Bu Blogda Ara

22 Haziran 2025 Pazar

Anayasal Meşruiyetin Erozyonu ve Politik Manipülasyonun Tehlikeleri

 


Modern demokrasilerde iktidarın meşruiyeti, halkın iradesine dayanır. Ancak bu irade, sadece bir seçimde verilen oyla sınırlı değildir. Seçim beyannameleriyle halka vaat edilen ilkeler, yönetime talip olanların anayasal sadakat yemini gibidir. Bu ilkeler doğrultusunda iktidara gelen bir yönetim, kendi vaatlerine aykırı şekilde icraat yaparsa, sadece siyasi bir etik ihlali yapmakla kalmaz, aynı zamanda anayasal meşruiyetini de sorgulanır hale getirir. Bu yazıda, anayasal meşruiyetin anlamı, bu meşruiyetin nasıl yitirildiği ve meşruiyeti kaybetmiş bir iktidarın anayasal sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirme çabalarının tehlikeleri üzerine felsefi, hukuki ve sosyolojik bir analiz yapılacaktır.

1. Meşruiyet Nedir?

Meşruiyet (legitimacy), iktidarın sadece hukuken değil, aynı zamanda toplumsal, ahlaki ve siyasi düzlemde kabul gören bir temele dayanmasını ifade eder. Weber'in klasik sınıflandırmasına göre meşruiyetin üç temel tipi vardır: geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel. Modern devletlerde ise özellikle anayasal sistemlerde hukuki-rasyonel meşruiyet esas alınır. Bu, bir iktidarın anayasaya, hukuka ve halk iradesine uygun şekilde görev yapması demektir.

Bir hükümetin seçimle gelmiş olması, onun tüm eylemlerini meşru kılmaz. Asıl meşruiyet, seçim sonrası eylemlerin anayasa ve hukukla uyumlu, halk iradesine sadık şekilde gerçekleşmesiyle devam eder. Eğer bu çizgi aşılırsa, seçilerek gelen bir yönetim dahi gayrimeşru hale gelir.

2. Seçim Beyannameleri ve Anayasal Bağlılık

Seçim beyannameleri, bir nevi toplumsal sözleşme niteliğindedir. Halk, partilere bu sözleşmeye göre oy verir. Dolayısıyla bu beyannamelerde belirtilen temel ilkelerle taban tabana zıt uygulamalar, hem toplumsal güveni zedeler hem de demokratik sistemin kendisini sorgulatır.

İktidar, seçim öncesi millete sunduğu anayasa vurgulu vaatlerle meşruiyet kazanır. Ancak seçimi kazandıktan sonra bu anayasal çizginin dışına çıkarsa, o zaman meşruiyet zeminini kaybeder. Bu durum, sadece siyasi değil hukuki sonuçlar da doğurur. Çünkü anayasal düzene aykırı davranışlar, anayasa suçun kapsamına girebilir.

3. Meşruiyeti Kaybetmenin Hukuki ve Ahlaki Sonuçları

Bir iktidarın meşruiyetini kaybetmesi, onun fiilen anayasa dışına çıkması anlamına gelir. Bu tür bir sapma, iktidarın anayasal haklarını artık temsil etmediği anlamına gelir. Şirket yönetimlerinde bile, yöneticiler sözleşmeye aykırı davrandıklarında görevden alınır, sorumlu tutulurlar. Bir devlet yöneticisinin de halkla yaptığı "anayasal sözleşmeye" sadık kalmaması, onu hesap verir hale getirir.

Bu bağlamda, anayasal düzene aykırı hareket eden bir iktidar, artık sadece muhalifleri değil, anayasa koruyucuları tarafından da sorgulanmalıdır. Hukuk kurumlarının bu aşamada sessiz kalması, anayasal düzenin çöktüğünün göstergesidir.

4. İki Yüzlülük ve Manipülatif Siyasi Pratikler

Bazı iktidarlar, seçim dönemlerinde muhaliflerini belli ideolojik kavramlar üzerinden itibarsızlaştırırken (örneğin "terörle iş birliği" ithamı), seçim sonrasında aynı yapılarla görüşmelere başvurabiliyor. Bu tür iki yüzlü politikalar, halkta ciddi bir güven kaybına neden olur. Bu durum, "siyasi pragmatizm" adı altında meşrulaştırılmaya çalışılsa da, etik ve hukuki düzlemde kabul edilemez.

