Doğruyu bir kenara atıp gerçeğe karşı geldiğin zaman, zararını görmeyebilirsin, fakat zamanla yok olursun. Kalıplaşmış alışkanlıkların fanatik yandaşları, kendi dışındaki hiçbir düşüncenin doğruluğuna kolay kolay inanmaz. İnanmadığı bu değerlere karşılaştığı her ortamda da karşı gelmekten kendini alamaz. Çünkü doğru yarınlarda yükselecek bir değer olduğundan, devekuşu gibi bunların kafaları kuma saplı iken yok olup giderler. Tek insan olmayı amaçlayan kişilerde, doğrunun düşmanıdır. Ona göre doğru sadece kendisidir. Kendi dışında var olan tüm değerlendirmeler birer safsatadan ibarettir. Onlar böyle düşünedursun, tek adam kostümüne bürünen, yaşayan bir doğru göstermek mümkün müdür? İşte gerçeğe karşı gelen kim varsa bir gün yok olacaktır.
Bu hipotezimizin doğruluğunu birkaç örnekle açıklamak mümkündür. Piramitleri yaparken binlerce insanın kanını toprağa akıtan despot firavun zulmüyle yok olup gitmedi mi? İsrail oğullarına yaptığı zulüm zirvelere tırmandığı bir anda, karşısında kendisini doğruya hakka, adalete ve ışığa çağıran bir insanla karşılaştı kendi sarayında. Üstelik onun ekmeğini yiyerek onun yanlış olduğunu söylüyordu. Bu kurtarıcı Musa’dan başkası değildi. Fravun Musa’nın karşısına çıkarken, zulmettiği halkı yanına alarak gitmesi gerekirdi, yoksa halk bir anda Musa’nın peşine takılabilirdi. Bunun için firavun güzel bir yutturmaca ile halkın kucağına yeniden oturdu. Hemen aklında sihirli bir cümle doğdu. Ey İsrail oğulları! Musa’nın muhakkak ki sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde bozgunculuk yapmasından endişe ediyorum. Firavun’un bu sihirli çığlığı, zulmünden bıktığı halkı yeniden Firavun’a monte etti. Ancak Firavun’un yaptığı bu manevralar ne kendisinin yaşamasını ne de doğrunun yok olmasını sağladı.
Tarihi dönemleri bir bir geçerken hemen hemen her dönemde, Hitlerden Nazilere, Çavuşeskuya, Saddam’a vs. bu tarz manevralara rastlamak mümkündür. Peki, neden insanlar böyle kötü bir sonu kendilerine reva görürler. Her insanın tabiatında iki yön vardır, yaratıldığı torağa ait olan yön ve insan olma özelliğini ona kazandıran ilahi ruhsal yön. Bazı insanlar, hatasız olduklarını her şeyi anlayabilecek ve kavrayabilecek gücü kendinde bulundurduğuna inanır. Böyle düşünen varlıklar, yaratılmış olduğunu değil de, yaratıcının kendisi olduğuna inanarak tüm eksikliklerden uzak olduğunu, paranoyak eylemleriyle zorla kabullendirmeye çalışır. Bu insanlar psikolojik yönden yansıtma mekanizmasına çokça başvururlar. Hatalı olan başkası, yalan söyleyen diğerleri, zulmeden kendi dışındakiler, böyle düşünerek hatasızlığı oynamaya başlar. Hiçbir eleştiriyi otokritiği aklından geçirmez. Çıplak Kral hikâyesindeki gibi birgün bir çocuk kalkarda anne bu kral çıplak derse, ona da çıplak olmadığını zorla benimsetmek zorundadır, yoksa birgün yok olur. Bu tip varlıklar şeytanla el sıkışmışlardır, Âdemin doğru olacağını hiç düşünmezler.
İlahi ruhsal yönü öne çıkanlar ise,hata yapabileceklerini,onların hatalarını düzeltecek eleştiri mekanizmalarının mutlaka aktifleştirilmesi gerektiğini düşünürler.Böyle bir anlayış ve felsefe ile hayatlarına yön verdiklerinden,hakaret içermeyen hiçbir eleştiriden rahatsızlık duymazlar.Bunlar doğruyu nerede görürlerse paylaşmasını bilirler.Akıllarını herhangi bir klik ve fraksiyona ipotek olarak emanet bırakmazlar.Hayatlarını görüntülemek istedikleri ekran doğruluk cetvelidir,kimsenin ne yandaşı ne de taraftarıdırlar,insan olarak yaşamanın formülü çok pahalıya mal olsada mutlaka onu uygularlar.Hak ve adaletten asla ayrılmazlar,gidecek olan kendi ayaklarından biri bile olsa…Özlemi çekilen bu atmosferi bulmak için çıkanlar yola,unutmasınlarki hedef doğru ve net ise,bu hedef uğruna katlanılacak acıların hepsi kutsaldır.
Yıl:16.03.2004
Saat:13.30—14.15
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E.Kekeç)
25 Aralık 2008 Perşembe
10 Kasım 2008 Pazartesi
DÜZENLERE GÖRE DİZİLMEK!
Aristokrasi=Paşakrasi
19/10/2008
AHMET ARGUN (Arşivi)
Avrupa aristokrasisi yerini demokrasiye bırakalı yıllar oldu. Bizde ise paşakrasi yerini demokrasiye bırakmaktan yana zorlanıyor
Aristokrasi: (Yunanca en iyinin hükümdarlığı = Aristo - en iyi + krasi- hüküm sürmek), iktidarın imtiyazlı ve genellikle soya bağlı bir toplum sınıfının elinde bulunduğu siyasi hükümet şeklidir. Ekonomik,toplumsal ve siyasi gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu tarihi yönetim biçimidir. Aristokrasi terimi ilk kez Atina kent devletinde kullanılmıştır. Terim orduların başında dövüşen genç vatandaşlara verilirdi. Zira askeri cesaret ve liyakat o dönemde büyük bir erdem olarak görülürdü; ordular "en iyi"ler tarafından yönetilmekteydi. Terim antik Yunan geleneğinden Avrupa Orta Çağı'na geçmiş ve askeri liderlerden oluşan, verasete dayanan bu sınıf "soylular sınıfı" olmuştur. Antik Yunan'daki gibi bu sınıfın üyelerinin köleleri olan bir tebası vardı ve bu kişiler askeri konumlarından dolayı soylu veya en iyi olarak tanımlanıyorlardı. (wikipedia.org)
Paşa: 1 .Osmanlı Devleti zamanında yüksek sivil memurlara ve albaydan üstün rütbede bulunan askerlere verilen unvan: 2 .askerlik Cumhuriyet döneminde general. 3 . sıfat, mecaz Uslu, ağırbaşlı. (www.tdk.gov.tr) Avrupa’nın “soylular sınıfı” aristokrasi, Osmanlı İmparatorluğu’nda “paşalık” sınıfı ile denkliğini bulduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Paşa ve/veya paşalık bir rütbe ve unvanın ötesinde seçkinler, elitler, soylular sınıfının adıdır. 1918 yıllına kadar birçok cephede savaşarak Osmanlı’yı kurtarmaya çalışan bu sınıf, yenilgi ve işgal sonrası 1919-1923 yılları arasında gelişen kapitalist sosyo-ekonomik oluşumlar karşısında Osmanlı’nın yıkılması çalışmalarını bizzat örgütleyip kendi elleri ile yıkarak yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Paşalık sıfatı sivil unsurlardan da arındırılarak sadece askeri liyakat içerisinde bir unvan-yapı haline getirilmiştir. 2590 sayılı Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun (26 Kasım 1934)
Madde 1- Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi, ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla anılırlar. Madde 2- Sivil rütbe ve nişanlar ve madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır. Harp madalyaları bundan müstesnadır. Türkler, yabancı devlet nişanları da taşıyamazlar. Madde 3- Askeri rütbelerden adın başına gelmek üzere, kara ve havacılarda müşirlere mareşal, birinci ferik, ferik ve livalara general, denizcilerde, birinci ferik, ferik ve livalara amiral denir. General ve amirallerin derecelerini gösteren unvanlarla, deniz müşirleri unvanlarının ve diğer askeri rütbelerin karşılıkları Yüksek Askeri Şura kararı ve İcra Vekilleri Heyetinin tasdiki ile konulur. Aynı kanunun 1. ve 3. maddeleri Askeri personeli de kapsamı içine aldığı halde bu gün generaller resmiyette olmasa da bu ünvanı sınıfsal bir aidetlik terimi olarak birlerine karşı kullanmakta ve ulusal basın ile bizzat kullandırmaktadırlar. 1950 ‘e kadar tek parti olarak ülkeyi yöneten bu sınıf tanımladığı; imtiyazsız ve sınıfsız toplumun, muasır devletler düzeyine, devrimler-ilkeler prensipleri ile çıka bilineceğini, oligarşik bir despotizm ile dayatarak, kendi sınıf programını toplumun sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik yapısına kodlayarak yeni ulus-devlet, üniter-devlet yapısı içerisinde kurumsallaştırarak oturtmaya çalışmıştır. 1950-1960 yılları Demokrat Parti dönemi, ülkede ve dünyada gelişen dengelerin değişimi paşakrasi sınıfının çıkarlarını tehlikeye sokmuştur. Beslendiği ve kendini var eden askeri gücü devreye sokarak 27 mayıs müdahalesi ile tekrar iktidara oturmuştur. Kazanılmış haklarını güvence altına alınması içinde yeni bir anayasa yapılmıştır. 1961 anayasasında 205 sayılı özel kanun ile kurulan ve birçok vergiden muaf OYAK bu sınıfın yeni ekonomik ayağını oluşturmaktadır. Bu gün kırk şirketi ile bir çok alanda faaliyet gösteren, yabancı sermaye ortaklı Oyak Holding, Türkiye’ nin en büyük üç şirketinden biridir, birincisidir. Askeri Yargıtay’ ın ulusal yargı ergi içindeki konumu, askeri mali-muhasebenin Sayıştay’ ın denetimi dışında tutulması, Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye niteliğindeki siyaseti tasviye kararları, Andıç, Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı “Lahika-1”, Genel Kurmay’ ın e-muhtıraları, askeri ihtilaller, yargılan(a)mayan darbeciler, hakimleri, savcıları korkutmak için bomba attıranlar, suçüstü yakalananları “iyi çocuklar” ile savunanlar, ifadesi alınamayan ve her çete soruşturmasında adı geçen emekli generaller, savcıları hukuku katlederek görevden aldırtan, anayasal bakımdan dokunulamayan imtiyazlı seçkinler, soylular, efendiler…… Paşakrasi aynı zamanda psikolojik baskıyı da toplumun sivil, siyasi ve kültürel yapısı üzerine uygulayarak sınıfsal yapısını güçlendirmiştir. Yapılan anketlerde, ordu kurumu üzerinden toplumsal güvenilirlik sırasının hep en üst sırasına kendini yerleştirerek varlığını hissettirmektedir. Avrupa aristokrasisi yerini demokrasiye bırakalı yıllar oldu. Bizde ise paşakrasi yerini demokrasiye bırakmaktan yana zorlanıyor. Gelişen dünya düzeni içinde varlığını sürdürme, sınıfının çıkarlarını koruma adına, kendine yeni mevziler ve taktikler geliştirmeye çalışıyor. Ahmet Argun: Eğitim-sen Ankara 2 Nolu Şube
(radikal gazetesinden alıntı)
19/10/2008
AHMET ARGUN (Arşivi)
Avrupa aristokrasisi yerini demokrasiye bırakalı yıllar oldu. Bizde ise paşakrasi yerini demokrasiye bırakmaktan yana zorlanıyor
Aristokrasi: (Yunanca en iyinin hükümdarlığı = Aristo - en iyi + krasi- hüküm sürmek), iktidarın imtiyazlı ve genellikle soya bağlı bir toplum sınıfının elinde bulunduğu siyasi hükümet şeklidir. Ekonomik,toplumsal ve siyasi gücün soylular sınıfının elinde bulunduğu tarihi yönetim biçimidir. Aristokrasi terimi ilk kez Atina kent devletinde kullanılmıştır. Terim orduların başında dövüşen genç vatandaşlara verilirdi. Zira askeri cesaret ve liyakat o dönemde büyük bir erdem olarak görülürdü; ordular "en iyi"ler tarafından yönetilmekteydi. Terim antik Yunan geleneğinden Avrupa Orta Çağı'na geçmiş ve askeri liderlerden oluşan, verasete dayanan bu sınıf "soylular sınıfı" olmuştur. Antik Yunan'daki gibi bu sınıfın üyelerinin köleleri olan bir tebası vardı ve bu kişiler askeri konumlarından dolayı soylu veya en iyi olarak tanımlanıyorlardı. (wikipedia.org)
Paşa: 1 .Osmanlı Devleti zamanında yüksek sivil memurlara ve albaydan üstün rütbede bulunan askerlere verilen unvan: 2 .askerlik Cumhuriyet döneminde general. 3 . sıfat, mecaz Uslu, ağırbaşlı. (www.tdk.gov.tr) Avrupa’nın “soylular sınıfı” aristokrasi, Osmanlı İmparatorluğu’nda “paşalık” sınıfı ile denkliğini bulduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Paşa ve/veya paşalık bir rütbe ve unvanın ötesinde seçkinler, elitler, soylular sınıfının adıdır. 1918 yıllına kadar birçok cephede savaşarak Osmanlı’yı kurtarmaya çalışan bu sınıf, yenilgi ve işgal sonrası 1919-1923 yılları arasında gelişen kapitalist sosyo-ekonomik oluşumlar karşısında Osmanlı’nın yıkılması çalışmalarını bizzat örgütleyip kendi elleri ile yıkarak yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Paşalık sıfatı sivil unsurlardan da arındırılarak sadece askeri liyakat içerisinde bir unvan-yapı haline getirilmiştir. 2590 sayılı Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun (26 Kasım 1934)
Madde 1- Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi, ve Hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Erkek ve kadın vatandaşlar, kanunun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla anılırlar. Madde 2- Sivil rütbe ve nişanlar ve madalyalar kaldırılmıştır ve bu nişan ve madalyaların kullanılması yasaktır. Harp madalyaları bundan müstesnadır. Türkler, yabancı devlet nişanları da taşıyamazlar. Madde 3- Askeri rütbelerden adın başına gelmek üzere, kara ve havacılarda müşirlere mareşal, birinci ferik, ferik ve livalara general, denizcilerde, birinci ferik, ferik ve livalara amiral denir. General ve amirallerin derecelerini gösteren unvanlarla, deniz müşirleri unvanlarının ve diğer askeri rütbelerin karşılıkları Yüksek Askeri Şura kararı ve İcra Vekilleri Heyetinin tasdiki ile konulur. Aynı kanunun 1. ve 3. maddeleri Askeri personeli de kapsamı içine aldığı halde bu gün generaller resmiyette olmasa da bu ünvanı sınıfsal bir aidetlik terimi olarak birlerine karşı kullanmakta ve ulusal basın ile bizzat kullandırmaktadırlar. 1950 ‘e kadar tek parti olarak ülkeyi yöneten bu sınıf tanımladığı; imtiyazsız ve sınıfsız toplumun, muasır devletler düzeyine, devrimler-ilkeler prensipleri ile çıka bilineceğini, oligarşik bir despotizm ile dayatarak, kendi sınıf programını toplumun sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik yapısına kodlayarak yeni ulus-devlet, üniter-devlet yapısı içerisinde kurumsallaştırarak oturtmaya çalışmıştır. 1950-1960 yılları Demokrat Parti dönemi, ülkede ve dünyada gelişen dengelerin değişimi paşakrasi sınıfının çıkarlarını tehlikeye sokmuştur. Beslendiği ve kendini var eden askeri gücü devreye sokarak 27 mayıs müdahalesi ile tekrar iktidara oturmuştur. Kazanılmış haklarını güvence altına alınması içinde yeni bir anayasa yapılmıştır. 1961 anayasasında 205 sayılı özel kanun ile kurulan ve birçok vergiden muaf OYAK bu sınıfın yeni ekonomik ayağını oluşturmaktadır. Bu gün kırk şirketi ile bir çok alanda faaliyet gösteren, yabancı sermaye ortaklı Oyak Holding, Türkiye’ nin en büyük üç şirketinden biridir, birincisidir. Askeri Yargıtay’ ın ulusal yargı ergi içindeki konumu, askeri mali-muhasebenin Sayıştay’ ın denetimi dışında tutulması, Milli Güvenlik Kurulu’nun tavsiye niteliğindeki siyaseti tasviye kararları, Andıç, Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı “Lahika-1”, Genel Kurmay’ ın e-muhtıraları, askeri ihtilaller, yargılan(a)mayan darbeciler, hakimleri, savcıları korkutmak için bomba attıranlar, suçüstü yakalananları “iyi çocuklar” ile savunanlar, ifadesi alınamayan ve her çete soruşturmasında adı geçen emekli generaller, savcıları hukuku katlederek görevden aldırtan, anayasal bakımdan dokunulamayan imtiyazlı seçkinler, soylular, efendiler…… Paşakrasi aynı zamanda psikolojik baskıyı da toplumun sivil, siyasi ve kültürel yapısı üzerine uygulayarak sınıfsal yapısını güçlendirmiştir. Yapılan anketlerde, ordu kurumu üzerinden toplumsal güvenilirlik sırasının hep en üst sırasına kendini yerleştirerek varlığını hissettirmektedir. Avrupa aristokrasisi yerini demokrasiye bırakalı yıllar oldu. Bizde ise paşakrasi yerini demokrasiye bırakmaktan yana zorlanıyor. Gelişen dünya düzeni içinde varlığını sürdürme, sınıfının çıkarlarını koruma adına, kendine yeni mevziler ve taktikler geliştirmeye çalışıyor. Ahmet Argun: Eğitim-sen Ankara 2 Nolu Şube
(radikal gazetesinden alıntı)
KAPİTALİST DİNCİ BEDEVİ ZÜMRENİN YAŞAM TARZI!
'İslami kesim bu pislikleri nasıl taşıyor'
Eski Fazilet Partisi milletvekili Prof. Mehmet Bekaroğlu, Üzmez ve Akman’ı sert şekilde eleştirdiÜzmez’in pisliklerine dini ortak ederek terbiyesizliğin ötesinde bir şey yaptığını belirten Bekaroğlu, Akman için de şunları söyledi: "Her taşın altından Akman ve arkadaşları çıkıyor, tarikat onların, şirketler, holdingler, hisseler onların. Tartışılması gereken İslami kesimin bu pislikleri nasıl barındırmış ve buraya kadar taşımış olduğudur." ESKİ Fazilet Partisi Milletvekili, psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, son günlerde yaşanan Hüseyin Üzmez ve Zahid Akman olaylarıyla ilgili olarak İslami kesime sert eleştirilerde bulundu. Bekaroğlu, Üzmez’in dini değerleri, cinsel istismar suçuna kılıf yaptığını belirterek, "Yapmış olduğu pisliklere ve ahlaki düşkünlüğe, dini ve peygamberi de ortak ederek terbiyesizliğin ötesinde bir şey yapıyor" dedi. Vakit Gazetesi başta olmak üzere Üzmez’e sesini çıkarmayan kesimlerin olduğunu belirten Bekaroğlu, şunları söyledi:"Yeni Şafak’ın ’utan be adam’ manşetini atması mahallenin namusunu biraz kurtardı. Bu sadece bir Hüseyin Üzmez vakası ve sadece İslami kesimin bir problemi de değil. Hüseyin Üzmez gibi tipler artık her mahallede mevcut ve maalesef bu toplum bunları taşıyor. Çelişkiye bakın, adamı bütün televizyonlar reyting uğruna kapışıyor. Yani sadece Hüseyin Üzmez diplere inmiyor, çukurlara düşmüyor. Penis değil, beyin ve ahlak sorunuBir TV kanalında Müjde Ar ’Bunun penisini kesmek lazım’ diyor. Bu anlaşılır bir şey mi? Penis sorunu değil ki bu. Bu kalp, kafa ve beyin, ahlak, insanlık sorunu. Bunun beynini, kalbini de mi çıkarıp atacaksınız? Attığınız zaman sorun çözülecek mi? Ya bilmediklerimiz, ya polisin teknik takibine takılmayanlar, ya her kesimin kendi mahallesinde sakladıkları? Bu sadece basit bir ahlaksızlık değil ve sadece Hüseyin Üzmez’in mahallesinin sorunu değil. Bütün toplumu ilgilendiren ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Toplumun ar damarı çatladı, insani olan en temel şeyleri kaybediyoruz, insan fıtratı bozuldu. Bu sapıkları biz yaratıyoruzElbette tarihin her döneminde, her toplumda, her din mensubu arasında sapıklıklar, pedofili ve diğer sapmalar görülmüştür, görülmektedir. Bugün en önemli sorunlardan biri çocuk pornosudur. Ama bu şahit olduğumuz olay bireysel sapmanın çok ötesinde, neredeyse bütün bir medya, toplumun tamamı olayın içinde, kınayanlar bile teşhirin, gösterinin içinde yer alıyor. Televizyon kanallarının bu mide bulandıran adamın peşinde bu kadar koşmalarının başka ne anlamı olabilir? Adamı cezaevinden karısının alması ve birlikte kameralara sırıtmaları başka nasıl izah edilebilir? Kimse kusura bakmasın, böyle davranarak Hüseyin Üzmezleri biz yaratıp, biz besliyoruz.Bir taraftan çocuk istismarının yapıldığı bir ahlaksızlık diğer taraftan hayır kurumları kurarak vatandaşın duygularını istismar etmek. Şu Zahid Akman’a bakın, ismini bile şeyhinin ismi ile değiştirmiş. Yani istismara isminden başlamış. Hani siz tarikat ehliydiniz, dünya işlerinden elinizi eteğinizi çekmiştiniz. Ama bakıyorsunuz her taşın altından Zahid Akman ve arkadaşları çıkıyor. Tüm şirketleri onlar kurmuş, her türlü ortaklıkta onlar var. Adamlar doymuyor tarikat onların, şirketler, holdingler, hisseler onların. Yetmiyor, adam aynı zamanda gazeteci, televizyoncu, bu da yetmemiş, RTÜK Başkanı olmuş. Şu işe bakın bütün tarikat liderleri şirket kurdular, neredeyse holding oldular. Nerde görülmüş, tarihin hangi döneminde ’Karun’ olmuş tarikat şeyhi vardı? Din adamlarının, manevi önderlerin saraylarda, malikanelerde yaşamaları neyin işareti? Bunlar çürümenin emareleri, rezaletin ötesinde bu olup bitenler.İslami kesimde ses çıkmıyor kiElbette asıl tartışılması gereken İslami kesimin bu pislikleri nasıl barındırmış ve buraya kadar taşımış olduğudur. Üzmez olayının üzerinden ancak o kadar zaman geçtikten sonra Yeni Şafak ’Utan be adam’ başlığını atabildi. Bu namusu kurtarmaya yeter mi, bilemiyorum. Akman’a da başta Başbakan Erdoğan olmak üzere kimse dokunamadığı gibi İslami kesimde kimse sesini bile çıkarmıyor." (KANAL D)
Eski Fazilet Partisi milletvekili Prof. Mehmet Bekaroğlu, Üzmez ve Akman’ı sert şekilde eleştirdiÜzmez’in pisliklerine dini ortak ederek terbiyesizliğin ötesinde bir şey yaptığını belirten Bekaroğlu, Akman için de şunları söyledi: "Her taşın altından Akman ve arkadaşları çıkıyor, tarikat onların, şirketler, holdingler, hisseler onların. Tartışılması gereken İslami kesimin bu pislikleri nasıl barındırmış ve buraya kadar taşımış olduğudur." ESKİ Fazilet Partisi Milletvekili, psikiyatrist Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu, son günlerde yaşanan Hüseyin Üzmez ve Zahid Akman olaylarıyla ilgili olarak İslami kesime sert eleştirilerde bulundu. Bekaroğlu, Üzmez’in dini değerleri, cinsel istismar suçuna kılıf yaptığını belirterek, "Yapmış olduğu pisliklere ve ahlaki düşkünlüğe, dini ve peygamberi de ortak ederek terbiyesizliğin ötesinde bir şey yapıyor" dedi. Vakit Gazetesi başta olmak üzere Üzmez’e sesini çıkarmayan kesimlerin olduğunu belirten Bekaroğlu, şunları söyledi:"Yeni Şafak’ın ’utan be adam’ manşetini atması mahallenin namusunu biraz kurtardı. Bu sadece bir Hüseyin Üzmez vakası ve sadece İslami kesimin bir problemi de değil. Hüseyin Üzmez gibi tipler artık her mahallede mevcut ve maalesef bu toplum bunları taşıyor. Çelişkiye bakın, adamı bütün televizyonlar reyting uğruna kapışıyor. Yani sadece Hüseyin Üzmez diplere inmiyor, çukurlara düşmüyor. Penis değil, beyin ve ahlak sorunuBir TV kanalında Müjde Ar ’Bunun penisini kesmek lazım’ diyor. Bu anlaşılır bir şey mi? Penis sorunu değil ki bu. Bu kalp, kafa ve beyin, ahlak, insanlık sorunu. Bunun beynini, kalbini de mi çıkarıp atacaksınız? Attığınız zaman sorun çözülecek mi? Ya bilmediklerimiz, ya polisin teknik takibine takılmayanlar, ya her kesimin kendi mahallesinde sakladıkları? Bu sadece basit bir ahlaksızlık değil ve sadece Hüseyin Üzmez’in mahallesinin sorunu değil. Bütün toplumu ilgilendiren ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Toplumun ar damarı çatladı, insani olan en temel şeyleri kaybediyoruz, insan fıtratı bozuldu. Bu sapıkları biz yaratıyoruzElbette tarihin her döneminde, her toplumda, her din mensubu arasında sapıklıklar, pedofili ve diğer sapmalar görülmüştür, görülmektedir. Bugün en önemli sorunlardan biri çocuk pornosudur. Ama bu şahit olduğumuz olay bireysel sapmanın çok ötesinde, neredeyse bütün bir medya, toplumun tamamı olayın içinde, kınayanlar bile teşhirin, gösterinin içinde yer alıyor. Televizyon kanallarının bu mide bulandıran adamın peşinde bu kadar koşmalarının başka ne anlamı olabilir? Adamı cezaevinden karısının alması ve birlikte kameralara sırıtmaları başka nasıl izah edilebilir? Kimse kusura bakmasın, böyle davranarak Hüseyin Üzmezleri biz yaratıp, biz besliyoruz.Bir taraftan çocuk istismarının yapıldığı bir ahlaksızlık diğer taraftan hayır kurumları kurarak vatandaşın duygularını istismar etmek. Şu Zahid Akman’a bakın, ismini bile şeyhinin ismi ile değiştirmiş. Yani istismara isminden başlamış. Hani siz tarikat ehliydiniz, dünya işlerinden elinizi eteğinizi çekmiştiniz. Ama bakıyorsunuz her taşın altından Zahid Akman ve arkadaşları çıkıyor. Tüm şirketleri onlar kurmuş, her türlü ortaklıkta onlar var. Adamlar doymuyor tarikat onların, şirketler, holdingler, hisseler onların. Yetmiyor, adam aynı zamanda gazeteci, televizyoncu, bu da yetmemiş, RTÜK Başkanı olmuş. Şu işe bakın bütün tarikat liderleri şirket kurdular, neredeyse holding oldular. Nerde görülmüş, tarihin hangi döneminde ’Karun’ olmuş tarikat şeyhi vardı? Din adamlarının, manevi önderlerin saraylarda, malikanelerde yaşamaları neyin işareti? Bunlar çürümenin emareleri, rezaletin ötesinde bu olup bitenler.İslami kesimde ses çıkmıyor kiElbette asıl tartışılması gereken İslami kesimin bu pislikleri nasıl barındırmış ve buraya kadar taşımış olduğudur. Üzmez olayının üzerinden ancak o kadar zaman geçtikten sonra Yeni Şafak ’Utan be adam’ başlığını atabildi. Bu namusu kurtarmaya yeter mi, bilemiyorum. Akman’a da başta Başbakan Erdoğan olmak üzere kimse dokunamadığı gibi İslami kesimde kimse sesini bile çıkarmıyor." (KANAL D)
8 Kasım 2008 Cumartesi
YEZİDİN DİNİ İLE MUHAMMEDİN DİNİ BİRBİRİNE KARIŞTI!
İslami Burjuva'nın yeni yaşam tarzı!
07 Kasım 2008 10:08Ekonomik yapıdaki bu değişiklik kendini yaşam tarzında da gösteriyor. Yatak odalarında üç metrelik palmiye ağaçları,en küçüğü 50 metrekarelik namaz odaları...
