Bu Blogda Ara

2 Mayıs 2025 Cuma

Suriye Üzerinden Coğrafyamıza Kurulan Tuzaklar ve İhanet Zinciri


Bölgesel kuklalardan küresel planlara, yer altındaki farelerden medya karnavallarına kadar hakikatin izini süren bir çözümleme.

 1.  Suriye Neden Bu Kadar Kritik?

Suriye, tarih boyunca yalnızca coğrafi olarak değil, dini, kültürel ve stratejik açıdan da Ortadoğu’nun kalbinde yer almıştır. Mezopotamya ile Akdeniz’i birbirine bağlayan kadim topraklar üzerinde kurulmuş bu ülke, yalnızca dört bir yanındaki ülkeler için değil, küresel aktörler için de eşsiz bir çıkar alanıdır. Arap Baharı süreciyle başlayan “halk ayaklanmalarının neredeyse tamamı kısa sürede bastırılırken, Suriye’deki yangının kontrol altına alınamaması aslında tesadüf değildir. Çünkü Suriye, planlı bir yıkımın kurbanıdır.

Suriye’de yaşananlar bir iç savaş değil, doğrudan küresel hesaplaşmaların Ortadoğu sahnesindeki yansımasıdır. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), İsrail’in “güvenli sınırlar” doktrini, Türkiye’nin Osmanlı mirası üzerinden bölgeye yeniden nüfuz etme arayışı, İran’ın Şii hilalini tahkim etme çabası, Suudi Arabistan’ın Sünni liderliği ele alma arzusu gibi çok sayıda aktörün hedefi bu küçük ama stratejik ülkenin etrafında birleşti. Bu bile başlı başına Suriye’yi kritik hale getirmektedir.

2. “Yeni Yönetim ”in Gerçek Sahipleri-Kuklalar ve Kuklacılar

Suriye'deki yeni yönetim, kağıt üzerinde halkın iradesiyle şekillenmiş bir değişim gibi sunulsa da perde arkasında bambaşka bir oyun sahnelenmiştir. Özellikle Şara yönetiminin söylemleri ve pratikleri dikkatle incelendiğinde, bu yönetimin bağımsız olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. İran’a, Hizbullah’a düşmanlık üzerinden kurulmuş bir retorik; İsrail ile sorun yaşamak istemeyen bir duruş; Suud rejimi ile sıcak ilişkiler ve Türkiye’nin gözetiminde yapılan açıklamalar... Bunlar bir halk devriminin değil, bir “yeniden kurgulama operasyonunun” çıktılarıdır.

Suriye halkı, yıllarca Esed rejiminin baskısı altında yaşadı. Ancak bu baskının alternatifi olarak getirilen yapının da bölgeye adalet, özgürlük, güvenlik getireceğine dair ciddi şüpheler bulunmaktadır. Çünkü bu yönetimin arkasındaki figürler; ABD, İsrail ve Suudi Arabistan gibi bölgede Müslüman halklar üzerinde hegemonya kurmak isteyen emperyal odaklardır.

3. Kurgulanmış Bir Zafer-Emevi Camii ve İslamcı Tiyatrolar

2011 sonrasında Türkiye medyasında bir “Suriye fethediliyor” havası pompalanıyordu. Erdoğan’ın “Emevi Camii’nde namaz kılacağız” sözü bu propagandanın merkezindeydi. Türkiye’den Suriye’ye giden bazı selefi gruplar, medya eşliğinde bu süreci “cihad” gibi göstermeye çalıştılar. Ancak gerçekte olan, sahada bir halkın değil, bir projenin yürürlüğe konmasıydı.

Emevi Camii kutsamalarının, gezilerin, gösterişli törenlerin, medyatik ziyaretlerin hepsi birer illüzyondu. Arka planda ise BOP’un Suriye ayağı, etnik ve mezhepsel ayrışmalarla parçalanmış bir ülke hedeflenmişti. Aynı süreçte Musul ve Kerkük gibi bölgelerde de benzer senaryoların devreye sokulması rastlantı değildi. İslamcı görünümlü bu karnavallar aslında emperyalizmin yerli aktörler eliyle sahaya sürdüğü tiyatrolardı.