Daha da vahimi, bu ikiyüzlülük üzerine yeni yasa arayışına girilmesidir. Anayasaya aykırı bir eylemi, anayasayı değiştirerek meşru hale getirme girişimi, otoriter rejimlerin klasik stratejisidir. Yani bir anayasa ihlali, başka bir anayasa değişikliği ile meşrulaştırılamaz.

5. Sayısal Çoğunlukla Meşruiyet Üretilemez

Demokratik sistemler sadece çoğunluk iradesine değil, azınlık haklarına, kuvvetler ayrılığına, hukuk devleti ilkesine ve temel insan haklarına dayanır. Sayısal çoğunluk, her türlü kararın meşru olduğu anlamına gelmez. Aksi halde demokrasi, çoğunluğun tiranlığına dönüşür.

Bu noktada, çoğunlukla anayasayı değiştirerek anayasal düzene aykırı icraatları meşru hale getirme çabası, demokrasi değil, "yasal otoriterlik" üretir. Tarihte bunun örnekleri çoktur: Nazi Almanyası da seçimle iktidara gelmiş, ama çoğunlukla anayasayı değiştirerek diktatörlüğe evrilmiştir.

6. Hukukun Rolü ve Kurumların Sorumluluğu

Hukuk kurumlarının görevi, iktidarın değil, hukukun üstünlüğünü korumaktır. Bu bağlamda, anayasa mahkemeleri, yargı kurumları, barolar ve akademik hukuk camiası, meşruiyet krizlerinde sessiz kalamaz. Sessizlik, suça ortaklık anlamına gelir.

Bu kurumların anayasal düzenin bekçiliğini yapması, sadece görev değil, ahlaki bir sorumluluktur. Eğer bu kurumlar görevlerini yapmazsa, anayasal düzene yapılan saldırılar cezasız kalır ve bu da toplumsal çöküşü hızlandırır.

7. Toplumun Rolü ve Sivil Sorumluluk

Halk, sadece seçimde oy vererek değil, aynı zamanda yöneticilerin icraatlarını sürekli sorgulayarak demokrasiyi yaşatır. Bu nedenle toplumsal farkındalık ve sivil bilinç büyük önem taşır.

Toplumun geniş kesimleri, siyasetin bu manipülatif doğasına karşı bilinçlenmeli, sorgulayıcı bir tutum takınmalıdır. Eğitim kurumları, medya ve sivil toplum kuruluşları bu bilinçlenme sürecinin taşıyıcıları olmalıdır.

8. Meşruiyet Krizinin Sonuçları

Meşruiyetin yitirilmesi sadece siyasi bir kriz doğurmaz; aynı zamanda ekonomik, sosyal ve psikolojik bir çöküşü de beraberinde getirir. Yatırımcılar güven duymaz, toplumsal huzur bozulur, bireyler devletle olan aidiyet bağını yitirir. Bu tür bir kriz, anayasal düzenin ve ulusal birliğin çökmesine kadar ilerleyebilir.

Anayasa Sadakati Bir Lüks Değil, Zorunluluktur

Sonuç olarak, bir iktidarın seçimle gelmiş olması, onun her yaptığına meşruiyet kazandırmaz. Seçim beyannameleriyle millete verilen sözler, anayasal sadakatin taahhüdüdür. Bu sözlerin çiğnenmesi, anayasal düzenin çiğnenmesidir. Meşruiyetini kaybetmiş bir iktidarın, yeni bir meşruiyet yaratma bahanesiyle anayasayı değiştirmesi, sadece kendi menfaat grubunu korumaya yönelik bir çabadır.

Hukuk kurumları, sivil toplum, akademi ve halk bu tür girişimlere karşı direnç göstermeli, anayasal düzeni ve hukuk devletini savunmalıdır. Çünkü anayasanın meşruiyeti, halkın özgürlüğünün ve geleceğinin teminatıdır.

Meşruiyeti kaybeden iktidar, itibarını ve meşruluğunu yok eder.

Meşru olmayan bir anayasa değişikliği ise, toplumsal barışı kalıcı olarak yok edebilir.

