanların, tüm sermayelerini sömürerek onları köleleştirmek esas alınmıştır. Eğer bir toplumda dini değerleri ve gücü elinde tutan bir anlayış varsa, orada iğdiş edilmiş ve yakında tarihle yüzleşecek itibarı kalmamış, onursuz haysiyetsiz varlıklar çoğalmaya başlar. Bu varlıkların çoğalması, çok tehlikeli bir yaşamın veba gibi toplumu sarmasıyla, hakikat eksenine dayanan bir anlayışın ve yaşamın anlaşılmasının önündeki tuzaklar da çoğalmış olur…
Firavunu sistemlerin en belirgin özellikleri, Hem güce dayanması hem de Dini otoriteyi kendi tekelinde biçimlendirmesidir. Firavunluk, zaten yaratıcı ile güç yarışına giren haddi aşan tüm anlayışların ortak adıdır. Haddi aşan ve kendisini erişilmesi güç bir varlık olarak lanse eden yaşamların tümü, hücrelerinde Firavunluk genleri taşır. Firavunluk genleri, herkes tarafından kolayca anlaşılmaz, çünkü bu genlerin beslendiği ana kaynak dini literatüre dayanır. Mısır firavunuyla bu konuyu biraz açıklayacak olursak, sanırım konunun önemi ve vahameti daha iyi anlaşılmış olur. Firavun, her yönüyle sömürdüğü ve kanlarını emdiği İsrail oğullarını, Musa(as)’ın gelişinden sonra nasıl kandırdığına bakacak olursak, firavunluk sistemi ile dinsel doğmalar arasında nasıl bir ilişki olduğunu daha yakından tanırız. Ey rabbimiz bizi bu firavunun zulmünden kurtar, ne olur dayanacak gücümüz kalmadı, katından bir yardımcı gönder diye yalvaranlara, Kurtarıcı geldiğinde, dini dogmalarla karşılarına çıkan firavunun kucağına oturmaları o kadar zor olmuyor. “Ey İsrail oğulları! Musa ve Harun’un sizin dininizi değiştirmesinden endişe ediyorum…”Be zalim haydut aşağılık, sen değil miydin o ana kadar, o halka zulmeden onların dinleriyle alay eden, kendi oluşturduğun dine o halkı inandıran… Ama ne yazık ki, din dendiği zaman akan sular duruyor ve onları Kurtarmaya gelen kurtarıcılara hemen saldırıya geçiyorlar. Ey yeryüzünün Firavunlarının kulu kölesi olupta kendilerini, yaratıcının kulu zanneden ahmak topluluklar, bu anlayışlarınızın ve yaşamınızın faturasının çok kabarık olarak size döneceğini bilmenizi isterim… Zulümler ve acılar, din adına olmadığı zaman çok kötü de, içine biraz din karışımı kokteyl yapıldığı zaman neden hemen değişebiliyor, bunu anlamazsanız, daha çok kokteyller sizi bekliyor…

Bu gün içinde bulunduğumuz dünyada da her yanımızdan bu kokteyller bize ikram ediliyor, ancak ne yazık ki, verdiği tattan bayılıp, kendimizden geçiyoruz. Neden içinden din kokusu geliyor koku varsa değmen benim gamlı yaslı gönlüme… Bu durumu Temelin bir fıkrasıyla özetlemek istiyorum, kusura bakmayın içinde bazı kavramlar setredilmemiş olsa da, olduğu gibi anlatmaya niyetliyim belki konumuzun anlaşılmasına hizmet eder. Bir kadın kocasını aldatmayı kafasına koyar, ancak cehennemde kalma korkusu var bunu gideyim Hocaya sorayım der… Tabi ki, köyün hocası da Temeldir. Temele gelir, hocam ben kocamı aldatacağım ancak cehennemden korkuyorum, aldatırsam cehennem de çok kalır mıyım der. Temel Hemen söze başlar be kadın aldatacağın kişiye bağlıdır. Çobanla aldatırsan,7 yıl kalırsın, Eğer köyden sıradan biri ile aldatırsan, 5 yıl kalırsın, öğretmenle aldatırsan 3 yıl kalırsın, muhtarla aldatırsan 2 yıl kalırsın der demez, kadın olaya girer, peki hocam imamla aldatırsam kaç yıl kalırım der. Temel biraz düşündükten sonra kadına döner ve, gavurun kizi sen cennete girmeyi düşüneysun demek ki…”Evet dinle aldatılanlar, aldatıldığına inanmadığı gibi bir de karşılığında alacaklı duruma geçiyorlar… Bu konuyu anlayan varsa anlatsın…

4 Temmuz 2014 Cuma

FOŞFİŞER NEDİR? (EL CEVAP, HİNDİSTANDA YETİŞEN NABATI MÜİMMEDİR!)