4. İslam Dünyasının Emperyalist Rehineliği

İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’in “Bu sorunu biz kendi aramızda çözebiliriz” yaklaşımı aslında bir fırsattı. Ancak Erdoğan’ın “Esed gitmeden asla çözüm olmaz” ısrarı, bölgesel iş birliği fikrini doğrudan sabote etti. Bu retorik birebir ABD’nin söylemleriyle örtüşüyordu. Oysa asıl mesele halkın güvenliğini sağlamak, seçim ortamı hazırlamak, sonra siyasi geçişi konuşmaktı. Ama bu yol değil, savaş yolu tercih edildi.

Bu tavır yalnızca Suriye’nin değil, tüm bölgenin cehenneme dönmesine neden oldu. Filistin meselesiyle kurulan benzerlik dikkat çekicidir. Abbas yönetimi, nasıl ki İsrail işgaline karşı sessizliğini koruyarak işlevsiz bir yönetim haline geldiyse, Şara yönetimi de aynı şekilde İsrail’e karşı hiçbir ciddi duruş sergilememiştir. Bu da halklara değil, efendilere hizmet eden bir anlayışın ürünüdür.

5. İsrail’in Suriye Planı-Sessiz İşgal ve Dini Mekanlar Üzerinden Mesajlar

İsrail’in Suriye ile ilgili hesapları da uzun vadeye yayılmıştır. Özellikle kutsal mekanlar üzerinden yürütülen sembolik işgaller dikkat çekicidir. Netenyahu’nun Emevi Camii’ni ziyaret etme planı, Kudüs sonrası ikinci bir psikolojik darbe anlamına gelecektir. Bu plan, yalnızca İsrail’in kibirli bir yürüyüşü değil, aynı zamanda Müslümanların başkentlerinin işgal edildiği yönünde güçlü bir mesajdır.

Buna karşın, Şara yönetiminin Hizbullah mensuplarını tutuklaması ve İran’a mesafe koyması, İsrail’le perde arkasında bir anlaşmanın işareti olarak yorumlanabilir. Suudi Arabistan’ın bu süreci finanse etmesi de yine bu denklemde bir başka bilineni açığa çıkarıyor. Paranın gücüyle halklar değil, hükümetler yönetiliyor artık.

6. Türkiye'nin “Operasyonel Sessizliği” ve Göç Gerçeği

Türkiye, baştan beri Suriye meselesinde hem görünen hem görünmeyen bir rol üstlenmiştir. Sınır kapılarını açmak, silahlı gruplara lojistik sağlamak, diplomatik açıklamalarla süreci meşrulaştırmak gibi doğrudan müdahaleleri oldu. Ancak son dönemde daha çok “operasyonel sessizlik” tercih ediliyor. Bu da halkın tepkisini azaltmak için uygulanan bir yöntemdir.

Suriyelilerin geri dönmemesi, aslında ülkelerindeki kaosun bitmediğini değil, Suriye’de yeni kurulan yapının onlar için güvenli olmadığını göstermektedir. Bazı gruplar geri dönse de, bunlar kalıcı ve kitlesel dönüşler olmamıştır. Çünkü Suriye artık halkın değil, projenin ülkesidir.

7. Helak Yasası-Allah’ın Tarih Boyunca Değişmeyen Hesabı

Kur’an’da birçok kavmin helakı anlatılırken, temel sebep olarak zalim yöneticiler değil, onları alkışlayan halklar gösterilir. Çünkü zulmün yayılmasına sessiz kalmak, o zulme ortak olmaktır. Bugün de bölgemizde benzer bir manzara vardır. Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de yaşananlar yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ilahi adaletin konusudur.

Allah’ın yasasında bir değişiklik yoktur. Zulme rıza gösteren toplumlar, er ya da geç onun bedelini öder. Bugün suya sabuna dokunmayan, rahatını bozmayan halklar, sessiz kalmanın getirdiği büyük bir helakin eşiğinde olabilir. Allah mazlumların yanındadır, ama bu zulme ortak olanlara karşı gazabı da keskindir.

8. Beklenen Hesap, Umulan Kurtuluş

Suriye meselesi, sadece bir ülkenin yıkımı değil, bir coğrafyanın yeniden dizaynıdır. Bu süreçte halklar kandırılmış, yöneticiler satın alınmış, dini ve milli kavramlar istismar edilmiştir. Ancak bütün bu oyunlara rağmen, bu coğrafyada hâlâ direnen, hâlâ izzetli duran insanlar vardır. Gazze’deki direniş, Yemen’deki sabır, Lübnan’daki bilinç, İran’daki kararlılık ve Türkiye’deki bazı uyanık zihinler bu direnişin umududur.