Yatak odalarında üç metrelik palmiye ağaçları, sedir yerine tavandan sarkan salıncaklar, en küçüğü 5O metrekarelik namaz odaları bulunan bu yeni kesim, kimi İslami çevrelerce de fazla gösteriş düşkünü oldukları gerekçesiyle eleştiriliyor. Aktüel dergisinden Ece Vahapoğlu "İslami Burjuva" diye tanımladığı kesimin evlerini tasarlayan, Vogue Interiprs'un sahibi 33 yaşındaki genç iç mimar Şafak Çak ile son dönemdeki İslami burjuvazinin eve dair zevklerini konuştu.İşte, yeni zenginlerin yaşamlarını şekillendiren Şafak Çak'ın yaşadıkları ve kendisinden talep edilen ilginç istekler... Müşteri profiliniz nedir? Bir değişim oldu mu bu profilde? Müşteri profilimiz çok geniş. Aslında dışarıdan B-A ve A+ gibi gözükse de, zevk sahibi olan ve ne istediğini bilen herkes müşterimiz. Daha önceleri müşterilerim doktorlar ve sanatçılardı. Halen müşterileri min yansını îslami burjuvalar, yarısını çok yenilikçi ve tam laik aileler oluşturuyor, işimi yapıyorum, insanların tercihleri ile ilgilenmiyorum. Son dört senedir müşteri tarzlarında değişiklik var diyebilirim. Şu andaki iktidara yakın, daha muhafazakâr ve bugüne kadar hayatlarım hiç bilmediğim ailelerden söz ediyorum.Bu yeni müşteri profilini anlatır mısınız?Eşlerinin başları kapalı, çocukları İstanbul'un en iyi okullarında hatta bazıları Dubai'deki Amerikan kolejlerinde okuyan, bugüne kadar Türkiye'de bir iddiası olmadığını sandığımız ancak içlerine girildiğinde dışarıda gördüğümüz insanlardan hiçbir farkı olmayan hatta kendini daha da hızlı geliştiren ve öğrenen yepyeni bir burjuva kesimi diyebiliriz. Dünyadaki son trendleri takip eden, moda ile yakından ilgili ve yeni olan her şeye açık.Neden sizi tercih ediyorlar? En başta, müşteriye verdiğimiz güven geliyor. Bu, hem hayallerinin evini yaratmada hem de sonrasında üçüncü şahıslara bu aileleri ve evleri afişe etmememizden kaynaklanan güven. Kimse bizim kime iş yaptığımızı, ne kadara yaptığımızı ve ailevi detayları bilemez. Bu dengeler öyle hassastır kî, bu kesim müşteriler kendileri hakkında konuşulmasını, özel hayatlarının afişe edilmesini hatta evlerine tasarlanan bir mobilyayı bile bir başkasının evinde görmeyi istemezler. Tüm objelerin onlara "özel" tasarlandığı ve imal edildiği konusunda tam güven isterler.Kaç senedir bu işi yapıyorsunuz?Sekiz senedir. Ondan önce babamın 45 senelik bir mobilya mağazası geçmişi var.İslami şartlara uygun olarak yaşamayı hedefleyen ailelerde ne gibi ilginç isteklerle karşılaşıyorsunuz?Bu kesimin istekleri normal müşterilerimizden çok da farklı değil. Hatta bu yeni burjuva dediğimiz gençler o kadar bilinçli ve o kadar ne istediklerini biliyorlar ki, bu öngörü ve beğenilerinde çok sık yurtdışına ve bilhassa Dubai gibi Asya ülkelerine sıklıkla seyahat etmelerinin büyük rolü var. Aslında birçok insanı şaşırtacak, hayrete düşürecek veya gıpta ile bakmalarım sağlayacak kadar iddialı ve marjinal fikirlerle geliyorlar. Ben onların isteklerini çok hızlı kavrayıp kâğıda dökebiliyorum.Müşterilerimizden gelen en ilginç isteklerin başında, yatak odasına koyduğumuz üç metrelik palmiyeler, sinema odalarında kullandığımız ve Suudi Arabistan'dan getirttiğimiz klimaya bağlanan otomatik gül suyu kokusu pompalayan havalandırma sistemi geliyor. Boğaz'da yaptığım evlerde genellikle odalardaki ve salondaki tüm ekranlara, çatıya koyduğumuz 360 derece dönebilen kameraları bağlıyoruz. Bu sayede evin herhangi bir odasından Boğazı canlı izleyebiliyorlar. Bu sistemin bir benzerini Pelİcan Hill'de tasarımına başladığımız bir villaya yapacağız buradakinin tek farkı, Boğaz'ı internet üzerinden webcam sağlayıcıları ile alırken, Kabe ve etrafını da uydudan canlı olarak 24 saat izleyebilecekler. Yeni zenginler gösterişe meraklıdırer halde? Yaptığım evlerden birini görmüş bir aile benden randevu isteyip görüşmeye geldi. Adamın ilk sözü, "Şafak Bey bana öyle bir ev yapın ki bende 30 milyon dolar var zannetsinler", inanın başımdan aşağı kaynar sular aktı. Bu kesim, parayı har vurup harman savurmak yerine mantıklı harcamayı ancak kalitenin en üst seviyesini talep eder. Buna yüzde 10'Iuk bir kesimi dahil edemem. Örneğin, normal bir ev fiyatı verdiğim birkaç ailenin, "düşük fiyat verdi" diye gelmediklerini biliyorum. "En pahalı en iyidir" düşüncesinde olan insanlar da var.Dini görevlerini / alışkanlıklarını yerine getirmek için özel istekler var mı?İlginç isteklerden biri de, namaz ve sohbet odaları. Hayalimde hep modern bir cami dekore etmek vardır. Bunu şu an Zeynep Fadıllıoğlu başarı ile gerçekleştiriyor. Ben ise, bu hayalimi şu an ancak bu kesimin evlerine namaz odaları, ufak mescit veya sohbet odaları yaparak gerçekleştiriyorum. Bunlar kafanızda kurduğunuz o sedirlerin olduğu namaz odası şeklinden çok uzakta tasarımlar.Fark nedir?400-500 metrekarelik evlerden bahsediyoruz namaza odalarının en ufağı 50 metrekare. Namaz odasının ritüelleri, halı, sedir ve rahle, çok daha fütüristik Sedir yerine tavana ahşap kalasla bağlı, üzerine mor kapitone kumaş kaplı salıncak mesela. Amaç sallanmak değil tabii, yerden kazanmak, ibadet edilen ve "Allah'ın huzuruna çıkılan yer, evin en özel mekânı olmalıdır" mantığı ile insanın kendini en huzurlu hissettiği mekânları yaratıyorum. Bunun bir benzerini Musevi olan olan bir müşterime yoga odasında uyguladım.Hanımlarla nasıl muhatap oluyorsunuz?Bu konuda ritüelleri çok iyi öğrendim. Bu konuda en büyük iş, benimle beraber çalışan ablam Başak'a düşüyor. O türbanlı müşterilerimizle öylesine içli dışlı ki hemen hemen tüm davetlerine katılıp, bir ev projesinde başından sonuna kadar onlarla yaşıyor. Kendi aralarındaki davetlerde sosyete dergilerinde bile göremeyeceğimiz elbiselerle şıklık yarışı içinde olduklarını ve herkesten daha çok modayı takip edip trendlere uyum sağladıklarını biliyorum. Beyleri ile ben muhatap oluyorum.En radikal müşteriniz kimdi?En radikal müşteri toplantımız, kara çarşaflı bir aile ile, kendi evlerinde, evin üst katında evin beyi ve erkek çocuklarla benim, alt katında evin hanımı ve kız çocukları ile ablam ve bizim iç mimar kızlarımızın yaptığı görüşme idi. O ev bitene kadar evin hanımım ve kızlarını hiç görmedim. 10 kat fazla para harcıyorlar Ne kadar para harcıyorlar?Bu soruya cevap vermek çok zor çünkü bütçeler aile yapısına göre değişiyor. Kimi aileye 100 bin dolar çok gelirken, kimisine l milyon dolar az geliyor. Geniş bir skala. Şöyle bir kıyaslama yapabilirim yeni yetişen türbanlı burjuva gençliği, başı açık yeni evlenen genç bir çifte göre en az 10 kat fazlasını harcıyor. Bu gençlik, Anadolu kaplanları dediğimiz ailelerin çocukları. Hepsi yurtdışında iyi üniversitelerde okumuş, vizyonu olan gençler. Aile şirketlerinde aktif rol oynayıp, kazandıkları parayı hayallerinin evinde oturmak için harcamaktan çekinmezler.Ödeme şeklî nasıl oluyor?Bugüne kadar ödeme konusunda bir tek aile dışında hiç problem yaşamadım o ailede de eşler arasında sorun vardı. Yüzde 90 nakit ödeme yaparlar. Çek ve senet kullanmazlar. Genelde anlaştığımız vadelerde nakit ödeme yaparlar. Bu kadar nakiti olan insanlar evlerinde kasa da yaptırıyordur değil mi?Hepsi kasa yaptırır. Sac ve çelikten büyük kasalar.İslami burjuvazi dünyada da yükselişte"îslami kesimde bir modernleşme yaşanıyor" diyebilir miyiz?Kesinlikle. Artık dünyada bile bu kesim bir yükseliş ve kabul görme trendinde. Dubai'nin başarılı olma sebeplerinin başında bu iki kesimin huzur içinde yaşayabilmesi gelir. Günümüzde ABD, Avrupa ve Asya'da kriz derinleşirken Araplar bunu hafif çiziklerle atlatıyor ve izlemekle yetiniyorlar. Tüm tasarım dahîleri önce Arapları memnun etmek İçin emek sarf ediyorlar. Bu tekstilde de, mobilyada da böyle. Dubai'deki 7 yıldızlı otelleri yapan mimarların yüzde 90'ı İtalyan'dır. Hatta Burj Al Arab'a denizden baktığınızda, karşınızdaki manzara kocaman bir haç şeklidir ve yıllardır bu konu tartışılır. Ülkemizde olduğu gibi dünyada da Islami burjuvaziyi yok saymak imkânsız.İslam dini şatafatı önermez bu kesimde nasıl bir ikilem yaşanıyor?Önermez doğru, ancak helal yoldan kazanılan parayı kendi evine harcamayı bir israf olarak görmüyorlar. Çünkü zaten çevrelerine yeterince yardım yapan insanlar. Genç îslami burjuvalar bu konuda daha şatafat severken, orta yaş ve daha yaşlılar mütevazı davranıyorlar.Müşteri başka müşteri getiriyor mu?Sistemimiz bunun üzerine kurulu. Müşterilerimiz, evlerinde sahip oldukları hayallerinin mekânını çevresi ile paylaşmaktan çok zevk alan İnsanlar. Biz bir evi teslim ederken, o müşterimizin en yakın dostlarının bulunduğu sade ama şık bir davet verip, evin anahtarım müşterimize bu şekilde teslim ederiz. Bunu genellikle bütün evi A'dan Z'ye değiştirdiğimizde yapıyoruz. Her bitirdiğimiz ev, bizim vitrinimiz. Evi teslim ettiğimiz ilk hafta, müşterimizin tüm akraba, arkadaş ve eş dostları ile yaptığımız tanışma toplantıları ile geçer. İlginç bir anınız var mı?Florya'da giriş katı üzerinde bulunan bir daireyi bitirirken, arabası ile geçen türbanlı bîr bayan, merak edip eve kadar çıkarak, çalışan ustalardan telefonuma ulaşmış. Randevu alarak ertesi gün yanında bir başka hanımla ofise geldi. "Biz de Florya'daki evimizi yaptırmak İstiyoruz, harika işler çıkartmışsınız" dedi. Ben de "Teşekkürler, sadece o gördüğünüz evi değil, bu ailenin Silivri'de ünlü bir sitedeki villalarını da yaptım" dedim. "O projenizi de görebilir miyiz?" diye sordu. Gösterdim. En fazla 25 yaşlarındaki bu hanım, altında Porsche Cayenne, elinde Swarovski taşlı Vertu telefonla İdi. Dört gün sonra randevusuz geldiler. Masama iki adet anahtar koydular. "Pazar günü bu siteden, kardeşim ile bize ikiz villa aldık, işte anahtarları, umarım bu yaz ayına yetiştirebilirsiniz" dediğinde aylardan nisandı. Tanesi 450 bin Euro olan bu villalardan iki gün içinde karar verip satın almak, oldukça hızlı, ne istediğini bilen ve kendine güvenli bir hareketti.İslami burjuva kesiminde son trendler neler?Mobilyacılarda, dekorasyon dergilerinde ve TV'de gördüğümüz trendler gerçeği yansıtmıyor. Gerçek trendler, Asya'da Dubai'den, Avrupa'da italya'dan ve Amerika'dan çıkan yükse len değerler. Şu an çok popüler gözükenler, tüm mobilyacıların vitrinlerini süsleyen abanoz ağacı kaplaması ve her şeye hatta bir projemde WC taşma bile yaptığım Swarovski taş. Ama bu devrin sonu geldi. Yükselen trend, siyah-beyazın yerine biraz daha sıcak renkler. Önümüzdeki yaz kırmızı-siyah, mor-siyah, fuşya-siyah bütünlüğü hem modada hem dekorasyonda çok fazla yer alacak.Daha çok hangi semtlerdeki evlerde çalışıyorsunuz?En fazla Florya, Yeşilköy ve Alkent 2000'de projem oldu ancak iki senedir bunlara Ataköy Konakları, Levent Loft. tstinye Park, Sapphire ve Pelican Hill eklendi. Şu an genç îslami burjuvasında şiddetle residence'lara ilgi var. Öyle ki, şu an Fulya, Istinye ve Şişli'deki satılık residence'larda metrekare fiyatları 3-4 bin dolar iken Kiler grubunun yaptığı Sapphire Residences, metrekaresi 8 bin-12 bin dolar arasında alıcı buluyor. Bu genç kesim tüm dünyada bilhassa Dubai'de yapılmış residence'ları görerek ve özenerek İstanbul'da aynı şekilde bir yaşam alanı yaratmak istiyor.Sizin hayat tarzınızdan çok farklı yaşamları nasıl dizayn ediyorsunuz?Bu röportajı okuyanlar beni belli bir tarikata veya mezhebe mensup sanabilirler ama hiçbir yerle bağlantım yok. Müslüman'ım, cuma namazı ve bayram namazına giderim, Allah inancım sonsuzdur, bir o kadar da Atatürkçü ve laikim. Sadece hayalgücüm çok yüksek. Karşımdaki bana ne istediğini anlatmaya başladığı an onun hayalindeki evi zihnimde yaratabiliyorum.
Aktüel (alıntı)
07 Kasım 2008 10:08Ekonomik yapıdaki bu değişiklik kendini yaşam tarzında da gösteriyor. Yatak odalarında üç metrelik palmiye ağaçları,en küçüğü 50 metrekarelik namaz odaları...
Yatak odalarında üç metrelik palmiye ağaçları, sedir yerine tavandan sarkan salıncaklar, en küçüğü 5O metrekarelik namaz odaları bulunan bu yeni kesim, kimi İslami çevrelerce de fazla gösteriş düşkünü oldukları gerekçesiyle eleştiriliyor. Aktüel dergisinden Ece Vahapoğlu "İslami Burjuva" diye tanımladığı kesimin evlerini tasarlayan, Vogue Interiprs'un sahibi 33 yaşındaki genç iç mimar Şafak Çak ile son dönemdeki İslami burjuvazinin eve dair zevklerini konuştu.İşte, yeni zenginlerin yaşamlarını şekillendiren Şafak Çak'ın yaşadıkları ve kendisinden talep edilen ilginç istekler... Müşteri profiliniz nedir? Bir değişim oldu mu bu profilde? Müşteri profilimiz çok geniş. Aslında dışarıdan B-A ve A+ gibi gözükse de, zevk sahibi olan ve ne istediğini bilen herkes müşterimiz. Daha önceleri müşterilerim doktorlar ve sanatçılardı. Halen müşterileri min yansını îslami burjuvalar, yarısını çok yenilikçi ve tam laik aileler oluşturuyor, işimi yapıyorum, insanların tercihleri ile ilgilenmiyorum. Son dört senedir müşteri tarzlarında değişiklik var diyebilirim. Şu andaki iktidara yakın, daha muhafazakâr ve bugüne kadar hayatlarım hiç bilmediğim ailelerden söz ediyorum.Bu yeni müşteri profilini anlatır mısınız?Eşlerinin başları kapalı, çocukları İstanbul'un en iyi okullarında hatta bazıları Dubai'deki Amerikan kolejlerinde okuyan, bugüne kadar Türkiye'de bir iddiası olmadığını sandığımız ancak içlerine girildiğinde dışarıda gördüğümüz insanlardan hiçbir farkı olmayan hatta kendini daha da hızlı geliştiren ve öğrenen yepyeni bir burjuva kesimi diyebiliriz. Dünyadaki son trendleri takip eden, moda ile yakından ilgili ve yeni olan her şeye açık.Neden sizi tercih ediyorlar? En başta, müşteriye verdiğimiz güven geliyor. Bu, hem hayallerinin evini yaratmada hem de sonrasında üçüncü şahıslara bu aileleri ve evleri afişe etmememizden kaynaklanan güven. Kimse bizim kime iş yaptığımızı, ne kadara yaptığımızı ve ailevi detayları bilemez. Bu dengeler öyle hassastır kî, bu kesim müşteriler kendileri hakkında konuşulmasını, özel hayatlarının afişe edilmesini hatta evlerine tasarlanan bir mobilyayı bile bir başkasının evinde görmeyi istemezler. Tüm objelerin onlara "özel" tasarlandığı ve imal edildiği konusunda tam güven isterler.Kaç senedir bu işi yapıyorsunuz?Sekiz senedir. Ondan önce babamın 45 senelik bir mobilya mağazası geçmişi var.İslami şartlara uygun olarak yaşamayı hedefleyen ailelerde ne gibi ilginç isteklerle karşılaşıyorsunuz?Bu kesimin istekleri normal müşterilerimizden çok da farklı değil. Hatta bu yeni burjuva dediğimiz gençler o kadar bilinçli ve o kadar ne istediklerini biliyorlar ki, bu öngörü ve beğenilerinde çok sık yurtdışına ve bilhassa Dubai gibi Asya ülkelerine sıklıkla seyahat etmelerinin büyük rolü var. Aslında birçok insanı şaşırtacak, hayrete düşürecek veya gıpta ile bakmalarım sağlayacak kadar iddialı ve marjinal fikirlerle geliyorlar. Ben onların isteklerini çok hızlı kavrayıp kâğıda dökebiliyorum.Müşterilerimizden gelen en ilginç isteklerin başında, yatak odasına koyduğumuz üç metrelik palmiyeler, sinema odalarında kullandığımız ve Suudi Arabistan'dan getirttiğimiz klimaya bağlanan otomatik gül suyu kokusu pompalayan havalandırma sistemi geliyor. Boğaz'da yaptığım evlerde genellikle odalardaki ve salondaki tüm ekranlara, çatıya koyduğumuz 360 derece dönebilen kameraları bağlıyoruz. Bu sayede evin herhangi bir odasından Boğazı canlı izleyebiliyorlar. Bu sistemin bir benzerini Pelİcan Hill'de tasarımına başladığımız bir villaya yapacağız buradakinin tek farkı, Boğaz'ı internet üzerinden webcam sağlayıcıları ile alırken, Kabe ve etrafını da uydudan canlı olarak 24 saat izleyebilecekler. Yeni zenginler gösterişe meraklıdırer halde? Yaptığım evlerden birini görmüş bir aile benden randevu isteyip görüşmeye geldi. Adamın ilk sözü, "Şafak Bey bana öyle bir ev yapın ki bende 30 milyon dolar var zannetsinler", inanın başımdan aşağı kaynar sular aktı. Bu kesim, parayı har vurup harman savurmak yerine mantıklı harcamayı ancak kalitenin en üst seviyesini talep eder. Buna yüzde 10'Iuk bir kesimi dahil edemem. Örneğin, normal bir ev fiyatı verdiğim birkaç ailenin, "düşük fiyat verdi" diye gelmediklerini biliyorum. "En pahalı en iyidir" düşüncesinde olan insanlar da var.Dini görevlerini / alışkanlıklarını yerine getirmek için özel istekler var mı?İlginç isteklerden biri de, namaz ve sohbet odaları. Hayalimde hep modern bir cami dekore etmek vardır. Bunu şu an Zeynep Fadıllıoğlu başarı ile gerçekleştiriyor. Ben ise, bu hayalimi şu an ancak bu kesimin evlerine namaz odaları, ufak mescit veya sohbet odaları yaparak gerçekleştiriyorum. Bunlar kafanızda kurduğunuz o sedirlerin olduğu namaz odası şeklinden çok uzakta tasarımlar.Fark nedir?400-500 metrekarelik evlerden bahsediyoruz namaza odalarının en ufağı 50 metrekare. Namaz odasının ritüelleri, halı, sedir ve rahle, çok daha fütüristik Sedir yerine tavana ahşap kalasla bağlı, üzerine mor kapitone kumaş kaplı salıncak mesela. Amaç sallanmak değil tabii, yerden kazanmak, ibadet edilen ve "Allah'ın huzuruna çıkılan yer, evin en özel mekânı olmalıdır" mantığı ile insanın kendini en huzurlu hissettiği mekânları yaratıyorum. Bunun bir benzerini Musevi olan olan bir müşterime yoga odasında uyguladım.Hanımlarla nasıl muhatap oluyorsunuz?Bu konuda ritüelleri çok iyi öğrendim. Bu konuda en büyük iş, benimle beraber çalışan ablam Başak'a düşüyor. O türbanlı müşterilerimizle öylesine içli dışlı ki hemen hemen tüm davetlerine katılıp, bir ev projesinde başından sonuna kadar onlarla yaşıyor. Kendi aralarındaki davetlerde sosyete dergilerinde bile göremeyeceğimiz elbiselerle şıklık yarışı içinde olduklarını ve herkesten daha çok modayı takip edip trendlere uyum sağladıklarını biliyorum. Beyleri ile ben muhatap oluyorum.En radikal müşteriniz kimdi?En radikal müşteri toplantımız, kara çarşaflı bir aile ile, kendi evlerinde, evin üst katında evin beyi ve erkek çocuklarla benim, alt katında evin hanımı ve kız çocukları ile ablam ve bizim iç mimar kızlarımızın yaptığı görüşme idi. O ev bitene kadar evin hanımım ve kızlarını hiç görmedim. 10 kat fazla para harcıyorlar Ne kadar para harcıyorlar?Bu soruya cevap vermek çok zor çünkü bütçeler aile yapısına göre değişiyor. Kimi aileye 100 bin dolar çok gelirken, kimisine l milyon dolar az geliyor. Geniş bir skala. Şöyle bir kıyaslama yapabilirim yeni yetişen türbanlı burjuva gençliği, başı açık yeni evlenen genç bir çifte göre en az 10 kat fazlasını harcıyor. Bu gençlik, Anadolu kaplanları dediğimiz ailelerin çocukları. Hepsi yurtdışında iyi üniversitelerde okumuş, vizyonu olan gençler. Aile şirketlerinde aktif rol oynayıp, kazandıkları parayı hayallerinin evinde oturmak için harcamaktan çekinmezler.Ödeme şeklî nasıl oluyor?Bugüne kadar ödeme konusunda bir tek aile dışında hiç problem yaşamadım o ailede de eşler arasında sorun vardı. Yüzde 90 nakit ödeme yaparlar. Çek ve senet kullanmazlar. Genelde anlaştığımız vadelerde nakit ödeme yaparlar. Bu kadar nakiti olan insanlar evlerinde kasa da yaptırıyordur değil mi?Hepsi kasa yaptırır. Sac ve çelikten büyük kasalar.İslami burjuvazi dünyada da yükselişte"îslami kesimde bir modernleşme yaşanıyor" diyebilir miyiz?Kesinlikle. Artık dünyada bile bu kesim bir yükseliş ve kabul görme trendinde. Dubai'nin başarılı olma sebeplerinin başında bu iki kesimin huzur içinde yaşayabilmesi gelir. Günümüzde ABD, Avrupa ve Asya'da kriz derinleşirken Araplar bunu hafif çiziklerle atlatıyor ve izlemekle yetiniyorlar. Tüm tasarım dahîleri önce Arapları memnun etmek İçin emek sarf ediyorlar. Bu tekstilde de, mobilyada da böyle. Dubai'deki 7 yıldızlı otelleri yapan mimarların yüzde 90'ı İtalyan'dır. Hatta Burj Al Arab'a denizden baktığınızda, karşınızdaki manzara kocaman bir haç şeklidir ve yıllardır bu konu tartışılır. Ülkemizde olduğu gibi dünyada da Islami burjuvaziyi yok saymak imkânsız.İslam dini şatafatı önermez bu kesimde nasıl bir ikilem yaşanıyor?Önermez doğru, ancak helal yoldan kazanılan parayı kendi evine harcamayı bir israf olarak görmüyorlar. Çünkü zaten çevrelerine yeterince yardım yapan insanlar. Genç îslami burjuvalar bu konuda daha şatafat severken, orta yaş ve daha yaşlılar mütevazı davranıyorlar.Müşteri başka müşteri getiriyor mu?Sistemimiz bunun üzerine kurulu. Müşterilerimiz, evlerinde sahip oldukları hayallerinin mekânını çevresi ile paylaşmaktan çok zevk alan İnsanlar. Biz bir evi teslim ederken, o müşterimizin en yakın dostlarının bulunduğu sade ama şık bir davet verip, evin anahtarım müşterimize bu şekilde teslim ederiz. Bunu genellikle bütün evi A'dan Z'ye değiştirdiğimizde yapıyoruz. Her bitirdiğimiz ev, bizim vitrinimiz. Evi teslim ettiğimiz ilk hafta, müşterimizin tüm akraba, arkadaş ve eş dostları ile yaptığımız tanışma toplantıları ile geçer. İlginç bir anınız var mı?Florya'da giriş katı üzerinde bulunan bir daireyi bitirirken, arabası ile geçen türbanlı bîr bayan, merak edip eve kadar çıkarak, çalışan ustalardan telefonuma ulaşmış. Randevu alarak ertesi gün yanında bir başka hanımla ofise geldi. "Biz de Florya'daki evimizi yaptırmak İstiyoruz, harika işler çıkartmışsınız" dedi. Ben de "Teşekkürler, sadece o gördüğünüz evi değil, bu ailenin Silivri'de ünlü bir sitedeki villalarını da yaptım" dedim. "O projenizi de görebilir miyiz?" diye sordu. Gösterdim. En fazla 25 yaşlarındaki bu hanım, altında Porsche Cayenne, elinde Swarovski taşlı Vertu telefonla İdi. Dört gün sonra randevusuz geldiler. Masama iki adet anahtar koydular. "Pazar günü bu siteden, kardeşim ile bize ikiz villa aldık, işte anahtarları, umarım bu yaz ayına yetiştirebilirsiniz" dediğinde aylardan nisandı. Tanesi 450 bin Euro olan bu villalardan iki gün içinde karar verip satın almak, oldukça hızlı, ne istediğini bilen ve kendine güvenli bir hareketti.İslami burjuva kesiminde son trendler neler?Mobilyacılarda, dekorasyon dergilerinde ve TV'de gördüğümüz trendler gerçeği yansıtmıyor. Gerçek trendler, Asya'da Dubai'den, Avrupa'da italya'dan ve Amerika'dan çıkan yükse len değerler. Şu an çok popüler gözükenler, tüm mobilyacıların vitrinlerini süsleyen abanoz ağacı kaplaması ve her şeye hatta bir projemde WC taşma bile yaptığım Swarovski taş. Ama bu devrin sonu geldi. Yükselen trend, siyah-beyazın yerine biraz daha sıcak renkler. Önümüzdeki yaz kırmızı-siyah, mor-siyah, fuşya-siyah bütünlüğü hem modada hem dekorasyonda çok fazla yer alacak.Daha çok hangi semtlerdeki evlerde çalışıyorsunuz?En fazla Florya, Yeşilköy ve Alkent 2000'de projem oldu ancak iki senedir bunlara Ataköy Konakları, Levent Loft. tstinye Park, Sapphire ve Pelican Hill eklendi. Şu an genç îslami burjuvasında şiddetle residence'lara ilgi var. Öyle ki, şu an Fulya, Istinye ve Şişli'deki satılık residence'larda metrekare fiyatları 3-4 bin dolar iken Kiler grubunun yaptığı Sapphire Residences, metrekaresi 8 bin-12 bin dolar arasında alıcı buluyor. Bu genç kesim tüm dünyada bilhassa Dubai'de yapılmış residence'ları görerek ve özenerek İstanbul'da aynı şekilde bir yaşam alanı yaratmak istiyor.Sizin hayat tarzınızdan çok farklı yaşamları nasıl dizayn ediyorsunuz?Bu röportajı okuyanlar beni belli bir tarikata veya mezhebe mensup sanabilirler ama hiçbir yerle bağlantım yok. Müslüman'ım, cuma namazı ve bayram namazına giderim, Allah inancım sonsuzdur, bir o kadar da Atatürkçü ve laikim. Sadece hayalgücüm çok yüksek. Karşımdaki bana ne istediğini anlatmaya başladığı an onun hayalindeki evi zihnimde yaratabiliyorum.
Aktüel (alıntı)
26 Ekim 2008 Pazar
Nerden Nereye?!....
Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi, bugün yayınlanan köşe yazısında şok bir öneride bulundu.
İşte Eygi'nin bugünkü yazısı:
''Müslümanların Uyarılması Lazımdır
Herif Müslüman geçiniyor ama dini imanı para. Üstelik de haram para... Soruyorum, böyle Müslüman olur mu?
Adam derviş geçiniyor ama günde birkaç saat gıybet yapıyor. Gıybet ne demek? Ölü kardeşinin etini yemek kadar büyük ve iğrenç bir günah.Adam İslâmcı geçiniyor. Herkese örnek olmak onun temel vazifesi. O ise bir sürü yamukluk sergiliyor. İslâm ile yamukluk bir arada olabilir mi? Kadıncağız sözde tesettürlü. Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş ortalıkta dolaşıyor. Saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmış, üzerine altın sarısı parlak mı parlak bir örtü takmış. (Sahih hadîste, Peygamberimiz ‘Saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınlar Cennet’in kokusunu alamayacaklar’ buyuruyor.) Açık kadınlardan daha fazla dikkat çekiyor. Böyle tesettürlü İslâm hanımı olur mu?
Şuna bakınız: Dindar, sofu geçiniyor. Gırtlağına kadar faize, ribaya, haram işlere batmış. Bu ne biçim sofudur, dindardır. Evlere şenlik!..
Muvahhid (tevhid ehli) geçinen şuna bakınız: “Teslis de haktır, Teslis ehli de kurtulacak ve Cennet’e girecektir” diyor. Bu ne biçim muvahhiddir?
Şu namuslu geçinen hayduta bakınız: “Bozuk düzenlerde, İslâm’a ve Şeriat’a aykırı bozuklukları yapmak caizdir” diyor. Elinde Şeytan’dan alınma kapı kadar fetva ve ruhsat da var. Muhammedü’l-Emîn sallallahu aleyhi ve sellemin dininde böyle şey olur mu?
Şeyh geçiniyor, namaz kılmıyor.
Sâlih geçiniyor, yapmadığı fitne ve fesat yok.
Biraz kitap okumuş, kendini müctehid sanan şu zata bakınız.
Örnekleri çoğaltmıyorum. Bu kadarı fikir vermeye yeter. Bu gidişin sonu ne olacaktır?
Gerçekten bir kısım Müslümanlar çok başı boş kaldılar.
Müslümanları çekip çevirecek, uyaracak yeterli sayıda ulemâ yok. İslâm’a, Şeriata, Fıkha, Sünnete, ahlâka aykırı bir yığın yazı yayınlanıyor, iş yapılıyor ve bunlara gereken tepki gösterilmiyor.
Yüz kadar gerçek icazetli din âlimi, gerçek müftü, gerçek fakih, gerçek şeyh, gerçek mürşid bir araya gelseler; Müslümanlara hitaben bir bildiri metni hazırlasalar ve bu metin en az 10 büyük gazetede tam sayfa olarak yayınlansa, ayrıca birkaç milyon tirajlı bir broşür haline getirilip halka dağıtılsa... İyi olmaz mı? Böyle bir hizmet, böyle bir uyarı niçin yapılmıyor? Müslümanlara niçin öğüt verilmiyor?
Bu gidişin sonu ne olacak?''
M.Sevket Eygi
Hay diline saglik M.Sevket abi.
İşte Eygi'nin bugünkü yazısı:
''Müslümanların Uyarılması Lazımdır
Herif Müslüman geçiniyor ama dini imanı para. Üstelik de haram para... Soruyorum, böyle Müslüman olur mu?
Adam derviş geçiniyor ama günde birkaç saat gıybet yapıyor. Gıybet ne demek? Ölü kardeşinin etini yemek kadar büyük ve iğrenç bir günah.Adam İslâmcı geçiniyor. Herkese örnek olmak onun temel vazifesi. O ise bir sürü yamukluk sergiliyor. İslâm ile yamukluk bir arada olabilir mi? Kadıncağız sözde tesettürlü. Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş ortalıkta dolaşıyor. Saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmış, üzerine altın sarısı parlak mı parlak bir örtü takmış. (Sahih hadîste, Peygamberimiz ‘Saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınlar Cennet’in kokusunu alamayacaklar’ buyuruyor.) Açık kadınlardan daha fazla dikkat çekiyor. Böyle tesettürlü İslâm hanımı olur mu?
Şuna bakınız: Dindar, sofu geçiniyor. Gırtlağına kadar faize, ribaya, haram işlere batmış. Bu ne biçim sofudur, dindardır. Evlere şenlik!..
Muvahhid (tevhid ehli) geçinen şuna bakınız: “Teslis de haktır, Teslis ehli de kurtulacak ve Cennet’e girecektir” diyor. Bu ne biçim muvahhiddir?
Şu namuslu geçinen hayduta bakınız: “Bozuk düzenlerde, İslâm’a ve Şeriat’a aykırı bozuklukları yapmak caizdir” diyor. Elinde Şeytan’dan alınma kapı kadar fetva ve ruhsat da var. Muhammedü’l-Emîn sallallahu aleyhi ve sellemin dininde böyle şey olur mu?
Şeyh geçiniyor, namaz kılmıyor.
Sâlih geçiniyor, yapmadığı fitne ve fesat yok.
Biraz kitap okumuş, kendini müctehid sanan şu zata bakınız.
Örnekleri çoğaltmıyorum. Bu kadarı fikir vermeye yeter. Bu gidişin sonu ne olacaktır?
Gerçekten bir kısım Müslümanlar çok başı boş kaldılar.
Müslümanları çekip çevirecek, uyaracak yeterli sayıda ulemâ yok. İslâm’a, Şeriata, Fıkha, Sünnete, ahlâka aykırı bir yığın yazı yayınlanıyor, iş yapılıyor ve bunlara gereken tepki gösterilmiyor.
Yüz kadar gerçek icazetli din âlimi, gerçek müftü, gerçek fakih, gerçek şeyh, gerçek mürşid bir araya gelseler; Müslümanlara hitaben bir bildiri metni hazırlasalar ve bu metin en az 10 büyük gazetede tam sayfa olarak yayınlansa, ayrıca birkaç milyon tirajlı bir broşür haline getirilip halka dağıtılsa... İyi olmaz mı? Böyle bir hizmet, böyle bir uyarı niçin yapılmıyor? Müslümanlara niçin öğüt verilmiyor?
Bu gidişin sonu ne olacak?''
M.Sevket Eygi
Hay diline saglik M.Sevket abi.
7 Ekim 2008 Salı
ERHAN ABİ YİNE DÖKTÜRÜYOR!
PKK’ya ağır darbe indirdiklerini söylüyorlardı, ne oldu? Büyükanıt Divan-ı Harp'te yargılanmalı
'Her şeyi önceden gören adam'dan eski Genelkurmay Başkanı'na eşi görülmemiş eleştiri
Sansasyonel çıkışları ile tanınan stratejist Erhan Göksel'den tartışma yaratacak sözler.
Beklenmedik çıkışları ile ezber bozan Göksel, Turktime adlı haber sitesine yine çok tartışılacak açıklamalar yaptı. Terör örgütünün son saldırılarının ABD ve diğer bölge güçleri tarafından bilindiğini ve özellikle Türkiye'ye iletilmediğini iddia eden Göksel, hain saldırının gerçekleştiği 5 saat boyunca yardım gelmemesini de 'haberleşme bir devlet tarafından bölgesel olarak bloke edilmiş olabilir' şeklinde yorumladı.
İşte ünlü stratejistin gündeme bomba gibi düşecek açıklamaları:
Milli Gazete’de çıkan bir söyleşinizin Manşeti “Yeni Bir Kriz Etnik Savaş Çıkarır” şeklindeydi. Bu röportajınızın üstünden bir hafta geçmeden Aktütün Karakolu’na yapılan saldırıda 15 askerimizin şehit olduğu haberi geldi. Yetkililer düne kadar sürekli PKK’ya ağır darbe indirdiklerini söylüyorlardı, ne oldu?
ERHAN GÖKSEL: Görünen köy kılavuz istemez diye bir Osmanlı atasözümüz vardır. Bence bu hain saldırı göz göre göre geldi. Olay henüz çok sıcak, duygular çok fazla ve bana gelen bilgiler de çok net olmadığı için sadece fotoğrafa bakarak değerlendirebilirim.
Askeri açıdan bakarsak Bir kere bu saldırı bir ilk. İlk defa gece yerine, öğle ortasında saldırıldı. İkincisi, saldıranlar 400-500 kişi ve bunların görünmeden sınırı geçmesi, hem de ağır silahlarla, imkansız. Arka arkaya dizilseler 1 km. eder ki, uzaydan bile görünürler. Demek ki, ABD’den istihbarat kesilmiş, İsrail’den alınan Heron’lar teröristleri görmemişler… Büyükanıt, "PKK'lı teröristleri BBG evinde gibi izliyoruz" şeklinde yaptığı açıklaması zihinlerde tazeliğini korurken hainler nasıl oldu da sınırdan içeriye 40 km sızabildi? Yoksa biz mi yanlış anladık, Sayın Büyükanıt televizyondaki BBG evini mi izlemekten bahsediyordu?
Demek ki PKK’ya darbe filan vurulmamış.
ERHAN GÖKSEL: Tabi… Çatışmanın 5 saat sürdüğü halde yardım gelmediğine göre, haberleşme de bir devlet tarafından bölgesel olarak bloke edilmiş olabilir. Anlaşılıyor ki TSK’nın kendi teknik imkanları da çok yetersiz. En önemlisi de aylardır aralıksız Kandil’i ve Kuzey Irak’ı bombalamamızın hiçbir etkisi olmamış demek ki. Bence asıl bu sorgulanmalıdır. TSK Türk halkının gözünü boyamış ve hamaset yapmış anlaşılan. Nereleri bombaladılar, boş kampları, boş dağları mı? Askeri ihale açmak için mi, aylar boyunca, hem de yüzlerce kez hava saldırısı ile milyonlarca dolar değerinde bomba atıldı dağa taşa diye sorar birileri bir gün. Açıkça görülüyor ki, PKK bitmemiş hatta gündüz ağır silahlarla saldırabiliyorsa, bu PKK’nın bu süreçte daha da güçlendiğini ve düzenli orduya doğru geçtiğini de işaret eder. Ayrıca maalesef ilk imaj, PKK’nın daha başarılı olduğu şeklinde algılanabilir. Bunu değiştirmek de hamasetle olamaz. Bir de “teröristler 23 biz 15 kayıp verdik” türü açıklamalar akıllara ziyan.
Saldırının zamanlaması da tartışılıyor… Sizce bu saldırı stratejik bir saldırı mıydı?