Cumhurbaşkanlığına giden yol nereden geçiyor…(!)
17 Aralık öncesi başlayan bir operasyonun, zirvedeyken durması kendisi açısından belki umut bahşedebilirdi. Ancak zirvede durmayı becermek öyle kolay olmuyor, hele ki bunun adı sulandırılmış operasyon olduğu zaman her yerden kaçaklar ortaya çıkıyor… İşte bu günlerde Sayın Başbakanla ilgili CHP’nin yeni oyunlarında Başbakanın ethik olarak aday olduktan sonra Başbakanlığı bırakması gerekirmiş oyunuyla sahnede yerini almış olması geliyor…
Toplumu yeniden dizayn etmek isteyenlerdeki, bu başbakan fobisini anlayan var mı? Ben bayağı bir kitap karıştırıyorum, tüm rüya tabirleri eksik ya da doğru olmayan tabirler yapıyor, bunun sebebini anlayayım diyorum o zaman da hiçbir kitabın kapağı açılmıyor… Bu kitapları bir yana bırakarak kendi beynimle bunları anlamak ve anladıklarımı da siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum.
Uzak Doğu operasyonuna çıkmış olan ABD, Orta doğudaki denklemi doğru kuramadığından, yaptığı bu yanlışı yeniden telafi etmek için elindeki tüm kozları kullanma derdinde. Bu kozları teker teker oynarken yerli işbirlikçilerin elleriyle, ülkeye ve halka mal olmuş bir Lideri yok sayarak mühendisliğe giriştiği için tüm bombaların elinde patladığını bir gün göreceğini, şimdiden söylüyorum.
RTE, bu toprakların öz fidanı, ancak başka tarlalarda göverebilir olması, onun başka topraklara ve ortama uygun bir fidan olduğu anlamına gelmesin. Kendi özüne ait olan topraklara kavuşuncaya kadar ayakta kalması gerekir, bunun yolu da nemi ve toprağı bulduğunuzda kendi doğanıza zarar vermemek kaydıyla ondan faydalanmaktır. İşte, RTE fidanı böyle varlığını koruyarak bu günlere geldi. Tüm kasırgalara dayanan ve sıcakları bir dakika bir dakika diyerek nefes almakta zorlansa da geçmekte beis görmeyen günleri geride bırakarak geldi… Peki, bu fidanı hormonlayarak, her ortama uyum sağlayan bir çimene dönüştürmeyi düşünenler, RTE fidanının özüne uygun bu tavrından nem kaptılar. Onun tohumunda ve genetik dokusunda bir değişiklik yapması için merhametli mi, merhametli(!) sürekli ağlayarak; bitki, börtü ve böceklere yaklaşan ve onları sümüklerini akıtarak beslemeye çalışan bir bahçıvana teslim etmeyi denediler… Bu bahçıvan o kadar ağladı ki, bu fidanın genetiğini değiştirmek için… RTE fidanı, yapraklarında sümüğün değmediği yer kalmayacağını anlayınca, bahçıvanı gölgesinden kovdu, tüm yapraklarını döktü ve kendi göbeğini kendisi kesmeye karar verdi, uçan serçelerle birlikte sümüklü dallarını kesti ve budanan fidana döndü… Bu fidanın bir daha gövermeyeceğini düşünen ABD, RTE bitkisinin görüntüsünü veren ancak aynı genetiğe sahip olup olmadığı bilinmeyen başka bitki ile RTE fidanını unutturmayı denedi ve operasyon başladı…