Kızıldeniz’in Fravunları yutması gibi, bu bölge de bir gün zalimlerini yutacaktır. O güne kadar sözümüzü saklamayacağız, yazmaya, anlatmaya ve uyandırmaya devam edeceğiz. Çünkü bu coğrafyanın kurtuluşu, Allah’ın vaadine sadık kalanlar sayesinde olacaktır. Mutlak galip Allah’tır. Bekleyip göreceğiz.

Bahadır Hataylı/03.02.2025/Sancaktepe/İST

Bir Avuç Beton Bir Ömür Yıkım

Rant düzeni. Hakkın, hukukun ve adaletin yerini çıkar ortaklıkları, menfaat birliktelikleri ve kamu kaynaklarının yağmalanması alalı çok oldu. Bugün yaşadıklarımız, aslında yarım asırdır ilmek ilmek örülen, milletin toprağına, denizine, dağına, tarihine ve geleceğine kurulmuş büyük bir tuzağın nihai perdesidir.

Ne diyordu birileri?
“Bir gece ansızın gelebiliriz.”

Sanıldı ki bu söz, memleketin bekası için, dış tehditlere karşı verilen cesur bir söz, bir milletin kararlılığıydı. Ama biz şimdi daha iyi anlıyoruz ki bu söz, bir avuç seçkinin milletin tapulu malına, kamu arazilerine, kıyılarına, tarihi mekanlarına ve yoksulun ekmeğine çökmek için söylediği karanlık bir niyetti. Bir gece ansızın, halkın arsasına gelip 400 dükkan dikip arsa sahibine bir kulübe bile bırakmayanların yüzsüzlüğü işte tam da bu zihniyetin ürünü.

Bu yazıda; İstanbul Kanal Projesi’nden Hatay’daki rezerv alan uygulamalarına, imar rantlarından yandaş müteahhit düzenine, şirketleşen siyaset ve mafyalaşan bürokrasiye kadar tüm bu düzenin mekanizmasını ve ülkemizin geleceğine ne tür karanlıklar hazırladığını  ele alacağız.

Talanın Kitabını Yazdılar-Rant Düzeni Nasıl Kuruldu?

Bu düzen, bir gecede kurulmadı. Önce şehirler plansız büyütüldü. Sonra plansızlığın adı “kalkınma” oldu. Meclis, rant yasaları çıkardı. Belediyeler imar planlarını, arsaların sahiplerine değil, kimlere nasıl para kazandıracağına bakarak çizdi.
Kıyılar betonla doldu. Dereler kurutuldu. Tarihi alanlara AVM dikildi. Kamu arazileri, ‘kentsel dönüşüm’ ya da ‘rezerv alan’ adı altında ihaleye çıkarıldı. İhaleler hep aynı 5-10 yandaşa verildi.

Konut fiyatları uçtu. Yeşil alanlar yok oldu. Kentler, yaşanması güç devasa beton ormanlarına dönüştü. Deprem, sel ve yangın gibi afetler ise büyük yıkımlara yol açar oldu. Çünkü ranttan başka hiçbir şey düşünülmedi.

İstanbul Kanal Projesi-Bir Su Yolu Değil, Bir Rant Koridoru

Türkiye tarihinin en büyük doğa ve şehir katliamlarından biri olacak olan Kanal İstanbul, sözde bir “ulaşım ve güvenlik projesi” olarak sunulsa da, aslında bir gayrimenkul rant projesidir.
Kanal güzergahında yüzbinlerce dönüm arsa, yandaş şirketler ve Körfez sermayesi tarafından satın alındı. Proje başlamadan önce bölgenin %60’ının mülkiyeti değişti.
Kanal açıldığında, etrafında kurulacak ‘Yenişehir’de’ kimlerin villa, AVM ve rezidans yapacağı, hangi müteahhitlerin servetine servet katacağı çoktan belli.
Böylelikle İstanbul’un su havzaları, tarım arazileri, doğal sit alanları bir gecede imara açılmış olacak.

Bu sadece doğa katliamı değil. Aynı zamanda su krizi, ekolojik yıkım ve milyonlarca İstanbullunun yaşam hakkına tecavüzdür.
Oysa gerçek şu ki; İstanbul’un yeni betona değil, yeşil alanlara, depreme dirençli sağlam konutlara ve temiz suya ihtiyacı var.