ERHAN GÖKSEL: Bu saldırının zamanlaması bana rastlantı gibi gelmedi. Büyük hesapta hem gelen ekonomik kriz hem de yerel seçimler öncesi olması anlamlı. PKK, ayrıca DTP’nin kapatılmasını da istiyor gibi. Bu süreçte sıkışan DTP kapanırsa, yerel seçimlerde radikalleşme artar ve bölge belediyelerini, bağımsız adaylarla PKK silme kazanabilir. Bu durum ise Müesses Nizam ve AKP için büyük bir yenilgi olur. Ayrıca başka bir hesapla Altınova’daki etnik gerginliği “etnik bir çatışmaya taşımak” ve bunu tüm Ege bölgesine yaymak PKK’nın ekmeğine yağ sürebilir. Özellikle Batı’daki Kürt vatandaşlarımız baskı altına girerse, PKK için bulunmaz bir fırsat doğabilir. Bunu da bölgedeki Türk vatandaşlarımıza yapılacak provokatif saldırılar izleyebilir. Bu ülkeyi yönetenlerin, başta Başbakan’ın tüm bunları iyi değerlendirmesi lazım. Türk halkına da artık gerçeklerin açıkça anlatılması lazım. Bu halk, yemez içmez, uyumaz ve bütün kalbiyle yine de ordusunu destekler. Bu kadar büyük bir halk desteği olan TSK’nın halka açıklama yaparken artık daha iyi düşünmesi gerekir. Son bir söz söylemek gerekirse bu hain saldırının asıl amacı “TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’Nİ ZAAFA UĞRATMAK DEĞİL TÜRK TOPLUMUNUN ÇİMENTOSUNU ÇÖZMEKTİR”
“ABD, 850 MİLYARLIK PAKETİ FİNANSE ETMEK İÇİN BİZİM BÖLGEMİZDE YENİ SAVAŞ ÇIKARACAK!”
Aktütün saldırısı ile unuttuk ama günlerdir dünyanın tek bir konusu var: Finansal kriz. ABD bu krizi aşmak için 850 milyar dolarlık yardım paketini devreye soktu. Bu paketin somut getirileri ne olur?
ERHAN GÖKSEL: Kısa vadede sorunları bir kaç ay ötelemekten başka faydası olamaz. Bir kere sorun trilyonlarca dolar sermayenin sorunu ve bu paket yeterli olmaz. Sorun yapısaldır sadece finans sorunu değildir. Artı yakında “Hedge Fon”lar da krize girecektir. Peki, mali desteği ABD nereden karşılayacak? Bu sorunun kısa vade için çözümü tek: üretimi artırmak hatta katlamak… Bu ise bugünkü ABD tüketici taleplerindeki daralma nedeniyle imkansız. Geriye tek bir şey kalıyor o da beni en çok endişelendiren husus: “Yeni Savaşlar Ufukta”. ABD bu paketi finanse etmek için bizim bölgemizde yeni savaş çıkaracaktır. “ABD Irak’ta savaştığı için ekonomisi battı” diyenler cahil ve cühela. Eğer bu savaşa girmese idi 2001 Nasdaq krizini atlatamazdı. Savaşlar ABD ekonomisini finanse eder. Tıpkı 1929 krizinde olduğu gibi.
Yani ABD Irak ve Afganistan savaşlarına bir yenisini mi ekleyecek?
ERHAN GÖKSEL: Evet. Hem de bizim bölgemizde İran ve Kafkasya’da. Özetle, Ortadoğu ve Kafkasya muhtemel hedef alanı. Bunu anlamak için Neo-Conlar’ ın akıl hocası Chicago Okulu’ndan Prof. Leo Strauss’a bakın. Adamın teorisinin adı “Disaster Theory” (Felaket Teorisi) kitabının adı ise “The Shock Doctrine, The Rise of Disaster Capitalism”. Yani özetle Strauss’un söylediği şu “ABD dünyayı ancak kaos ortamında (ya da kaos çıkararak) yönetebilir.”
“AK PARTİ YAHUDİ LOBİSİNİN DESTEĞİNİ ALIP KAPATMAYI ÖNLEMEK İÇİN GAP’I TEKRAR BAŞLATTI!”
Türkler ne yapıyor da Kürtler aidiyet duygusunu kaybediyor? Kürtçe yayınlar yapılıyor, en büyük yatırım güneydoğuya…
ERHAN GÖKSEL: Kürtçe yayın nerede hani? Geçen yıl Başbakan TRT Kürtçe yayın yapacak demişti, nerede? Siyaset “ileri sürülmüş ve kabul edilmemiş tezlerden oluşmadığı” gibi, “yapılacağı addedilen şeylerin yerine getirilmese de olur” denilebilen durumların sonucu da değildir. Güneydoğu’ya yatırım yapıldığı ise gerçekte tam bir palavra. Hükümet hamaset yaparak bu konuyu iç politika malzemesi yapıyorlar.
GAP bir yatırım değil mi?
ERHAN GÖKSEL: AKP iktidara geldiği zaman durdurduğu ilk proje GAP sulamasıdır. GAP’ın bütün sulaması bir Yahudi şirketine aittir. Altı yıldır ödenek vermiyorlardı, Yahudiler’e para gitmesin, GAP yapılmasın diye. AKP’ye işler sarpa sarınca, “GAP’a yeni yatırım” adı altında tekrar ödenek verdiler. Özetle bütün paralar yine İsrail şirketine akıyor. Halka bir şey aktığı yok. İlerde sulanacak araziler de zaten halka ait değil.
Nasıl sarpa sarınca? Ne değişti de Yahudi şirketinin ödeneği serbest bırakıldı?
ERHAN GÖKSEL: AKP, kapatma davasında parti kapatılmasın diye Yahudi dünyasını yana almak için GAP yatırımını yeniden başlattı. GAP’a giden 4,5 milyar doların hemen hemen hepsi Yahudi sermayesinin şirketlerine gidiyor. Yeni bir yatırım değil, eskiye takviye söz konusu olan.
“KİM, KÜRT SORUNUNU HAMASETLE İÇ POLİTİKA MALZEMESİ YAPIYORSA, ASIL AYRIMCI VE BÖLÜCÜ ONLARDIR.”
Devlet Güneydoğu’da maddi ve manevi anlamda yetersiz mi kalıyor? Özellikle bunun tam tersi bilinir…
ERHAN GÖKSEL: Bu söylem de bir çeşit devlet propagandası. Ben Turgut Özal’ın danışmanı olduğum dönemden beri Türkiye’nin en hassas meselesinin “Kürt Sorunu” olduğunu söyledim. O dönemin genelkurmay başkanı Doğan Güreş, genelkurmay başkanı iken benim bu düşüncelerime çok şiddetle tepki vermişti. 2000 yılında Doğan Güreş benim o tarihte haklı olduğumu anladığını bizzat bana açıkça söylemiş ve “biz yanlış yaptık” demiştir. Zaten Kürt meselesinde yanlış yaptığımızı çok yakın bir zamanda Fikret Bila’ya önce darbeci general Kenan Evren, sonra da bir yığın omzu kalabalık general peş peşe konuşmadı mı?
Diyelim ki Güneydoğu’ya sağlıklı bir yatırım yapılmıyor. Ama bu sadece Güneydoğu için değil de tüm Türkiye için söylenemez mi? Neden sadece Güneydoğu?
ERHAN GÖKSEL: İş artık yatırım meselesini çok aşmıştır. Kemal Yazıcı, 2000’lerde dönemin Ordu valisiydi, Veli Küçük Giresun İl Jandarma Komutanı idi bu zatlar fındık toplamaya gelen gariban Kürt işçilerinin kamyonlarını “Kürt oldukları için” geri çevirdiler. Kimse de hesap sormadı. Daha bu yaz sonu aynı rezalet benzer bir şekilde tekrar yaşanmadı mı? Fındık toplamaya gelen gariban Kürt vatandaşlarımızın, şehirde otellerde konaklamalarına izin verilmedi. Ne yapsınlar, çadır kurdular. Aynı anlayış, PKK bahanesiyle çadır kurmalarına da izin vermedi. TV’lerde o küçücük Kürt çocuklarının sokaklarda, kaldırımlarda yatmalarını izledik hep beraber ses çıkarmadan ve rahatsız olmadan. Maalesef bu ülkenin gerçeği budur. Bunu kimse örtemez. Bunu görmeyenler kim biz Türkler. Türkiye’deki asıl bölücülük bu politikalardır. Bölücülüğe hizmet eden politikalar bu politikalardır. Türkiye’de 15 yıldır Kürt meselesini çözmek istemeyen, çözmek için adım atmayan herkes, bilerek veya bilmeyerek bölücülere hizmet etmektedir. Kim, Kürt sorununu hamasetle iç politika malzemesi yapıyorsa, asıl ayrımcı ve bölücü bence onlardır.
Ama mesela Güneydoğu’ya giden Türklerin de sen Türksün diye ötelendiğini biliyoruz…
ERHAN GÖKSEL: Evet ama bu durum daha çok yeni. Çünkü artık ayrım başladı. Egemen devlet “kendi ideolojisini yaşatabilmek için kendi etnik kimliğinin militanlığını” yapmaz. İngiltere’de etnik anlamda en ağır ceza, İngiliz milliyetçiliği yapmaktır. İngiltere bu nedenle bugün 27 ülkeyi yönetiyor. Avustralya, Yeni Zelanda, Yeni-Gine pasaportuyla İngiltere’de oy kullanırsınız. Ama İngiliz pasaportuyla Avustralya’da oy kullanamazsınız. İngiltere’nin adı İngiltere’de “Büyük Britanya” ya da “Birleşik Krallık” tır. İngiliz adı sadece futbol takımları için kullanılır ki İskoçlar, Galler ve Kuzey İrlanda’nın da kendi milli takımları vardır. Yani serbesttir. Türkiye’de ise karnını doyurmak için seyahat etmek bile Kürtler için yasak olmaktadır.
“TESLİMİYET BAYRAĞI ÇEKEN BÜYÜKANIT DİVAN-I HARP’TE YARGILANMALI!”
O zaman başta söylediğiniz Kürtlerin Türkiye’den ayrılması konusunda endişelenmemeliyiz. Öyle bir sorunları yok…
ERHAN GÖKSEL: Hatırlayın, 1990’da duvar yıkılınca 5 tane Türk devleti kuruldu. Hepimiz büyük bir heyecanla izlemedik mi? Bugün Kuzey Irak’ da bir Kürt Devleti kuruluyor. Bana göre kuruldu bile. Türkiye’nin en “Türk-Kürtleri”nin bile ilgilenmemesi mümkün mü bununla? Herkes ilgileniyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde yaptığı en büyük devlet hatası geçen hafta bir mahkemenin verdiği karardır. Bolu’da bir gazete, her şehit için 5 DTP’li öldürün diye yazıyor ve mahkeme de bunu yazanı beraat ettirerek, “fikir özgürlüğü” olarak değerlendiriyor. Bu kararın, “Kürtler öldürülebilir” demekten farkı nedir? Bugün çevremizdeki komşularımız, hatta AB ülkeleri Türkiye’nin düşmanı olabilir. Bizim bu coğrafyada gerçek dostumuz zaten yok. Ama asıl sorun iç düşmanlarımızda bu ülkeyi iç çatışmaya götüren, iç unsurlarımızda. Önemli olan sizin kendi dirayetinizle bu ülkenin bölünmesini engelleyecek yapıyı ortaya koymaktır. Bu ülkenin halkını kucaklamak zorundasınız. Geçen sene olduğu gibi cenaze kaldırılan Şemdinli’de, alçaktan uçuşla beş kez üstlerinden jet uçurulan halk bu ülkenin halkıdır. Bu halk bu ülkenin düşmanı değildir.
Sen eğer Şemdinli’nin üzerinden uçak uçururken onları bu ülkenin halkı olarak görmek istemiyorsan, onlar da bu ülkeden giderler. Giderken de savaşarak giderler. Onun içi eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ı tarih önünde asla affetmiyorum. Geçen sene Dağlıca baskını sonrasında TSK, kamuoyu önünde baskı altına girince, 11 Aralık 2007’de Yaşar Büyükanıt, televoleci gazeteci gibi ayaküstü demeçler verdi “Terör siyasallaştı ve legalleşti, psikolojik harekatı onlara kaptırdık" gibi sözler, "artık yapılacak bir şey kalmadı" anlamında cümleler sarfetmek, havlu atmak anlamına gelir. Bu "kaptırma" sözcüğü, sadece TSK bünyesinde değil tüm dünya ordularında "savaşta bayrağı kaptırma" anlamını çağrıştırır ki "bunu düşündürmek bir orduyu tamamen berhava etmek"le eş anlamlıdır. Yani Büyükanıt özetle “Biz demokrasi ve özgürlük bayrağını PKK’ya kaptırdık” dedi. PKK siyasallaştı dedi. Masaya oturmaya hazır bir genelkurmay başkanı portresi çizdi. Devletin en yüksek katı bunu diyorsa seni masaya oturturlar. Sen insan hakları bayrağını kaptırdık diyorsan, biz bu güne kadar işkence yaptık demek anlamına gelir. Bir genelkurmay başkanı bunları söylemekten dolayı divan-ı harp’ de yargılanması gerekir. Bu gaflet ve delaletten dolayı mı söyleniyor yoksa, birileri Türkiye’yi masaya mı oturtuyor? Ben bunun için bas bas bağırıyorum. Hayatımın en sert röportajımı da bu nedenle, 17 Aralık 2007’ de Yeni Şafak Gazetesi’nde “Müesses Nizam Dağıldı” diye yaptım.
Sizce, Türkiye masaya mı oturtulmaya sürükleniyor?
ERHAN GÖKSEL: Eski Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt, Cumhuriyet tarihi boyunca benzeri görülmemiş bir şekilde Türkiye’nin elini bağlayacak demeçlerle teslimiyet tohumları ekmiştir o konuşmasıyla. Onu da daha sonra başkaları takip etti. Bana göre bu sözleri, gaflet ve delalet içinde söylemedi. Uluslararası güçler direttiler, Türkiye masaya oturtulmaya çalışılıyor. Öcalan’a Ankara’da politikanın önünü açmaya çalışıyorlar. Ve kimileri cahilliğinden, kimileri vurdum duymazlığından, kimileri de işbirlikçi olduğu için buna gizli veya açık hizmet ediyorlar.
“KAPATILMA DAVASI KÜRESEL BİR TEZGAHTI… BU DAVAYLA AKP KENDİNİ KÜRSEL SERMAYEYE TESLİM ETTİ!”
Öngörülerinizin isabetleriyle tanınıyorsunuz. Tüm bu sorunların çözümünün ana hatları nelerdir? Devlet ne yapmalı?
ERHAN GÖKSEL: Krizlerin, sorunların, kaosların önlenmesi için bir ülkenin yönetiminin bilgili olması lazım. Bu ülke iyi yetişmemiş insanları yönetici seçmiştir. Hem yönetim hem zihniyet değişmedikçe, Türkiye bu coğrafyada devam edemez. Geçmişte bu ülke Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz gibi iki tane iyi yetişmiş başbakan çıkardı. Ancak onlardanda Halkın ağzı yandı. Ardından da yağmurdan kaçalım derken, bu sefer de da iyi yetişmemiş ve ehliyetsiz kişileri seçtiler. Dünyanın hiçbir yerinde ehliyetsiz insanlara ülke yönetimi teslim edilmez. Ülkenin başbakanı çıkıp Mortgage’ı TOKİ ile benzeterek açıklıyorsa, Avrupa’da el koyulan bankaların Türkiye’deki mudilerini Avrupalı sanıyorsa, onu bir kasabaya belediye başkanı bile yapmazlar dünyada. Bu süreçlerin hepsi iç içedir hiç birisini birbirinden ayıramazsınız. Zira “Bilgi bir bütündür”.Hatırlatayım, Türkiye 2001 krizine durup dururken girmedi. 1999 yılında Türkiye’nin IMF’ye gitmeye ihtiyacı yoktu. Ama birden bire Ecevit’i IMF’ye götürdüler. Kasım 2000’de önce küçük bir kriz, dört ay sonra, Şubat 2001’de de büyük kriz çıktı. Altını çizeyim, Ecevit Hükümeti ve Türkiye, IMF politikalarına uymadığı için kriz çıkmadı. Tam tersine Türkiye, IMF’ in bütün politikalarına tam uyduğu için krize girdi. Ecevit ve Türkiye Irak’ın bütünlüğünden yanaydı. Krizle, Ecevit’i tasfiye ettiler. Amerika’nın Irak operasyonlarının önü açıldı.
Şimdi neler oluyor? Durumun bir benzerliği var mı?
ERHAN GÖKSEL: Daha da kötü. Şimdi Türkiye yeni bir krize sürükleniyor. AKP, kapatılma davasıyla kendisini “küresel sermayeye” teslim etti. Bu da bence bir tezgahtı. Biz AKP’ nin kapatılmayacağını davadan tam üç gün önce kimden öğrendik? Hatta 6-5 oy oranını Türk Halkı kimlerden öğrendi? Küresel Sermaye’ den öğrendik. Oylamayı bile söylediler. Siz bütün stratejik kurumlarınızı, bankalarınızı, yabancılara kaptırdıysanız ekonominizi yabancılar elinde tutuyorsa sizin siyasi bağımsızlığınız yoktur. Ekonomisini elinde tutmayan hiçbir ülkenin bağımsızlığı yoktur. Tarih böyle der.
TALAT ATİLLA & ERSİN TOKGÖZ / TURKTIME
'Her şeyi önceden gören adam'dan eski Genelkurmay Başkanı'na eşi görülmemiş eleştiri
Sansasyonel çıkışları ile tanınan stratejist Erhan Göksel'den tartışma yaratacak sözler.
Beklenmedik çıkışları ile ezber bozan Göksel, Turktime adlı haber sitesine yine çok tartışılacak açıklamalar yaptı. Terör örgütünün son saldırılarının ABD ve diğer bölge güçleri tarafından bilindiğini ve özellikle Türkiye'ye iletilmediğini iddia eden Göksel, hain saldırının gerçekleştiği 5 saat boyunca yardım gelmemesini de 'haberleşme bir devlet tarafından bölgesel olarak bloke edilmiş olabilir' şeklinde yorumladı.
İşte ünlü stratejistin gündeme bomba gibi düşecek açıklamaları:
Milli Gazete’de çıkan bir söyleşinizin Manşeti “Yeni Bir Kriz Etnik Savaş Çıkarır” şeklindeydi. Bu röportajınızın üstünden bir hafta geçmeden Aktütün Karakolu’na yapılan saldırıda 15 askerimizin şehit olduğu haberi geldi. Yetkililer düne kadar sürekli PKK’ya ağır darbe indirdiklerini söylüyorlardı, ne oldu?
ERHAN GÖKSEL: Görünen köy kılavuz istemez diye bir Osmanlı atasözümüz vardır. Bence bu hain saldırı göz göre göre geldi. Olay henüz çok sıcak, duygular çok fazla ve bana gelen bilgiler de çok net olmadığı için sadece fotoğrafa bakarak değerlendirebilirim.
Askeri açıdan bakarsak Bir kere bu saldırı bir ilk. İlk defa gece yerine, öğle ortasında saldırıldı. İkincisi, saldıranlar 400-500 kişi ve bunların görünmeden sınırı geçmesi, hem de ağır silahlarla, imkansız. Arka arkaya dizilseler 1 km. eder ki, uzaydan bile görünürler. Demek ki, ABD’den istihbarat kesilmiş, İsrail’den alınan Heron’lar teröristleri görmemişler… Büyükanıt, "PKK'lı teröristleri BBG evinde gibi izliyoruz" şeklinde yaptığı açıklaması zihinlerde tazeliğini korurken hainler nasıl oldu da sınırdan içeriye 40 km sızabildi? Yoksa biz mi yanlış anladık, Sayın Büyükanıt televizyondaki BBG evini mi izlemekten bahsediyordu?
Demek ki PKK’ya darbe filan vurulmamış.
ERHAN GÖKSEL: Tabi… Çatışmanın 5 saat sürdüğü halde yardım gelmediğine göre, haberleşme de bir devlet tarafından bölgesel olarak bloke edilmiş olabilir. Anlaşılıyor ki TSK’nın kendi teknik imkanları da çok yetersiz. En önemlisi de aylardır aralıksız Kandil’i ve Kuzey Irak’ı bombalamamızın hiçbir etkisi olmamış demek ki. Bence asıl bu sorgulanmalıdır. TSK Türk halkının gözünü boyamış ve hamaset yapmış anlaşılan. Nereleri bombaladılar, boş kampları, boş dağları mı? Askeri ihale açmak için mi, aylar boyunca, hem de yüzlerce kez hava saldırısı ile milyonlarca dolar değerinde bomba atıldı dağa taşa diye sorar birileri bir gün. Açıkça görülüyor ki, PKK bitmemiş hatta gündüz ağır silahlarla saldırabiliyorsa, bu PKK’nın bu süreçte daha da güçlendiğini ve düzenli orduya doğru geçtiğini de işaret eder. Ayrıca maalesef ilk imaj, PKK’nın daha başarılı olduğu şeklinde algılanabilir. Bunu değiştirmek de hamasetle olamaz. Bir de “teröristler 23 biz 15 kayıp verdik” türü açıklamalar akıllara ziyan.
Saldırının zamanlaması da tartışılıyor… Sizce bu saldırı stratejik bir saldırı mıydı?
ERHAN GÖKSEL: Bu saldırının zamanlaması bana rastlantı gibi gelmedi. Büyük hesapta hem gelen ekonomik kriz hem de yerel seçimler öncesi olması anlamlı. PKK, ayrıca DTP’nin kapatılmasını da istiyor gibi. Bu süreçte sıkışan DTP kapanırsa, yerel seçimlerde radikalleşme artar ve bölge belediyelerini, bağımsız adaylarla PKK silme kazanabilir. Bu durum ise Müesses Nizam ve AKP için büyük bir yenilgi olur. Ayrıca başka bir hesapla Altınova’daki etnik gerginliği “etnik bir çatışmaya taşımak” ve bunu tüm Ege bölgesine yaymak PKK’nın ekmeğine yağ sürebilir. Özellikle Batı’daki Kürt vatandaşlarımız baskı altına girerse, PKK için bulunmaz bir fırsat doğabilir. Bunu da bölgedeki Türk vatandaşlarımıza yapılacak provokatif saldırılar izleyebilir. Bu ülkeyi yönetenlerin, başta Başbakan’ın tüm bunları iyi değerlendirmesi lazım. Türk halkına da artık gerçeklerin açıkça anlatılması lazım. Bu halk, yemez içmez, uyumaz ve bütün kalbiyle yine de ordusunu destekler. Bu kadar büyük bir halk desteği olan TSK’nın halka açıklama yaparken artık daha iyi düşünmesi gerekir. Son bir söz söylemek gerekirse bu hain saldırının asıl amacı “TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’Nİ ZAAFA UĞRATMAK DEĞİL TÜRK TOPLUMUNUN ÇİMENTOSUNU ÇÖZMEKTİR”
“ABD, 850 MİLYARLIK PAKETİ FİNANSE ETMEK İÇİN BİZİM BÖLGEMİZDE YENİ SAVAŞ ÇIKARACAK!”
Aktütün saldırısı ile unuttuk ama günlerdir dünyanın tek bir konusu var: Finansal kriz. ABD bu krizi aşmak için 850 milyar dolarlık yardım paketini devreye soktu. Bu paketin somut getirileri ne olur?
ERHAN GÖKSEL: Kısa vadede sorunları bir kaç ay ötelemekten başka faydası olamaz. Bir kere sorun trilyonlarca dolar sermayenin sorunu ve bu paket yeterli olmaz. Sorun yapısaldır sadece finans sorunu değildir. Artı yakında “Hedge Fon”lar da krize girecektir. Peki, mali desteği ABD nereden karşılayacak? Bu sorunun kısa vade için çözümü tek: üretimi artırmak hatta katlamak… Bu ise bugünkü ABD tüketici taleplerindeki daralma nedeniyle imkansız. Geriye tek bir şey kalıyor o da beni en çok endişelendiren husus: “Yeni Savaşlar Ufukta”. ABD bu paketi finanse etmek için bizim bölgemizde yeni savaş çıkaracaktır. “ABD Irak’ta savaştığı için ekonomisi battı” diyenler cahil ve cühela. Eğer bu savaşa girmese idi 2001 Nasdaq krizini atlatamazdı. Savaşlar ABD ekonomisini finanse eder. Tıpkı 1929 krizinde olduğu gibi.
Yani ABD Irak ve Afganistan savaşlarına bir yenisini mi ekleyecek?
ERHAN GÖKSEL: Evet. Hem de bizim bölgemizde İran ve Kafkasya’da. Özetle, Ortadoğu ve Kafkasya muhtemel hedef alanı. Bunu anlamak için Neo-Conlar’ ın akıl hocası Chicago Okulu’ndan Prof. Leo Strauss’a bakın. Adamın teorisinin adı “Disaster Theory” (Felaket Teorisi) kitabının adı ise “The Shock Doctrine, The Rise of Disaster Capitalism”. Yani özetle Strauss’un söylediği şu “ABD dünyayı ancak kaos ortamında (ya da kaos çıkararak) yönetebilir.”
“AK PARTİ YAHUDİ LOBİSİNİN DESTEĞİNİ ALIP KAPATMAYI ÖNLEMEK İÇİN GAP’I TEKRAR BAŞLATTI!”
Türkler ne yapıyor da Kürtler aidiyet duygusunu kaybediyor? Kürtçe yayınlar yapılıyor, en büyük yatırım güneydoğuya…
ERHAN GÖKSEL: Kürtçe yayın nerede hani? Geçen yıl Başbakan TRT Kürtçe yayın yapacak demişti, nerede? Siyaset “ileri sürülmüş ve kabul edilmemiş tezlerden oluşmadığı” gibi, “yapılacağı addedilen şeylerin yerine getirilmese de olur” denilebilen durumların sonucu da değildir. Güneydoğu’ya yatırım yapıldığı ise gerçekte tam bir palavra. Hükümet hamaset yaparak bu konuyu iç politika malzemesi yapıyorlar.
GAP bir yatırım değil mi?
ERHAN GÖKSEL: AKP iktidara geldiği zaman durdurduğu ilk proje GAP sulamasıdır. GAP’ın bütün sulaması bir Yahudi şirketine aittir. Altı yıldır ödenek vermiyorlardı, Yahudiler’e para gitmesin, GAP yapılmasın diye. AKP’ye işler sarpa sarınca, “GAP’a yeni yatırım” adı altında tekrar ödenek verdiler. Özetle bütün paralar yine İsrail şirketine akıyor. Halka bir şey aktığı yok. İlerde sulanacak araziler de zaten halka ait değil.
Nasıl sarpa sarınca? Ne değişti de Yahudi şirketinin ödeneği serbest bırakıldı?
ERHAN GÖKSEL: AKP, kapatma davasında parti kapatılmasın diye Yahudi dünyasını yana almak için GAP yatırımını yeniden başlattı. GAP’a giden 4,5 milyar doların hemen hemen hepsi Yahudi sermayesinin şirketlerine gidiyor. Yeni bir yatırım değil, eskiye takviye söz konusu olan.
“KİM, KÜRT SORUNUNU HAMASETLE İÇ POLİTİKA MALZEMESİ YAPIYORSA, ASIL AYRIMCI VE BÖLÜCÜ ONLARDIR.”
Devlet Güneydoğu’da maddi ve manevi anlamda yetersiz mi kalıyor? Özellikle bunun tam tersi bilinir…
ERHAN GÖKSEL: Bu söylem de bir çeşit devlet propagandası. Ben Turgut Özal’ın danışmanı olduğum dönemden beri Türkiye’nin en hassas meselesinin “Kürt Sorunu” olduğunu söyledim. O dönemin genelkurmay başkanı Doğan Güreş, genelkurmay başkanı iken benim bu düşüncelerime çok şiddetle tepki vermişti. 2000 yılında Doğan Güreş benim o tarihte haklı olduğumu anladığını bizzat bana açıkça söylemiş ve “biz yanlış yaptık” demiştir. Zaten Kürt meselesinde yanlış yaptığımızı çok yakın bir zamanda Fikret Bila’ya önce darbeci general Kenan Evren, sonra da bir yığın omzu kalabalık general peş peşe konuşmadı mı?
Diyelim ki Güneydoğu’ya sağlıklı bir yatırım yapılmıyor. Ama bu sadece Güneydoğu için değil de tüm Türkiye için söylenemez mi? Neden sadece Güneydoğu?
ERHAN GÖKSEL: İş artık yatırım meselesini çok aşmıştır. Kemal Yazıcı, 2000’lerde dönemin Ordu valisiydi, Veli Küçük Giresun İl Jandarma Komutanı idi bu zatlar fındık toplamaya gelen gariban Kürt işçilerinin kamyonlarını “Kürt oldukları için” geri çevirdiler. Kimse de hesap sormadı. Daha bu yaz sonu aynı rezalet benzer bir şekilde tekrar yaşanmadı mı? Fındık toplamaya gelen gariban Kürt vatandaşlarımızın, şehirde otellerde konaklamalarına izin verilmedi. Ne yapsınlar, çadır kurdular. Aynı anlayış, PKK bahanesiyle çadır kurmalarına da izin vermedi. TV’lerde o küçücük Kürt çocuklarının sokaklarda, kaldırımlarda yatmalarını izledik hep beraber ses çıkarmadan ve rahatsız olmadan. Maalesef bu ülkenin gerçeği budur. Bunu kimse örtemez. Bunu görmeyenler kim biz Türkler. Türkiye’deki asıl bölücülük bu politikalardır. Bölücülüğe hizmet eden politikalar bu politikalardır. Türkiye’de 15 yıldır Kürt meselesini çözmek istemeyen, çözmek için adım atmayan herkes, bilerek veya bilmeyerek bölücülere hizmet etmektedir. Kim, Kürt sorununu hamasetle iç politika malzemesi yapıyorsa, asıl ayrımcı ve bölücü bence onlardır.
Ama mesela Güneydoğu’ya giden Türklerin de sen Türksün diye ötelendiğini biliyoruz…
ERHAN GÖKSEL: Evet ama bu durum daha çok yeni. Çünkü artık ayrım başladı. Egemen devlet “kendi ideolojisini yaşatabilmek için kendi etnik kimliğinin militanlığını” yapmaz. İngiltere’de etnik anlamda en ağır ceza, İngiliz milliyetçiliği yapmaktır. İngiltere bu nedenle bugün 27 ülkeyi yönetiyor. Avustralya, Yeni Zelanda, Yeni-Gine pasaportuyla İngiltere’de oy kullanırsınız. Ama İngiliz pasaportuyla Avustralya’da oy kullanamazsınız. İngiltere’nin adı İngiltere’de “Büyük Britanya” ya da “Birleşik Krallık” tır. İngiliz adı sadece futbol takımları için kullanılır ki İskoçlar, Galler ve Kuzey İrlanda’nın da kendi milli takımları vardır. Yani serbesttir. Türkiye’de ise karnını doyurmak için seyahat etmek bile Kürtler için yasak olmaktadır.
“TESLİMİYET BAYRAĞI ÇEKEN BÜYÜKANIT DİVAN-I HARP’TE YARGILANMALI!”
O zaman başta söylediğiniz Kürtlerin Türkiye’den ayrılması konusunda endişelenmemeliyiz. Öyle bir sorunları yok…
ERHAN GÖKSEL: Hatırlayın, 1990’da duvar yıkılınca 5 tane Türk devleti kuruldu. Hepimiz büyük bir heyecanla izlemedik mi? Bugün Kuzey Irak’ da bir Kürt Devleti kuruluyor. Bana göre kuruldu bile. Türkiye’nin en “Türk-Kürtleri”nin bile ilgilenmemesi mümkün mü bununla? Herkes ilgileniyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde yaptığı en büyük devlet hatası geçen hafta bir mahkemenin verdiği karardır. Bolu’da bir gazete, her şehit için 5 DTP’li öldürün diye yazıyor ve mahkeme de bunu yazanı beraat ettirerek, “fikir özgürlüğü” olarak değerlendiriyor. Bu kararın, “Kürtler öldürülebilir” demekten farkı nedir? Bugün çevremizdeki komşularımız, hatta AB ülkeleri Türkiye’nin düşmanı olabilir. Bizim bu coğrafyada gerçek dostumuz zaten yok. Ama asıl sorun iç düşmanlarımızda bu ülkeyi iç çatışmaya götüren, iç unsurlarımızda. Önemli olan sizin kendi dirayetinizle bu ülkenin bölünmesini engelleyecek yapıyı ortaya koymaktır. Bu ülkenin halkını kucaklamak zorundasınız. Geçen sene olduğu gibi cenaze kaldırılan Şemdinli’de, alçaktan uçuşla beş kez üstlerinden jet uçurulan halk bu ülkenin halkıdır. Bu halk bu ülkenin düşmanı değildir.
Sen eğer Şemdinli’nin üzerinden uçak uçururken onları bu ülkenin halkı olarak görmek istemiyorsan, onlar da bu ülkeden giderler. Giderken de savaşarak giderler. Onun içi eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ı tarih önünde asla affetmiyorum. Geçen sene Dağlıca baskını sonrasında TSK, kamuoyu önünde baskı altına girince, 11 Aralık 2007’de Yaşar Büyükanıt, televoleci gazeteci gibi ayaküstü demeçler verdi “Terör siyasallaştı ve legalleşti, psikolojik harekatı onlara kaptırdık" gibi sözler, "artık yapılacak bir şey kalmadı" anlamında cümleler sarfetmek, havlu atmak anlamına gelir. Bu "kaptırma" sözcüğü, sadece TSK bünyesinde değil tüm dünya ordularında "savaşta bayrağı kaptırma" anlamını çağrıştırır ki "bunu düşündürmek bir orduyu tamamen berhava etmek"le eş anlamlıdır. Yani Büyükanıt özetle “Biz demokrasi ve özgürlük bayrağını PKK’ya kaptırdık” dedi. PKK siyasallaştı dedi. Masaya oturmaya hazır bir genelkurmay başkanı portresi çizdi. Devletin en yüksek katı bunu diyorsa seni masaya oturturlar. Sen insan hakları bayrağını kaptırdık diyorsan, biz bu güne kadar işkence yaptık demek anlamına gelir. Bir genelkurmay başkanı bunları söylemekten dolayı divan-ı harp’ de yargılanması gerekir. Bu gaflet ve delaletten dolayı mı söyleniyor yoksa, birileri Türkiye’yi masaya mı oturtuyor? Ben bunun için bas bas bağırıyorum. Hayatımın en sert röportajımı da bu nedenle, 17 Aralık 2007’ de Yeni Şafak Gazetesi’nde “Müesses Nizam Dağıldı” diye yaptım.
Sizce, Türkiye masaya mı oturtulmaya sürükleniyor?
ERHAN GÖKSEL: Eski Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt, Cumhuriyet tarihi boyunca benzeri görülmemiş bir şekilde Türkiye’nin elini bağlayacak demeçlerle teslimiyet tohumları ekmiştir o konuşmasıyla. Onu da daha sonra başkaları takip etti. Bana göre bu sözleri, gaflet ve delalet içinde söylemedi. Uluslararası güçler direttiler, Türkiye masaya oturtulmaya çalışılıyor. Öcalan’a Ankara’da politikanın önünü açmaya çalışıyorlar. Ve kimileri cahilliğinden, kimileri vurdum duymazlığından, kimileri de işbirlikçi olduğu için buna gizli veya açık hizmet ediyorlar.
