Bu Blogda Ara

25 Şubat 2025 Salı

Tohumculuk Kanunu ve Ata Tohumlarının Yasaklanması

Bir Toplumun Köklerinden Koparılması

2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, tarım sektörünü modernleştirmek ve tohum üretimini belirli standartlara bağlamak amacıyla yürürlüğe girmiştir. Ancak, bu yasa bazı kesimler tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmış ve yerel ata tohumlarının kullanımını kısıtladığı, dolayısıyla ülkenin tarımsal bağımsızlığını tehdit ettiği gerekçesiyle tepki çekmiştir. Bu yazıda, ilgili yasayı detaylıca ele alarak, getirdiği düzenlemelerin sosyo-ekonomik etkilerini ve ata tohumlarının geleceğini nasıl şekillendirdiğini eleştirel bir perspektiften değerlendireceğiz.

5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu

Bu yasa ile birlikte tohumculuk sektöründe birçok yeni düzenleme getirilmiş ve sertifikalı tohum kullanımı zorunlu hale getirilmiştir. Sertifikasız tohumların ticari amaçla satışı yasaklanmış, bu durum da özellikle yerel ve ata tohumları açısından büyük bir kısıtlama getirmiştir. Yasanın gerekçesi olarak şu hususlar öne sürülmüştür:

1. Verimli ve kaliteli üretim: Standartlara uygun sertifikalı tohumlarla tarımsal verimliliğin artırılması hedeflenmiştir.

2. Hastalık ve zararlılara karşı dayanıklılık: Genetik olarak belirlenmiş ve test edilmiş tohumların kullanımının, tarımsal hastalıkların önüne geçeceği savunulmuştur.

3. Uluslararası rekabet gücünün artırılması: Küresel piyasalarda rekabet edebilmek adına, dünya çapında tanınan ve belgelenmiş tohumların kullanımına ağırlık verilmiştir.

Ancak, bu düzenlemeler beraberinde ciddi sorunları da getirmiştir. Özellikle yerli çiftçilerin ata tohumlarını kullanarak üretim yapmalarının önüne engeller konulmuş ve küçük ölçekli tarım işletmeleri zor durumda bırakılmıştır.

Ata Tohumları Neden Önemlidir?

Ata tohumları, binlerce yıllık doğal seleksiyon süreciyle gelişmiş ve tarım toplulukları tarafından korunarak günümüze kadar gelmiştir. Genetik çeşitlilik açısından zengin olan bu tohumlar, bölgesel iklim koşullarına uyum sağlamış, yüksek besin değerine sahip ve doğal yollarla yetiştirilmeye uygun yapılarıyla bilinmektedir. Ancak, 5553 sayılı yasa ile bu tohumların ticareti yasaklanarak tarım şirketlerinin tekelinde bulunan hibrit ve GDO’lu tohumlara yönelim teşvik edilmiştir.

Bu durumun toplumsal ve ekonomik etkileri ise şu şekildedir:

1. Tarımsal Bağımlılık: Yerel tohumların yerine, çok uluslu tohum şirketlerinin ürettiği ve her yıl yeniden satın alınması gereken tohumların kullanımı çiftçileri ekonomik olarak bağımlı hale getirmiştir.

2. Biyolojik Çeşitliliğin Azalması: Tek tip endüstriyel tohum kullanımının artması, genetik çeşitliliği tehdit etmiş ve tarımsal hastalıklara karşı kırılganlığı artırmıştır.

3. Gıda Egemenliğinin Zedelenmesi: Çiftçilerin kendi tohumlarını üretip kullanma haklarının kısıtlanması, ülkenin gıda üretiminde dışa bağımlılığını artırmış ve küresel gıda tekellerinin etkisini güçlendirmiştir.

Meclis Süreci ve Tartışmalar

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun meclisten geçiş süreci oldukça tartışmalı olmuştur. Kanunun görüşmeleri sırasında bazı milletvekilleri, bu yasanın Türkiye’nin tarım politikalarını çok uluslu şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirdiğini belirtmiş ve sert eleştirilerde bulunmuştur. Ancak, yasaya destek verenler ise küresel ticaretin gerekliliklerini ve modern tarım uygulamalarına uyumu gerekçe göstererek düzenlemenin kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.

Tartışmaların temel noktaları şunlardı:

Yerel tohumların ticaretinin yasaklanmasının sonuçları: Çiftçilerin yalnızca sertifikalı tohum kullanmaya zorlanması ve yerel tohum ticaretinin yasaklanmasının ne gibi sonuçlar doğuracağı üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır.