Erol Kekeç/23.04.2025/Sancaktepe/İST

20 Haziran 2025 Cuma

Bilimsel Örtü Altında Sessiz Katliam

19 Haziran 2025 Perşembe

Emir Büyük Yerden vay başımıza

Kur’an’ın apaçık ayetleri, mazlumlara yapılan saldırılar karşısında bir müminin ne yapması gerektiğini açık ve net bir şekilde ortaya koyar. Özellikle Tevbe Suresi’nin 13. ve 14. ayetleri, zulme uğrayanlara karşı takınılması gereken tavrı belirginleştirir. Bu ayetlerde, yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çıkarmaya çalışan ve saldırının ilk fitilini ateşleyen bir topluluğa karşı savaşıp savaşmamanın sorgulanması, imanla doğrudan ilişkilendirilir. Zira ayetin sonunda açıkça şu ifade yer alır: "Eğer müminlerseniz, Allah’tan korkmanız gerekir." Bu, iman iddiasının bir sınavıdır. Dolayısıyla bu ayetler, sadece tarihsel bir bağlamda değil, evrensel ve ahlaki bir yükümlülük olarak tüm zamanlara hitap eden ilahi direktiflerdir.

Gazze’de yaşananlar da tam olarak bu ayetlerin tarif ettiği türden bir zulmü gözler önüne sermektedir. Sivillerin hedef alınması, kadınların, çocukların katledilmesi, hastanelerin, ibadethanelerin bombalanması, halkın açlığa ve susuzluğa mahkûm edilmesi bir soykırım politikasıdır. Bu şartlar altında, saldırıya maruz kalanların direnmesi, kendilerini savunmaları, inançları ve varlıkları için mücadele etmeleri Kur’an’a göre meşru değil, zorunlu bir tavırdır.

Ancak ne gariptir ki, bugün bazı kesimler bu mazlum direnişi eleştirmekte, onları "ateşi tırmandırmakla" suçlamakta, hatta daha da ileri gidip bu insanların yurtlarından çıkarılmalarını "hicret" olarak tanımlamaktadır. Bu, sadece Kur’an’ın emrine değil, insanlığın vicdanına da aykırıdır. Hicret, zulümden kaçmak zorunda kalanlara bir çıkış yolu sunan bir kurtuluş olabilir ama mazluma "hicret et, direniş gösterme" demek, zalimin zulmüne sessizce boyun eğ demektir. Bu da ancak zihinlerdeki çürümenin, kalplerdeki imanın zayıflığının ve zulüm karşısında tarafsız kalmanın açık bir göstergesidir.

Tevbe Suresi 14. ayet bu tutumu daha da netleştirir. Ayette Allah, müminlerin eliyle zalimleri azaba uğratacağını, onları rezil edeceğini, inananların gönlünü ferahlatacağını ve onlara yardım edeceğini vaat etmektedir. Bu ayet, müminin eliyle yapılacak adalet mücadelesinin ilahi bir emir olduğunu ifade eder. Zira adaletin tecellisi için sadece dua etmek yetmez; harekete geçmek, cesur olmak ve Allah’a güvenmek gerekir. Aksi halde korkunun, teslimiyetin ve suskunluğun adı iman olmaz.

Bugün Gazze’de yaşananlara karşı “gücün kadar tepki ver” diyerek mazlumu pasifleştirmeye çalışanlar, bu ayetlerin ışığında yeniden düşünmelidir. Ayet, saldırının kimden geldiğini belirtir: "Saldırıyı ilkin onlar başlattı." Durum nettir: Saldırgan bellidir, mazlum bellidir. Savaşın da meşruiyeti bellidir. Burada yapılması gereken şey, güç hesapları yapmak değil, safını belli etmektir. Çünkü Allah’ın safı, her zaman mazlumun safıdır. Kim zalime söz geçiremiyorsa, bari mazluma taş atmasın.

Peki bu tür tavırların arkasında ne yatar? Bu sorunun cevabı çok katmanlıdır. İlki, korkudur. Ayet bunu açıkça sorgular: "Korkuyor musunuz onlardan?" İşte bu korku, mümin kimliğini sarsan en büyük tehlikedir. Allah’a güvenmek yerine zalimin gazabından korkan bir kalp, iman açısından sorgulanmalıdır. Çünkü gerçek mümin, zulüm karşısında yalnız kalsa bile Allah’ın yardımına güvenerek ayağa kalkar.