“KAPATILMA DAVASI KÜRESEL BİR TEZGAHTI… BU DAVAYLA AKP KENDİNİ KÜRSEL SERMAYEYE TESLİM ETTİ!”
Öngörülerinizin isabetleriyle tanınıyorsunuz. Tüm bu sorunların çözümünün ana hatları nelerdir? Devlet ne yapmalı?
ERHAN GÖKSEL: Krizlerin, sorunların, kaosların önlenmesi için bir ülkenin yönetiminin bilgili olması lazım. Bu ülke iyi yetişmemiş insanları yönetici seçmiştir. Hem yönetim hem zihniyet değişmedikçe, Türkiye bu coğrafyada devam edemez. Geçmişte bu ülke Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz gibi iki tane iyi yetişmiş başbakan çıkardı. Ancak onlardanda Halkın ağzı yandı. Ardından da yağmurdan kaçalım derken, bu sefer de da iyi yetişmemiş ve ehliyetsiz kişileri seçtiler. Dünyanın hiçbir yerinde ehliyetsiz insanlara ülke yönetimi teslim edilmez. Ülkenin başbakanı çıkıp Mortgage’ı TOKİ ile benzeterek açıklıyorsa, Avrupa’da el koyulan bankaların Türkiye’deki mudilerini Avrupalı sanıyorsa, onu bir kasabaya belediye başkanı bile yapmazlar dünyada. Bu süreçlerin hepsi iç içedir hiç birisini birbirinden ayıramazsınız. Zira “Bilgi bir bütündür”.Hatırlatayım, Türkiye 2001 krizine durup dururken girmedi. 1999 yılında Türkiye’nin IMF’ye gitmeye ihtiyacı yoktu. Ama birden bire Ecevit’i IMF’ye götürdüler. Kasım 2000’de önce küçük bir kriz, dört ay sonra, Şubat 2001’de de büyük kriz çıktı. Altını çizeyim, Ecevit Hükümeti ve Türkiye, IMF politikalarına uymadığı için kriz çıkmadı. Tam tersine Türkiye, IMF’ in bütün politikalarına tam uyduğu için krize girdi. Ecevit ve Türkiye Irak’ın bütünlüğünden yanaydı. Krizle, Ecevit’i tasfiye ettiler. Amerika’nın Irak operasyonlarının önü açıldı.
Şimdi neler oluyor? Durumun bir benzerliği var mı?
ERHAN GÖKSEL: Daha da kötü. Şimdi Türkiye yeni bir krize sürükleniyor. AKP, kapatılma davasıyla kendisini “küresel sermayeye” teslim etti. Bu da bence bir tezgahtı. Biz AKP’ nin kapatılmayacağını davadan tam üç gün önce kimden öğrendik? Hatta 6-5 oy oranını Türk Halkı kimlerden öğrendi? Küresel Sermaye’ den öğrendik. Oylamayı bile söylediler. Siz bütün stratejik kurumlarınızı, bankalarınızı, yabancılara kaptırdıysanız ekonominizi yabancılar elinde tutuyorsa sizin siyasi bağımsızlığınız yoktur. Ekonomisini elinde tutmayan hiçbir ülkenin bağımsızlığı yoktur. Tarih böyle der.
TALAT ATİLLA & ERSİN TOKGÖZ / TURKTIME
4 Ekim 2008 Cumartesi
SAHİDEN BAKIN HELE!
Karanlıklardan çıkma adına bir çırpınış,ama doğru dürüst hiçbir şey görülmüyordu.Bu şehir ki,amansız göğünü çekti üzerimden dercesine bir gidiş.Şehrin üzerindeki kötü görünümlü ay üzerinde, yer yer sevimsiz lekeler gibi görünürken,dev binalar ayın çine dalmış hayaletler gibi şehirde hareketsizlik hakim.Durgunluk, hiçbir ses işitmiyorsunuz,ağır ve süregiden bir sessizlik.Yalnızca "tik tak"sesi çıkaran saat gözünüze ilişiyor.Her durumda her olayda,zamanın kendi fonksiyonunu yerine getirdiğini,hiçbir şeye aldırmadan bir an olsun duraksamadan yoluna devam ettiğini gösteriyor...
Ayın derinliklerinden bir gölge renklileşerek daha belirgin bir halde ortaya çıkıyor,bir insan gölgesi,biraz evin önünde bekliyor,evet insan olduğu anlaşılıyor,biraz durup yola koyuluyor.Gizli haykırışlarla bir şeyler dercesine ,hep uzaklaşıyor sanki konuşmak için kelimeler ararcasına. Kimse bu insanın nasıl bir konumda olduğunu ne düşündüğünü, ne yaptığını ve nereye gittiğini bilmiyor...Adam yola koyuluyor...Ayın içine giriyor ve ayın içine doğru kaybolup gidiyor.Sonra onu görenlerden biri neler olduğunu görmek için can atıyor...Hiçbir haber ve işaret alamıyor.
Sadece saat aynı fonksiyonu yerine getirmeye devam ediyor,"tik tak,tik tak"diyerek,koyu karanlıkları geceye gömerek şafağı karşılarken şunu söylemek istiyor sanki,herkesin tanımdığınını düşündüğü bu insanı varlığı o tanımaktadır.Herkes bir ifade kullanıyor yorum getiriyor; biri"şaşkın biri" geçiyor...Başka biri"eviyle arası açılmış galiba"diyor.Bir diğerinin yorumu daha başka"Bu adam yaşamın ne kadar durgun ve karanlık olduğunu canlandırıyor.Adam şu yaşamın insanı yok ettiğini bağırırcasına kaçış senaryolarını canlandırarak hep gidiyor bir yerlere doğru ama kendiside bilmiyor nereye..."
Bu arada insanın yalnızlık hayatından duyduğu bıkkınlığın acılarını anlatanlar yok değil,...Evet herkes bir şeyler söylüyor,herkes olayı yorumlamaya çalışıyor.Uzaktan başaka bir ses olaya yenilik katıyor,kaçan bu adamı başka yerde görmüş olsa gerek diye duyuluyor...
Bakın hele çalılıklar arasında,yüzünü elleri arasına almış bu adam üstelik gökyüzüne dikli gözlerin,acılı tebessümleriyle ne demek istiyor o?
Uzayan sonsuzluğa dikilen gözlerin sahibi olsa gerek diye düşünüyorum ben,...Esintileyen rüzgarın karşısında,çiseleyen yağmurun dibinde,ellerini dayamış yüzüne,göz mercekleri gökyüzünde,boyu görünmeyecek kadar çalılıklar arasında,küçük bir taşın üstüne oturarak,hüzünlü bir halde düşünüyorda o kadar!...
Düşünmek mi, kim?
Neyi, niçin düşünmek?
İşitiyormuş,İşitmek mi?...Tabi herkes işitiyor,bu da nedir,demek geliyor değil mi içinizden?...
O insan varya işitmekle beraber tanımak istiyor,varolduğunu anlamak için,tanımanın gerekliliğini, kavramış olsa gerek...
Descartes'in "Düşünüyorum o halde varım",
A.Gide'nin"Hissediyorum o halde varım"
A.Camus'un"İsyan ediyorum o halde varım",diye tanımladıkları tanıma şeklini aşmış olsa gerek o insan...Alıcı antenin etraftaki sesleri toplayarak,bir frekans üzerinden yayın yapması gibi, bu adam da alıcı verici cihazlarını açarak ayağa kalkmış....
Koşarak hızlı adımlarla ilerliyor,bir insan olduğunu anlatmak için haykırışın zamanının geldiğine inanıyorum diye....
yıl:28.10.1992
yer:Elazığ
saat:18.05-19.00
E.Kekeç
Ayın derinliklerinden bir gölge renklileşerek daha belirgin bir halde ortaya çıkıyor,bir insan gölgesi,biraz evin önünde bekliyor,evet insan olduğu anlaşılıyor,biraz durup yola koyuluyor.Gizli haykırışlarla bir şeyler dercesine ,hep uzaklaşıyor sanki konuşmak için kelimeler ararcasına. Kimse bu insanın nasıl bir konumda olduğunu ne düşündüğünü, ne yaptığını ve nereye gittiğini bilmiyor...Adam yola koyuluyor...Ayın içine giriyor ve ayın içine doğru kaybolup gidiyor.Sonra onu görenlerden biri neler olduğunu görmek için can atıyor...Hiçbir haber ve işaret alamıyor.
Sadece saat aynı fonksiyonu yerine getirmeye devam ediyor,"tik tak,tik tak"diyerek,koyu karanlıkları geceye gömerek şafağı karşılarken şunu söylemek istiyor sanki,herkesin tanımdığınını düşündüğü bu insanı varlığı o tanımaktadır.Herkes bir ifade kullanıyor yorum getiriyor; biri"şaşkın biri" geçiyor...Başka biri"eviyle arası açılmış galiba"diyor.Bir diğerinin yorumu daha başka"Bu adam yaşamın ne kadar durgun ve karanlık olduğunu canlandırıyor.Adam şu yaşamın insanı yok ettiğini bağırırcasına kaçış senaryolarını canlandırarak hep gidiyor bir yerlere doğru ama kendiside bilmiyor nereye..."
Bu arada insanın yalnızlık hayatından duyduğu bıkkınlığın acılarını anlatanlar yok değil,...Evet herkes bir şeyler söylüyor,herkes olayı yorumlamaya çalışıyor.Uzaktan başaka bir ses olaya yenilik katıyor,kaçan bu adamı başka yerde görmüş olsa gerek diye duyuluyor...
Bakın hele çalılıklar arasında,yüzünü elleri arasına almış bu adam üstelik gökyüzüne dikli gözlerin,acılı tebessümleriyle ne demek istiyor o?
Uzayan sonsuzluğa dikilen gözlerin sahibi olsa gerek diye düşünüyorum ben,...Esintileyen rüzgarın karşısında,çiseleyen yağmurun dibinde,ellerini dayamış yüzüne,göz mercekleri gökyüzünde,boyu görünmeyecek kadar çalılıklar arasında,küçük bir taşın üstüne oturarak,hüzünlü bir halde düşünüyorda o kadar!...
Düşünmek mi, kim?
Neyi, niçin düşünmek?
İşitiyormuş,İşitmek mi?...Tabi herkes işitiyor,bu da nedir,demek geliyor değil mi içinizden?...
O insan varya işitmekle beraber tanımak istiyor,varolduğunu anlamak için,tanımanın gerekliliğini, kavramış olsa gerek...
Descartes'in "Düşünüyorum o halde varım",
A.Gide'nin"Hissediyorum o halde varım"
A.Camus'un"İsyan ediyorum o halde varım",diye tanımladıkları tanıma şeklini aşmış olsa gerek o insan...Alıcı antenin etraftaki sesleri toplayarak,bir frekans üzerinden yayın yapması gibi, bu adam da alıcı verici cihazlarını açarak ayağa kalkmış....
Koşarak hızlı adımlarla ilerliyor,bir insan olduğunu anlatmak için haykırışın zamanının geldiğine inanıyorum diye....
yıl:28.10.1992
yer:Elazığ
saat:18.05-19.00
E.Kekeç
GÜNLERİN ANISINA
Bir akşam yolculuğunda,saçlarımdan akları seçerken kırılıverdi asam.Yıldızların ve gökkubbenin derinden bir nefesini solurken,zihnimde sıralanıyordu anılardaki mehtablı geceler...
Ayak uçlarıma basarak geçeceğim buraları,herkes uykudayken geçmeliyim buraları uyanırlarsa afyon bulamama endişelerim,sesiz ve sakin soluklanmadan adımlamaya zorluyor beni.
Gideceğim buralardan,yıldızların ışığı aydınlatacak önlerimizi,arkamızda düşman önümüzde deniz kararı çoktan verdik biz,ensemize zalimlerin copları inse de,bir adım geride duranı bağrımıza basmayız biz.
Ey sahipsiz dağ kahramanı! şehirlerin dar sokakları ve kibrit kutusu binaları,gündüz gece demeden saydığın kaldırım taşları,kapıyor senden özlemine yandığın o güzel günleri...
İzlerime basmayın sakın,karışmasın karanlıklara benim anılarım.Biz aydınlığa özlem duyan babaların çocukları olarak kapkaranlık bir dünyada gözlerimizi açtık hayata.Dünyanın dört bir yanında yağmur damlalarını göğsümüzle karşıladık;gözlerimizden akan yaşları akıtmadık zalimlerin çift oluklu değirmenine,çünkü gerçekliğin ve hakikatin sembolü olarak yaşamaya ahdimiz vardı bizim.
Elleri değmesin onların yakamıza,herşey asılı kalmıştır onlar yaklaştı diye bize.Biz gönül erleri ve Hakkın askerleri,kalbimizde iman zalimlerde ferman;her tarafta tuğyan ama biz ödünç almadık bu hayatı yakamızda olmayacak çiçekler onlar saksıda kalacak...Koşacağız koşacağız koştukça varolacağız, varolmak değil midir olmak?Tüm entrikaları tepeleyeceğiz ve yol alacağız,dünyanın yeni filimlerini seyretmeyeceğiz çünkü biz tüm filimleri seyrettik,adımız onların yanına yazılmasın diye acıyla başetmeyi öğrendik...
Kimsenin atına binmeyiz,bu hayatı seçerek benimsedik biz,hiç kimseden ödünç almadık hiçbir şeyi çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için...
Yürüyorum yürüyorum el etmek için size dönüp ardıma sağıma soluma bakıyorum yoksunuz ve bir daha haykırıyorum işte hayat budur diye...
Doğacaktır elbet en mutlu günlerimiz yarınlarda,ey sevgilim bunlar umudun düşmanıdır,meyve çağında ağacın düşmanı;ama birgün gelecek biliyorum o gün en mutlu ve umutlu günler elini kolunu sallaya sallaya dolaşacak caddelerde sokaklarda...
Ey sevgilim kalk bir daha deneyelim,Ebu kubeys Dağında dedesinin elinden tutarak denediği gibi kalk bizde deneyelim!
Yollarını keserek şu kalabalıkların,ölümün hayattan daha yakın olduğunu anlatmak için.Kalk haydi kalk sevgilim,bir daha bir daha yürüyelim,şu ağacın altından...Mesajımız hep diri kalsın diye,
Gözlerini aç sevgilim!unutmaki sevgin çok taze ama;yaşayamadıklarımızı yaşanabilir kılmak için savaşmak seninle oturup bir menekşeyi koklayıp soldurmaktan daha güzel bir şeydir sevgilim,...
yıl:08.12.1995
yer:G.antep
Saat:14.15-14.45
E.kekeç
Ayak uçlarıma basarak geçeceğim buraları,herkes uykudayken geçmeliyim buraları uyanırlarsa afyon bulamama endişelerim,sesiz ve sakin soluklanmadan adımlamaya zorluyor beni.
Gideceğim buralardan,yıldızların ışığı aydınlatacak önlerimizi,arkamızda düşman önümüzde deniz kararı çoktan verdik biz,ensemize zalimlerin copları inse de,bir adım geride duranı bağrımıza basmayız biz.
Ey sahipsiz dağ kahramanı! şehirlerin dar sokakları ve kibrit kutusu binaları,gündüz gece demeden saydığın kaldırım taşları,kapıyor senden özlemine yandığın o güzel günleri...
İzlerime basmayın sakın,karışmasın karanlıklara benim anılarım.Biz aydınlığa özlem duyan babaların çocukları olarak kapkaranlık bir dünyada gözlerimizi açtık hayata.Dünyanın dört bir yanında yağmur damlalarını göğsümüzle karşıladık;gözlerimizden akan yaşları akıtmadık zalimlerin çift oluklu değirmenine,çünkü gerçekliğin ve hakikatin sembolü olarak yaşamaya ahdimiz vardı bizim.
Elleri değmesin onların yakamıza,herşey asılı kalmıştır onlar yaklaştı diye bize.Biz gönül erleri ve Hakkın askerleri,kalbimizde iman zalimlerde ferman;her tarafta tuğyan ama biz ödünç almadık bu hayatı yakamızda olmayacak çiçekler onlar saksıda kalacak...Koşacağız koşacağız koştukça varolacağız, varolmak değil midir olmak?Tüm entrikaları tepeleyeceğiz ve yol alacağız,dünyanın yeni filimlerini seyretmeyeceğiz çünkü biz tüm filimleri seyrettik,adımız onların yanına yazılmasın diye acıyla başetmeyi öğrendik...
Kimsenin atına binmeyiz,bu hayatı seçerek benimsedik biz,hiç kimseden ödünç almadık hiçbir şeyi çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için...
Yürüyorum yürüyorum el etmek için size dönüp ardıma sağıma soluma bakıyorum yoksunuz ve bir daha haykırıyorum işte hayat budur diye...
Doğacaktır elbet en mutlu günlerimiz yarınlarda,ey sevgilim bunlar umudun düşmanıdır,meyve çağında ağacın düşmanı;ama birgün gelecek biliyorum o gün en mutlu ve umutlu günler elini kolunu sallaya sallaya dolaşacak caddelerde sokaklarda...
Ey sevgilim kalk bir daha deneyelim,Ebu kubeys Dağında dedesinin elinden tutarak denediği gibi kalk bizde deneyelim!
Yollarını keserek şu kalabalıkların,ölümün hayattan daha yakın olduğunu anlatmak için.Kalk haydi kalk sevgilim,bir daha bir daha yürüyelim,şu ağacın altından...Mesajımız hep diri kalsın diye,
Gözlerini aç sevgilim!unutmaki sevgin çok taze ama;yaşayamadıklarımızı yaşanabilir kılmak için savaşmak seninle oturup bir menekşeyi koklayıp soldurmaktan daha güzel bir şeydir sevgilim,...
yıl:08.12.1995
yer:G.antep
Saat:14.15-14.45
E.kekeç
SADECE HAK YAŞANIR
"Kitabın indirilmesi Aziz ve Hakim Allah'tandır.Dini sadece Allah'a has kılarak ona ibadet etmen için,Kitabı sana hak olarak indirdik.Halis din ancak Allah'ındır.Ondan başka veliler edinenler,biz bunlara,bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz.Muhakkak ki,Allah ihtilafa düştükleri konularda aralarında hükmedecektir.Muhakkak ki, Allah yalancı kafir kimseyi hidayete erdirmez."(zumer:1-3)
Bu kitap Aziz ve Hakim Allah'tandır.Allah göklerin ve yerin nurudur,Allah doğuların ve batıların Rabbidir.Allah kainatın ve semavatın tek ilahıdır.(Hakimidir)Görülenlerin ve görünmeyenlerin bilicisi,Habir olan Allah'tır.Sinelerdeki gizli halleri,Alim Allah bilir,Hayrın ve şerrin kaynağı Allah'tır.Yaşatan, öldüren,rızıklandıran,hesaba çeken,tasarruf eden ancak odur.Sizi duyan, gören,anlayan bilen ve acıyan o güçtür, bu kitabı indiren...
Beşer mahsulü bir ürün değildir bu kitap,kendini hakim sananların ortaya koyduğu kurallar zaten hiç değil.Bu kitap beşer tabiatını en iyi bilen,beşerin isteklerini beklentilerini ve hayat gerçeklerini yakından tanıyıp,onların fıtratlarına ağır gelmeyecek halde indirilen,Hakim Allah'ın beyanıdır.Allah hakimdir,zerreden kürreye moleküllerin atomların ve hücrelerin nasıl hareket etmeleri gerektiğini ortaya koyan,bunların hakimi Allah'tır.
Bu kitabın yaşanılıp yaşanılmaması veya bazı hallerde başka taraflardan, hayatın idame etmesi için herhangi bir değerin alınmasını vurgulayanlar,Allah'ın Aziz ve Hakim olduğunu kavrayamamış veya Allah'ın hakim sıfatı ile insanların hakimlikleri arasında bir ilişki kurmaya çalıştıklarından,insanlardaki güçsüzlüğün Allah'ta da olduğunu sanıyorlar galiba?
Bu kitap haktır en doğru olana götürür.İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.İnsanlara bir açıklamadır,iman edenlere yol gösterir.İnsanlara geçmişlerini, şu anlarını ve geleceklerini bildirir.Hatırlatır ve korkutur.Hak ile batılı ayırır.Çözümsüzlükleri çözüme kavuşturur.Hükmedilmek için bir membadır.Tabi olunup yaşanılmak için vardır.Allah'ın insana yüklediği sorumlulukları bildirir.Mü'minlerin velayet kaynağını oluşturur.Bireysel ve toplumsal hastalıkları acilen şifaya kavuşturur.Bireylere ve toplumlara rahmet saçar.Sakınmak için yol arayanlara hayırdır.Kesin delildir şek ve şüphe barındırmaz.Yakin gelinceye kadar, vor olan doğruları ve yanlışları bizlere gösterir.Hem tasdik eder hem de kuvvetlendirir.Allah'a iman edenlerin hem imanlarını arttırır hemde sükunete erdirir.
Böylesi değerli hazineleri içinde barındıran bir manifesto,ancak Aziz ve hakim olan Allah'tan olmalıdır.Allah'ın diğer sıfatlarına göre Aziz ve Hakim sıfatı daha etkileyici bir tona sahip olduğundan rabbimiz bu sıfatını kullanmış olabilir ama en doğrusunu yine Allah bilir.
Şu gerçeği düşünmeden geçmeyelim,Dinin sadece Allah'a has kılınması,ihlasla Allah'a ibadet etmek.Bu hakikatler ile Allah'ın Hakim olması ve kitabın Hak olarak indirilmesi arasında çok yönlü ve kopması imkansız ilişkiler mevcuttur.
"Ben seni seçtim,öyleyse vahyolunanı dinle:İşte, benim ben,Allah!Benden başka ilah yok! öyleyse bana kulluk et,..."(Taha:13-14)
"Rabbiniz Allah budur işte!
Ondan başka ilah yok!
Herşeyin yaratıcısıdır o,öyleyse Ona kulluk edin!Herşeyi gözeten koruyup kollayan O'dur."(En'am:102)
"Diridr O,O'ndan başka ilah yok,o halde dini sadece O'na bağlı tutarak O'na yalvarın:Övgüde yalnızca Alemlerin Rabbi ALlah'a yakışır."(Mü'min:64-65)
yıl:03.10.2008
yer:çengelköy/üsküdar
Saat:18.20-18.52
E.kekeç
Bu kitap Aziz ve Hakim Allah'tandır.Allah göklerin ve yerin nurudur,Allah doğuların ve batıların Rabbidir.Allah kainatın ve semavatın tek ilahıdır.(Hakimidir)Görülenlerin ve görünmeyenlerin bilicisi,Habir olan Allah'tır.Sinelerdeki gizli halleri,Alim Allah bilir,Hayrın ve şerrin kaynağı Allah'tır.Yaşatan, öldüren,rızıklandıran,hesaba çeken,tasarruf eden ancak odur.Sizi duyan, gören,anlayan bilen ve acıyan o güçtür, bu kitabı indiren...
Beşer mahsulü bir ürün değildir bu kitap,kendini hakim sananların ortaya koyduğu kurallar zaten hiç değil.Bu kitap beşer tabiatını en iyi bilen,beşerin isteklerini beklentilerini ve hayat gerçeklerini yakından tanıyıp,onların fıtratlarına ağır gelmeyecek halde indirilen,Hakim Allah'ın beyanıdır.Allah hakimdir,zerreden kürreye moleküllerin atomların ve hücrelerin nasıl hareket etmeleri gerektiğini ortaya koyan,bunların hakimi Allah'tır.
Bu kitabın yaşanılıp yaşanılmaması veya bazı hallerde başka taraflardan, hayatın idame etmesi için herhangi bir değerin alınmasını vurgulayanlar,Allah'ın Aziz ve Hakim olduğunu kavrayamamış veya Allah'ın hakim sıfatı ile insanların hakimlikleri arasında bir ilişki kurmaya çalıştıklarından,insanlardaki güçsüzlüğün Allah'ta da olduğunu sanıyorlar galiba?
Bu kitap haktır en doğru olana götürür.İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.İnsanlara bir açıklamadır,iman edenlere yol gösterir.İnsanlara geçmişlerini, şu anlarını ve geleceklerini bildirir.Hatırlatır ve korkutur.Hak ile batılı ayırır.Çözümsüzlükleri çözüme kavuşturur.Hükmedilmek için bir membadır.Tabi olunup yaşanılmak için vardır.Allah'ın insana yüklediği sorumlulukları bildirir.Mü'minlerin velayet kaynağını oluşturur.Bireysel ve toplumsal hastalıkları acilen şifaya kavuşturur.Bireylere ve toplumlara rahmet saçar.Sakınmak için yol arayanlara hayırdır.Kesin delildir şek ve şüphe barındırmaz.Yakin gelinceye kadar, vor olan doğruları ve yanlışları bizlere gösterir.Hem tasdik eder hem de kuvvetlendirir.Allah'a iman edenlerin hem imanlarını arttırır hemde sükunete erdirir.
Böylesi değerli hazineleri içinde barındıran bir manifesto,ancak Aziz ve hakim olan Allah'tan olmalıdır.Allah'ın diğer sıfatlarına göre Aziz ve Hakim sıfatı daha etkileyici bir tona sahip olduğundan rabbimiz bu sıfatını kullanmış olabilir ama en doğrusunu yine Allah bilir.
Şu gerçeği düşünmeden geçmeyelim,Dinin sadece Allah'a has kılınması,ihlasla Allah'a ibadet etmek.Bu hakikatler ile Allah'ın Hakim olması ve kitabın Hak olarak indirilmesi arasında çok yönlü ve kopması imkansız ilişkiler mevcuttur.
"Ben seni seçtim,öyleyse vahyolunanı dinle:İşte, benim ben,Allah!Benden başka ilah yok! öyleyse bana kulluk et,..."(Taha:13-14)
"Rabbiniz Allah budur işte!
Ondan başka ilah yok!
Herşeyin yaratıcısıdır o,öyleyse Ona kulluk edin!Herşeyi gözeten koruyup kollayan O'dur."(En'am:102)
"Diridr O,O'ndan başka ilah yok,o halde dini sadece O'na bağlı tutarak O'na yalvarın:Övgüde yalnızca Alemlerin Rabbi ALlah'a yakışır."(Mü'min:64-65)
yıl:03.10.2008
yer:çengelköy/üsküdar
Saat:18.20-18.52
E.kekeç
28 Eylül 2008 Pazar
BAŞKASININ ÖLÜMÜ
İranlı yazar Muhsin Mahmelbaf, 'Başkasının Ölümü' isimli o muhteşem tiyatro eserinde, cephede imha harekâtına hazırlanan komutanın ölüm ile yüzleşmesini çok iyi anlatıyor.
Bu komutan, gece yarısı ani bir baskınla karşısındakileri imha edecek ve elde edeceği bu zaferle başkomutan olma yolunda büyük bir adım daha atmış olacaktır. Düşman, komutanın şartsız teslim olma teklifini onu aşağılayarak geri çevirmiştir. O, tarihe geçecek zaferinin gölgelenmesine asla tahammül edemez. Ancak beklenmedik bir gelişme olur. Sabaha karşı binlerce kişinin ölüm emrini verecek olan komutana gece davetsiz bir misafir gelir. Başkasının ölümüne çok kolay karar veren komutanın odasına gelen Azrail, can vermenin hiç de kolay bir şey olmadığını gösterir ona.
Çete ya da 'gangster' davalarını izlerken, Muhsin Mahmelbaf'ın bu muhteşem tiyatrosunu akla getirmemek mümkün değil. Polislerin arasında elleri kelepçeli yürürken ya da hâkimin karşısında süklüm püklüm, ucuz cezalarla kurtulmayı bekleyenleri gördüğümde, 'başkasının ölümüne karar verdiğinde de böylesine süklüm püklüm, af bekleyen bir hal içinde miydi' diye düşünmeden edemem. Neredeyse bütün Ergenekon sanıkları hasta. Hepsinde birer birer hastalık çıkıyor, tutukluluk dönemlerinin çoğunu hastanede geçiriyorlar. Acaba kamuoyunun, 'yazık bu hasta adamlara' demelerini mi bekliyorlar? 'Bütün Ergenekoncular numara yapıyor, hastalık uyduruyor' demiyorum tabii ki... Ama birazcık zoru görünce bu kadar dengelerinin bozulması, dağılmaları da ironik bir olay.
Hastalanma süreci, bir zamanların kudretli generali Veli Küçük'ün, dengesini kaybedip kafasını çarpmasıyla başladı. Son olarak da JİTEM'in en önemli kurucularından biri olan Arif Doğan'ın hastaneye kaldırılmasını izledik. Onu polislerin arasında zar zor yürürken görünce, Türkiye'deki faili meçhul cinayetler insanın aklına geliyor.
Tabii ki, 'bütün o faili meçhul cinayet ve olayları bunlar yapıyordu' demiyorum; ama Türkiye'de son otuz yılda binlerce kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğini, bunları da birilerinin yaptığını unutmamak gerek. Savaş Buldan, Behçet Cantürk, Adnan Yıldırım, Hacı Koray, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu gibi yüzlerce suikastı, Güneydoğu bölgesinde yüzlerce kişinin satırla öldürülmesi, Gazi Mahallesi'nde kahvehanenin taranması ya da kamuoyuna yansımayan birçok cinayet, adam kaçırma, sindirme, öldürme vs. Hepsini anlatmaya kalksak ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Sonuçta, bütün bu olayların hatırı sayılır bir kısmında JİTEM'in parmağı olduğunu artık herkes kabul ediyor.
Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaşananları güvenlik güçlerinin bazen rutin dışına çıkması olarak değerlendirip abartılacak bir durumun olmadığını düşünse de bunların büyük bir suç olduğu ortada. Çünkü hiç kimsenin yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanma salahiyeti olamaz. Kimse vatan kurtarmak, devlete sahip çıkmak gibi hamasi cümlelerle bu çeteleşmeyi mazur göremez. Neticede müesses nizamın yürürlükte olan, işleyen bir hukuk düzeni vardır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilerini kullanan hiçbir kimse buna mugayir hareket edemez.
Hakikaten merak ediyorum; bugün Ergenekon çetesinden dolayı suçlanan ve tutuklu bulunan kimseler içinde başkalarının kalemini kıran, ölüm emrini veren kaç kişi vardır acaba? Bu ölüm emirlerini verirken çok zorlanıyorlar mıydı, vicdanî hesaplaşmalar içine giriyorlar mıydı, 'ben ne yapıyorum' diye düşünüyorlar mıydı? Ya da ülkede darbe yapmaya muvaffak olduktan sonra kaç kişiyi içeri atmayı, gerektiğinde kaç kişinin hayatını bitirmeyi göze almışlardı? Başını çarpanlar, tansiyonu yükselenler, hastalık raporu alanlar, ölüm emrini vermenin, birisini ölüme göndermenin ya da haksızca alıkoymanın ne kadar tahammül edilmez bir şey olduğunu anlamışlar mıdır acaba?
Türk tarihinin en büyük travmalarından birine sebep olan 12 Eylül darbecileri, bunu hiç anlayamadılar. Çünkü onlardan hiç hesap sorulmadı. Pek çok zalim, yaptıklarının karşılığını bu dünyada görmeden gitti ya da gidiyor. Ama şükürler olsun ki, bir mahkeme-i kübra var.
27 Eylül 2008, Cumartesi
mehmet kamış
zaman
Bu komutan, gece yarısı ani bir baskınla karşısındakileri imha edecek ve elde edeceği bu zaferle başkomutan olma yolunda büyük bir adım daha atmış olacaktır. Düşman, komutanın şartsız teslim olma teklifini onu aşağılayarak geri çevirmiştir. O, tarihe geçecek zaferinin gölgelenmesine asla tahammül edemez. Ancak beklenmedik bir gelişme olur. Sabaha karşı binlerce kişinin ölüm emrini verecek olan komutana gece davetsiz bir misafir gelir. Başkasının ölümüne çok kolay karar veren komutanın odasına gelen Azrail, can vermenin hiç de kolay bir şey olmadığını gösterir ona.
Çete ya da 'gangster' davalarını izlerken, Muhsin Mahmelbaf'ın bu muhteşem tiyatrosunu akla getirmemek mümkün değil. Polislerin arasında elleri kelepçeli yürürken ya da hâkimin karşısında süklüm püklüm, ucuz cezalarla kurtulmayı bekleyenleri gördüğümde, 'başkasının ölümüne karar verdiğinde de böylesine süklüm püklüm, af bekleyen bir hal içinde miydi' diye düşünmeden edemem. Neredeyse bütün Ergenekon sanıkları hasta. Hepsinde birer birer hastalık çıkıyor, tutukluluk dönemlerinin çoğunu hastanede geçiriyorlar. Acaba kamuoyunun, 'yazık bu hasta adamlara' demelerini mi bekliyorlar? 'Bütün Ergenekoncular numara yapıyor, hastalık uyduruyor' demiyorum tabii ki... Ama birazcık zoru görünce bu kadar dengelerinin bozulması, dağılmaları da ironik bir olay.
Hastalanma süreci, bir zamanların kudretli generali Veli Küçük'ün, dengesini kaybedip kafasını çarpmasıyla başladı. Son olarak da JİTEM'in en önemli kurucularından biri olan Arif Doğan'ın hastaneye kaldırılmasını izledik. Onu polislerin arasında zar zor yürürken görünce, Türkiye'deki faili meçhul cinayetler insanın aklına geliyor.
Tabii ki, 'bütün o faili meçhul cinayet ve olayları bunlar yapıyordu' demiyorum; ama Türkiye'de son otuz yılda binlerce kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğini, bunları da birilerinin yaptığını unutmamak gerek. Savaş Buldan, Behçet Cantürk, Adnan Yıldırım, Hacı Koray, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu gibi yüzlerce suikastı, Güneydoğu bölgesinde yüzlerce kişinin satırla öldürülmesi, Gazi Mahallesi'nde kahvehanenin taranması ya da kamuoyuna yansımayan birçok cinayet, adam kaçırma, sindirme, öldürme vs. Hepsini anlatmaya kalksak ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Sonuçta, bütün bu olayların hatırı sayılır bir kısmında JİTEM'in parmağı olduğunu artık herkes kabul ediyor.
Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaşananları güvenlik güçlerinin bazen rutin dışına çıkması olarak değerlendirip abartılacak bir durumun olmadığını düşünse de bunların büyük bir suç olduğu ortada. Çünkü hiç kimsenin yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanma salahiyeti olamaz. Kimse vatan kurtarmak, devlete sahip çıkmak gibi hamasi cümlelerle bu çeteleşmeyi mazur göremez. Neticede müesses nizamın yürürlükte olan, işleyen bir hukuk düzeni vardır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilerini kullanan hiçbir kimse buna mugayir hareket edemez.