Bu ağaç budama operasyonuna biz yabancı değiliz, ancak neden hep aynı yöntemler uygulanıyor, oysa modern çağda yaşıyoruz, yeni yol ve yöntemler olması gerekmez mi, biraz orası kafamızı karıştırmıyor değil. Kafamızı karıştırmayan bir şey kalmadı aslında, neden mi, söyleyeyim: K.K denen birisi çıkıyor, CB, olacak fidanı tanımlıyor, her ülkede yetişecek, herkes onu bilecek, yalan söylemeyecek, meyveleri hep tatlı olacak, niçin İsrail’e ihraç edeceğiz de ondan… Dahası var, tarafsız olacak, yani Günebakan gibi tarafsızlık şartmış, sürekli dönecek… Yolsuzluk yapmamış olacak, yani kurumayla yüz yüze kalsa da toprağın derinliklerindeki sulardan, patronun haberi olmadan istifade etmeyecek, çünkü yeni ekilecek fidanlara yol açar ve yolsuzluğa neden olur, bunlara dikkat edecek, ölecekse de adam gibi dizlerini kırarak, BM’in önünde ağlayarak can verecek… Bu özelliklerin hangisi var bu RTE fidanında ondan işte, istemiyorsak elbet bir sebebi var…(!) Tüm özellikleri ile tamamlanmış olan ve her ortamda rahatlıkla iklim değişikliklerine uyacak bir bitki bulduk, Allah onu size İhsan etti, âmâ siz hala bu kendi kendini budayan bitkinin gölgesine sığınıyorsunuz, sığının bakalım ben de elimden geleni ardıma koyarsam namerdim işte, KK, manifestosunu göreceksiniz.
Bana verilen tüm görevleri layıkı ile yapmazsam halim perişan olur, ondan bu çırpınmalarım… Siz bana bakmayın ben ne kadar da bundan aday olmaz dersem diyeyim, siz bildiğinizi okuyacaksınız, hiç olmazsa ben de görevimi yapmış olmanın rehavetiyle yaşamak istiyorum, yanlış mı ama… Bir bitki getirdim, her yönüyle mükemmel, eski bahçıvan bunu, bulana kadar ne sümük enerjisi harcamış bir bilseniz, en azından sizler de ağlayarak en az o kadar enerji harcarsınız. Her yönüyle bu topraklara uygun, tamamlanmış, genetiği bizim araziye uygun mükemmel bir bitki, üstelik Allah o kadar çok ihsan ediyor ki sormayın, bir kusuru var sadece Afrika ve Hindistan dolaylarında bulunan bir bitki olduğundan biraz ismini hatırlamakta zorlanıyoruz ama alışacağız… Sahiden neydi adı DB’li FUŞ… şer mi, evet evet, tam devlet bitkisi... Evet, KK, Yurttaşlarımız bizim yabancı olduğumuzu sanmasınlar, biz zaten halkımızla barışarak bu bitkileri çoğaltmayı düşünüyoruz, adını bir de ben söyleyeyim,”FOşFİŞER”bu isim size yabancıymış gibi gelebilir,oysa Coğrafyacılarımız da taktir ederler ki,bu bitki,”Hindistan’da yetişen bir nebati müimmedir…”İşte bu kadar kıymeti Hasılası olan bir bitkiyi size getirdik sizler de, bizim bu dönüşüm projesindeki hamaratlığımızı inşallah pas geçmesiniz değil mi sevgili yurttaşlarım…Hayır ne münasebet,bizler o kadar çok acı çektik ki,cahiliğimiz üstümüzde işte,o acıları hatırlarsak çok kötü, o zaman hepimiz cehaletimizin faturasını bize ödetmeyecek Fidan hangisi ise onu yetiştiririz…Biz eskiden çok cahildik bunları anlamazdık, kimin elinde şapka görsek elimizi bağlar sıraya geçerdik, âmâ şimdi o kadar çok cahilleştik ki, karşımızda sıraya geçmeyeni ezip geçmeye yemin ettik…Kusura bakmayın biz anlamak nebatı müimmeden,bağrımıza saplansa da dikeni,biz biliriz yüreğimizi okşayan gülü nereye dikeceğimizi…
BAHADIR HATAYLI
03.07.2014/İST