İkinci bir sebep ise menfaat endişesidir. Mazlumun safında yer almak, güçlü olanla ilişkileri zedeleyebilir. Ticari, siyasi, diplomatik çıkarlar tehlikeye girebilir. İşte burada Kur’an, iman ile dünya menfaatlerinin çatıştığı bu zeminde, mümini tercihe çağırır. Ya Rabbin rızası, ya dünyanın aldatıcı menfaati. Ayet, bu noktada şunu söyler: "Eğer müminlerseniz..." Yani bu bir inanç testidir.

Üçüncü bir neden ise zihinsel sömürge halidir. Zihinleri Batı merkezli etik normlara ve siyaset anlayışına teslim olmuş bazı Müslümanlar, hakikati sorgulamak yerine güçlü olanın dilini tekrar ederler. "Barış" ve "çözüm" adı altında aslında mazluma teslimiyeti öğütleyen bu bakış, Kur’anî bir bakış değildir. Çünkü Kur’an, barışı ancak adalet temelinde onaylar. Zulmün devam ettiği yerde barış bir aldatmacadır.

Dördüncü bir neden, İslam’ın mücadeleci yönünün yeterince kavranmamış olmasıdır. Kur’an’da geçen cihad, sadece silahlı mücadele değildir. Bir duruş, bir taraf olma, bir haksızlığa itiraz etme, bir mazluma siper olma bilincidir. Zalimle arasına mesafe koyamayanlar, isterse kılıç kuşansın, gerçek mücahit olamaz. Zira müminin kılıcı da, kalemi de, sesi de zalime karşı yönelmelidir.

Son olarak, inançta samimiyet meselesi karşımıza çıkar. Ayetler apaçık olmasına rağmen, iç dünyasında bu ayetlere inanmayan veya onları sadece tarihsel birer olay olarak görenler, zulüm karşısında sessiz kalmayı normalleştirirler. Oysa Kur’an’ın bu ayetleri kıyamete kadar geçerlidir. Zaman ve mekan üstü mesajlardır. Onlar, her çağın zalimine karşı direniş çağrısıdır.

Bu nedenle bugün Gazze’deki direnişi eleştirenler, bu direnişi pasifize edenler, Kur’an’ın çağrısına kulak tıkamaktadırlar. Korkuya teslim olmuş, zalime yaranma derdine düşmüş, imanı dilde bırakmış bir zihniyetin ürünüdür bu tavır. Ve bu zihniyet, mazlumu bir kez daha yalnız bırakmakla kalmaz, Allah’ın rızasını da kaybeder.

Ayetin sonunda geçen "Ve inananlar toplumunun göğüsler

ine şifa ulaştırsın" ifadesi, direnişin sadece maddi değil, manevi bir etkisinin de olduğuna işaret eder. Bir müminin kalbi, zalime karşı duran bir başka mümini gördüğünde ferahlar, iman tazelenir, ümmet bilinci güçlenir. İşte bu yüzden Gazze’nin çığlığı, sadece bir bölgenin değil, bütün ümmetin kalp atışıdır. Oradaki bir çocuk direnirken, buradaki bir mümin de kendini gözden geçirir.

Sonuç olarak, Tevbe Suresi’nin bu iki ayeti, bize çok net bir şey söylüyor: Safını seç! Ya zalimin karşısında, mazlumun yanında durursun ya da zalimin susturduğu kalabalıklardan biri olursun. İmanın, ahiret inancının, adalet arayışının ve insanlık onurunun bir imtihanı bu. Allah’ın rızasını mı, dünyanın suskun ve korkak konforunu mu tercih edeceksin?

Zaman, zalimin propagandasına değil, Kur’an’ın çağrısına kulak verme zamanıdır. Ayet açık, mesaj net: “Savaşın onlarla! Sizin elinizle Allah onlara azap etsin!” Eğer bu mücadelede yer almazsan, en azından susturmazsan direnenleri. Çünkü bu ayetler sadece geçmişi değil, bugünü de hükmü altına alır. Bugün Gazze’de mazlum bir çocuk sapan taşıyorsa,bu ayet onun yanındadır. Ve ona taş atan değil, onunla taş atanlar kurtulacaktır.

Erol Kekeç/18.06.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!