Hakikaten merak ediyorum; bugün Ergenekon çetesinden dolayı suçlanan ve tutuklu bulunan kimseler içinde başkalarının kalemini kıran, ölüm emrini veren kaç kişi vardır acaba? Bu ölüm emirlerini verirken çok zorlanıyorlar mıydı, vicdanî hesaplaşmalar içine giriyorlar mıydı, 'ben ne yapıyorum' diye düşünüyorlar mıydı? Ya da ülkede darbe yapmaya muvaffak olduktan sonra kaç kişiyi içeri atmayı, gerektiğinde kaç kişinin hayatını bitirmeyi göze almışlardı? Başını çarpanlar, tansiyonu yükselenler, hastalık raporu alanlar, ölüm emrini vermenin, birisini ölüme göndermenin ya da haksızca alıkoymanın ne kadar tahammül edilmez bir şey olduğunu anlamışlar mıdır acaba?
Türk tarihinin en büyük travmalarından birine sebep olan 12 Eylül darbecileri, bunu hiç anlayamadılar. Çünkü onlardan hiç hesap sorulmadı. Pek çok zalim, yaptıklarının karşılığını bu dünyada görmeden gitti ya da gidiyor. Ama şükürler olsun ki, bir mahkeme-i kübra var.
27 Eylül 2008, Cumartesi
mehmet kamış
zaman
24 Eylül 2008 Çarşamba
EZAN SEVGİSİ
Ahmet Altan'ın
İnançsızım ama EZAN DİNLEMEYİ ÇOK SEVİYORUM
23 Eylül 2008 / 16:20
Taraf gazetesi Genel Yayın yönetmeni Ahmet Altan, ezan dinlemekten zevk aldığını ve zaman zaman ezan dinlemek için gazetenin yakınındaki caminin yanına gittiğini yazdı.
GÜZEL SÖYLENEN EZANI SEVİYORUM
Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum.
Oradaki müezzinin sesini seviyorum.
Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.
Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor.
Güzel söylenen ezanı seviyorum.
Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı.
Şimdi onu dinliyorum.
Bir ney taksiminin ardından ezan başlıyor.
Çocukluğumu hatırlatıyor biraz bana.
Akşam ezanından sonra boşalan kömür kokulu sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.
Hep benimle kalacak bir yalnızlığın kokularını, seslerini ve kurşuni rengini içime sindirirdim.
O seslerin içinde ezan da vardı.
Hep de orada kaldı sanırım.
BAZEN GECELEYİN CAMİYE GİDERİM
Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda.
Çok sık olmasa da bazen geceleyin camiye giderim.
Işıklarının çoğu sönmüş, kandil misali birkaç lambayla aydınlanmış o büyük kubbenin altında yalnız başıma otururum.
Öyle otururum.
Her şey sonsuzluğun kuvvetli ışığı altında solgunlaşana kadar halıların üstünde bağdaş kurup beklerim.
Ve, o sonsuzluğu bir yalnızlık içinde hissetmekten hoşlanırım.
Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana.
O saatte camiye giremeyeceğimi bana bir hoca efendi ya da bir bekçi söylese de, ben onu tanrının söylediğini düşünürüm.
Kapılar açılmadıysa, "bir kırgınlık var" diye geçiririm içimden.
"Onu kıracak bir şey yaptım, onun için açmıyor kapısını."
Hiç zorlamam.
"Peki" der ayrılırım.
Bilirim ki o kapılar yeniden açılacaktır.
Bir gece gittiğimde beni buyur edecektir.
Şefkatli bir ses "hadi açayım kapıları" diyecektir.
Bundan hiç kuşkulanmam.
Kendimden kuşkulanırım.
Bir dindar gibi gitmem oraya, ibadete, dua etmeye gitmem.
"Sana inanıyorum" demeye de gitmem.
Bir şey istemeye de gitmem.
O'ndan korkmam, ölümden korkmam, korktuğumdan gitmem oraya.
Hiçbir nedeni yoktur gitmemin.
Giderim sadece.
Kokusunu, ışığını, huzurunu, sonsuzluğunu sevdiğim için giderim.
Söylenmeyen bir ezan duyarım o sessizliğin içinde.
Kömür kokulu sokaklarda dolaşan bir hayali görürüm.
Hayatla ölüm iki küçük çocuk gibi oturur karşıma.
Ben onların başını okşarım.
O benim başımı okşar, öyle hissederim.
Öyle otururum.
Bir şey söylemem O'na.
Ne söyleyeyim?
Kim olduğumu biliyor, günahlarımı biliyor, her şeyi biliyor.
"Sen inançsız birisin, niye geldin evime" demiyor.
O demez.
Bazen kapılarını açıyor.
Bazen onu kıracak bir şey yaptıysam eğer kapılarını açmıyor bana.
Sessizce uzaklaşıyorum.
"Bir dahaki sefere" diyorum, "açacak kapılarını".
Açmasa da açana kadar gideceğim.
İnançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım.
Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü.
Dinin yanında, çevresinde, içinde bir zulüm olmasın isterim.
İnan ya da inanma ama dine dokun.
Korkulacak bir şey yok.
Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok.
Korku dinden uzak bence.
Geceleri camiye gittiğimde, o loş ışıkta, sonsuz bir aydınlığın bütün hayatı solgunlaştırdığını gördüğümde korkmam ben.
Kimse korkmaz.
Hayat ve ölüm iki küçük çocuk gibi oturur yanıma.
Onlara gülümserim.
Belli belirsiz bir hüzün, neye olduğunu bilmediğim bir özlem, derin bir şefkat hissederim.
Bir şey söylemem.
Bir şey istemem.
"İnançsız" olduğumu içimden bile geçirmem, yapmam böyle bir kabalık, O da hatırlatmaz zaten.
Öyle otururum.
Bir konuğum ben orada.
Bazen kapısını açar, bazen açmaz.
Yakında gene gideceğim.
Bakalım açacak mı kapılarını.
Yoksa bir "kırgınlık" mı var aramızda...
E.kekeç,Ahmet Altanın taraf gazetesindeki 23.09.2008 tarihli yazısından alıntı..
İnançsızım ama EZAN DİNLEMEYİ ÇOK SEVİYORUM
23 Eylül 2008 / 16:20
Taraf gazetesi Genel Yayın yönetmeni Ahmet Altan, ezan dinlemekten zevk aldığını ve zaman zaman ezan dinlemek için gazetenin yakınındaki caminin yanına gittiğini yazdı.
GÜZEL SÖYLENEN EZANI SEVİYORUM
Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum.
Oradaki müezzinin sesini seviyorum.
Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.
Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor.
Güzel söylenen ezanı seviyorum.
Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı.
Şimdi onu dinliyorum.
Bir ney taksiminin ardından ezan başlıyor.
Çocukluğumu hatırlatıyor biraz bana.
Akşam ezanından sonra boşalan kömür kokulu sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.
Hep benimle kalacak bir yalnızlığın kokularını, seslerini ve kurşuni rengini içime sindirirdim.
O seslerin içinde ezan da vardı.
Hep de orada kaldı sanırım.
BAZEN GECELEYİN CAMİYE GİDERİM
Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda.
Çok sık olmasa da bazen geceleyin camiye giderim.
Işıklarının çoğu sönmüş, kandil misali birkaç lambayla aydınlanmış o büyük kubbenin altında yalnız başıma otururum.
Öyle otururum.
Her şey sonsuzluğun kuvvetli ışığı altında solgunlaşana kadar halıların üstünde bağdaş kurup beklerim.
Ve, o sonsuzluğu bir yalnızlık içinde hissetmekten hoşlanırım.
Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana.
O saatte camiye giremeyeceğimi bana bir hoca efendi ya da bir bekçi söylese de, ben onu tanrının söylediğini düşünürüm.
Kapılar açılmadıysa, "bir kırgınlık var" diye geçiririm içimden.
"Onu kıracak bir şey yaptım, onun için açmıyor kapısını."
Hiç zorlamam.
"Peki" der ayrılırım.
Bilirim ki o kapılar yeniden açılacaktır.
Bir gece gittiğimde beni buyur edecektir.
Şefkatli bir ses "hadi açayım kapıları" diyecektir.
Bundan hiç kuşkulanmam.
Kendimden kuşkulanırım.
Bir dindar gibi gitmem oraya, ibadete, dua etmeye gitmem.
"Sana inanıyorum" demeye de gitmem.
Bir şey istemeye de gitmem.
O'ndan korkmam, ölümden korkmam, korktuğumdan gitmem oraya.
Hiçbir nedeni yoktur gitmemin.
Giderim sadece.
Kokusunu, ışığını, huzurunu, sonsuzluğunu sevdiğim için giderim.
Söylenmeyen bir ezan duyarım o sessizliğin içinde.
Kömür kokulu sokaklarda dolaşan bir hayali görürüm.
Hayatla ölüm iki küçük çocuk gibi oturur karşıma.
Ben onların başını okşarım.
O benim başımı okşar, öyle hissederim.
Öyle otururum.
Bir şey söylemem O'na.
Ne söyleyeyim?
Kim olduğumu biliyor, günahlarımı biliyor, her şeyi biliyor.
"Sen inançsız birisin, niye geldin evime" demiyor.
O demez.
Bazen kapılarını açıyor.
Bazen onu kıracak bir şey yaptıysam eğer kapılarını açmıyor bana.
Sessizce uzaklaşıyorum.
"Bir dahaki sefere" diyorum, "açacak kapılarını".
Açmasa da açana kadar gideceğim.
İnançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım.
Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü.
Dinin yanında, çevresinde, içinde bir zulüm olmasın isterim.
İnan ya da inanma ama dine dokun.
Korkulacak bir şey yok.
Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok.
Korku dinden uzak bence.
Geceleri camiye gittiğimde, o loş ışıkta, sonsuz bir aydınlığın bütün hayatı solgunlaştırdığını gördüğümde korkmam ben.
Kimse korkmaz.
Hayat ve ölüm iki küçük çocuk gibi oturur yanıma.
Onlara gülümserim.
Belli belirsiz bir hüzün, neye olduğunu bilmediğim bir özlem, derin bir şefkat hissederim.
Bir şey söylemem.
Bir şey istemem.
"İnançsız" olduğumu içimden bile geçirmem, yapmam böyle bir kabalık, O da hatırlatmaz zaten.
Öyle otururum.
Bir konuğum ben orada.
Bazen kapısını açar, bazen açmaz.
Yakında gene gideceğim.
Bakalım açacak mı kapılarını.
Yoksa bir "kırgınlık" mı var aramızda...
E.kekeç,Ahmet Altanın taraf gazetesindeki 23.09.2008 tarihli yazısından alıntı..
13 Eylül 2008 Cumartesi
BAKIŞ AÇILARINA GÖRE GÖSTERİLEN TEPKİ ŞEKİLLERİ
KLASİK TEPKİ: "Sıraya geç kardeşim"
NEOKLASİK TEPKİ: "Şeker kardeşim sıraya geçiver"
REALİST TEPKİ: "Sıra var"
SURREALİST TEPKİ: "Sallandıracaksın bunlardan ikisini kızılay'da bak bir daha yapabiliyorlar mı?"
ROMANTİK TEPKİ: "Beyefendi galiba sırayı görmediniz"
NATURALİST TEPKİ: "Sırana geç"
MODERN TEPKİ: "Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa da"
POST-MODERN: "Sırana geç lan ayı!"
UZLASIMCI: "Acelesi olmasa öne geçmezdi; üzmeyin garibi"
DEVRİMCİ: "Alt yapı sorunları çozülmeden halkımız sıraya geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek"
KADERCİ: "iki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür"
FELSEFECİ (septik-kuşkucu): "Ön ve arka kavramları gorecelidir.O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir"
KANT'CI: "Efendim algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa,adam yok olur"
KOTÜMSER VAROLUŞCU: "Herkes bir gun ölecek. Onurlu bir şekilde bekleyin. Bir gün o adamda ölecek"
İYİMSER VAROLUŞCU: "Sıkmayın canınızı,su anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve birileri önünüze geçebiliyor"
HUMANİST: "İnsanlık bir bütündür. Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne geçince,aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz
12.09.2008
ÇENGELKÖY/İST
NEOKLASİK TEPKİ: "Şeker kardeşim sıraya geçiver"
REALİST TEPKİ: "Sıra var"
SURREALİST TEPKİ: "Sallandıracaksın bunlardan ikisini kızılay'da bak bir daha yapabiliyorlar mı?"
ROMANTİK TEPKİ: "Beyefendi galiba sırayı görmediniz"
NATURALİST TEPKİ: "Sırana geç"
MODERN TEPKİ: "Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa da"
POST-MODERN: "Sırana geç lan ayı!"
UZLASIMCI: "Acelesi olmasa öne geçmezdi; üzmeyin garibi"
DEVRİMCİ: "Alt yapı sorunları çozülmeden halkımız sıraya geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek"
KADERCİ: "iki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar? Kısmetse hepimizin işi görülür"
FELSEFECİ (septik-kuşkucu): "Ön ve arka kavramları gorecelidir.O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir"
KANT'CI: "Efendim algılanmayan şeyler yok demektir. Bakmayın o tarafa,adam yok olur"
KOTÜMSER VAROLUŞCU: "Herkes bir gun ölecek. Onurlu bir şekilde bekleyin. Bir gün o adamda ölecek"
İYİMSER VAROLUŞCU: "Sıkmayın canınızı,su anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve birileri önünüze geçebiliyor"
HUMANİST: "İnsanlık bir bütündür. Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne geçince,aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz
12.09.2008
ÇENGELKÖY/İST
18 Ağustos 2008 Pazartesi
AKLIM ALMIYOR!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!BENİM DE ALMIYOR!!!
CEYHAN MUMCU: AKLIM ALMIYOR
Suikast aydınlanıyor ama o inanamıyor!
Uğur Mumcu'nun namaz kıldığı da oldu. Uğur'un camiden ayakkabısı çalındı. Herkes Atatürk'ü sansürlüyor ve kendi çıkarlarına hizmet eder hale getiriyor.
İP Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu; "Uğur Mumcu suikastı ne Türkiye'nin ne de benim gündemimden hiç düşmedi. Bu acıyı her gün ve taze yaşamak çok zor. Ailecek hayatımız kaydı. Tetikçiler bulunsa da karar vericilere ulaşılmadığı müddetçe cinayet çözüldü sayılmaz. Üzerimde ağır bir baskı var. Ergenekon'da ilginç iddialar dile getiriliyor. Belki de savcı bir de buralara bakın diyor ama aklım almıyor.."
Büyük oyun…
İnsan çoğu zaman içinde yaşadığı ânı, olup biteni anlamakta, yorumlamakta, yeniden düşünmekte, olup bitene sahici soru sormakta güçlük çekiyor. Aidiyetler ve duygusallıklar, en olmazları olur, en olur şeyleri de olmaz gösterebiliyor. Belki de gerçek bu kadar karmaşık değil. Karmaşık olan bizim bakışımızdır. Bu karmaşıklık bizi gerçekten seveni de, katilimizi de görmemize engel olabiliyor.
Katil belki aramızda, belki de çok uzağımızda. Belki Ergenekon'un içinde, belki de tam dışında. Kafalarımız karışık, duygularımız gelgit yaşıyor. Filmlerde katil hep en yakınızda ve her şeyimizi bilen kişidir.
Son yıllarda yaşadıklarımız da bir film olmasın? Çünkü bu ülkede henüz kitleler kendi hayatlarını kurabilmiş değiller. Galiba bireyler de öyle… Büyük oyun, ölümler üzerinden besleniyor.
"Uğur Mumcu'nu katili hepimizin düşmanıdır" diyebildiğimiz zaman oyun biter…
Muammer Aksoy'un avukatıydınız, Bahriye Üçok'un dostu, Mumcu'nun kardeşiydiniz. Kışlalı okul arkadaşınız, Hablemitoğlu ise dostunuz ve komşunuz. Katledildiler ve Türkiye bu cinayetlerle sarsıldı. Sizi nasıl etkiledi bu kayıplar?
İnsanın hayatını perişan ediyor. Sadece Uğur'un ölümü bile farklı. İnsan şokları, travmaları yaşar ama Allah insanı öyle yaratmış ki, bir unutma süreci var. Acı normalleşir, hayat devam eder. Uğur'un ölümünde böyle olmadı. O hiç gündemden düşmedi. Benim yaşamımda Mumcu suikastı dün olmuş gibi hep taze.
Sadece Mumcu değil, Aksoy, Üçok, Kışlalı cinayetleriyle de ilgileniyorsunuz. Büyük fotoğrafı nasıl görüyorsunuz?
Tabiî ki bu cinayetler çok planlı yapılmış.
Umut operasyonunda tutuklanıp suikastlardan sorumlu görülen ve cezaevinde infazı süren üç kişi var. "İslamcı terör" söylemi sizi tatmin etti mi?
Hayır. Bu davadaki sanıklar Uğur'u tanımıyorlar, yani kişisel bir husumetleri yok. Aksoy ve Kışlalı da öyle... Fakat bu kişileri tetikçi olarak kullanmışlar. Karar vericiye ulaşılmadığı müddetçe bu cinayetler aydınlatılmış olamazlar.
UĞUR SON BİR YILDA İRAN'I HİÇ YAZMADI
Siz karar vericilere ulaştınız mı?
Bütün bu cinayetlerde Amerika ve İsrail aracılığı ile bir yol izlendiği kanısındayım.
Nereden bu kanıya vardınız?
Uğur'un son bir yıllık yazılarını ayrıntılı inceledim. Yüzde 64'ü ABD'nin Körfez Savaşı'na şiddetle karşı olduğu yazılardı. İsrail'in bölge ile ilgilenmesine dikkat çekiyordu. Son yıl içinde İran, türban ve laiklikle ilgili yazısı da hiç yok.
Ergenekon iddianamesinde Mumcu'nun bölgeye gönderilen yüz bin silahın peşine düştüğü için öldürüldüğü söyleniyor.
Astsubay Hüseyin Oğuz, Hüseyin Kıvrık isimli albayın Uğur'a böyle bir dosya verdiği iddiasında bulundu. Uğur'un dosyanın içeriğini doğrulamak için üst düzey Genelkurmay kademesiyle görüşmesinin hata olduğunu söyledi.
Kim vardı o dönem Genelkurmay'ın üst kademesinde?
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'ti, Genel Sekreteri Büyükanıt'tı, Ahmet Çörekçi etkindi, Hurşit Tolon Kurmay Başkanı'ydı ve Güreş'in yaveriydi. Bu işin üzerine ciddiyetle gidilecekse bence bu isimlerin ifadelerine başvurulmalı. Hatta dönemin MİT Müsteşarı Köksal Sönmez'in de.
Silah iddiasının üzerine gittiniz mi?
Genelkurmay'a hem biz hem de Meclis Araştırma Komisyonu yazı yazdı. Yok böyle bir şey diye cevap geldi. Şimdi bu senaryoya Perinçek'i eklediler. Genelkurmay'a sorduk yine aslı yok dediler.
Bu cevaba inanmaya temayülünüz varmış…
Perinçek'in de avukatıyım, iddia ortaya çıkınca Genelkurmay'a tekrar sordum; hayır, Makine Kimya'dan silah almadık, Barzani ve Talabani'ye de götürmedik ve dolayısıyla Perihçek'i de bu konuda kullanmadık diyorlar. Böyle bir şey olmuşsa bile Perinçek'i kullanacaklarını ihtimal vermiyorum, çünkü Perinçek'in o günkü konumu buna hiç de müsait değil, akredite bile değil.
İSRAİL BÜYÜKELÇİSİ RANDEVU VERMEDİ
Siz Mumcu ve diğer suikastları dış kaynaklı değerlendiriyorsunuz?
Güçlü şekilde İsrail bağlantısı görüyorum. İsrail, Barzani ve Talabani'ye Körfez Savaşı'nda 50 milyon dolar vermiş. Bunu sadece Uğur yazdı. İsrail Büyükelçiliği ısrarla Uğur'u davet etmiş ve görüşmeden birkaç sonra öldürülmüştü.
Ne konuşmuşlar?
Sorma fırsatım olmadı. İsrail Büyükelçiliği'nden randevu istedim vermediler. ABD karar verir, İsrail taşeronluğunu üstlenir ve işi İslamcı görünümlü bir örgüte yaptırır. Bence Danıştay saldırısı da öyle.
Bu suikastlar neden çözülemiyor?
Bu konuda devletin de zaafı var ama asıl olarak cinayetlere Türkler karar vermiş olsaydı mutlaka çözülürdü.
Mumcu cinayeti tıpkı Dink cinayeti gibi göstere göstere mi geldi?
Bence öyle oldu. Son 25 yıl boyunca herkes ona "aman kendine dikkat et" diyordu. Son zamanlarda "sana İslamcı görünümlü bir suikast yapılacak" diyenler artmıştı.
BİZ DEVLETİN ÜVEY EVLADIYIZ
Danıştay'ı önceden bildiğinizi söylediniz.
Evet, o mahfillerde konuşulmuş. 14. dereceden mason biri haber verdi. Saldırı olacak demedi ama ima etti. Seni de öldürecekler ve sonra da 'Ya Allah Bismillah Allahuekber' diyecekler. Kutuplaşmalar hedefleniyor, Mossad 'ABD kötüdür de, İran da kötüdür'ü organize ediyor dedi. İki gün sonra Danıştay olayı gerçekleşti.
Kimdi o kişi?
Adının yazılmayacağına söz verdim, size söylerim ama yazılmamak şartıyla... Neyse Yeniçağ'a, Ulusal Kanal'a ve Cumhuriyet'e haber verdim ama saldırıdan önce ilgilenmediler.
Bu önemli iddiayı Cumhuriyet neden yayınlamadı?
Taşrada yayınladıklarını söylüyorlar ama görmedim. Komplo deyip ciddiye almamışlardır.
Sizi tanımıyorlar mı, onlara göre bu konularda boş konuşan birisi misiniz ki?
Hayır İbrahim Yıldız o işe değer vermemiştir. Gazetelerin Ankara muhabirlerini çok seviyorum ama İstanbul başka bir alem. Mustafa Kemal'in dediği gibi İstanbul'un çürümüş ve ahlaksız muhitinde hiçbir şey yapamazsın…
Bu bilgi niye size geldi?
Bilmiyorum, MİT Müsteşarı Emre Taner benim sınıf arkadaşımdı. Emre'nin selamı var dedi. MİT'ten mi bilmiyorum, bana mason kimliğini gösterdi.
Danıştay saldırısı ile Mumcu cinayeti arasında kurgusal benzerlik görebiliyor musunuz?
Birbirine benziyorlar. Mumcu öldürüldüğünde "Mollalar İran"a, "Türkiye laiktir laik kalacak" sloganları atılıyordu, Danıştay olayında da hükümet ve İran suçlandı, katile de türban davası için yaptım dedirtip, dini içerikli slogan attırdılar.
Devlet size hiç sordu mu, elinde ne var, nelere ulaştın?...
Hayır, devlet bizi hep üvey evlat saydı. Türkiye'de partizanlık, kadroculuk çok baskın durumda. 43 yıl CHP'de üyelik yaptım, gördüğüm şu ki, burada sürekli operasyon yapılıyor. Uyanık olmak lazım. Uğur, "bu tür suikastlarla kargaşa çıkartmak ve ülkeyi iç savaya götürmek isterler, tepkilere çok dikkat etmek lazım" derdi. Ben de bunu bir vasiyet olarak aldım, mollalar İran'a, Türkiye laiktir laik kalacak, Kasımpaşa imamı, biz kaç kişiyiz gibi çıkışlara hep karşı çıktım. Çünkü hep gizli amaçları bu tür şeylerle örtülüyordu.
Uğur'un camiden ayakkabısı çalındı
Uğur Mumcu'nun İslam'a bakışı nasıldı?
Bence iyiydi. Bizim aileden kalma bir adetimiz vardı. Her Ramazan camide mevlit okuturduk, Uğur da hepsine gelir, o vaktin namazını kılar ve dua ederdi. Hatta bir defasında ayakkabısı çalındı.
İnançlı mıydı?
İnançlı olmasa camiden kaldırmazdık. Maltepe Camii'nde mukabele okuttum. Güldal'ı, Uğur'un mücadelesinden taviz veriliyor diye kışkırtmak istediler. Kimse bilmez ama Uğur pekçok caminin yapılmasına yardım etmiştir. Uğur'un hiçbir zaman dinsel değerlere saygısızlığı yoktu. Uğur'la bizim anlaşamadığımız ilk olay babamızın vefatından sonra kütüphanesindeki Abdulbaki Gölpınarlı'nın Kur'an tefsirini kimin alacağı konusu oldu, tefsir onda kaldı.
Nasıl bir evde büyüdünüz, Uğur'la birlikte?
Dedem Mehmet Akif'in arkadaşıydı. Onun dergahına gittiği için 90 gün hapis yatmış. Babam hafızdı, Saadetin Kaynak'la çok iyi arkadaşlardı, sık sık bize gelirlerdi. Ramazan'da bizde iftar yaparlardı. Ben de Uğur da iyi bir dini terbiye ve kültür aldık. Ramazanlarda birlikte Hacıbayram'a giderdik.
Büyük baskı altındayım
Ergenekon'a nasıl bakıyorsunuz?
Karışık… 99'dan sonraki eylemler diyor araya Mumcu'yu da koyuyor, Eşref Bitlis'i de. Bu tabloya göre ben Ergenekonculardan yana bir durumdayım ve hiçbir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı şimdi benim kadar ağır bir baskı altında değil. Bizimkilerin orada sanık olarak yer almasını iftira olarak nitelendiriyorum. Selçuk'un, Perinçek'in ne işi olabilir…
Başsavcının iddianamesine göre büyük faili meçhul cinayetlerde Ergenekon'un parmağı var. Perinçek'e yönelik suçlamalar da var.
Uğur ile Perinçek çok yakındılar, beraber okudular, beraber hapis yattılar. Uğur her zaman Perinçek'i savunan yazılar yazdı. Bizim Perinçek'e bir sempati sebebimiz de, her darbede o yurt dışındadır, gelir ve hapis yatar. Uğur'a yönelik bir tezgahın içinde asla olamaz.
İddialar sizde hiç mi kuşku oluşturmuyor?
Hurşit Tolon, Şener Eruygur, Veli Küçük, bu işleri yapmış, inanamıyorum… Eğer bunlar örgütse biz ADD'de Eruygur ile ters düştük, hiçbir İP'li delege ona oy vermedi, eğer örgüt olsaydılar Perinçek bize "oy verin" derdi.
Örgüt üyeleri içinde de ihtilaf olmaz mı?
Hayır orada yoktu, hatta beni de kendi listelerine almak istediler. Fakat bizim önerilerimiz onlara marjinal geliyordu. Bakın Ergekon sayesinde bir daha darbe olmaz deniyor, halbuki derin devlet yerinde duruyor ve birileri birilerini tasfiye ediyor. İki konuda Fehmi Koru'yu mahkemede tanık göstereceğiz; Birincisi Koru köşesinde; Beyaz Saray'daki Erdoğan-Bush görüşmesinde Bush'un Ergenekon operasyonunun genişletilmesini istediğini yazdı. İkincisi de, Veli Küçük'te olan Ergenekon belgesinde kimin yazdığı karalanmış, fotokopisi Perinçek'te de var. Perinçek nereden aldığını söylüyor. Fehmi Koru'da asıl isim bende diyor, demek ki onda da var bir tane.
ADD CHP'nin arka bahçesi oldu
Atatürkçü Düşünce Derneği Atatürk'ün anlaşılması için ne yaptı?
Üzülerek söyleyeyim kalıcı anlamda hiçbir şey yapılmadı. Salon toplantılarında, kongre-lerde grupların hamaseti var, başka bir şey yok.
Bugün ADD olmasa Atatürkçülük adına ne kaybedilir?
Hiçbir şey kaybedilmez. Yönetim kurullarına geliyorlar aradan siyasete atılıyorlar. Bakın Nur Serter yönetime girdi ve milletvekili yapıldı ya, başkaları da oraya gelirsek Baykal bizi de görür mesajını aldılar. Bence Serter'in milletvekili yapılması çok yanlıştı. ADD bir siyasi rant uğruna kullanıldı.
ADD, CHP'nin arka bahçesi mi oldu?
Öyle niyetler var. Onlar bize biz onlara ADD'yi arka bahçeniz yaptınız diyoruz. İlk yönetim kurulunda 25 kişiden üçü İP'liydi. Sonra ikiye düştük. "ADD partiler üstü kalacak diyorlar" ama durmadan Baykal'a aday oluyorlar. Muammer Aksoy'un ölümünden sonra bu dernek böyle gitti.
Sol dine dönük husumetini halletmeden bir çözüm siyaseti üretebilir mi?
Asla yapamaz. Halkın değerleriyle ters düşen halkın dostu olamaz. Halkımız İslam dinini sevmiştir, benimsemiştir ve yaymıştır. Bugün Türkler İslam'ın yüz akıdır. Biz bunu keşfettik ama ne CHP ne de ADD bu gerçeği göremedi.
CHP Atatürk'ü sansürledi
43 yıllık CHP'li iken neden parti mi, dernek mi olduğu belli olmayan, İP'ye geçtiniz?
İP, teşkilatları olan bir partidir.
CHP iktidar rüyası görebiliyor. İP'nin böyle bir rüyası da yok…
İP'yi fikir bazında önemsiyorum. Rant beklentileri de yok.
Bu şartlarda isteseler de olmaz ki…
Tercihimin asıl nedenini söyleyeyim. Herkes Atatürk'ü sansürlüyor ve kendi çıkarlarına hizmet eder hale getiriyor. Bunu İnönü de yaptı, CHP de yapıyor. İP Atatürk'ün eserlerini ilk defa sansürsüz olarak yayınladı. CHP topluma Atatürk'ü hiç anlatmadı, ama hep onun arkasına sığındı.
Mumcu soyadını taşımak zor mu?
Çok zor.
Güldal Mumcu onu CHP'de taşıyor.
CHP iktidar olursa cinayetlerin üzerine gidebilir diye bir beklentiyle orada duruyor olabilir. Ben CHP'nin bu siyasetle adam olacağına inanmıyorum.
MEHMET GÜNDEM - YENİŞAFAK
Suikast aydınlanıyor ama o inanamıyor!
Uğur Mumcu'nun namaz kıldığı da oldu. Uğur'un camiden ayakkabısı çalındı. Herkes Atatürk'ü sansürlüyor ve kendi çıkarlarına hizmet eder hale getiriyor.
İP Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu; "Uğur Mumcu suikastı ne Türkiye'nin ne de benim gündemimden hiç düşmedi. Bu acıyı her gün ve taze yaşamak çok zor. Ailecek hayatımız kaydı. Tetikçiler bulunsa da karar vericilere ulaşılmadığı müddetçe cinayet çözüldü sayılmaz. Üzerimde ağır bir baskı var. Ergenekon'da ilginç iddialar dile getiriliyor. Belki de savcı bir de buralara bakın diyor ama aklım almıyor.."
Büyük oyun…
İnsan çoğu zaman içinde yaşadığı ânı, olup biteni anlamakta, yorumlamakta, yeniden düşünmekte, olup bitene sahici soru sormakta güçlük çekiyor. Aidiyetler ve duygusallıklar, en olmazları olur, en olur şeyleri de olmaz gösterebiliyor. Belki de gerçek bu kadar karmaşık değil. Karmaşık olan bizim bakışımızdır. Bu karmaşıklık bizi gerçekten seveni de, katilimizi de görmemize engel olabiliyor.
Katil belki aramızda, belki de çok uzağımızda. Belki Ergenekon'un içinde, belki de tam dışında. Kafalarımız karışık, duygularımız gelgit yaşıyor. Filmlerde katil hep en yakınızda ve her şeyimizi bilen kişidir.
Son yıllarda yaşadıklarımız da bir film olmasın? Çünkü bu ülkede henüz kitleler kendi hayatlarını kurabilmiş değiller. Galiba bireyler de öyle… Büyük oyun, ölümler üzerinden besleniyor.
"Uğur Mumcu'nu katili hepimizin düşmanıdır" diyebildiğimiz zaman oyun biter…
Muammer Aksoy'un avukatıydınız, Bahriye Üçok'un dostu, Mumcu'nun kardeşiydiniz. Kışlalı okul arkadaşınız, Hablemitoğlu ise dostunuz ve komşunuz. Katledildiler ve Türkiye bu cinayetlerle sarsıldı. Sizi nasıl etkiledi bu kayıplar?
İnsanın hayatını perişan ediyor. Sadece Uğur'un ölümü bile farklı. İnsan şokları, travmaları yaşar ama Allah insanı öyle yaratmış ki, bir unutma süreci var. Acı normalleşir, hayat devam eder. Uğur'un ölümünde böyle olmadı. O hiç gündemden düşmedi. Benim yaşamımda Mumcu suikastı dün olmuş gibi hep taze.
Sadece Mumcu değil, Aksoy, Üçok, Kışlalı cinayetleriyle de ilgileniyorsunuz. Büyük fotoğrafı nasıl görüyorsunuz?
Tabiî ki bu cinayetler çok planlı yapılmış.
Umut operasyonunda tutuklanıp suikastlardan sorumlu görülen ve cezaevinde infazı süren üç kişi var. "İslamcı terör" söylemi sizi tatmin etti mi?
Hayır. Bu davadaki sanıklar Uğur'u tanımıyorlar, yani kişisel bir husumetleri yok. Aksoy ve Kışlalı da öyle... Fakat bu kişileri tetikçi olarak kullanmışlar. Karar vericiye ulaşılmadığı müddetçe bu cinayetler aydınlatılmış olamazlar.
UĞUR SON BİR YILDA İRAN'I HİÇ YAZMADI
Siz karar vericilere ulaştınız mı?
Bütün bu cinayetlerde Amerika ve İsrail aracılığı ile bir yol izlendiği kanısındayım.
Nereden bu kanıya vardınız?
Uğur'un son bir yıllık yazılarını ayrıntılı inceledim. Yüzde 64'ü ABD'nin Körfez Savaşı'na şiddetle karşı olduğu yazılardı. İsrail'in bölge ile ilgilenmesine dikkat çekiyordu. Son yıl içinde İran, türban ve laiklikle ilgili yazısı da hiç yok.
Ergenekon iddianamesinde Mumcu'nun bölgeye gönderilen yüz bin silahın peşine düştüğü için öldürüldüğü söyleniyor.