3 Temmuz 2014 Perşembe

KAYNAŞMAK VARKEN BU KAYNAMA NİYE!!

“…Sarhoşken namaza yaklaşmayın…”Allah’u Teâlâ, ne durumda olduğunuzu bilmeyecek durumdayken huzuruna varmanızı istemiyor; çünkü insanların böyle durumlarda ne yapacağı belli olmaz. Yüce yaratıcı kendisiyle hasbihal edilecek zamanların en ayık zamanlar olmasını isterken, bizlerde verdiği mesajı anlamayacak kadar odun kafalı isek, onun huzuruna her vardığımız da sarhoş olduğumuzu unutmayalım…
Son iki gündür toplum olarak cinnet geçiriyoruz, savaş baltalarını çıkardık, neredeyse ebem bana kör dedi, gelene geçene vur dedi dercesine yollarda yürümeye başladık. Bu yürüyüş, sarhoş olan, ne söylediğinin ve ne yaptığının farkında olmayan bir zavallıya karşı, sarhoş naraları atmaktan farksız olduğunu belirtmeliyim. Sarhoşların karşılıklı muhabbetinin nasıl biteceğini benim anlatmama gerek yok sanırım, yani akıl devre dışı kalırsa, sıralı ssssler devreye girer… Bu s’lerin son durağı hangi istasyon diye sorarsanız, onu da söyleyeyim; savaş!
Toplumsal değerlere bağlılık birlik ve beraberliğin belirleyici unsuru olduğunu herkes bilir sanıyorum. Ancak bazı şahıslar vardır ki, bunlar toplumsal değerlerin önemini ve kıymetini anlayamamış olabilirler. Bu şahısların değer atmosferini toplumla birlikte solumuyor olması, onun şahsında toplumsal dokuyu oluşturan topluluklardan, bir kanadın tamamıyla sorumlu algılanmasına neden olmaması gerekir. Bu yanlış ve tutarsız algı patolojisi, toplumsal cinneti yaşamanın eşiğine getirdi bizleri… Bu cinnet hastalığına neden olanlar da, topluma düzen vermeye çalışan ancak kendi hayatlarına bir düzen vermekten aciz, siyasi parti yöneticilerinin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. KKTC’de yaşanan geçmişteki bir olayı örnek göstererek, halkın hassas ve duygusal reflekslerinden çıkar devşirme derdinde olanlar, şunu bilmeliler ki, bu hassas noktalardan elde edilecek malzemeler, hiçbir akıl ocağının tutuşmasına neden olamayacaktır… Bu toplumun akıl terazisi, toplumu yönetmeye talip olan siyasal parti yöneticilerinin akıl terazisinden daha ağır sıkletleri çekebilecek durumdadır…
Toplumsal beraberlik ve toplumsal gelecek projeleri üretenler ve bunu gerçekleştirmek için enerjilerinin büyük bir bölümünü bu yolda harcayanlar, bu olaylardan çıkar devşirmek isteyen sarhoş beyinlerin toplumsal gerçekliğe yaklaşma tarzlarını asla dikkate almamaları gerekir… Ancak son iki gündür verilen demeçlere baktığımda tüm siyasilerin aynı tepkiyi verdiğini görüyorum, oysa olayları daha soğukkanlı karşılayarak bunun bir kıvılcım olduğunu anlamalarını ve yatıştırıcı tutumlar gerçekleştirmelerini beklerdim…
Psikolojide bir kural vardır, bir uyarıcı birçok farklı tepkilere neden olabileceği gibi, aynı davranışın da bir den fazla uyarıcıdan kaynaklanması mümkündür. Ancak bizim toplum o kadar benzeşti ki, neredeyse farklılıkları projektörle arayacak duruma geleceğiz diye korkuyorum. Toplumsal giyim kuşamın, yaşam alanlarının farklı olması, beyinlerin çok farklı olduğu anlamına gelmiyor. Beyinleri aynı sınırlarla çevrili olan kalabalıklar, çok farklı yaşam atmosferleri oluşturabiliyorlar, ancak hepsinin ortak noktası ipek böceği gibi aynı sınırlar içine hapis olmalarıdır. Bu örneği, yaşadığımız son iki gün, çok net ortaya koydu. Yeryüzünde Allah’ın ahkâmının tartışıldığı bir ortamda, sizin toplumsal kıymetiniz ve ortak değeriniz bayrağın, bir zavallı tarafından(kendini unutmuş olan bu adam, değeri nasıl bilebilir ki)direkten indirilmesi neredeyse o bölge de yaşayan kardeşlerimizi top yekûn düşman ilan etme durumuna getirecekti. Bu şekilde oluşturulmak istenen algının sorumlusunu hep dışarıda arayacağımıza, biraz davranışlarımızın uzantısının ve ani reflekslerimizin nelere sebep olacağını sorgulasak ve kendimize gelsek sanırım daha tutarlı işler yapmış oluruz…
Hiçbir toplumsal yaşam, yönetime talip olan siyasi temsilcilerin toplumsal yapıyı germesiyle yıkılmamıştır. Toplumsal yaşamlar, ancak kendi iç dinamikleri çürüdüğü zaman ortadan kalkar. Naçizane biz de toplumsal yaşamın devamını sağlamak amacıyla siyasal yönetime talip olanlara, daha tutarlı ve geniş yürekli insanlar olmalarını öneriyoruz… Toplumun duygusal reflekslerinin üzerinden çıkar devşirmek için, savaş sloganları atanların gazına gelmemeleri gerektiğini düşünüyoruz. Toplumun duygusal refleksleri, hiçbir savaşı kazandırmamıştır. Tarih, duygusal reflekslerden yola çıkan ve ne idüğü belirsiz karanlıklara küfreden toplumlarla dolu…
Ben şahsen, pavlovun davranışçı kuramındaki,”u-o-t”,uyarıcı-organizma-tepki sürecine göre oluşan davranışların insan için yersiz ve tutarsız olduğunu hep savunmuşumdur. Ancak, son iki günde yaşadığımız hadiseler ve tepkiler, maalesef sanki Pavlovu haklı çıkaracak gibi geliyor. İşte asıl meselenin özüne geldiğimizde konunun başındaki ayeti kerime daha net anlamını ortaya çıkarıyor…Yani pavlovun davranışçı yaklaşımına göre hareket edenlerin hepsi sarhoşken olayları değerlendiriyorlar. Sarhoşken değerlendirilecek olayların hiçbir önemi ve değeri olmayacaktır. Oysa bu süreç çok önemli bir süreç olduğu için, herkesi uyanık ve sarhoşluktan kurtularak aklı seli ve soğukkanlılıkla bu olayları gündem yapmalarını istiyorum…