Çok uluslu şirketlerin etkisi: Bu düzenlemelerin büyük tohum şirketlerine avantaj sağlayacağı ve çiftçileri bu şirketlere bağımlı hale getireceği eleştirileri getirilmiştir.

Biyogüvenlik ve sürdürülebilir tarım: Yasanın, ekolojik tarım uygulamalarını nasıl etkileyeceği ve biyolojik çeşitliliği nasıl tehdit edebileceği üzerine endişeler dile getirilmiştir.

Eleştirel Değerlendirme

Bu yasa, her ne kadar modern tarım tekniklerine uyum sağlamak adına düzenlenmiş olsa da, uygulamada birçok soruna yol açmıştır. Özellikle kırsal bölgelerde geleneksel tarım yapan çiftçilerin üretim özgürlüğünü kısıtlamış, biyolojik çeşitliliği azaltmış ve gıda bağımsızlığını zayıflatmıştır.

Bu noktada şu soruları sormak gerekmektedir:

1. Gerçekten modern tarımın gerekliliği mi, yoksa küresel şirketlerin dayatması mı?

2. Yerel çiftçilerin korunması için alternatif politikalar neden geliştirilmedi?

3. Ata tohumlarının kullanımını teşvik edecek sürdürülebilir modeller neden benimsenmedi?

Bu sorular ışığında, tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ve yerel üreticilerin haklarının korunması gerektiği açıktır. Ayrıca, organik ve ekolojik tarımı teşvik eden, çiftçilerin kendi tohumlarını üretmesini destekleyen yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, Türkiye’nin tarım sektöründe köklü değişiklikler getirmiştir. Ancak, bu düzenlemeler uluslararası şirketlerin lehine sonuçlar doğurmuş, yerel çiftçileri dezavantajlı hale getirmiş ve ata tohumlarının geleceğini tehlikeye atmıştır. Tarımsal bağımsızlık ve gıda güvenliği açısından yeniden değerlendirilmesi gereken bu yasa, yerel tarım üreticilerinin sesinin daha güçlü duyulmasını gerektiren bir konudur. Ata tohumları yalnızca bir üretim aracı değil, aynı zamanda kültürel mirasımızın da önemli bir parçasıdır. Bu mirası koruyarak gelecek nesillere aktarmak, yalnızca bir tarım politikası meselesi değil, aynı zamanda bir bağımsızlık mücadelesidir.

Erol Kekeç/23.02.2025/Sancaktepe)İST

Bir Dönemin Gözyaşı

Bir toplum düşünün ki nüfusunun %80’i ciddi ekonomik sıkıntılar içinde kıvranıyor. İnsanlar geçimlerini sağlamak için her türlü çabayı sarf etse de, ekonominin belirli odaklarda toplandığı, adeta halkın kaynaklarının bir avuç insanın elinde olduğu bir düzen içerisinde, emekçiler, emekliler ve dar gelirli vatandaşlar adeta ölüme terk ediliyor. Yönetim, devletin belli kurumları eliyle bu sesleri bastırmaya çalışıyor; sesini yükseltenleri güç kullanarak hapsederken, en temel haklarını dile getirenleri dahi tehdit unsuru olarak görüyor. Bu baskıcı sistemin geldiği en dip noktada, milletvekili olarak halkın temsilcisi olması gereken kişilerin, vatandaşı aşağılayan sözleriyle adeta milletle alay ettiği bir tablo çıkıyor karşımıza.

Son günlerde, iktidar partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi olan bir vekilin sarf ettiği sözler, bu çürümüş düzenin en net göstergesi olmuştur. Kendisi, emeklilere yapılan 10 bin liralık artışı küçümseyerek ve milletin zekâsına hakaret ederek, "Onlar bunun 3 bin lirasını harcayalım, kalan 7 bin lirayı tasarruf edelim diye düşünmezler; hemen gidip peynir, süt, et vs. alarak piyasayı etkiler ve enflasyonu yükseltirler." ifadelerini kullanmıştır. Bu sözler, sadece ekonomik bir değerlendirme hatası değil, halkı küçümseyen, onları hayvani güdülerle hareket eden varlıklar olarak gören bir zihniyetin dışavurumudur.