Hatay’da Rezerv Alan Oyunu- Depremde Yıkılanın Üstüne Talan

2023 depremlerinin ardından Hatay’da, ‘rezerv alan uygulaması’ adı altında bir başka kirli senaryo devreye sokuldu. Depremzedelere ait arsalar, ‘afetzede konutu yapacağız’ bahanesiyle devlet tarafından kamulaştırıldı.

Ancak rezerv alan ilan edilen bölgeler sadece boş arsalar değil; hastaneler, tarihi binalar, kamu kurumları, camiler ve halkın tapulu mülkleriydi. Üstelik bu alanlarda konut yapımını sadece belirli inşaat firmaları üstlenecek. Depremzedeler, evlerini kiralayacak ya da satın almak için bir ömür borçlandırılacak.

Bu yöntemin adı: afet bahanesiyle kamusal mal yağması.
Geçmişte Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Okmeydanı’nda denenen yöntem şimdi Hatay’da uygulanıyor. Ve rant çarkı, enkaz üstüne kurulan villalarla dönmeye devam ediyor.

Milletin Malına Çökme Sanatı- Mafyalaşan Belediye Düzeni

Türkiye’nin birçok belediyesi, kentsel dönüşüm, imar affı ve ihale yöntemleriyle birer rant ofisine dönüştü. Belediye meclis üyeleri ve başkanlar; müteahhitlerle, iş adamlarıyla ve siyasetçilerle arsa pazarlığı yapıyor.
Meclis kararları, kamu yararı için değil, hangi arsaya nasıl kat artışı yapılacak, hangi sosyal tesis hangi yandaşa peşkeş çekilecek diye alınıyor.

Örneğin; bir kamu arazisi önce ‘kentsel dönüşüm alanı’ ilan ediliyor. Ardından ihalesi gizlice ya da kapalı teklif usulüyle yandaşa veriliyor. Kat sınırı ve emsal artışı çıkarılarak arazinin değeri 20-30 kat artırılıyor. Ve bu ranttan sadece birkaç kişi faydalanıyor.

Sonuç?
Halk daha pahalı konutlarda yaşamak zorunda kalıyor. Kentsel dönüşüm mağdurları artıyor. Tarihi alanlar yok oluyor.

Bu Düzen Nereye Gider?

Bu rant düzeni, Türkiye’yi sadece ekonomik krizle değil; ahlaki, sosyal ve siyasi bir çöküşe de sürüklüyor.
Çünkü:

  • Kamu güveni yok oluyor. Halk devlete, mahkemelere, belediyelere inancını kaybediyor.

  • Kentler yaşanmaz hale geliyor. Trafik, hava kirliliği, altyapı sorunları artıyor.

  • Doğa talan ediliyor. Ekolojik denge bozuluyor, afet riskleri büyüyor.

  • Yoksulluk derinleşiyor. Zenginler daha zengin olurken, halk kira ve borç batağında sürünüyor.

  • Siyaset mafyalaşıyor. Rant kavgası, cinayetlere, çeteler arası çatışmalara dönüşüyor.

  • Toplum ayrışıyor. Menfaat grupları arasında kutuplaşma derinleşiyor.

Ve bu karanlık, sadece bugünü değil, gelecek nesilleri de zehirleyecek. Çünkü talan edilen sadece toprak değil; çocuklarımızın nefes alacağı alanlar, su içeceği dereler, gölgelenebileceği ağaçlar, yürüyebileceği sokaklar.

Bir Umut Var Mı?

Evet var.
Tarih göstermiştir ki; zulmün ve talanın sonu vardır. Ama bu ancak halkın susmamasıyla, bilmesiyle ve mücadele etmesiyle olur. Herkesin sandık başında ya da meydanda sesini duyurması, hakkını araması gerekir.
Çünkü bu ülke, bir avuç yandaşın değil; milyonlarca onurlu insanın vatanıdır.

Türkiye bugün bir kavşakta. Ya bu rant ve talan düzenini sürdürüp karanlığa gömülecek. Ya da halk, toprağına, doğasına, tarihine ve geleceğine sahip çıkıp adil, eşit ve yaşanabilir bir ülke için mücadele edecek.