Astsubay Hüseyin Oğuz, Hüseyin Kıvrık isimli albayın Uğur'a böyle bir dosya verdiği iddiasında bulundu. Uğur'un dosyanın içeriğini doğrulamak için üst düzey Genelkurmay kademesiyle görüşmesinin hata olduğunu söyledi.
Kim vardı o dönem Genelkurmay'ın üst kademesinde?
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'ti, Genel Sekreteri Büyükanıt'tı, Ahmet Çörekçi etkindi, Hurşit Tolon Kurmay Başkanı'ydı ve Güreş'in yaveriydi. Bu işin üzerine ciddiyetle gidilecekse bence bu isimlerin ifadelerine başvurulmalı. Hatta dönemin MİT Müsteşarı Köksal Sönmez'in de.
Silah iddiasının üzerine gittiniz mi?
Genelkurmay'a hem biz hem de Meclis Araştırma Komisyonu yazı yazdı. Yok böyle bir şey diye cevap geldi. Şimdi bu senaryoya Perinçek'i eklediler. Genelkurmay'a sorduk yine aslı yok dediler.
Bu cevaba inanmaya temayülünüz varmış…
Perinçek'in de avukatıyım, iddia ortaya çıkınca Genelkurmay'a tekrar sordum; hayır, Makine Kimya'dan silah almadık, Barzani ve Talabani'ye de götürmedik ve dolayısıyla Perihçek'i de bu konuda kullanmadık diyorlar. Böyle bir şey olmuşsa bile Perinçek'i kullanacaklarını ihtimal vermiyorum, çünkü Perinçek'in o günkü konumu buna hiç de müsait değil, akredite bile değil.
İSRAİL BÜYÜKELÇİSİ RANDEVU VERMEDİ
Siz Mumcu ve diğer suikastları dış kaynaklı değerlendiriyorsunuz?
Güçlü şekilde İsrail bağlantısı görüyorum. İsrail, Barzani ve Talabani'ye Körfez Savaşı'nda 50 milyon dolar vermiş. Bunu sadece Uğur yazdı. İsrail Büyükelçiliği ısrarla Uğur'u davet etmiş ve görüşmeden birkaç sonra öldürülmüştü.
Ne konuşmuşlar?
Sorma fırsatım olmadı. İsrail Büyükelçiliği'nden randevu istedim vermediler. ABD karar verir, İsrail taşeronluğunu üstlenir ve işi İslamcı görünümlü bir örgüte yaptırır. Bence Danıştay saldırısı da öyle.
Bu suikastlar neden çözülemiyor?
Bu konuda devletin de zaafı var ama asıl olarak cinayetlere Türkler karar vermiş olsaydı mutlaka çözülürdü.
Mumcu cinayeti tıpkı Dink cinayeti gibi göstere göstere mi geldi?
Bence öyle oldu. Son 25 yıl boyunca herkes ona "aman kendine dikkat et" diyordu. Son zamanlarda "sana İslamcı görünümlü bir suikast yapılacak" diyenler artmıştı.
BİZ DEVLETİN ÜVEY EVLADIYIZ
Danıştay'ı önceden bildiğinizi söylediniz.
Evet, o mahfillerde konuşulmuş. 14. dereceden mason biri haber verdi. Saldırı olacak demedi ama ima etti. Seni de öldürecekler ve sonra da 'Ya Allah Bismillah Allahuekber' diyecekler. Kutuplaşmalar hedefleniyor, Mossad 'ABD kötüdür de, İran da kötüdür'ü organize ediyor dedi. İki gün sonra Danıştay olayı gerçekleşti.
Kimdi o kişi?
Adının yazılmayacağına söz verdim, size söylerim ama yazılmamak şartıyla... Neyse Yeniçağ'a, Ulusal Kanal'a ve Cumhuriyet'e haber verdim ama saldırıdan önce ilgilenmediler.
Bu önemli iddiayı Cumhuriyet neden yayınlamadı?
Taşrada yayınladıklarını söylüyorlar ama görmedim. Komplo deyip ciddiye almamışlardır.
Sizi tanımıyorlar mı, onlara göre bu konularda boş konuşan birisi misiniz ki?
Hayır İbrahim Yıldız o işe değer vermemiştir. Gazetelerin Ankara muhabirlerini çok seviyorum ama İstanbul başka bir alem. Mustafa Kemal'in dediği gibi İstanbul'un çürümüş ve ahlaksız muhitinde hiçbir şey yapamazsın…
Bu bilgi niye size geldi?
Bilmiyorum, MİT Müsteşarı Emre Taner benim sınıf arkadaşımdı. Emre'nin selamı var dedi. MİT'ten mi bilmiyorum, bana mason kimliğini gösterdi.
Danıştay saldırısı ile Mumcu cinayeti arasında kurgusal benzerlik görebiliyor musunuz?
Birbirine benziyorlar. Mumcu öldürüldüğünde "Mollalar İran"a, "Türkiye laiktir laik kalacak" sloganları atılıyordu, Danıştay olayında da hükümet ve İran suçlandı, katile de türban davası için yaptım dedirtip, dini içerikli slogan attırdılar.
Devlet size hiç sordu mu, elinde ne var, nelere ulaştın?...
Hayır, devlet bizi hep üvey evlat saydı. Türkiye'de partizanlık, kadroculuk çok baskın durumda. 43 yıl CHP'de üyelik yaptım, gördüğüm şu ki, burada sürekli operasyon yapılıyor. Uyanık olmak lazım. Uğur, "bu tür suikastlarla kargaşa çıkartmak ve ülkeyi iç savaya götürmek isterler, tepkilere çok dikkat etmek lazım" derdi. Ben de bunu bir vasiyet olarak aldım, mollalar İran'a, Türkiye laiktir laik kalacak, Kasımpaşa imamı, biz kaç kişiyiz gibi çıkışlara hep karşı çıktım. Çünkü hep gizli amaçları bu tür şeylerle örtülüyordu.
Uğur'un camiden ayakkabısı çalındı
Uğur Mumcu'nun İslam'a bakışı nasıldı?
Bence iyiydi. Bizim aileden kalma bir adetimiz vardı. Her Ramazan camide mevlit okuturduk, Uğur da hepsine gelir, o vaktin namazını kılar ve dua ederdi. Hatta bir defasında ayakkabısı çalındı.
İnançlı mıydı?
İnançlı olmasa camiden kaldırmazdık. Maltepe Camii'nde mukabele okuttum. Güldal'ı, Uğur'un mücadelesinden taviz veriliyor diye kışkırtmak istediler. Kimse bilmez ama Uğur pekçok caminin yapılmasına yardım etmiştir. Uğur'un hiçbir zaman dinsel değerlere saygısızlığı yoktu. Uğur'la bizim anlaşamadığımız ilk olay babamızın vefatından sonra kütüphanesindeki Abdulbaki Gölpınarlı'nın Kur'an tefsirini kimin alacağı konusu oldu, tefsir onda kaldı.
Nasıl bir evde büyüdünüz, Uğur'la birlikte?
Dedem Mehmet Akif'in arkadaşıydı. Onun dergahına gittiği için 90 gün hapis yatmış. Babam hafızdı, Saadetin Kaynak'la çok iyi arkadaşlardı, sık sık bize gelirlerdi. Ramazan'da bizde iftar yaparlardı. Ben de Uğur da iyi bir dini terbiye ve kültür aldık. Ramazanlarda birlikte Hacıbayram'a giderdik.
Büyük baskı altındayım
Ergenekon'a nasıl bakıyorsunuz?
Karışık… 99'dan sonraki eylemler diyor araya Mumcu'yu da koyuyor, Eşref Bitlis'i de. Bu tabloya göre ben Ergenekonculardan yana bir durumdayım ve hiçbir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı şimdi benim kadar ağır bir baskı altında değil. Bizimkilerin orada sanık olarak yer almasını iftira olarak nitelendiriyorum. Selçuk'un, Perinçek'in ne işi olabilir…
Başsavcının iddianamesine göre büyük faili meçhul cinayetlerde Ergenekon'un parmağı var. Perinçek'e yönelik suçlamalar da var.
Uğur ile Perinçek çok yakındılar, beraber okudular, beraber hapis yattılar. Uğur her zaman Perinçek'i savunan yazılar yazdı. Bizim Perinçek'e bir sempati sebebimiz de, her darbede o yurt dışındadır, gelir ve hapis yatar. Uğur'a yönelik bir tezgahın içinde asla olamaz.
İddialar sizde hiç mi kuşku oluşturmuyor?
Hurşit Tolon, Şener Eruygur, Veli Küçük, bu işleri yapmış, inanamıyorum… Eğer bunlar örgütse biz ADD'de Eruygur ile ters düştük, hiçbir İP'li delege ona oy vermedi, eğer örgüt olsaydılar Perinçek bize "oy verin" derdi.
Örgüt üyeleri içinde de ihtilaf olmaz mı?
Hayır orada yoktu, hatta beni de kendi listelerine almak istediler. Fakat bizim önerilerimiz onlara marjinal geliyordu. Bakın Ergekon sayesinde bir daha darbe olmaz deniyor, halbuki derin devlet yerinde duruyor ve birileri birilerini tasfiye ediyor. İki konuda Fehmi Koru'yu mahkemede tanık göstereceğiz; Birincisi Koru köşesinde; Beyaz Saray'daki Erdoğan-Bush görüşmesinde Bush'un Ergenekon operasyonunun genişletilmesini istediğini yazdı. İkincisi de, Veli Küçük'te olan Ergenekon belgesinde kimin yazdığı karalanmış, fotokopisi Perinçek'te de var. Perinçek nereden aldığını söylüyor. Fehmi Koru'da asıl isim bende diyor, demek ki onda da var bir tane.
ADD CHP'nin arka bahçesi oldu
Atatürkçü Düşünce Derneği Atatürk'ün anlaşılması için ne yaptı?
Üzülerek söyleyeyim kalıcı anlamda hiçbir şey yapılmadı. Salon toplantılarında, kongre-lerde grupların hamaseti var, başka bir şey yok.
Bugün ADD olmasa Atatürkçülük adına ne kaybedilir?
Hiçbir şey kaybedilmez. Yönetim kurullarına geliyorlar aradan siyasete atılıyorlar. Bakın Nur Serter yönetime girdi ve milletvekili yapıldı ya, başkaları da oraya gelirsek Baykal bizi de görür mesajını aldılar. Bence Serter'in milletvekili yapılması çok yanlıştı. ADD bir siyasi rant uğruna kullanıldı.
ADD, CHP'nin arka bahçesi mi oldu?
Öyle niyetler var. Onlar bize biz onlara ADD'yi arka bahçeniz yaptınız diyoruz. İlk yönetim kurulunda 25 kişiden üçü İP'liydi. Sonra ikiye düştük. "ADD partiler üstü kalacak diyorlar" ama durmadan Baykal'a aday oluyorlar. Muammer Aksoy'un ölümünden sonra bu dernek böyle gitti.
Sol dine dönük husumetini halletmeden bir çözüm siyaseti üretebilir mi?
Asla yapamaz. Halkın değerleriyle ters düşen halkın dostu olamaz. Halkımız İslam dinini sevmiştir, benimsemiştir ve yaymıştır. Bugün Türkler İslam'ın yüz akıdır. Biz bunu keşfettik ama ne CHP ne de ADD bu gerçeği göremedi.
CHP Atatürk'ü sansürledi
43 yıllık CHP'li iken neden parti mi, dernek mi olduğu belli olmayan, İP'ye geçtiniz?
İP, teşkilatları olan bir partidir.
CHP iktidar rüyası görebiliyor. İP'nin böyle bir rüyası da yok…
İP'yi fikir bazında önemsiyorum. Rant beklentileri de yok.
Bu şartlarda isteseler de olmaz ki…
Tercihimin asıl nedenini söyleyeyim. Herkes Atatürk'ü sansürlüyor ve kendi çıkarlarına hizmet eder hale getiriyor. Bunu İnönü de yaptı, CHP de yapıyor. İP Atatürk'ün eserlerini ilk defa sansürsüz olarak yayınladı. CHP topluma Atatürk'ü hiç anlatmadı, ama hep onun arkasına sığındı.
Mumcu soyadını taşımak zor mu?
Çok zor.
Güldal Mumcu onu CHP'de taşıyor.
CHP iktidar olursa cinayetlerin üzerine gidebilir diye bir beklentiyle orada duruyor olabilir. Ben CHP'nin bu siyasetle adam olacağına inanmıyorum.
MEHMET GÜNDEM - YENİŞAFAK
10 Ağustos 2008 Pazar
YASAK 12 SAYFANIN TAŞIDIKLARI
Susurluk Raporu’nun “Devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle gizlenen bölümleri ortaya çıktı. Susurluk raporunun sansürlü 12 sayfalık bölümü Ergenekon iddianamesi eklerinde yer aldı. Raporda Azerbaycan’da darbe hazırlamaktan devletin işlediği cinayetlere kadar pekçok yasadışı eylemde bürokrat, polis, asker, itirafçı ortaklığı belgelendi. Rapordan: “Behcet Cantürk’ü polis öldürdü, pekçok Kürt asıllı kişi infaz edildi, cezalandırılmaları doğruydu. Ama bazı cinayetlerin etkisi yanlış hesaplandı...” “Abdullah Çatlı’yı ASALA’ya karşı Kenan Evren’in izni ile MİT adına Hiram Abas görevlendirdi, dönüşte Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından korundu.” “Veli Küçük’le birlikte JİTEM itirafçıları kullandı, grup komutanı yaptı. Üstten gelen emirle infazlar yapıldı. Bunlar daha sonra şahsi cinayetler işledi”
Ergenekon iddianamesinin eklerinde bulunan belgeler Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan pek çok karanlık olayın ayrıntılarını gün ışığına çıkarıyor. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın talimatıyla Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayımlanmayan 12 sayfalık bölümü de iddianamede yer alıyor.
Rapor 22 Ocak 1997’de Mesut Yılmaz’a sunulmuş ve Yılmaz’ın da katıldığı bir televizyon programında halka açıklanmıştı. Toplam 124 sayfa olan raporun 68, 69, 70, 71, 75, 77, 78, 79, 80, 99, 103 ve 104’üncü sayfaları “devlet sırrı olduğu nedeniyle açıklanmamıştır” gerekçesiyle sansüre uğramıştı.
Söz konusu sayfalarda Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılması olayı ve Yaprak ve Hidayet aileleri arasındaki uyuşturucu bağlantıları, Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e yönelik darbe planları, Behcet Cantürk hakkında istihbari bilgiler, Hiram Abbas tarafından görevlendirilen Abdullah Çatlı önderliğindeki grubun, dönemin cumhurbaşkanlığı bünyesinde yürütülen operasyon dahilinde yurt dışındaki Ermenilere yönelik saldırıları, Şekerbank menşeli bürokratlar hakkında bir şema ve Özel Harp Daire’si üzerine hazırlanmış bir rapor bulunmakta.
Devlet sırrı olduğu gerekçesiyle bugüne değin saklı kalan söz konusu 12 sayfayı okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.
68-69. SAYFA
YAPRAK BÖYLE KAÇIRILDI • Susurluk raporunun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle gizli tutulan 68 ve 69. sayfalarında Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılma olayıyla ilgili önemli bilgiler yer alıyor. Rapora göre Ömer Lütfi Topal ve Gaziantep’te kaçırılan Mehmet Ali Yaprak olayı arasında bağlantı var. M. A. Yaprak’ın çok güçlü bir çete reisi olduğu, seçimlerden evvel Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin’e para verdiği, bunun üzerine Abdullah Çatlı’nın aralarında Ercan ve Ayhan isimli polis memurlarının da bulunduğu bir ekibe Yaprak’ı kaçırttığı ve serbest bırakma karşılığında 10 milyon mark alındığı yazılıyor. Kaçırma olayı ile ilgili soruşturmanın üst düzey bir devlet görevlisi tarafından örtbas edildiğinin de iddia edildiği raporda, Topal ve Yaprak’ın Sedat Bucak’ın kontrolündeki bölgeye kaçırılmasının dikkat çekici olduğu belirtiliyor. Yaprak ve Hidayet ailelerinin yönetim ve faaliyet şemasının da bulunduğu sayfalarda, her iki ailenin uyuşturucu üretim ve dağıtım faaliyetleri, PKK’ya maddi yardım ve yurt dışındaki örgütlerle bağlantılardaki kesişim noktalarına dikkat çekiliyor. 69. sayfada, sistemin MİT ve Emniyet’teki bilgilere rağmen devam ettiği ve Yaprak’ın serbest bırakılması karşılığında Hidayet Turizm’den alınan paranın bir kısmının gizlenmesi nedeniyle İstanbul ve Ankara gruplarının arasının açıldığı şu şekilde anlatılıyor: Sistem; MİT’teki ve Emniyetteki bilgilere rağmen çalışmaya devam etmektedir. Kaçakçıların Devletten güçlü olamayacağı gerçeği karşısında, Devletin elinin kolunun nasıl bağlandığı araştırılmalı, soruşturulmalıdır. Mehmet Ali YAPRAK olayının Ankara ve İstanbul guruplarının arasının açılmasında bir dönüm noktası olduğu iddiasına yer verilmişti. Bu anlaşmazlık 1996 yılında gurupların birbirinden uzaklaşmasına yol açmış veya yeni gelişmeler gurupların eski kordineli çalışmalarını zaten ortadan kaldırmıştır. Doksan altı yılı ÇATLI’nın üzerindeki koruyucu örtünün incelmeye başladığı, OHAL Bölgesindeki başıboşluğun da kontrole alınmaya çalışıldığı, keza Ömer Lütfü TOPAL’ın tedirginliğinin arttığı bir dönemdir. Mehmet AĞAR’ın Milletvekili seçilmesi, daha aylar öncesinde bu hususun biliniyor olması, ne kadar nüfuz sahibi olursa olsun Vatan-Millet için yapılan işlerin koordinasyonunun zedelenmesine yol açmıştır. Topal’ın öldürüldüğü dönem de işte bu oluşuma rastlamıştır.
70-71. SAYFA
AZERBAYCAN’DA DARBE • Emniyet Genel Müdürlüğü yurtdışına açılırken, MİT eski elemanı olup, Türkiye’ye dönen Abdullah ÇATLI’yı ele almış ve dış operasyonlar için istihdam etmiştir...
MİT’in Azerbaycan’daki Darbe Girişimi başlıklı not’u uzun olduğu için Ek: (8) olarak sunulmuştur.
Bu not’un tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe; “Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz GOKDEMİR’in zımni desteği sağlanarak, Acar OKAN, Kamil YÜCEOKAL’ın Türkiye’den katkısı ile Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Hüseyinov ve Omon birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey’in iştirakiyle yapılacak ihtilâl, Azerbaycan’daki Türk görevlilerinden MİT Bakü temsilcisi Ertuğrul GÜVEN’in, TİKA görevlisi Ferman DEMİRKOL’un ve Din Hizmetleri Müşaviri Abdülkadir SEZGİN’in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur. MİT ise 10 Mart 1995 de gelişmeleri haber almış, Sn. Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar ALİYEV’i ikaz etmiştir...”
Ferman Demirkol’un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sn.Müsteşar adı geçenin MİT elemanı olduğunu teyit etmiştir...
Özel harekât mensuplarının Azerbaycan’ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini... yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturulduğunu, Demirkol’un da Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin vehametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup sözde Aliyev’i ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise ALİYEV’in her şeyin farkında olduğunu, CEVADOV’un çok yakındakilerin KGB’nin eski mensupları ve ALİYEV’in adamı olduğu, olayların ALİYEV’in bilgisi ve izni ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MİT ve Türkiye açısından acı bir “komedi” biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sn. Sönmez Köksal sadece “komedi” itirazında bulunmuştur.
Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. Bakü’deki politikayı Dışişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MİT’in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. Başbakanlık Müsteşarı’nın Bakü’ye yollanması olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü göstermektedir.
75-77-78. SAYFA
İNFAZIN ADI “GRUP ÇALIŞMASI” • Kim olduğu ve ne yaptığı aşikar olmasına rağmen devlet, Behcet Cantürk’le başedememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede “Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havava uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir.
Cantürk’ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup olmadığı tartışmasına girilmemiştir: Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Sistem nasıl çalışmalı sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır? “Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz” itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez.
Hafız Akdemir... Yahya Orhan... Mecit AKGÜN... Burhan KARADENİZ... Halit GÜNGEN... İzzet KESER... Cengiz ALTUN... Çetin ABABAY... Bunların tamamı OHAL Bölgesinde falili meçhul cinayetler sonucu ölmüşlerdir.
İtirafçılardan ve haraç paylaşımındaki silahlı eyleminden mahkum İbrahim BABAT’ın ifadesinin bir bölümü örnek ve ibretle okunmaya değer bir belge olarak yorumsuz aşağıda sunulmaktadır:
“1990 yılında... Asayiş bölge komutanlığına HİKMET KÖKSAL paşa... JİTEM’in başına da Veli KÜÇÜK paşa getirilmişti (o zaman albaydı)...Yakalanıp serbest bırakılan bazı itirafçı asker kimliğiyle JİTEM grup komutanlığına alınmışlardı... JİTEM’de bu itirafçıların sevk ve idareleri için bana görev çağırısı yapıldı, önce kabul etmedim daha sonra Hikmet Köksal Paşa araya girince bazı kaygılarım olmasına rağmen paşaya güvenerek Diyarbakır’a gittim... Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen-herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu insanları yakalayıp... faili meçhul bir şekilde öldürmeyi yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu bu tarzda talimat alıyorduk... eski itirafçılardan Ali OZANSOY, Hüseyin TİLKİ, Abdulkadir AYGAN, Hayrettin TOKA, Recep TİPİZ, Adil TİMURTAŞ ve eski tikkocu Fatih adındaki kişiler vardı. Antalyada örgüt tarafından öldürülen Kuman kod (Salahattin GÖRGÜLÜ) grubumuzun istihbaratçısıydı: Örgütle ilişkilidir tarzında getirdiği kişilerin hepsini infaz ettik. Bismil’de benzinci Talat’ı, Diyarbakır-Bismil yol kavşağında bir vatandaşı, Batman’da iki kişiyi, Hazro’da bir vatandaşı infaz ettik. Bu çalışma 5 ay sürdü. Salahattin GÖRGÜLÜ’nün istihbaratı doğrultusunda bir şahsı Celil kod Aytekin ÖZEL binbaşıyla Abdulkadir AYGAN birlikte infaz ettiler.”
79-80. SAYFA
ÇATLI’YA GÖREV BÖYLE VERİLDİ • MİT’in ÇATLI hakkındaki bir buçuk sayfalık yazısı aynen takdim edilmektedir: “ASALA’ya yönelik uygulamaya konulan çalışmalar çerçevesinde 22 EKİM 1983 tarihinde Fransa/Paris’te temasa geçilmiştir. Kabul etmesi üzerine göreve sevk edilmiştir. Ermeni hedeflere yönelik olarak planlanan;
• 05 (06) ARALIK 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna ikinci bombanın konulması,
• 17 MART 1984 - Fransa/Marsilya, Ermeni Gençlik Örgütü binasının bombalanması,
• 01 MAYIS 1984 - Fransa/Paris, Henri PAPAZYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı),
• 04 MAYIS 1984 - Fransa/Alfortville Ermeni Anıtı, Ermeni Anıtı, Ermeni Gençlik Örgütü binası, spor salonu, karakol ile itfaiye aracının bombalanması,
• 24 HAZİRAN 1984 - Fransa/Paris, Ermeni Gençlik Yurdu’nun bombalanması, eylemlerini bir ekip olarak çalıştığı şahıslarla beraber gerçekleştirmiştir.
• 24 EKİM 1984 - tarihinde Fransa/Paris’te uyuşturucu ticareti nedeniyle yakalanarak tutuklanmasından dolayı tarafımızla irtibatı kesilmiştir... Söz konusu eylemler Abdullah ÇATLI ve grubunun yanı sıra bu grupla herhangi bir organik bağı bulunmayan çeşitli gruplarla gerçekleştirilmiştir.
• EYLEM LİSTESİ:
1 • 14 KASIM 1982 - Hollanda/Utrecht, Nubar YALIMYAN’ın öldürülmesi.
2 • 22 MART 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı).
3 • 03 TEMMUZ 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın babasının emlak dükkanına bomba konulması (bomba patlamadı), Ermeni Kitabevi’nin bombalanması.
4 • 07 TEMMUZ 1983 - Hollanda /Hengelo Suriz, Ermeni Kahvesi’nin taranması.
5 • 08 TEMMUZ 1983 - Hollanda Enschede, Ermeni Gençlik Örgütü lojmanlarının kundaklanması.
6 • 27 TEMMUZ 1983 - Fransa/Alfortville, Ermeni Kültürevi ve ASALA’nın basın bürosunun bombalanması.
7 • 28 TEMMUZ 1983 - Fransa/Paris, Ermeni Kültürevi, Radyœvi ve basın bürosunun bombalanması.
8 • 06 ARALIK 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna ikinci bombanın konulması.
9 • 17 MART 1984 - Fransa/Marsilya, Ermeni Gençlik örgütü binasının bombalanması.
10 • 01 MAYIS 1984 - Fransa/Paris, Henry PAPAZYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı).
98-99. SAYFA
HEPSİ BANKA BANKA GEZDİ • Şekerbank menşeili bir grup bürokrat 1992 ve sonrasında kamu bankalarında yönetici olarak çalışmışlardır. Bu grup 1992-1996 döneminde bir aile Holdinginde görülebilecek bir şekilde Bankadan bankaya dolaştırılmışlardır.
103-104. SAYFA
JİTEM KATİLLERİ İSTİHDAM ETTİ • Hulusi Sayın Paşa’nın Kurmaybaşkanlığı döneminde JİTEM geliştirilmiştir. PKK’nın 80’li yıllarda yarattığı silahlı mücadele ortamı Jandarma İstihbaratının kaynağı olmuştur... JİTEM’e alınan itirafçılar ve mahalli unsurlar zaman içinde başıboş ve serbest kalınca, başlı başına bir büyük problemin kaynağını oluşturmuşlardır... İstihbaratta çalışanlar da askeri hiyerarşinin dışında kalmışlardır. Binbaşı Cem ERSEVER, daha yüksek rütbelilerin bulunduğu bir ortamda müstakilen hareket edebilmiştir... Alaattin KANAT bu guruptan tanınmış bir itirafçıdır. En meşhuru ise zalimliği ve öldürdüğü insan sayısının fazlalığı ile tanınan Mahmut YILDIRIM-YEŞİL’dir. YEŞİL Şafii Kürttür. Bu grup, Alevi Kürtleri en büyük hasım olarak görür ve kabul eder. Bu hava YEŞİL’i Alevi Kürtlere karşı sadece menfaat, haraç vs. kaygılarıyla değil dini motif etkisinde aşırılıklara yöneltmiştir.
Jandarma İstihbaratı’nda çalışan personel, subay ve astsubaylar Güneydoğu’dan dönmelerinden sonra görevlendirildikleri batı bölgelerinde eski elemanlarla guruplaşmak, emekli olduktan sonra da ilişkileri sürdürme alışkanlığı içinde olmuşlardır. (17)
Dikkati çeken husus, Güneydoğu’da savaşan değil özellikle istihbarat yapan unsurların, öğrendiklerini daha sonraki yıllarda ve yaşantılarında kullanıyor olmalarıdır. (18)
17 • Bodrum Gümbet’te Sun Clup Hotel’in sahibi Ahmet Nedim BAŞMISIRLI ile arkadaşı Vasfı Ahmet KÖSEOĞLU arasındaki ihtilaf, Jandarma Subay ve Astsubayları ile itirafçı ve mafya arasında çözümlenmiş, alınan çekler tahsil edilmiştir. Çıkan ihtilafta itirafçı İbrahim BABAT arkadaşlarını vurmuştur. İbrahim BABAT Başbakanlık Teftiş Kurulu’na başvurmuş ve 7 yıl ile kurtulacağının kendisine garanti edildiğini, ancak 17 yıla mahkum olunca konuşmaya karar verdiğini anlatmıştır.
18 • Alaattin KANAT Polise verdiği ifadede (26.08.1994) “Geçmiş yaşantımdan tanıdığım ve kendilerinin eroin kaçakçılığı işlerine bulaştıklarını bildiğim Abdülkadir AKBIYIK ve Senar ER isimli Güneydoğu kökenli kişilerden onları korkutarak para sızdırmayı düşündüm. Eroin kaçakçısı olarak tanınan ünlü kişilerden (öldürülen) Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN gibi kişilerin de isimlerini vererek korkutabileceğimi düşünerek teşebbüse geçtim.” “Müştekiye ettiğim telefonlarda başka isim kullanmam ve kendimi kontrgerilla olarak tanıtmam tamamen onları korkutabilmeye matuftur” demiştir.
Yorumlar
Ergenekon iddianamesinin eklerinde bulunan belgeler Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan pek çok karanlık olayın ayrıntılarını gün ışığına çıkarıyor. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın talimatıyla Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’nun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayımlanmayan 12 sayfalık bölümü de iddianamede yer alıyor.
Rapor 22 Ocak 1997’de Mesut Yılmaz’a sunulmuş ve Yılmaz’ın da katıldığı bir televizyon programında halka açıklanmıştı. Toplam 124 sayfa olan raporun 68, 69, 70, 71, 75, 77, 78, 79, 80, 99, 103 ve 104’üncü sayfaları “devlet sırrı olduğu nedeniyle açıklanmamıştır” gerekçesiyle sansüre uğramıştı.
Söz konusu sayfalarda Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılması olayı ve Yaprak ve Hidayet aileleri arasındaki uyuşturucu bağlantıları, Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e yönelik darbe planları, Behcet Cantürk hakkında istihbari bilgiler, Hiram Abbas tarafından görevlendirilen Abdullah Çatlı önderliğindeki grubun, dönemin cumhurbaşkanlığı bünyesinde yürütülen operasyon dahilinde yurt dışındaki Ermenilere yönelik saldırıları, Şekerbank menşeli bürokratlar hakkında bir şema ve Özel Harp Daire’si üzerine hazırlanmış bir rapor bulunmakta.
Devlet sırrı olduğu gerekçesiyle bugüne değin saklı kalan söz konusu 12 sayfayı okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.
68-69. SAYFA
YAPRAK BÖYLE KAÇIRILDI • Susurluk raporunun devlet sırrı olduğu gerekçesiyle gizli tutulan 68 ve 69. sayfalarında Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılma olayıyla ilgili önemli bilgiler yer alıyor. Rapora göre Ömer Lütfi Topal ve Gaziantep’te kaçırılan Mehmet Ali Yaprak olayı arasında bağlantı var. M. A. Yaprak’ın çok güçlü bir çete reisi olduğu, seçimlerden evvel Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin’e para verdiği, bunun üzerine Abdullah Çatlı’nın aralarında Ercan ve Ayhan isimli polis memurlarının da bulunduğu bir ekibe Yaprak’ı kaçırttığı ve serbest bırakma karşılığında 10 milyon mark alındığı yazılıyor. Kaçırma olayı ile ilgili soruşturmanın üst düzey bir devlet görevlisi tarafından örtbas edildiğinin de iddia edildiği raporda, Topal ve Yaprak’ın Sedat Bucak’ın kontrolündeki bölgeye kaçırılmasının dikkat çekici olduğu belirtiliyor. Yaprak ve Hidayet ailelerinin yönetim ve faaliyet şemasının da bulunduğu sayfalarda, her iki ailenin uyuşturucu üretim ve dağıtım faaliyetleri, PKK’ya maddi yardım ve yurt dışındaki örgütlerle bağlantılardaki kesişim noktalarına dikkat çekiliyor. 69. sayfada, sistemin MİT ve Emniyet’teki bilgilere rağmen devam ettiği ve Yaprak’ın serbest bırakılması karşılığında Hidayet Turizm’den alınan paranın bir kısmının gizlenmesi nedeniyle İstanbul ve Ankara gruplarının arasının açıldığı şu şekilde anlatılıyor: Sistem; MİT’teki ve Emniyetteki bilgilere rağmen çalışmaya devam etmektedir. Kaçakçıların Devletten güçlü olamayacağı gerçeği karşısında, Devletin elinin kolunun nasıl bağlandığı araştırılmalı, soruşturulmalıdır. Mehmet Ali YAPRAK olayının Ankara ve İstanbul guruplarının arasının açılmasında bir dönüm noktası olduğu iddiasına yer verilmişti. Bu anlaşmazlık 1996 yılında gurupların birbirinden uzaklaşmasına yol açmış veya yeni gelişmeler gurupların eski kordineli çalışmalarını zaten ortadan kaldırmıştır. Doksan altı yılı ÇATLI’nın üzerindeki koruyucu örtünün incelmeye başladığı, OHAL Bölgesindeki başıboşluğun da kontrole alınmaya çalışıldığı, keza Ömer Lütfü TOPAL’ın tedirginliğinin arttığı bir dönemdir. Mehmet AĞAR’ın Milletvekili seçilmesi, daha aylar öncesinde bu hususun biliniyor olması, ne kadar nüfuz sahibi olursa olsun Vatan-Millet için yapılan işlerin koordinasyonunun zedelenmesine yol açmıştır. Topal’ın öldürüldüğü dönem de işte bu oluşuma rastlamıştır.
70-71. SAYFA
AZERBAYCAN’DA DARBE • Emniyet Genel Müdürlüğü yurtdışına açılırken, MİT eski elemanı olup, Türkiye’ye dönen Abdullah ÇATLI’yı ele almış ve dış operasyonlar için istihdam etmiştir...
MİT’in Azerbaycan’daki Darbe Girişimi başlıklı not’u uzun olduğu için Ek: (8) olarak sunulmuştur.
Bu not’un tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe; “Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz GOKDEMİR’in zımni desteği sağlanarak, Acar OKAN, Kamil YÜCEOKAL’ın Türkiye’den katkısı ile Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Hüseyinov ve Omon birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey’in iştirakiyle yapılacak ihtilâl, Azerbaycan’daki Türk görevlilerinden MİT Bakü temsilcisi Ertuğrul GÜVEN’in, TİKA görevlisi Ferman DEMİRKOL’un ve Din Hizmetleri Müşaviri Abdülkadir SEZGİN’in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur. MİT ise 10 Mart 1995 de gelişmeleri haber almış, Sn. Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar ALİYEV’i ikaz etmiştir...”
Ferman Demirkol’un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sn.Müsteşar adı geçenin MİT elemanı olduğunu teyit etmiştir...