Bu yaklaşım, yönetimdeki anlayışın halkı nasıl gördüğünün açık bir ifadesidir. Ekonomik sıkıntılar içinde boğulan insanlara yapılan yardımları bir lütuf olarak sunarken, kendi maaşlarına ve imtiyazlarına %299 oranında zam yapanların, halkın temel gıda ihtiyaçlarını karşılamasını bile enflasyona sebep olarak göstermesi, kelimenin tam anlamıyla bir kara mizah örneğidir. Bugün emekliler, asgari ücretliler ve dar gelirli vatandaşlar, barınma, beslenme ve sağlık gibi en temel haklarından mahrum bırakılırken, saraylar içinde yaşayan, lüks arabalarla gezen ve hayatın zorluklarını hiç hissetmeyen bu siyasi elitin, halkın ekonomik varlığını adeta bir yük olarak görmesi kabul edilemez.

Bu zihniyetin temsil ettiği şey sadece ekonomik adaletsizlik değildir. Aynı zamanda, halkın iradesini hiçe sayan, onların yaşam mücadelesini önemsiz gören ve ekonomik sorunlara çözüm üretmek yerine, mevcut düzeni daha da otoriter bir hale getirmeyi amaçlayan bir anlayışın tezahürüdür. Eğer bir ülkenin yöneticileri, kendi halkını açlığa mahkûm ederken, onları bilinçsiz tüketiciler olarak yaftalıyorsa, o ülkede yönetim meşruiyetini kaybetmiş demektir.

Bir an için durup düşünelim: İnsanlar neden yoksul? Neden emekliler ay sonunu getiremiyor? Neden gençler gelecekten umutsuz? Çünkü yönetim, kamu kaynaklarını adil bir şekilde dağıtmak yerine, belli bir zümreyi zengin etmekle meşgul. Çünkü ekonomik kararlar alınırken halkın refahı değil, sermaye sahiplerinin çıkarları gözetiliyor. Çünkü insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiklerinde bile, onları suçlayıp, "siz bilmezsiniz, siz düşünmezsiniz" diyerek küçümseyen bir iktidar anlayışı var.

Bugün Türkiye’de yaşananlar sadece ekonomik bir kriz değil, bir yönetim krizidir. Bu krizin temelinde adaletsizlik, halktan kopukluk ve baskıcı bir yönetim anlayışı yatmaktadır. Emekliler, yıllarca ülkeye hizmet etmiş insanlardır. Onları bir yük olarak görmek, onların yaşam haklarını hiçe saymak, hem insani hem de vicdani olarak kabul edilemez. Devletin görevi, halkına refah sağlamak, onların insanca yaşayabileceği bir düzen kurmaktır. Fakat mevcut yönetim, halkı sadece oy kaynağı olarak görmekte, onların ihtiyaçlarını umursamamakta ve hatta onların en temel haklarını dile getirmelerini bile bir tehdit olarak algılamaktadır.

Bu noktada, sorulması gereken soru şudur: Bir hükümet, kendi halkına karşı bu kadar duyarsız, bu kadar kibirli ve bu kadar baskıcı olabilir mi? Ve eğer böyle bir yönetim anlayışı, ülkeyi yönetmeye devam ederse, toplum olarak nasıl bir geleceğe sürükleneceğiz?

Tarih boyunca baskıcı yönetimlerin sonu hep hüsran olmuştur. Halkın sesini kısmaya çalışanlar, onların iradesini yok sayanlar, sonunda büyük bir toplumsal tepkiyle karşılaşmıştır. Bugün Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanıyor. İnsanlar artık bu düzeni sorguluyor, adalet istiyor, haklarını savunuyor. Ancak iktidar, bu talepleri bastırmak için daha fazla baskı uyguluyor, daha fazla güç kullanıyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Baskıyla susturulan toplumlar, bir gün mutlaka konuşur. Ve o gün geldiğinde, hesap soracak olan halktır.

Son olarak, bu zihniyetin temsilcilerine seslenmek gerekir: İnsanları açlıkla terbiye edemezsiniz. Onları korkutarak susturamazsınız. Halkın iradesini yok sayan her yönetim, er ya da geç tarihin çöplüğüne gitmiştir ve siz de bundan kaçamayacaksınız. Bugün emeklileri, işçileri, dar gelirlileri hor görenler, bir gün mutlaka bu halkın vicdanında yargılanacaktır. Ve en önemlisi, hiçbir baskıcı düzen sonsuza kadar ayakta kalamaz. Adalet, er ya da geç tecelli eder ve halkın iradesi en büyük güçtür.