Bu sadece siyasi değil, insani ve vicdani bir görevdir.
Çünkü suskun kalan, talancıya ortak olur.

Tilhabeşlifilozof/22.04.2025/Sancaktepe/İST

30 Nisan 2025 Çarşamba

Sorgulanmayan Bir Hayat Yaşamaya Değmez(Düşüncenin İzzetine Davet)



Suskunluğun Çürümesi

Bir insan nefes alabilir, çalışabilir, kazanabilir, yiyebilir, uyuyabilir; fakat yine de yaşamıyor olabilir. Zira yaşamak sadece bedensel varlığın devamı değildir. Gerçek yaşam, zihinsel farkındalıkla, ruhsal uyanışla, ahlaki muhasebeyle, yani sorgulamayla başlar. Sokrates’in asırlar öncesinden gelen o sarsıcı ifadesi bu yüzden hâlâ yankılanıyor: "Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez." Çünkü sorgusuz bir hayat; yönsüz bir gemi, köksüz bir ağaç, ışıksız bir göz gibidir.

Bugün teknolojinin büyüsüyle sarhoş olmuş insanlık, kendi varoluş amacını unutmuş; düşünmeyi konforla, sorgulamayı hazla, anlamı başarıyla değiştirmiştir. Oysa insanı insan yapan, onu diğer varlıklardan ayıran temel meziyet düşünme yetisidir. Fakat ne hazindir ki çağdaş insan, en değerli hazinesini kendi elleriyle boğmakta; düşünce yerine taklidi, sorgulama yerine kanaatkâr suskunluğu, bilinç yerine tepkisel alışkanlığı seçmektedir.

İşte bu manifesto, düşüncenin onurunu iade etmek, sorgulamayı yeniden meşrulaştırmak ve insanı, kendine dönmeye çağırmak için kaleme alınmıştır. Bu bir feryat değil, bir çağrıdır. İçsel karanlığa tutulmuş bir meşaledir.

İnsan Neyle Yaşar?

İnsan sadece ekmekle yaşamaz. İnsanı yaşatan, içini dolduran, ona yön ve anlam veren; fikirdir, sorudur, cevaptır. Vicdandır, idraktir, muhasebedir. İnsan sadece et ve kemik yığını değil, bir mana taşıyıcısıdır. Ve bu mana, ancak düşünceyle billurlaşır.

Sorgulamak, insanın kendini bulma çabasıdır. "Ben kimim?", "Nereden geldim?", "Niçin yaşıyorum?", "Neye hizmet ediyorum?" sorularına cevap aramak; bireysel dirilişin ilk adımıdır. Bu sorular sorulmadıkça, insan kendine ait olmayan bir hayatı yaşar; toplumun, ailenin, medyanın, ideolojilerin biçimlendirdiği bir gölge olur. Gerçekte yaşamaz, yaşatılır.

Sorgulamayı Öldüren Düzen

Modern toplum, sorgulayan bireyden hoşlanmaz. Çünkü sorgulayan birey, düzeni sarsar. Tüketici değil düşünür olur. Sürü değil özne olur. Sorgulayan birey; reklamlara kanmaz, propagandalara boyun eğmez, otoriteye körü körüne bağlanmaz. Bu nedenle sistem; okullar aracılığıyla düşünmeyi değil ezberlemeyi, medya yoluyla merakı değil kanaati, popüler kültür aracılığıyla özgünlüğü değil kopyacılığı teşvik eder.

Birey, daha küçük yaştan itibaren sınavlar, notlar, başarı yarışları içinde şekillendirilir. Kendine ait bir fikri olmaması beklenir. Çünkü kendi fikri olan birey, itaat etmez. Böylece insanlar; aynı tipte düşünür, aynı şeylere güler, aynı şeylere öfkelenir hale getirilir. Bu bir tesadüf değil, zihinsel tek tipleştirmenin sistematik sonucudur.

Düşünceyi Yeniden Şereflendirmek 

Sorgulama, eleştiridir ama yıkım değildir. Aksine, sorgulamak inşa etmektir. Doğrunun peşinde koşmaktır. Bir insan, ancak sorgulayarak kendi ahlakını kurar. Kendi inancını temellendirir. Kendi hayatını anlamlandırır.