4 Mayıs 2014 Pazar

ŞERRİN KAYNAĞINDA KALEMŞORLAR VAR!


Eskiden,yani Osmanlı toplumunda kalemi amacına uygun şekilde kullananlara kalemdar denirdi.Oysa günümüzde kalemdarlar yok oldu,etraf kalemşorlarla doldu.Kalemdar,kalemin yeri demektir."Kaleme ve yazdıklarına and olsun ki,"ayetinde vurgulanan anlamı taşımaktadır kalemdar.Çünkü kalemi yerinde kullanmaktır.Oysa günümüzde bu anlam tamamıyla rotasından çıkarıldı ve kalemşor olarak ifade edilmeye başlandı.Kalemşor ise,şerden gelir,yani karıştırmaktan,ortalığı daima karartan bir anlam ortaya çıktı...
Kalemşorların ortalığı doldurduğu bir dönemde, bu insanların hakikati kavramakta ve anlamakta zorlandığını anlatmaya gerek yok sanırım...Ülke gündemini işgal eden ve insanlarımızın beynini karıştırmakta olağanüstü maharetler sergileyen bu kalemşorlar,her harflerinde şer saçmaktadırlar...
Her düşüncenin şorü olduğunu görmekteyiz.Yani kendi düşüncesini anlatan kalemşorlar,hiçbir zaman hakikati anlatmayı ve ortaya anlaşılır ve benimsenir bir anlayışı koymak için yazmazlar.Onların tüm yazımları,savundukları anlayışları kayıtsız şartsız dayatarak,beyinleri işgal etmektir.Kalemşorlar, değişimin bir ayağını oluştururlar.Firavunların etrafında daima kalemşorlar zihinleri karartmak ve seçim yapabilecek imkanları ortadan kaldırmak için,tüm insanlığa şer tohumlarını saçarlar ve sonrasında da,umut ettikleri ürünleri beklemeye koyulurlar...
Kalemşorların hepsinin en belirgin ve ortak yanları,inanmadıkları da olsa onların mutlak savunucusuymuş gibi davranarak,ortalığı karartmak ve bilinçleri sömürmektir.Bu sömürü salyangozları gittikleri her ortama salyalarını akıtarak,necis yaymakla,ortalığı kaygan ve kaypak zemine bırakırlar.Bu kaygan zeminlerde kişiliksiz, sıradan,önlerine konulan her samanı sorgulamadan tüketen bir yığın sürüler doldurur...Bu sürülerin sürü olarak yaşamasını önlemek için kalemşorların dağıttıkları ve akıttıkları şer soslarını yok etmek gerekir.Bu şer borularının başına oturarak daima şer pompalayan bu kalemşorların varlığını yeniden tanımlamadığımız zaman,asla zihinlerin seçim yapacağı ve muhakemede bulunacağı yeni dimağları yaratamayız...
Bu söylemlerin haklı olduğunu en güzel kanıtlayan dönem,16 Kasım 2013'le başlayıp,halen devam eden sürece baktığımızda bu kalemşorların ortalığa ne kadar şer yaydığını rahatlıkla gördüğünüz dönemdir.Bu dönemde,kalemdarlara hasret kaldık,kalemşorlara kulaklarımızı tıkamak zorunda kaldık.Bu şer odaklarına kulaklarını tıkamayan insanlarımız,şimdi doğru ile yanlışı ayırt edecek melekelerini kaybetmiş durumda,içmeden sarhoş sokaklarda dolaşarak,her sesten ürküp kaçan bir yaban güvercinine dönmüş durumdadır."Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki,"bize doğruyu anlatacak ve sorumluluk duyarak, yalandan kaçınan içi kan ağlayan kalemdarlara hasret kaldık.
Allah'ım hakikati aramayan ve hakikatle savaşmaktan zevk alan çöplüklerinin kokusu burnumuzu ve genzimi dağlamaya başladı.Hakikati arayan ve o uğurda gönlün derinliklerinden beri yanarak tutuşan,gönül  erleri kalemdarlara hasret kaldık...Bu hasretimizi dindirecek,şer kalıntısı olan bu kalemşorların etkisini bizden uzak eyle,yüreklerimizi kalemdarların yazdığı ve mısralarıyla suladığı,ahenkli ve yürekten gelen aklı selimin kitabının sayfalarına bırak...Belki o zaman üzerine yemin edilen Kalemle yazılanlar yüreğimize işler...
SOSYOLOG-EROL KEKEÇ

26 Nisan 2014 Cumartesi

NORMALLEŞEN ÜLKEDE PARANOYAYA SON!