Özel harekât mensuplarının Azerbaycan’ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini... yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturulduğunu, Demirkol’un da Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin vehametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup sözde Aliyev’i ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise ALİYEV’in her şeyin farkında olduğunu, CEVADOV’un çok yakındakilerin KGB’nin eski mensupları ve ALİYEV’in adamı olduğu, olayların ALİYEV’in bilgisi ve izni ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MİT ve Türkiye açısından acı bir “komedi” biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sn. Sönmez Köksal sadece “komedi” itirazında bulunmuştur.
Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. Bakü’deki politikayı Dışişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MİT’in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. Başbakanlık Müsteşarı’nın Bakü’ye yollanması olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü göstermektedir.
75-77-78. SAYFA
İNFAZIN ADI “GRUP ÇALIŞMASI” • Kim olduğu ve ne yaptığı aşikar olmasına rağmen devlet, Behcet Cantürk’le başedememiştir. Yasal yollar yetmemiş neticede “Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havava uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçenin yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir.
Cantürk’ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup olmadığı tartışmasına girilmemiştir: Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Sistem nasıl çalışmalı sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır? “Hukuk devletinde bu suallerin yeri olamaz” itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez.
Hafız Akdemir... Yahya Orhan... Mecit AKGÜN... Burhan KARADENİZ... Halit GÜNGEN... İzzet KESER... Cengiz ALTUN... Çetin ABABAY... Bunların tamamı OHAL Bölgesinde falili meçhul cinayetler sonucu ölmüşlerdir.
İtirafçılardan ve haraç paylaşımındaki silahlı eyleminden mahkum İbrahim BABAT’ın ifadesinin bir bölümü örnek ve ibretle okunmaya değer bir belge olarak yorumsuz aşağıda sunulmaktadır:
“1990 yılında... Asayiş bölge komutanlığına HİKMET KÖKSAL paşa... JİTEM’in başına da Veli KÜÇÜK paşa getirilmişti (o zaman albaydı)...Yakalanıp serbest bırakılan bazı itirafçı asker kimliğiyle JİTEM grup komutanlığına alınmışlardı... JİTEM’de bu itirafçıların sevk ve idareleri için bana görev çağırısı yapıldı, önce kabul etmedim daha sonra Hikmet Köksal Paşa araya girince bazı kaygılarım olmasına rağmen paşaya güvenerek Diyarbakır’a gittim... Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilişkili olduğundan şüphelendiğimiz hemen-herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu insanları yakalayıp... faili meçhul bir şekilde öldürmeyi yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu bu tarzda talimat alıyorduk... eski itirafçılardan Ali OZANSOY, Hüseyin TİLKİ, Abdulkadir AYGAN, Hayrettin TOKA, Recep TİPİZ, Adil TİMURTAŞ ve eski tikkocu Fatih adındaki kişiler vardı. Antalyada örgüt tarafından öldürülen Kuman kod (Salahattin GÖRGÜLÜ) grubumuzun istihbaratçısıydı: Örgütle ilişkilidir tarzında getirdiği kişilerin hepsini infaz ettik. Bismil’de benzinci Talat’ı, Diyarbakır-Bismil yol kavşağında bir vatandaşı, Batman’da iki kişiyi, Hazro’da bir vatandaşı infaz ettik. Bu çalışma 5 ay sürdü. Salahattin GÖRGÜLÜ’nün istihbaratı doğrultusunda bir şahsı Celil kod Aytekin ÖZEL binbaşıyla Abdulkadir AYGAN birlikte infaz ettiler.”
79-80. SAYFA
ÇATLI’YA GÖREV BÖYLE VERİLDİ • MİT’in ÇATLI hakkındaki bir buçuk sayfalık yazısı aynen takdim edilmektedir: “ASALA’ya yönelik uygulamaya konulan çalışmalar çerçevesinde 22 EKİM 1983 tarihinde Fransa/Paris’te temasa geçilmiştir. Kabul etmesi üzerine göreve sevk edilmiştir. Ermeni hedeflere yönelik olarak planlanan;
• 05 (06) ARALIK 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna ikinci bombanın konulması,
• 17 MART 1984 - Fransa/Marsilya, Ermeni Gençlik Örgütü binasının bombalanması,
• 01 MAYIS 1984 - Fransa/Paris, Henri PAPAZYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı),
• 04 MAYIS 1984 - Fransa/Alfortville Ermeni Anıtı, Ermeni Anıtı, Ermeni Gençlik Örgütü binası, spor salonu, karakol ile itfaiye aracının bombalanması,
• 24 HAZİRAN 1984 - Fransa/Paris, Ermeni Gençlik Yurdu’nun bombalanması, eylemlerini bir ekip olarak çalıştığı şahıslarla beraber gerçekleştirmiştir.
• 24 EKİM 1984 - tarihinde Fransa/Paris’te uyuşturucu ticareti nedeniyle yakalanarak tutuklanmasından dolayı tarafımızla irtibatı kesilmiştir... Söz konusu eylemler Abdullah ÇATLI ve grubunun yanı sıra bu grupla herhangi bir organik bağı bulunmayan çeşitli gruplarla gerçekleştirilmiştir.
• EYLEM LİSTESİ:
1 • 14 KASIM 1982 - Hollanda/Utrecht, Nubar YALIMYAN’ın öldürülmesi.
2 • 22 MART 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı).
3 • 03 TEMMUZ 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın babasının emlak dükkanına bomba konulması (bomba patlamadı), Ermeni Kitabevi’nin bombalanması.
4 • 07 TEMMUZ 1983 - Hollanda /Hengelo Suriz, Ermeni Kahvesi’nin taranması.
5 • 08 TEMMUZ 1983 - Hollanda Enschede, Ermeni Gençlik Örgütü lojmanlarının kundaklanması.
6 • 27 TEMMUZ 1983 - Fransa/Alfortville, Ermeni Kültürevi ve ASALA’nın basın bürosunun bombalanması.
7 • 28 TEMMUZ 1983 - Fransa/Paris, Ermeni Kültürevi, Radyœvi ve basın bürosunun bombalanması.
8 • 06 ARALIK 1983 - Fransa/Paris, Ara TORANYAN’ın otosuna ikinci bombanın konulması.
9 • 17 MART 1984 - Fransa/Marsilya, Ermeni Gençlik örgütü binasının bombalanması.
10 • 01 MAYIS 1984 - Fransa/Paris, Henry PAPAZYAN’ın otosuna bomba konulması (bomba patlamadı).
98-99. SAYFA
HEPSİ BANKA BANKA GEZDİ • Şekerbank menşeili bir grup bürokrat 1992 ve sonrasında kamu bankalarında yönetici olarak çalışmışlardır. Bu grup 1992-1996 döneminde bir aile Holdinginde görülebilecek bir şekilde Bankadan bankaya dolaştırılmışlardır.
103-104. SAYFA
JİTEM KATİLLERİ İSTİHDAM ETTİ • Hulusi Sayın Paşa’nın Kurmaybaşkanlığı döneminde JİTEM geliştirilmiştir. PKK’nın 80’li yıllarda yarattığı silahlı mücadele ortamı Jandarma İstihbaratının kaynağı olmuştur... JİTEM’e alınan itirafçılar ve mahalli unsurlar zaman içinde başıboş ve serbest kalınca, başlı başına bir büyük problemin kaynağını oluşturmuşlardır... İstihbaratta çalışanlar da askeri hiyerarşinin dışında kalmışlardır. Binbaşı Cem ERSEVER, daha yüksek rütbelilerin bulunduğu bir ortamda müstakilen hareket edebilmiştir... Alaattin KANAT bu guruptan tanınmış bir itirafçıdır. En meşhuru ise zalimliği ve öldürdüğü insan sayısının fazlalığı ile tanınan Mahmut YILDIRIM-YEŞİL’dir. YEŞİL Şafii Kürttür. Bu grup, Alevi Kürtleri en büyük hasım olarak görür ve kabul eder. Bu hava YEŞİL’i Alevi Kürtlere karşı sadece menfaat, haraç vs. kaygılarıyla değil dini motif etkisinde aşırılıklara yöneltmiştir.
Jandarma İstihbaratı’nda çalışan personel, subay ve astsubaylar Güneydoğu’dan dönmelerinden sonra görevlendirildikleri batı bölgelerinde eski elemanlarla guruplaşmak, emekli olduktan sonra da ilişkileri sürdürme alışkanlığı içinde olmuşlardır. (17)
Dikkati çeken husus, Güneydoğu’da savaşan değil özellikle istihbarat yapan unsurların, öğrendiklerini daha sonraki yıllarda ve yaşantılarında kullanıyor olmalarıdır. (18)
17 • Bodrum Gümbet’te Sun Clup Hotel’in sahibi Ahmet Nedim BAŞMISIRLI ile arkadaşı Vasfı Ahmet KÖSEOĞLU arasındaki ihtilaf, Jandarma Subay ve Astsubayları ile itirafçı ve mafya arasında çözümlenmiş, alınan çekler tahsil edilmiştir. Çıkan ihtilafta itirafçı İbrahim BABAT arkadaşlarını vurmuştur. İbrahim BABAT Başbakanlık Teftiş Kurulu’na başvurmuş ve 7 yıl ile kurtulacağının kendisine garanti edildiğini, ancak 17 yıla mahkum olunca konuşmaya karar verdiğini anlatmıştır.
18 • Alaattin KANAT Polise verdiği ifadede (26.08.1994) “Geçmiş yaşantımdan tanıdığım ve kendilerinin eroin kaçakçılığı işlerine bulaştıklarını bildiğim Abdülkadir AKBIYIK ve Senar ER isimli Güneydoğu kökenli kişilerden onları korkutarak para sızdırmayı düşündüm. Eroin kaçakçısı olarak tanınan ünlü kişilerden (öldürülen) Behçet CANTÜRK, Savaş BULDAN gibi kişilerin de isimlerini vererek korkutabileceğimi düşünerek teşebbüse geçtim.” “Müştekiye ettiğim telefonlarda başka isim kullanmam ve kendimi kontrgerilla olarak tanıtmam tamamen onları korkutabilmeye matuftur” demiştir.
Yorumlar
GÜNDEMDE NELER OLUR!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Gündem
Ergenekon ve PKK ortak çalıştı
Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Şerafettin Elçi
Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) Genel Başkanı Şerafettin Elçi, Ergenekon'u 'toplumun her tarafını saran ahtapot'a benzetti.
Bu örgütün faaliyetlerinden en fazla Doğu ve Güneydoğu'da yaşayanların zarar gördüğüne dikkat çekerken, bölgede 40 bin civarında insanın hayatını kaybettiğini, 10 binin üzerinde köyün boşaltıldığını, milyonlarca insanın yerinden edildiğini hatırlattı. Ergenekon iddianamesinde yer alan PKK-Hizbullah-Ergenekon ilişkisinin daha önce bilindiğini ifade eden Kürt asıllı siyasetçi, ancak bugüne kadar söz konusu gerçeğin bu ölçüde delillendirilemediğini vurguladı. Ortaya çıkan bilgilerin Kürtlerin derin bir komplo ile karşı karşıya bulunduğunu gösterdiğini belirten Elçi, Ergenekon ve PKK'nın anlaşarak-uzlaşarak 'kendi çıkarları adına' iş yaptığını söyledi. Kürt sorununun çözümünün her iki örgütün de işine gelmeyeceğinin altını çizen KADEP Genel Başkanı, "Terör yüzünden harcanan para bölgenin ekonomik kalkınmasına, eğitimine, sosyal gelişmesine gitseydi bugün bu mesele olmayacaktı." dedi.
Ergenekon'un geçmişinin İttihat ve Terakki'ye dayandığına işaret eden KADEP Başkanı Şerafettin Elçi, örgütün varlığının ilk kez Kıbrıs Barış Harekâtı'nda dönemin Başbakanı Bülent Ecevit tarafından fark edildiğini söyledi. Kendisinin de o dönemde Meclis'te olduğunu anlatan Elçi, sözlerini şöyle sürdürdü: "Batı'da Gladyo, bizde ise Özel Harp Dairesi olarak geçiyordu. Çünkü Türkiye'de 1960'lı yıllarda Kontrterör örgütlenmesine gidildi. Bu, askerin içinde ama tamamen asker olmayan, sivil uzantıları olan bir yapı. Örgüt tamamen devletin kontrolü dışındaydı. İlk zamanlarda ödenekleri tamamen ABD tarafından yapılıyordu. Sonunda 1974'te Kıbrıs meselesinde ödemeleri kesince fark etti Ecevit. Ama üzerine kimse gitmedi ya da gidemedi."
Elçi'nin verdiği bilgilere göre, söz konusu illegal yapı, zamanla pervasızca hareket etmeye başladı. Üzerine gidilmemesi sebebiyle kirli amaçları için her yolu mubah gördü. Ülkede çatışma çıkarmak, laik-anti laik kutuplaşmasını tırmandırmak için suikastlar düzenledi. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu öldürüldü. Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombaların Ergenekon'un işi nereye götürdüğünün delili olduğunu kaydeden Şerafettin Elçi, Şemdinli'de meydana gelen olayın da bunların güpegündüz cinayet işleyebileceğini gösterdiğini söyledi.
Kürt sorununun çözülmesi işlerine gelmez
KADEP Başkanı, Ergenekon'un PKK, DHKP-C, Hizbullah gibi örgütlerin içine sızdığının belgelerle ispatlandığını anlatıyor. PKK ile ilişkilerin Doğu Perinçek üzerinden sağlandığını daha önce de bildiklerini söyleyen Elçi, şu ifadeleri kullanıyor: "Perinçek, Öcalan'ın canciğer arkadaşı. Çoğu yerde akıl hocasıydı. Bunu da gizli yapmıyordu. Sık sık Bekaa'ya gitti, geldi. Ciddi ilişkiler Perinçek üzerinden sağlanmıştır. Öcalan, bizzat yakalanmadan önce PKK'nın yayın organlarında defalarca çok açık bir şekilde baştan itibaren devletle dirsek temasında olduğunu beyan etmiştir. Örgütten ayrılanların kitapları, makaleleri yayımlandı bu yönde. Bunlar da 'devlet bizim içimizde' diyorlar."
En büyük zararı bölge halkı gördü
Şerafettin Elçi, PKK'nın 1970'li yıllarda Kürt siyaset bilincini kırmak için silahlı çatışma ortamı oluşturduğunu savunuyor. Elçi'ye göre, PKK dışındaki herkes, Kürt sorununun demokratik, barışçıl ve diyalog yoluyla çözülmesini istiyor. Kürt sorununun çözülmesi halinde Ergenekon, PKK ve Hizbullah gibi örgütlere gerek kalmayacağının altını çiziyor. KADEP lideri, Ergenekon'un planlarına bakıldığında, Kürtlerin derin bir komplo ile karşı karşıya olduğunun görüldüğünü belirtiyor. Elçi, yaşananlar nedeniyle milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiğini, bin köyün boşaltıldığını, 40-50 bin insanın hayatını kaybettiğini dile getiriyor. Şiddet ortamının, ekonomi başta olmak üzere pek çok açıdan bölgeye zarar verdiğini vurguluyor: "Ekonomik gelişme huzur ortamında olur. Devlet yatırımlardan ziyade güvenliği sağlamaya çalıştı. Bölgede yapılan en büyük harcamalar güvenlik için yapılanlar. 300 milyar dolar harcandı terör yüzünden. Bu para bölgenin ekonomik kalkınmasına, eğitimine, sosyal gelişmesine yönelik harcansaydı belki bugün bu mesele olmayacaktı."
Ergenekon terör örgütünün Türk-Kürt çatışmasını hedeflediği, bunun için mitingler ve bayrak yürüyüşleri düzenlediği Ergenekon iddianamesinde belgelerle açıklanmıştı. Terör örgütü, etnik bir çatışma için Kürt vatandaşların yoğun olarak bulunduğu Mersin'i pilot bölge seçmişti.
Hamza Erdoğan
09 Ağustos 2008, Cumartesi
Ergenekon ve PKK ortak çalıştı
Katılımcı Demokrasi Partisi Genel Başkanı Şerafettin Elçi
Katılımcı Demokrasi Partisi (KADEP) Genel Başkanı Şerafettin Elçi, Ergenekon'u 'toplumun her tarafını saran ahtapot'a benzetti.
Bu örgütün faaliyetlerinden en fazla Doğu ve Güneydoğu'da yaşayanların zarar gördüğüne dikkat çekerken, bölgede 40 bin civarında insanın hayatını kaybettiğini, 10 binin üzerinde köyün boşaltıldığını, milyonlarca insanın yerinden edildiğini hatırlattı. Ergenekon iddianamesinde yer alan PKK-Hizbullah-Ergenekon ilişkisinin daha önce bilindiğini ifade eden Kürt asıllı siyasetçi, ancak bugüne kadar söz konusu gerçeğin bu ölçüde delillendirilemediğini vurguladı. Ortaya çıkan bilgilerin Kürtlerin derin bir komplo ile karşı karşıya bulunduğunu gösterdiğini belirten Elçi, Ergenekon ve PKK'nın anlaşarak-uzlaşarak 'kendi çıkarları adına' iş yaptığını söyledi. Kürt sorununun çözümünün her iki örgütün de işine gelmeyeceğinin altını çizen KADEP Genel Başkanı, "Terör yüzünden harcanan para bölgenin ekonomik kalkınmasına, eğitimine, sosyal gelişmesine gitseydi bugün bu mesele olmayacaktı." dedi.
Ergenekon'un geçmişinin İttihat ve Terakki'ye dayandığına işaret eden KADEP Başkanı Şerafettin Elçi, örgütün varlığının ilk kez Kıbrıs Barış Harekâtı'nda dönemin Başbakanı Bülent Ecevit tarafından fark edildiğini söyledi. Kendisinin de o dönemde Meclis'te olduğunu anlatan Elçi, sözlerini şöyle sürdürdü: "Batı'da Gladyo, bizde ise Özel Harp Dairesi olarak geçiyordu. Çünkü Türkiye'de 1960'lı yıllarda Kontrterör örgütlenmesine gidildi. Bu, askerin içinde ama tamamen asker olmayan, sivil uzantıları olan bir yapı. Örgüt tamamen devletin kontrolü dışındaydı. İlk zamanlarda ödenekleri tamamen ABD tarafından yapılıyordu. Sonunda 1974'te Kıbrıs meselesinde ödemeleri kesince fark etti Ecevit. Ama üzerine kimse gitmedi ya da gidemedi."
Elçi'nin verdiği bilgilere göre, söz konusu illegal yapı, zamanla pervasızca hareket etmeye başladı. Üzerine gidilmemesi sebebiyle kirli amaçları için her yolu mubah gördü. Ülkede çatışma çıkarmak, laik-anti laik kutuplaşmasını tırmandırmak için suikastlar düzenledi. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu öldürüldü. Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombaların Ergenekon'un işi nereye götürdüğünün delili olduğunu kaydeden Şerafettin Elçi, Şemdinli'de meydana gelen olayın da bunların güpegündüz cinayet işleyebileceğini gösterdiğini söyledi.
Kürt sorununun çözülmesi işlerine gelmez
KADEP Başkanı, Ergenekon'un PKK, DHKP-C, Hizbullah gibi örgütlerin içine sızdığının belgelerle ispatlandığını anlatıyor. PKK ile ilişkilerin Doğu Perinçek üzerinden sağlandığını daha önce de bildiklerini söyleyen Elçi, şu ifadeleri kullanıyor: "Perinçek, Öcalan'ın canciğer arkadaşı. Çoğu yerde akıl hocasıydı. Bunu da gizli yapmıyordu. Sık sık Bekaa'ya gitti, geldi. Ciddi ilişkiler Perinçek üzerinden sağlanmıştır. Öcalan, bizzat yakalanmadan önce PKK'nın yayın organlarında defalarca çok açık bir şekilde baştan itibaren devletle dirsek temasında olduğunu beyan etmiştir. Örgütten ayrılanların kitapları, makaleleri yayımlandı bu yönde. Bunlar da 'devlet bizim içimizde' diyorlar."
En büyük zararı bölge halkı gördü
Şerafettin Elçi, PKK'nın 1970'li yıllarda Kürt siyaset bilincini kırmak için silahlı çatışma ortamı oluşturduğunu savunuyor. Elçi'ye göre, PKK dışındaki herkes, Kürt sorununun demokratik, barışçıl ve diyalog yoluyla çözülmesini istiyor. Kürt sorununun çözülmesi halinde Ergenekon, PKK ve Hizbullah gibi örgütlere gerek kalmayacağının altını çiziyor. KADEP lideri, Ergenekon'un planlarına bakıldığında, Kürtlerin derin bir komplo ile karşı karşıya olduğunun görüldüğünü belirtiyor. Elçi, yaşananlar nedeniyle milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiğini, bin köyün boşaltıldığını, 40-50 bin insanın hayatını kaybettiğini dile getiriyor. Şiddet ortamının, ekonomi başta olmak üzere pek çok açıdan bölgeye zarar verdiğini vurguluyor: "Ekonomik gelişme huzur ortamında olur. Devlet yatırımlardan ziyade güvenliği sağlamaya çalıştı. Bölgede yapılan en büyük harcamalar güvenlik için yapılanlar. 300 milyar dolar harcandı terör yüzünden. Bu para bölgenin ekonomik kalkınmasına, eğitimine, sosyal gelişmesine yönelik harcansaydı belki bugün bu mesele olmayacaktı."
Ergenekon terör örgütünün Türk-Kürt çatışmasını hedeflediği, bunun için mitingler ve bayrak yürüyüşleri düzenlediği Ergenekon iddianamesinde belgelerle açıklanmıştı. Terör örgütü, etnik bir çatışma için Kürt vatandaşların yoğun olarak bulunduğu Mersin'i pilot bölge seçmişti.
Hamza Erdoğan
09 Ağustos 2008, Cumartesi
HEY GİDİ DÜNYA HEY!!!!!!
Gündem - 09.08.2008 Cumartesi - 05:00
« Önceki Haber - Sonraki Haber »
Şener sırları bu kitapta anlattı
Başbakan Baykal'a gitmedi çünkü....
Buket Aşçı-VATAN
--------------------------------------------------------------------------------
Eski Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, gerek 22 Temmuz seçimleri öncesi aday olmamasıyla, gerek parti içindeki duruşuyla hep dikkat çeken ama bir türlü yorumlanamayan bir siyasetçi oldu… Ne içindeydi AKP'nin, ne de dışında… Söz konusu bir iktidar partisi olduğu halde ve önemli bir pozisyonu olmasına rağmen mesafeli bir duruş sergiliyordu. Bu da onunla ilgili muammayı daha çekici ve gizemli kıldı… Hep "Ah, bir tam anlamıyla, kendini sakınmadan konuşsa…" dendi…
Çiğdem Toker'le gerçekleştirdikleri, uzun bir nehir söyleşi sonunda oluşan "Abdüllatif Şener, Adım da Benimle Beraber Büyüdü" kitabı işte bu muammayı aydınlatır mı, bilinmez… Ama büyük tartışmalar yaratacağı kesin. Çünkü kitapta Şener, günümüz siyasetine ilişkin çok önemli bilgiler aktarıyor.
İşte kitaptan çarpıcı alıntılar:
BAŞBAKANIN YAYDIĞI GÜVENSİZLİK
Etrafındaki insanlara gereken güveni vermiyordu. Milletvekillerinin hepsi kendilerini bir güvensizlik ortamında hissederdi. Nitekim aday tespitinde de, bana kalırsa, hiçbir somut gerekçeye dayanmaksızın milletvekillerinin yarıdan fazlası listeye girememiştir. 22 Temmuz seçimlerinde hangi milletvekilinin neden listede yer almadığının cevabını, objektif kriterlerin ne olduğunu kimse söyleyemez.
Başbakanın neye değer verdiğini anlamakta güçlük çekiyordum. Çok büyük mesai ortaya koyup, belli bir düzeni sağladığımda -ki o zaman teşkilat başkanıydım- veya aksayan bazı şeyleri ayıkladığımda bunun değer bir ifade edip etmediğini çözümleyemiyordum. Halbu ki bunların bir değer olduğunun yansıtılması lazım.
ABDULLAH GÜL'ÜN KIRGINLIĞI
Başbakan, "Parti tüzüğü gereği, partinin kuruluş safhasındaki milletvekilleri, kurucular kurulu üyesidir" dedi. Dolayısıyla "Milletvekili olan arkadaşlar, kurucular listesinde bulunmasın. Zaten otomatik olarak Kurucular Kurulu üyesi oldukları için, partinin kuruluş dilekçesine, kurucular listesi olarak milletvekili olmayanların isimlerini verelim" dedi. Biz de bunu doğal olarak söylediği bir şey olarak algılamıştık.
Hiç unutmuyorum, bir ara Abdullah Gül bana şöyle demişti: "Latif biliyor musun, ben bu partinin kurucusu bile değilim." Bu duruma daha sonra çok içerlemişti. Parti genel kongresinde, kurucular partiden ayrılmamışlarsa elli yıl sonra bile oy hakkına sahiptir. Daha sonra bir vesileyle ben bu diyalogu tersine çevirerek kendisine "Biliyor musun Abdullah, biz bu partinin kurucusu değiliz" demiştim.
BEN O ŞEKİLDE CUMHURBAŞKANI OLMAZDIM
(Adının cumhurbaşkanı adayları arasına karışmasını kasttediyor.) Başbakan bundan hiç mutlu olmadı. Bana bir şey söylemedi. Ama bir şeyi anlamak için söylenmesi gerekmez. Siyasette pek çok şey söylenmeden söylenir. Hatta ben şöyle düşünürüm asla bana razı olmazdı! Çünkü artık kendince tek ses olan bir liderdi. Her şeyi kendisinin belirlemesi gerekirdi. Cumhurbaşkanını da kendisinin belirlemesi gerekirdi. Dolayısıyla o isim ben olamazdım. Ayrıca eğer bir grup toplantısında beni elimden tutup takdim ediyor olsaydı, ben o fotoğrafı kabullenir miydim? Benim kabullenemeyeceğim bir fotoğraftı o. "Benim cumhurbaşkanım" fotoğrafı. Bence bir cumhurbaşkanlığı süreci böyle olmaz. Bir partinin bir grup toplantısında bir liderin ilanıyla cumhurbaşkanlığı olmaz. Üstelik grubun belirlediği bir cumhurbaşkanı da değil. Liderin kendi kafasında oluşturup ilan ettiği, otoritesiyle dikte ettirdiği, o adaya da dikte ettirdiği bir yapıydı o.
BAŞBAKAN BAYKAL'A GİTMEDİ ÇÜNKÜ ADIMI TELAFFUZ EDEBİLİRDİ
O ortamı düşünün. O ortamda başbakanın veya Ak Parti genel başkanının iktidar partisi genel başkanı olarak muhalefetle sürekli tartışmaları var. Muhalefetin de iktidar partisiyle sürekli tartışmaları var. Bu tartışma zemininde Sayın Başbakan, Sayın Baykal'a değil, daha çok Sayın Mumcu'ya uzak. O günleri hatırlayın. Sayın Başbakan, genel kuruldaki bazı görüşmelere geliyor, Sayın Baykal'ı dinliyor ama Sayın Mumcu'yu dinlemeden protesto edercesine çıkıyordu. Buna karşılık cumhurbaşkanlığı adaylığı gündeme geldiğinde, Sayın Mumcu'yla görüşmeler yaptı. Ama Sayın Baykal ile görüşmedi. Yasağının kalkmasına katkı sağladığı ve genel kurulda sürekli dinlediği halde Sayın Baykal ile görüşmedi. Baykal ile görüşmekten endişe duydu. Çünkü ismimin gündeme girme ihtimali vardı bence. Konuyu gündeme taşırdı. Bu kez çözemeyeceği bir süreç ortaya çıkabilirdi. Çözemeyeceği süreçten kastım, beni istemeyişiyle bağlantılıdır. Onun dışında cumhurbaşkanlığı meselesini partide milletvekili gruplarıyla, genel başkan yardımcılarıyla, bazı bakanlarla tek tek görüşmüştür. Ama özel ve az sayıdaki isimle birlikte benimle hiç görüşmemiştir. Şu ya da bu biçimde, "Cumhurbaşkanlığı konusunda ne düşünüyorsunuz?" diye hiç sorulmamıştır.
CUMHURBAŞKANI ADAYINI BİR GÜN ÖNCEDEN BİLİYORDUM
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olduğunu bir gün önce öğrendim. Öğle saatlerinde, bilgi kaynaklarına güvendiğim, ancak aktif politikada olmayan bir arkadaşım telefon ederek "Kesinleşti, Gül aday" dedi. Ben de kendimce hayırlı olsun dedim. Çünkü öyle gelişmiyordu olaylar. Bu, başbakan-Arınç görüşmesinden de önceydi hatta. Akşam saatlerinde de bazı milletvekillerinden aynı yönde bilgiler gelmişti. Ertesi sabah kalktığımda cumhurbaşkanı adayının Gül olduğunu kesinlikle biliyordum. Ama ne başbakandan ne de Gül'den aldım bu bilgiyi.
TELEVİZYONLARA SEN ÇIK, HÜSEYİN ÇELİK KAVGA EDİYOR
27 Nisan e-muhtırası… Evde televizyon izliyordum. Habertürk'te Metehan Demir'in açıklamasıyla öğrendim. Birkaç arkadaşla telefonlaştık. "Sabah olsun hayrolsun" dedik.
Ertesi gün Başbakanlık Konutu'nda bazı bakan arkadaşların, Başbakan'la birlikte olduğunu duydum. Ben gitmeden önce karşıt bir bildiri metni hazırlanmış, tamamlanmış. Aynı gün Başbakanlık Konutu'ndaki toplantı salonuna geçildi. Abdullah Gül ile başbakan kendi aralarında ayrıca görüştü. Sonunda denildi ki, bu gergin ortam iyi değil, yumuşatmak gerek. Ortalığı sakinleştirecek konuşmalara ihtiyaç var. Herkes kendince konuşmaya kalkmasın, yorum yapmasın. Sadece görevlendireceğimiz arkadaşlar yatıştırıcı bir üslupla televizyonlara çıksın denildi. Abdüllatif Şener, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin olsun… O arada Hüseyin Çelik'in de ismini zikretti. Ama Hüseyin Bey'in üslubu yatıştırıcı konuşma yapmaya pek müsait değildir. Bazı arkadaşlar bunu kasttetse de Başbakan, "Yok yok, o da olsun" dedi. Aynı gün veya bir sonraki gün, çok emin değilim, evde oturuyorum. Abdullah Gül aradı. Telefonu doğrudan doğruya "Neredesin?" diye açtı. "Televizyonlarda seni görmüyorum. Görmüyor musun durumu?" dedi. "Anlamadım" dedim. "Ben senin televizyonlara sık sık çıkmanı bekliyorum. Şu an Hüseyin televizyonda, izliyor musun?" diye sordu. İzlemediğimi söyledim. "Falan kanalda, ortalığı yatıştıracağına kavga ediyor. Senin çıkman lazım" dedi. "Haklısın" dedim. Planlama yaptım.
BAYKAL'I BİRLİKTE ZİYARET EDELİM
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı adayı ilan edildikten sonra partilerle görüşme ihtiyacı doğdu. Adayımız partileri kiminle ziyaret etsin diye düşünülürken... Başta Sayın Gül olmak üzere "Latif de bulunsun heyetler arası görüşmelerde" denildi. Baykal'ı, Erkan Mumcu'yu birlikte ziyaret edelim denildi.
KOPUŞUN İLK SİNYALLERİ
Tayyip Bey ile aramızın çok iyi olduğu bir dönemdi. (Parti kurulduktan sonraki altı ay içinde geçen bir diyalogdur bu.)Bir gün odasına girdim. Çok samimi olarak şunu söyledim: "Şimdi bu sürecin başındayız. Ama davranışlarınızdan, reflekslerinizden, sanki bu süreci birlikte götüremeyeceğimiz izlenimi ediniyorum" dedim.
"Nereden çıkardın?" dedi. "Böyle sezinliyorum. Gerektiği zaman kendimiz bırakırız" dedim. Yok canım, nereden çıkarıyorsun üslubuyla konuyu kapattı.
Daha sonra da Tayyip Bey ile beraber olan insanların böyle bir güvensizlik duyduğunu hissediyordum. Bunu şunun için söylüyorum daha sonra üç yüz altmış üzerinde milletvekiliyle geldik Meclis'e. Ama 2002-2007 döneminde, yine de milletvekilleri genel başkana karşı güven duygusu içinde olamamışlardı.
AYRILMA KARARI VE SÜRECİ
Başbakan ile ekonomi konularında farklı düşünüyorsunuz, siyaset tarzınız farklı, devlet anlayışınız farklı, yönetim biçiminiz farklı ve sürekli bununla bağlantılı kendinizi sıkıntıda hissediyorsunuz. Daha önemlisi yolsuzluklardan arınmamış bir iktidar anlayışının ortasında olduğunuzu da görüyorsunuz. Kirli bir siyasetin kuşatılmışlığı içinde olmak nasıldır bilir misiniz? Bu, insanı mutlu eden, yaptığı işten zevk almasını sağlayan bir süreç değil. Bu kadar çok açmazın içinde varlığımı sürdürmek beni yoruyordu. Her ne kadar özgün bir çizgi tutturmuşsam da, konuşurken Sayın Başbakan'dan daha farklı bir üslupla konuşup bazı temel konularda farklı kararlar almışsam da, bu durum sürdürülebilir değildi. Kendi çizgimi göstermiş olmakla birlikte, beni zorlayan, yoran sıkıntıya sokan bir süreçti. Bunu sürdürdüğüm takdirde kişiliğimden uzaklaşacağımı, bir şeyler kaybedeceğimi düşünüyordum. Devam edebilmek aslında imkânsızdı. Ben, ben olmaktan çıkarak yoluma devam edebilirdim. Bir dönem daha Meclis'e girseydim, ister kabinede, ister kabine dışında olayım, aleni bir çatışmanın ortasına düşeceğimi fark ettim. Bir partinin içinde böyle fazla ayrışmış, geçimsiz biri görüntüsü vermek iyi bir şey değil. Çünkü partililer sizi hâkim yapıya göre değerlendirir ve hep olumsuz puan verir.