Sorgulamak, başkaldırmak değildir; kendine dönmektir. Anlamın peşine düşmektir. Zira insan ancak anlamla yaşar. Anlamı olmayan bir hayat, ölümün uzantısından başka bir şey değildir. Bu yüzden, düşünmek sadece entelektüel bir faaliyet değil, varoluşsal bir zorunluluktur.

Sorgulamak, evvela insanın kendi içine bakmasıyla başlar. "Ben neye inanıyorum ve neden?" sorusu; sadece dini inançlar için değil, tüm fikir sistemleri için geçerlidir. Sahip olduğumuz düşünceler; kendi iç muhakememizin sonucu mu, yoksa rastgele edindiğimiz kalıplar mı? Bu soruyu dürüstçe soramayan insan, kendi zihninin kölesidir.

Toplumsal Uyku Kimlik Yitimi ve Ahlaki Çöküş 

Bugün toplumlar; topluca düşünmeden yaşamanın bedelini ödüyor. Moda olanı doğru sanmak, popüler olanı ahlaki görmek, güçlü olanı haklı zannetmek; sorgulamanın yerini almış durumda. Bu zihinsel tembellik; ahlaki çöküşün, sosyal dejenerasyonun ve kültürel yozlaşmanın temel sebebidir.

Sorgulamayan toplum; yöneticisini seçemez, eğitim sistemini değerlendiremez, adaletsizliklere karşı ses çıkaramaz. Bu nedenle, sadece bireysel değil, toplumsal özgürlük de sorgulama kültürüne bağlıdır. Sorgulama, hem fertte hem toplumda bilinç üretir. Bilinç ise; özgürlüğün, adaletin ve erdemin teminatıdır.

Aklın Özgürlüğüne Bir Davet 

Ey insan!

Artık susma. Sustukça körelirsin, sustukça çürürsün, sustukça yok olursun. Sana sunulan hayatı değil, kendi seçtiğin hayatı yaşa. Sadece konuşmayı değil, düşünmeyi öğren. Sadece öğrenmeyi değil, sorgulamayı öğren. Sana öğretilenleri değil, kendi bildiklerini savun. Çünkü hakikat; ezberlenerek değil, aranarak bulunur.

Sorgulamak, başkaldırmak değil; sorumluluktur. Hakikate, akla, vicdana karşı sorumluluk. Korkma; çünkü doğru soru, seni doğru yola götürür. Yolun başı sancılı olabilir, fakat sonunda aydınlık vardır.

Çocuklara Düşünmeyi Öğretmek 

Eğer bir toplum geleceğini kurtarmak istiyorsa, çocuklara düşünmeyi öğretmelidir. Ezber değil anlam, itaat değil analiz, tekrar değil özgünlük teşvik edilmelidir. Çünkü sorgulayan çocuklar; daha özgür, daha yaratıcı ve daha adil bir dünya kuracaktır.

Bu nedenle eğitim sistemi; bireyin kendi fikirlerini oluşturmasına olanak tanıyan, soru sormayı ödüllendiren, hatayı bir öğrenme fırsatı olarak gören bir yapıya dönüştürülmelidir. Aksi halde; üniversite mezunu ama düşünme engelli bireyler, diplomalı köleler üretmeye devam ederiz.

 Düşünce Bir Lüks Değil İhtiyaçtır

Sorgulamak; bir tercih değil, bir zorunluluktur. Düşünmek; bir süs değil, bir ihtiyaçtır. İnsan olmak; sadece biyolojik bir durum değil, zihinsel ve ahlaki bir seçimdir. Ve bu seçim, her gün yeniden yapılmalıdır.

Bugün dünya, tüketimle boğulmuş, anlamdan kopmuş, vicdanını yitirmiş bir insanlığı barındırıyor. Bu gidişata dur demek için tek silahımız vardır: düşünen, sorgulayan, irade sahibi bireyler.

Bu yüzden bu mesajım; bir çığlık değil, bir umut taşır. Düşüncenin izzetine, insanın onuruna ve hakikatin asaletiyle yeniden yaşamaya bir çağrıdır.

Sorgulamanın olmadığı yerde, yaşam değil, taklit vardır. Taklidin olduğu yerde ise, ne özgürlük, ne huzur, ne hakikat barınabilir.

Onun için son sözümüz,

"Sorgula, çünkü yaşamak; düşünmenin ödülüdür."

Erol Kekeç20.11.2024/Dünya Felsefe Günü Anısına/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!