NORMALLEŞEN ÜLKEDE PARANOYAYA SON!
24 NİSAN 2014 YILI,ülkemiz açısıdan çok önemli olduğu gibi,tüm dünyanın bir anda gündemini belirlemek açısından da önemli bir gün oldu.Bu günün önemi,sayın Başbakanın 23 Nisan akşamı 1915 deki ölümlerle ilgili yapmış olduğu açıklamaydı.
Ülke içinde yapılan yorumlara baktığımız zaman,çok sıradan ve kafa kemiklerini saymanın ötesine geçmeyen basit argumanlarla,yeniden başbakanı hain ilan etme yoluna giden zavllıların açıklamalarıyla yankılandığını görmekteyiz.Bunların dışında Başbakanın yaptığı açıklamaları destekleyen insanlarda az değil,ancak gündemi belirleme açısından baktığımızda bu çok önemli ve tarihi değeri olan konuşmanın sindirilmeye çalışıldığını ve mesajın açıkça boğulmak istendiğini görmekteyiz...
Ben şahsen 7 kuşak geriye gidildiğinde Türk ırkına mensup bir insan olarak,başbakanımızı bu açıklamasından dolayı ayakta alkışlıyorum ve kutluyorum.Her zaman söylediğim bir ifade var, ben Başbakanı doğru yolda olup yanlış yapma ihtimali de olan bir insan olduğu için seviyorum.Ancak bazı davranışların sahipleri var ki,yaptıkları eylemlerden bir kısmı doğru olabiliyor,ancak gittikleri yol ve iç dünyaları çok karanlık olduğu için sevmiyorum.İşte Sayın Başbakanımızın farkı da burada yatmaktadır.Başbakanımız,hakikaten adam gibi adam,hiç kimsenin cesaret edip gündeme getirmekten korktuğu kan davalarını bir çırpıda alenen deklarasyon yayınlar gibi gündeme oturtması,onun ne kadar tutarlı ve kendisiyle barışık hareket ettiğini göstermektedir.
Bu mesele 1915 yılından bu yana gündem oluşturmasına rağmen aklı evvel kimse bu konuyu konuşmaya cesaret edemedi,1988 yılında İmam hatip 12. sınıfta bu meseleleri gündeme getirip tartıştığımız zaman,inkılap Tarihi Hocamızın bana, Erol bunları konuşmayı bırak gündeme getirmek bile suçtur,sakın bu meseleleri başka yerde konuşma diyerek, beni iyi niyetle korumaya çalıştığı günleri bu gün gibi hatırlıyorum.Her ne kadar bireysel çıkışlar olsa da, resmi olarak devleti temsilen bir Başbakanın bunları konuşması çok fazla dikkate alınması gereken bir konudur.Demek ki, bizlerin konuşmasının yasak olduğu dönemlerin sona erdiğini ve devletin bu konuları gündeme getirecek kadar normalleştiğini görmek mümkündür.
Herkesin kan davalarının bir toplumda ne kadar kötü bir gelenek olduğunu,bunların eğitimsizlikten kaynaklandığı söylediğini görmekteyiz.Ancak bu kan davaları  farklı ırklar arasında olunca hemen devreye,milli refleksler girerek,savunduğunuz anlayışı bir anda yok edebiliyorsunuz.Sayın Başbakanımız,bir cesaret örnekliği sergiledi ve dedi ki,geçmişte yaşanmış ortak acılarımızdan dolayı ben bir vicdan sahibi ve TC başbakanı olarak,Ermeni halkının geçmişte ölen insanlarının torunlarına başsağlığı diliyorum.Bu acıları ortak yaşadık bunun şu an haklı ya da haksızını arama yerine,bunları ortadan kaldıralım ve bulunduğumuz bölgede barış içinde yaşayalım,derken ne kadar doğru bir eylem yaptığını göremeyenlere yazıklar olsun diyorum...