KARARIMI SİVAS'A GİDERKEN SÖYLEDİM
Sivas mitingi çıktı. Sayın Başbakan, Abdullah Gül ve bazı bakanlarla birlikte Başbakanlık özel uçağıyla Sivas'a gidecektik. VIP'te bir odada oturuyoruz. Genel konuşmalar bitti, uçağa geçeceğiz. Herkes ayağa kalktı. Ben başbakanın yanına gittim, "Konuşmamız gereken bir konu var" dedim. Yan odaya geçtik. Basın toplantısı yapılan yerin iç kısmında bir küçük oda daha vardır. Orada konuştuk. "Henüz kimseye açıklamadım, basında da yoktu henüz. Sivas'ta da açıklamayacağım. Ama ben bu seçimlerde aday değilim" dedim. "Nereden çıktı?" dedi. Ben de kendisiyle bir kavgaya tutuşacağım izlenimi almasın diye aday olmayacağımı, yumuşak bir üslupla anlatma ihtiyacı duydum. "Yıllardır milletvekilliği yapıyorum, bakanlık da yaptım. Artık Beyazıt Bestami gibi kendi gönül dünyamda seyahat etmek istiyorum" dedim. Orada güldü. Aslında Bestami vurgusu, yalnızca gürültü çıkarmayacağımı hissettirmek içindi. Bestami üski bir saray mensubuymuş. Dünya nimetlerinden vazgeçmiş, dervişliğe soyunmuş ve ömrünün sonuna kadar bir lokma bir hırka yaşamış. Başbakan güldü ama sonra "Bu ayaküstü konuşulacak bir konu değil. Sivas'tan dönelim, tekrar görüşmemiz lazım. Kimseye bir şey söyleme" dedi.
GÜL ADAY OLMAM İÇİN ADAYLIK PARAMI BİLE YATIRMIŞTI
Bir gün Başbakanlık Resmi Konutu'nda toplantı var. Saat 24:00 gibi herkes birbirine allahaısmarladık deyip ayrılırken başbakan "Sen dur. Seninle konuşacağımız bir konu vardı" dedi. Abdullah Gül'ü de "Gel konuşacağımız bir şey var" diye çağırdı. Toplantıya katılanlar ayrıldı. (Sonra) "Bırakmak istiyorum" dedim. Ama kullandığım bir cümleyle ilgili olarak alındığını görünce hemen bıraktım, ilerletmedim. "Parti içi kültür doğruya prim vermiyor" demiştim. Bunun üzerine "Beni mi eleştiriyorsun?" dedi. Ben de doğrudan kendisini merkeze koyup tartışma ortamına girmemek için, "Sizin zaten hükümet içi yoğunluğunuz var. Ben parti içi kültürü kastediyorum" dedim. Biraz da havayı değiştirmek için hızlıca konuştum ve "Kurulduktan hemen sonra iktidara gelen bir partinin yaşayabileceği bir süreç zaten bu" dedim. Ama bir şeyden alındım. Hem Sivas'a giderken havaalanında söylediğimde, hem de Başbakanlık'ta... İki konuşmada da bana "Olmaz, partiye zarar versin" dedi. Bakış tarzı buydu. Sözgelimi: "Olur mu, sen lazımsın kardeşim" demedi.
Ama Abdullah Bey, "Biraz da bizim orada konuşalım" dedi. Bunun üzerine Dışişleri Konutu'na gittik. Biraz da orada konuştuk. Bana "Bunlar böyle kestirip atılacak konular değil" dedi. Hâlâ aday olacağımı düşünüyordu.
(Hatta) Abdullah Gül "Aday olman lazım" diye odama uğradı. "Müracaatını da senin adına ben yapacağım" dedi. (Oysa) Başvuru süresi bitmiş, başvurum yok. İki milyar lira para yatırılması gerekiyordu. Yatırmadım. Gül odama yaptığı ziyarette adıma başvuru yapıp parayı yatıracağını söyledi. "Yatırma" dedim.
ÖDEMELERİ ERTELEMEM İSTENDİĞİ İÇİN ÖZELLEŞTİRMEDEN AYRILDIM
Kamuoyu ÖİB'yi başbakanın benden aldığını söyler. Ama yanlıştır. Özelleştirmeyi başbakan benden almış değildir, ben bilinçli olarak küçük bir tartışma oluşturdum... Bir akşam vaktiydi. Bazı bakan arkadaşların da bulunduğu bir sırada, Başbakanlık'ta, takvim ve programı da içeren özelleştirme dosyasını yanıma aldım. O dosyayla yanına oturdum. Başka konularda sohbetler yapılırken konuyu özelleştirmeye getirdim. Özelleştirme bağlamında karşılıklı diyaloga girdik. Sonunda dedim ki, "Buyurun, işte özelleştirme dosyası. İstediğinize verin" diye önüne koydum. (Başbakan da) Yanında outran "Kemal Bey'e ver" dedi. Ben de "Hayırlı olsun" deyip verdim. Bu o günlerde çok tartışıldı. Bazı firmaların daha önce özelleştirmeden varlık satın almış bazı firmaların taksitlerinin ertelenmesinin gündeme geldiği ve bunların ertelenmesini Sayın Başbakan'ın benden istediği ve benim ertelemeye karşı olduğum için aramızda ihtilaf çıktığı şeklinde yorumlanmıştı. Bu ifadelerin doğru tarafı, benim ertelemelere karşı oluşumdur. Taksit zamanı gelmişse ödenmelidir.
(…)
Kemal Bey özelleştirmeyi devraldıktan sonra, onun da önüne ilk gelen konulardan biri taksitlerin ertelenmesi meselesiydi. Ertelenmesine karar vermişler... Bir sabah elinde dosya odama geldi. Bir ÖYK (Özelleştirme Yüksek Kurulu) kararı getirdi önüme. O ÖYK kararında ertelemeler vardı. Toplam ÖYK sayısı, galiba altı. Biri de başbakan. En üstte başbakanın adı, protokol sırasına göre, en altta da ilgili bakan yer alır. İmzalar normalde, alttan yukarıya imzalanır. Son imzayı başbakan atar. Başbakandan önceki son imzanın da benim olması gerek. Ancak gelen metinde bir farklılık vardı. Sadece başbakanın imzası vardı. (Maliye bakanı olarak Unakıtan'ın da imzası,) yok. Kemal Bey kararı kendisi getirdiği halde imzalamamış. Kendisinin imzalamadığı bir metni benim imzalamamı istiyor. Şöyle bir baktım, "Kemal Bey" dedim. "Bu ertelemeye karşı olduğumu bilmiyorsun galiba." "Biliyorum" dedi. "O halde bana niye getirdin?" dedim. "Bunları yapmamız lazım" dedi. "Bak, henüz sen bile imzalamamışsın. Doğrudan benim önüme koymanın anlamı şudur: Ya senin burnunu sürteriz veya bu koltuktan alırız. Ben bu koltuktan kalkarım ama burnumu sürttürmem! Al götür!" dedim…
GALATAPORT UYKULARIMI KAÇIRDI
Galataport'un ÖYK'da olmamama rağmen benim önüme gelişinin nedeni, YPK onayına sunulmasıdır. YPK kararıyla kırk dokuz yıllığına yap-işlet-devret yöntemiyle devir söz konusuydu. Konu yoğun tartışıldı. Ofer ismi üzerinde tartışıldı. Ama benim konuya bakış tarzım Galataport ihalesini alan kişinin veya firmanın veya ortaklığın etnik veya bir başka niteliğiyle ilgili değildi. Bununla hiç ilgilenmedim. Kim alırsa alsın, önemli olan burada ihalenin doğru yapılıp yapılmadığıydı. Benim temel hassasiyetim ne yapıldı, bu yapılan iş hangi ölçüde ülke çıkarlarına uygundur hangi ölçüde hukuka ve kurallara uygun olarak yapıldı. YPK sekreteryasını DPT yapıyordu. YPK dokuz üyeden oluşuyordu. Kurulun başkanı başbakan. Başbakandan ayrı olarak yedi bakan kurul üyesi. Bir de DPT müsteşarı. DPT bunu imzaya açmadan önce bazı kuruluşlardan görüş istedi, yazışmalar yaptı. Daha sonra kendi iç birimlerinden, uzmanlık alanına göre görüş isteyerek değerlendirme yapıyor. İlgili bakanla konuyu görüşüyor ve ondan sonra imzaya açıp açmamaya karar veriyor. Aslına bakarsanız, siyasi irade var olduğu sürece bu tip konular sakıncalarıyla, doğrularıyla, bürokrasi tarafından ilgili bakana sunulur. "Açılacak" dediği zaman genellikle problem olmaz ve imzaya açılır. Dolayısıyla bu konunun doğrudan benimle özdeşleştirilmesinin sebebi buydu. "Şener bunu imzaya açacak mı, açmayacak mı?"
Tüm raporlar, incelemeler, çalışmalar gözden geçirilirken, benim net gördüğüm hadise şuydu: Kırk dokuz yıllığına verilmiş bir imtiyaz. İlk yılların taksit miktarları çok düşüktü. Ödeme planına baktığımızda, ödemelerin son yıllara dağıtıldığı görünüyordu. Bu da kamu alacağının riske atılması anlamına geliyordu. Asıl ağırlıklı ödemeyi son on yılda tahsil ediyorsanız, alıcının o arada yıllar boyu elde ettiği gelirlerle orayı finanse edişini de düşüneceksiniz. Beklediği kârı elde ettiğini düşünün. Son yılları bekleyip ağır taksitleri ödemesi, kendisi açısından da, kâr maksimizasyonu açısından da riskli bir durumdu. (…) Taksitlerin hep son yıllara yığılmış olması, birincisi kamu alacağını riske ediyor. İkincisi, bir kapitalizasyon, ıskonto hesabı var. Son yıllarda yapılacak ödemeleri ıskonto ederek günümüze getirdiğimizde yani tüm taksitleri peşin değerine indirgediğinizde çok düşük bir paraya dönüşüyor. Böyle bir işin kamu geliri açısından, böyle bir miktara bağlanması çok sağlıklı görünmüyordu. (…) Böyle bir durumda DPT'deki bürokratlar, "Ne yapacağız" diye sordular. Ben de imzaya açmadan iade edin dedim. (Ancak) yargıyı da bekleme ihtiyacı hissettim. Çünkü bunun imzaya açılması isteniyordu. İlgili bakan arkadaşımız da, başbakan da, "Niye uzatıyorsun?" diye sormuşlardır bana.
(Bu süre içinde) Uykularımın kaçması bir tarafa, boynum tutulmuştu. Stresten sırtım topak topak olmuştu. Boyna baskı yapmış stres ve boynum tutulmuştu. Yani zor bir süreçti. Doğrusu, doğru bildiğimi yapmak, ama kimseyle de kavga etmek istemiyordum. O dönem bir gazetede dokuz sütuna manşet haber çıkmıştı. Alt başlığında "Şener bugünlerde sürekli İsra suresinin 80. ayetini okuyor diye not düşmüştü. Muharrem Sarıkaya yazmıştı. "Rabbim, girdiğim yere doğrulukla girmemi, çıktığım yerden doğrulukla çıkmamı nasip et. Bana, tarafından destekleyici bir kuvvet ver." Muharrem bunu aynen yazmıştı. Sonunda Danıştay 6. Dairesi, imar planı nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin açtığı davada iptal edince, bu karar hem ilkelerim doğrultusunda bir karar almamı, hem de kabinede oluşabilecek muhtemel bir sorunu ortadan kaldırdı.
« Önceki Haber - Sonraki Haber »
Şener sırları bu kitapta anlattı
Başbakan Baykal'a gitmedi çünkü....
Buket Aşçı-VATAN
--------------------------------------------------------------------------------
Eski Devlet Bakanı Abdüllatif Şener, gerek 22 Temmuz seçimleri öncesi aday olmamasıyla, gerek parti içindeki duruşuyla hep dikkat çeken ama bir türlü yorumlanamayan bir siyasetçi oldu… Ne içindeydi AKP'nin, ne de dışında… Söz konusu bir iktidar partisi olduğu halde ve önemli bir pozisyonu olmasına rağmen mesafeli bir duruş sergiliyordu. Bu da onunla ilgili muammayı daha çekici ve gizemli kıldı… Hep "Ah, bir tam anlamıyla, kendini sakınmadan konuşsa…" dendi…
Çiğdem Toker'le gerçekleştirdikleri, uzun bir nehir söyleşi sonunda oluşan "Abdüllatif Şener, Adım da Benimle Beraber Büyüdü" kitabı işte bu muammayı aydınlatır mı, bilinmez… Ama büyük tartışmalar yaratacağı kesin. Çünkü kitapta Şener, günümüz siyasetine ilişkin çok önemli bilgiler aktarıyor.
İşte kitaptan çarpıcı alıntılar:
BAŞBAKANIN YAYDIĞI GÜVENSİZLİK
Etrafındaki insanlara gereken güveni vermiyordu. Milletvekillerinin hepsi kendilerini bir güvensizlik ortamında hissederdi. Nitekim aday tespitinde de, bana kalırsa, hiçbir somut gerekçeye dayanmaksızın milletvekillerinin yarıdan fazlası listeye girememiştir. 22 Temmuz seçimlerinde hangi milletvekilinin neden listede yer almadığının cevabını, objektif kriterlerin ne olduğunu kimse söyleyemez.
Başbakanın neye değer verdiğini anlamakta güçlük çekiyordum. Çok büyük mesai ortaya koyup, belli bir düzeni sağladığımda -ki o zaman teşkilat başkanıydım- veya aksayan bazı şeyleri ayıkladığımda bunun değer bir ifade edip etmediğini çözümleyemiyordum. Halbu ki bunların bir değer olduğunun yansıtılması lazım.
ABDULLAH GÜL'ÜN KIRGINLIĞI
Başbakan, "Parti tüzüğü gereği, partinin kuruluş safhasındaki milletvekilleri, kurucular kurulu üyesidir" dedi. Dolayısıyla "Milletvekili olan arkadaşlar, kurucular listesinde bulunmasın. Zaten otomatik olarak Kurucular Kurulu üyesi oldukları için, partinin kuruluş dilekçesine, kurucular listesi olarak milletvekili olmayanların isimlerini verelim" dedi. Biz de bunu doğal olarak söylediği bir şey olarak algılamıştık.
Hiç unutmuyorum, bir ara Abdullah Gül bana şöyle demişti: "Latif biliyor musun, ben bu partinin kurucusu bile değilim." Bu duruma daha sonra çok içerlemişti. Parti genel kongresinde, kurucular partiden ayrılmamışlarsa elli yıl sonra bile oy hakkına sahiptir. Daha sonra bir vesileyle ben bu diyalogu tersine çevirerek kendisine "Biliyor musun Abdullah, biz bu partinin kurucusu değiliz" demiştim.
BEN O ŞEKİLDE CUMHURBAŞKANI OLMAZDIM
(Adının cumhurbaşkanı adayları arasına karışmasını kasttediyor.) Başbakan bundan hiç mutlu olmadı. Bana bir şey söylemedi. Ama bir şeyi anlamak için söylenmesi gerekmez. Siyasette pek çok şey söylenmeden söylenir. Hatta ben şöyle düşünürüm asla bana razı olmazdı! Çünkü artık kendince tek ses olan bir liderdi. Her şeyi kendisinin belirlemesi gerekirdi. Cumhurbaşkanını da kendisinin belirlemesi gerekirdi. Dolayısıyla o isim ben olamazdım. Ayrıca eğer bir grup toplantısında beni elimden tutup takdim ediyor olsaydı, ben o fotoğrafı kabullenir miydim? Benim kabullenemeyeceğim bir fotoğraftı o. "Benim cumhurbaşkanım" fotoğrafı. Bence bir cumhurbaşkanlığı süreci böyle olmaz. Bir partinin bir grup toplantısında bir liderin ilanıyla cumhurbaşkanlığı olmaz. Üstelik grubun belirlediği bir cumhurbaşkanı da değil. Liderin kendi kafasında oluşturup ilan ettiği, otoritesiyle dikte ettirdiği, o adaya da dikte ettirdiği bir yapıydı o.
BAŞBAKAN BAYKAL'A GİTMEDİ ÇÜNKÜ ADIMI TELAFFUZ EDEBİLİRDİ
O ortamı düşünün. O ortamda başbakanın veya Ak Parti genel başkanının iktidar partisi genel başkanı olarak muhalefetle sürekli tartışmaları var. Muhalefetin de iktidar partisiyle sürekli tartışmaları var. Bu tartışma zemininde Sayın Başbakan, Sayın Baykal'a değil, daha çok Sayın Mumcu'ya uzak. O günleri hatırlayın. Sayın Başbakan, genel kuruldaki bazı görüşmelere geliyor, Sayın Baykal'ı dinliyor ama Sayın Mumcu'yu dinlemeden protesto edercesine çıkıyordu. Buna karşılık cumhurbaşkanlığı adaylığı gündeme geldiğinde, Sayın Mumcu'yla görüşmeler yaptı. Ama Sayın Baykal ile görüşmedi. Yasağının kalkmasına katkı sağladığı ve genel kurulda sürekli dinlediği halde Sayın Baykal ile görüşmedi. Baykal ile görüşmekten endişe duydu. Çünkü ismimin gündeme girme ihtimali vardı bence. Konuyu gündeme taşırdı. Bu kez çözemeyeceği bir süreç ortaya çıkabilirdi. Çözemeyeceği süreçten kastım, beni istemeyişiyle bağlantılıdır. Onun dışında cumhurbaşkanlığı meselesini partide milletvekili gruplarıyla, genel başkan yardımcılarıyla, bazı bakanlarla tek tek görüşmüştür. Ama özel ve az sayıdaki isimle birlikte benimle hiç görüşmemiştir. Şu ya da bu biçimde, "Cumhurbaşkanlığı konusunda ne düşünüyorsunuz?" diye hiç sorulmamıştır.
CUMHURBAŞKANI ADAYINI BİR GÜN ÖNCEDEN BİLİYORDUM
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olduğunu bir gün önce öğrendim. Öğle saatlerinde, bilgi kaynaklarına güvendiğim, ancak aktif politikada olmayan bir arkadaşım telefon ederek "Kesinleşti, Gül aday" dedi. Ben de kendimce hayırlı olsun dedim. Çünkü öyle gelişmiyordu olaylar. Bu, başbakan-Arınç görüşmesinden de önceydi hatta. Akşam saatlerinde de bazı milletvekillerinden aynı yönde bilgiler gelmişti. Ertesi sabah kalktığımda cumhurbaşkanı adayının Gül olduğunu kesinlikle biliyordum. Ama ne başbakandan ne de Gül'den aldım bu bilgiyi.
TELEVİZYONLARA SEN ÇIK, HÜSEYİN ÇELİK KAVGA EDİYOR
27 Nisan e-muhtırası… Evde televizyon izliyordum. Habertürk'te Metehan Demir'in açıklamasıyla öğrendim. Birkaç arkadaşla telefonlaştık. "Sabah olsun hayrolsun" dedik.
Ertesi gün Başbakanlık Konutu'nda bazı bakan arkadaşların, Başbakan'la birlikte olduğunu duydum. Ben gitmeden önce karşıt bir bildiri metni hazırlanmış, tamamlanmış. Aynı gün Başbakanlık Konutu'ndaki toplantı salonuna geçildi. Abdullah Gül ile başbakan kendi aralarında ayrıca görüştü. Sonunda denildi ki, bu gergin ortam iyi değil, yumuşatmak gerek. Ortalığı sakinleştirecek konuşmalara ihtiyaç var. Herkes kendince konuşmaya kalkmasın, yorum yapmasın. Sadece görevlendireceğimiz arkadaşlar yatıştırıcı bir üslupla televizyonlara çıksın denildi. Abdüllatif Şener, Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin olsun… O arada Hüseyin Çelik'in de ismini zikretti. Ama Hüseyin Bey'in üslubu yatıştırıcı konuşma yapmaya pek müsait değildir. Bazı arkadaşlar bunu kasttetse de Başbakan, "Yok yok, o da olsun" dedi. Aynı gün veya bir sonraki gün, çok emin değilim, evde oturuyorum. Abdullah Gül aradı. Telefonu doğrudan doğruya "Neredesin?" diye açtı. "Televizyonlarda seni görmüyorum. Görmüyor musun durumu?" dedi. "Anlamadım" dedim. "Ben senin televizyonlara sık sık çıkmanı bekliyorum. Şu an Hüseyin televizyonda, izliyor musun?" diye sordu. İzlemediğimi söyledim. "Falan kanalda, ortalığı yatıştıracağına kavga ediyor. Senin çıkman lazım" dedi. "Haklısın" dedim. Planlama yaptım.
BAYKAL'I BİRLİKTE ZİYARET EDELİM
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı adayı ilan edildikten sonra partilerle görüşme ihtiyacı doğdu. Adayımız partileri kiminle ziyaret etsin diye düşünülürken... Başta Sayın Gül olmak üzere "Latif de bulunsun heyetler arası görüşmelerde" denildi. Baykal'ı, Erkan Mumcu'yu birlikte ziyaret edelim denildi.
KOPUŞUN İLK SİNYALLERİ
Tayyip Bey ile aramızın çok iyi olduğu bir dönemdi. (Parti kurulduktan sonraki altı ay içinde geçen bir diyalogdur bu.)Bir gün odasına girdim. Çok samimi olarak şunu söyledim: "Şimdi bu sürecin başındayız. Ama davranışlarınızdan, reflekslerinizden, sanki bu süreci birlikte götüremeyeceğimiz izlenimi ediniyorum" dedim.
"Nereden çıkardın?" dedi. "Böyle sezinliyorum. Gerektiği zaman kendimiz bırakırız" dedim. Yok canım, nereden çıkarıyorsun üslubuyla konuyu kapattı.
Daha sonra da Tayyip Bey ile beraber olan insanların böyle bir güvensizlik duyduğunu hissediyordum. Bunu şunun için söylüyorum daha sonra üç yüz altmış üzerinde milletvekiliyle geldik Meclis'e. Ama 2002-2007 döneminde, yine de milletvekilleri genel başkana karşı güven duygusu içinde olamamışlardı.
AYRILMA KARARI VE SÜRECİ
Başbakan ile ekonomi konularında farklı düşünüyorsunuz, siyaset tarzınız farklı, devlet anlayışınız farklı, yönetim biçiminiz farklı ve sürekli bununla bağlantılı kendinizi sıkıntıda hissediyorsunuz. Daha önemlisi yolsuzluklardan arınmamış bir iktidar anlayışının ortasında olduğunuzu da görüyorsunuz. Kirli bir siyasetin kuşatılmışlığı içinde olmak nasıldır bilir misiniz? Bu, insanı mutlu eden, yaptığı işten zevk almasını sağlayan bir süreç değil. Bu kadar çok açmazın içinde varlığımı sürdürmek beni yoruyordu. Her ne kadar özgün bir çizgi tutturmuşsam da, konuşurken Sayın Başbakan'dan daha farklı bir üslupla konuşup bazı temel konularda farklı kararlar almışsam da, bu durum sürdürülebilir değildi. Kendi çizgimi göstermiş olmakla birlikte, beni zorlayan, yoran sıkıntıya sokan bir süreçti. Bunu sürdürdüğüm takdirde kişiliğimden uzaklaşacağımı, bir şeyler kaybedeceğimi düşünüyordum. Devam edebilmek aslında imkânsızdı. Ben, ben olmaktan çıkarak yoluma devam edebilirdim. Bir dönem daha Meclis'e girseydim, ister kabinede, ister kabine dışında olayım, aleni bir çatışmanın ortasına düşeceğimi fark ettim. Bir partinin içinde böyle fazla ayrışmış, geçimsiz biri görüntüsü vermek iyi bir şey değil. Çünkü partililer sizi hâkim yapıya göre değerlendirir ve hep olumsuz puan verir.
KARARIMI SİVAS'A GİDERKEN SÖYLEDİM
Sivas mitingi çıktı. Sayın Başbakan, Abdullah Gül ve bazı bakanlarla birlikte Başbakanlık özel uçağıyla Sivas'a gidecektik. VIP'te bir odada oturuyoruz. Genel konuşmalar bitti, uçağa geçeceğiz. Herkes ayağa kalktı. Ben başbakanın yanına gittim, "Konuşmamız gereken bir konu var" dedim. Yan odaya geçtik. Basın toplantısı yapılan yerin iç kısmında bir küçük oda daha vardır. Orada konuştuk. "Henüz kimseye açıklamadım, basında da yoktu henüz. Sivas'ta da açıklamayacağım. Ama ben bu seçimlerde aday değilim" dedim. "Nereden çıktı?" dedi. Ben de kendisiyle bir kavgaya tutuşacağım izlenimi almasın diye aday olmayacağımı, yumuşak bir üslupla anlatma ihtiyacı duydum. "Yıllardır milletvekilliği yapıyorum, bakanlık da yaptım. Artık Beyazıt Bestami gibi kendi gönül dünyamda seyahat etmek istiyorum" dedim. Orada güldü. Aslında Bestami vurgusu, yalnızca gürültü çıkarmayacağımı hissettirmek içindi. Bestami üski bir saray mensubuymuş. Dünya nimetlerinden vazgeçmiş, dervişliğe soyunmuş ve ömrünün sonuna kadar bir lokma bir hırka yaşamış. Başbakan güldü ama sonra "Bu ayaküstü konuşulacak bir konu değil. Sivas'tan dönelim, tekrar görüşmemiz lazım. Kimseye bir şey söyleme" dedi.
GÜL ADAY OLMAM İÇİN ADAYLIK PARAMI BİLE YATIRMIŞTI
Bir gün Başbakanlık Resmi Konutu'nda toplantı var. Saat 24:00 gibi herkes birbirine allahaısmarladık deyip ayrılırken başbakan "Sen dur. Seninle konuşacağımız bir konu vardı" dedi. Abdullah Gül'ü de "Gel konuşacağımız bir şey var" diye çağırdı. Toplantıya katılanlar ayrıldı. (Sonra) "Bırakmak istiyorum" dedim. Ama kullandığım bir cümleyle ilgili olarak alındığını görünce hemen bıraktım, ilerletmedim. "Parti içi kültür doğruya prim vermiyor" demiştim. Bunun üzerine "Beni mi eleştiriyorsun?" dedi. Ben de doğrudan kendisini merkeze koyup tartışma ortamına girmemek için, "Sizin zaten hükümet içi yoğunluğunuz var. Ben parti içi kültürü kastediyorum" dedim. Biraz da havayı değiştirmek için hızlıca konuştum ve "Kurulduktan hemen sonra iktidara gelen bir partinin yaşayabileceği bir süreç zaten bu" dedim. Ama bir şeyden alındım. Hem Sivas'a giderken havaalanında söylediğimde, hem de Başbakanlık'ta... İki konuşmada da bana "Olmaz, partiye zarar versin" dedi. Bakış tarzı buydu. Sözgelimi: "Olur mu, sen lazımsın kardeşim" demedi.
Ama Abdullah Bey, "Biraz da bizim orada konuşalım" dedi. Bunun üzerine Dışişleri Konutu'na gittik. Biraz da orada konuştuk. Bana "Bunlar böyle kestirip atılacak konular değil" dedi. Hâlâ aday olacağımı düşünüyordu.
(Hatta) Abdullah Gül "Aday olman lazım" diye odama uğradı. "Müracaatını da senin adına ben yapacağım" dedi. (Oysa) Başvuru süresi bitmiş, başvurum yok. İki milyar lira para yatırılması gerekiyordu. Yatırmadım. Gül odama yaptığı ziyarette adıma başvuru yapıp parayı yatıracağını söyledi. "Yatırma" dedim.
ÖDEMELERİ ERTELEMEM İSTENDİĞİ İÇİN ÖZELLEŞTİRMEDEN AYRILDIM
Kamuoyu ÖİB'yi başbakanın benden aldığını söyler. Ama yanlıştır. Özelleştirmeyi başbakan benden almış değildir, ben bilinçli olarak küçük bir tartışma oluşturdum... Bir akşam vaktiydi. Bazı bakan arkadaşların da bulunduğu bir sırada, Başbakanlık'ta, takvim ve programı da içeren özelleştirme dosyasını yanıma aldım. O dosyayla yanına oturdum. Başka konularda sohbetler yapılırken konuyu özelleştirmeye getirdim. Özelleştirme bağlamında karşılıklı diyaloga girdik. Sonunda dedim ki, "Buyurun, işte özelleştirme dosyası. İstediğinize verin" diye önüne koydum. (Başbakan da) Yanında outran "Kemal Bey'e ver" dedi. Ben de "Hayırlı olsun" deyip verdim. Bu o günlerde çok tartışıldı. Bazı firmaların daha önce özelleştirmeden varlık satın almış bazı firmaların taksitlerinin ertelenmesinin gündeme geldiği ve bunların ertelenmesini Sayın Başbakan'ın benden istediği ve benim ertelemeye karşı olduğum için aramızda ihtilaf çıktığı şeklinde yorumlanmıştı. Bu ifadelerin doğru tarafı, benim ertelemelere karşı oluşumdur. Taksit zamanı gelmişse ödenmelidir.
(…)
Kemal Bey özelleştirmeyi devraldıktan sonra, onun da önüne ilk gelen konulardan biri taksitlerin ertelenmesi meselesiydi. Ertelenmesine karar vermişler... Bir sabah elinde dosya odama geldi. Bir ÖYK (Özelleştirme Yüksek Kurulu) kararı getirdi önüme. O ÖYK kararında ertelemeler vardı. Toplam ÖYK sayısı, galiba altı. Biri de başbakan. En üstte başbakanın adı, protokol sırasına göre, en altta da ilgili bakan yer alır. İmzalar normalde, alttan yukarıya imzalanır. Son imzayı başbakan atar. Başbakandan önceki son imzanın da benim olması gerek. Ancak gelen metinde bir farklılık vardı. Sadece başbakanın imzası vardı. (Maliye bakanı olarak Unakıtan'ın da imzası,) yok. Kemal Bey kararı kendisi getirdiği halde imzalamamış. Kendisinin imzalamadığı bir metni benim imzalamamı istiyor. Şöyle bir baktım, "Kemal Bey" dedim. "Bu ertelemeye karşı olduğumu bilmiyorsun galiba." "Biliyorum" dedi. "O halde bana niye getirdin?" dedim. "Bunları yapmamız lazım" dedi. "Bak, henüz sen bile imzalamamışsın. Doğrudan benim önüme koymanın anlamı şudur: Ya senin burnunu sürteriz veya bu koltuktan alırız. Ben bu koltuktan kalkarım ama burnumu sürttürmem! Al götür!" dedim…
GALATAPORT UYKULARIMI KAÇIRDI
Galataport'un ÖYK'da olmamama rağmen benim önüme gelişinin nedeni, YPK onayına sunulmasıdır. YPK kararıyla kırk dokuz yıllığına yap-işlet-devret yöntemiyle devir söz konusuydu. Konu yoğun tartışıldı. Ofer ismi üzerinde tartışıldı. Ama benim konuya bakış tarzım Galataport ihalesini alan kişinin veya firmanın veya ortaklığın etnik veya bir başka niteliğiyle ilgili değildi. Bununla hiç ilgilenmedim. Kim alırsa alsın, önemli olan burada ihalenin doğru yapılıp yapılmadığıydı. Benim temel hassasiyetim ne yapıldı, bu yapılan iş hangi ölçüde ülke çıkarlarına uygundur hangi ölçüde hukuka ve kurallara uygun olarak yapıldı. YPK sekreteryasını DPT yapıyordu. YPK dokuz üyeden oluşuyordu. Kurulun başkanı başbakan. Başbakandan ayrı olarak yedi bakan kurul üyesi. Bir de DPT müsteşarı. DPT bunu imzaya açmadan önce bazı kuruluşlardan görüş istedi, yazışmalar yaptı. Daha sonra kendi iç birimlerinden, uzmanlık alanına göre görüş isteyerek değerlendirme yapıyor. İlgili bakanla konuyu görüşüyor ve ondan sonra imzaya açıp açmamaya karar veriyor. Aslına bakarsanız, siyasi irade var olduğu sürece bu tip konular sakıncalarıyla, doğrularıyla, bürokrasi tarafından ilgili bakana sunulur. "Açılacak" dediği zaman genellikle problem olmaz ve imzaya açılır. Dolayısıyla bu konunun doğrudan benimle özdeşleştirilmesinin sebebi buydu. "Şener bunu imzaya açacak mı, açmayacak mı?"
Tüm raporlar, incelemeler, çalışmalar gözden geçirilirken, benim net gördüğüm hadise şuydu: Kırk dokuz yıllığına verilmiş bir imtiyaz. İlk yılların taksit miktarları çok düşüktü. Ödeme planına baktığımızda, ödemelerin son yıllara dağıtıldığı görünüyordu. Bu da kamu alacağının riske atılması anlamına geliyordu. Asıl ağırlıklı ödemeyi son on yılda tahsil ediyorsanız, alıcının o arada yıllar boyu elde ettiği gelirlerle orayı finanse edişini de düşüneceksiniz. Beklediği kârı elde ettiğini düşünün. Son yılları bekleyip ağır taksitleri ödemesi, kendisi açısından da, kâr maksimizasyonu açısından da riskli bir durumdu. (…) Taksitlerin hep son yıllara yığılmış olması, birincisi kamu alacağını riske ediyor. İkincisi, bir kapitalizasyon, ıskonto hesabı var. Son yıllarda yapılacak ödemeleri ıskonto ederek günümüze getirdiğimizde yani tüm taksitleri peşin değerine indirgediğinizde çok düşük bir paraya dönüşüyor. Böyle bir işin kamu geliri açısından, böyle bir miktara bağlanması çok sağlıklı görünmüyordu. (…) Böyle bir durumda DPT'deki bürokratlar, "Ne yapacağız" diye sordular. Ben de imzaya açmadan iade edin dedim. (Ancak) yargıyı da bekleme ihtiyacı hissettim. Çünkü bunun imzaya açılması isteniyordu. İlgili bakan arkadaşımız da, başbakan da, "Niye uzatıyorsun?" diye sormuşlardır bana.
(Bu süre içinde) Uykularımın kaçması bir tarafa, boynum tutulmuştu. Stresten sırtım topak topak olmuştu. Boyna baskı yapmış stres ve boynum tutulmuştu. Yani zor bir süreçti. Doğrusu, doğru bildiğimi yapmak, ama kimseyle de kavga etmek istemiyordum. O dönem bir gazetede dokuz sütuna manşet haber çıkmıştı. Alt başlığında "Şener bugünlerde sürekli İsra suresinin 80. ayetini okuyor diye not düşmüştü. Muharrem Sarıkaya yazmıştı. "Rabbim, girdiğim yere doğrulukla girmemi, çıktığım yerden doğrulukla çıkmamı nasip et. Bana, tarafından destekleyici bir kuvvet ver." Muharrem bunu aynen yazmıştı. Sonunda Danıştay 6. Dairesi, imar planı nedeniyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin açtığı davada iptal edince, bu karar hem ilkelerim doğrultusunda bir karar almamı, hem de kabinede oluşabilecek muhtemel bir sorunu ortadan kaldırdı.