Daima kin ve hınç dolu yaşamak,bir toplumu gerer.Başbakanımız,yıllardır gergin yaşayan ve Milli reflekslerle her an yanlış yapmaya meyilli bir topluma doğru kanallar açtığı için bomardıman ediliyor,kelimeler tükeniyor bunları tanımlamak için...Atatürkçüyüm diye ortalıkta gezersiniz,Atatürk'ün"yurtta sulh,cihanda sulh"anlayışını,başbakana karşı çıkmak için hiç gündeminize bile almazsınız.Siz Atatürkçü bilmem neci hiçbir şeyci bile olamazsınız.İnsani değerleri dikkate almayan ve daima gerilimlerden beslenen anlayışlar,hiçbir şeyi temsil edemezler.
Geçmişi değerlendirmek lazım ancak geçmişi yeniden yaşamak lazım değil.Onlar bir toplumsal olaydı,olaylar tekrar etmez,ancak biz bu olayları canlı tutmak için yeniden kan davaları gütmek istemiyoruz.Bu korkaklık değildir.Bir lider kendisine ve elindeki bulgulara güvendiği zaman,sorunların çözümünden korkmaz ve düğümlenmiş,çözümsüz sorunların çözümü için korkusuzca hareket eder.İşte Başbakanımız bunu yapmaktadır.Bu anlayış devletin kucaklayıcılık algısını yeniden tesis etmektir.Algı bozukluğu yaşayan ve çevresel düşman paranoyasından bir türlü kurtulamayan devletin,yavaş yavaş seçici davrandığını ve paranoyak eylemlerden kurtulduğunu görmekteyiz.Yani rehabilite edilen hastanın normal yaşam sürecine doğru hareketlendiğini görmekteyiz.Bu süreci yöneten başbakanı da yürekten tebrik ediyoruz.
Bizim tarafımızdan devletin en üst makamlarının bunu sesli dillendirmesi,bizim üzerimizde olan kara bulutların şu an başka ülke üzerine kaydığını görmek için,meteorog olamanız gerekmiyor.Akıl tutulması yaşamayan herkes mantıklı düşünmek için akıl ilkelerine müracaat ettiğinde bu ilkelerin size doğru düşünme yolunu göstereceğinden eminim.Ancak siz empirik geçmişinizle akıl ilkelerine yöneldiğinizde şunu biliniz ki,o akıl ilkeleri sizi doğru sonuca götürmez.Çünkü,akıl geleneksel bulguları tartarak yeniden bir yargı oluşturmaya kalkarsa,hiçbir zaman duygulardan bağımsız düşünemeyeceği için,asla doğru sonuca sizi götürmeyecektir.İşte sayın Başbakanımız toplum olarak bizleri,doğru sonuca götürmek için akıl terazisinde olayları değerlendirekek,yol almamız için ortaya bir yargı koydu.İnşallah bu yargı toplumsal pataloji laboratuarlarında imha edilmez.
SOSYOLOG-EROL KEKEÇ
25.04.2014/İST

24 Nisan 2014 Perşembe

DEMOKRASİMİZİN MABEDİ NERESİ!


TBMM,Demokrasimizin Mabedidir diyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün bu konuşmasını,bu gün değerlendirmeyi düşünüyorum.Demokrasi çoğunluğun iktidar olduğu bir sistem olarak tanımlanır.En önemli yönü yöneticilerin seçimle iş başına gelmesidir.Demokrasilerde,azınlık olup meclise gelen seçilmişler muhalefet görevini yerine getirir ve yasamaya doğrudan katkıda bulunduğu anlatılır.İşte,TBMM parlamenterlerin yasamaya doğrudan katkı sağladığı yer olarak tanımlandığı zaman bizim aklıma bazı sorular geliyor bu soruları sormadan edemeyeceğim.
Bu yaklaşımdan Demokrasinin bir din olduğu anlamını çıkarabilirsiniz.
TBMM,Demokrasinin mabedi olduğuna göre,kimse bize meclisin sadece seçilmiş insanların halk adına, halkı yönettiği bir yer olduğunu söylemesin o zaman...Çünkü meclisin bu tanımlamadan anlaşılacağı gibi,bir dinin ibadetlerinin yapıldığı,kutsal mekan olduğu anlaşılmaktadır.
Demokrasi dininin,son dönemlerde tüm dünyaya egemen olduğunu ve ülkelerin yönetim mekanlarını da kendisine ibadetgah edindiğini anlamaktayız...
TBMM,bir mabet ise,bu mabedin tam olarak görevini yerine getirdiğini söyleyemeyiz.Çünkü bizim meclis bu anlamda, kendi dininin emirlerine sadık kalmayacak kadar,dinine ihanet eden bir mekan olduğundan,bu dinin temsilcileri de görevlerini hakkı ile ifa etmemektedirler...
Demokrasi dinin,mabedinde yapılan ibadetlerin sahih olmadığını düşünüyorum.Çünkü,bu mabette bulunanların,demokrasi dini ile uyumlu bir ibadet yapmadıklarını görüyoruz.Herkes demokrasi dinine inansa da,muacip bir dini temsil ediyorlar gibi geliyor bana...
Demokrasinin neden tam olarak bu ülke de yer bulamadığı şu anda daha iyi anlaşılmış olmaktadaır.Demokrasinin mabedi TBMM, tam anlamıyla görevini yerine getirmediğinden,demokrasinin kökleşmediği görülmektedir...
Demokrasinin mabedi TBMM'nin yeni adını öğrenmiş olmamız bizi bayağı duygulandırdı.(!)TBMM'nin bir mabet olarak,görevinde başarılı ve ihlaslı ibadetlerine şahit olacağımız günleri sabırsızlıkla bekliyoruz...Yani ibadet ihlasıyla yapılmayan işlerin anlamı olmayacağından,demokrasinin hassas ve nazik algısının havasını titizlikle solumamız için,mabedin görevini hakkı ile ifa etmesi kaçınılmazdır..(!).
SOSYOLOG-EROL KEKEÇ
23.04.2014/İST