Bahadır Hataylı/24.02.2025/Sancaktepe/İST

24 Şubat 2025 Pazartesi

Böl ve Yönet Ortadoğu'da Güç Savaşları



Donald Trump ve Benyamin Netanyahu'nun Ortadoğu'da izledikleri politikalar, özellikle Filistin ve Suriye bağlamında, bölgedeki güç dengelerini kendi lehlerine değiştirmeyi hedeflemektedir. Bu stratejiler, bazı çevrelerce bölge ülkelerini manipüle ederek kendi çıkarlarına hizmet eden planlar olarak değerlendirilmektedir. Özellikle ABD ve İsrail'in stratejik ortaklıkları, bölgenin siyasal, ekonomik ve askeri dengelerini yeniden şekillendirmeyi amaçlamaktadır. ABD'nin Ortadoğu politikaları, İsrail'in güvenliğini merkezine alırken, aynı zamanda bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü elinde tutmak istemektedir. Bu bağlamda, İsrail'in bölgede etkinliğini artırmak için Arap dünyasını bölme stratejisi güdülmüştür. Özellikle Körfez ülkeleriyle yapılan normalleşme anlaşmaları, Filistin davasını zayıflatmak ve İsrail'in bölgesel gücünü artırmak için önemli bir adım olarak görülmüştür. Trump yönetimi, ekonomik teşvikler ve silah satışlarıyla bu ülkeleri İsrail ile işbirliğine yönlendirmiştir. Ayrıca, İran'a karşı oluşturulan Arap-İsrail ittifakı, ABD'nin bölgedeki nüfuzunu güçlendirme amacını taşımaktadır.

  1. Filistin ve Suriye'de Güç Dengelerini Değiştirme Planları: Trump ve Netanyahu'nun bölgeye yönelik politikaları, özellikle Filistin ve Suriye üzerinde yoğunlaşmıştır. Filistin'de, "Yüzyılın Anlaşması" olarak lanse edilen plan, Filistinlilerin haklarını büyük ölçüde kısıtlayan ve İsrail'in güvenliğini önceleyen bir düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu planın temelinde, Filistin topraklarının parçalanması ve ekonomik vaatlerle Filistin yönetiminin susturulması hedeflenmiştir. Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının göz ardı edilmesi ve yerleşim yerlerinin genişletilmesi de bu planın önemli unsurlarıdır. Aynı zamanda Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak tanınması, Filistin'in diplomatik olarak zayıflatılması ve Arap dünyasının bölünmesi amacıyla kullanılmıştır. Ayrıca, ekonomik baskılar ve yardımların koşullandırılmasıyla Filistin yönetimi üzerinde siyasi baskı artırılmış, diplomatik arenada yalnızlaştırma stratejisi uygulanmıştır.

Suriye'de ise İsrail'in güvenliği için Golan Tepeleri'nin ilhakı Trump tarafından tanınarak uluslararası hukuka aykırı bir adım atılmıştır. Bu durum, İsrail’in Suriye iç savaşını kendi lehine çevirmek ve İran'ın Suriye’deki etkisini azaltmak için desteklenmiştir. Aynı zamanda, İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah tehdidini minimize etmek amacıyla Suriye'deki askeri varlığını artırmasına zemin hazırlanmıştır. Ayrıca, ABD'nin Suriye'den asker çekme kararları, bölgeyi istikrarsızlaştırarak İsrail'in güvenliğini garanti altına almak için stratejik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte, Suriye'de PKK/YPG güçleri desteklenerek Türkiye'nin bölgedeki etkisi sınırlandırılmak istenmiş ve bu gruplar İsrail'in güvenliği için tampon bölge olarak düşünülmüştür. ABD'nin bu hamlesi, aynı zamanda Suriye'nin toprak bütünlüğünü zayıflatarak bölgesel güç dengelerini yeniden şekillendirme amacı taşımaktadır.

  1. Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE'ye Verilen Görevler: Trump ve Netanyahu, bölgeyi şekillendirmek için Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE gibi ülkeleri kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmiştir. Özellikle Suudi Arabistan ve BAE, İsrail ile normalleşme anlaşmaları yaparak Filistin davasını zayıflatmıştır. Bu ülkeler ekonomik ve askeri desteklerle ödüllendirilmiş, aynı zamanda İran karşıtı blokta önemli roller üstlenmişlerdir. Suudi Arabistan, İsrail ile olan işbirliğini artırarak Arap dünyasında liderlik rolünü pekiştirmiş ve İran karşıtı koalisyonun öncüsü olmuştur. BAE ise ekonomik yatırımlarla bölgede nüfuzunu artırırken, İsrail'in güvenliğine katkı sağlayacak politikaları desteklemiştir. Bu anlaşmalar, Arap dünyasını bölmek ve İsrail'in bölgesel güvenliğini artırmak için stratejik adımlar olarak görülmektedir.

Türkiye'ye ise Suriye’de sınır güvenliği sağlama görevi verilmiş, böylece ABD ve İsrail, bölgedeki doğrudan askeri varlıklarını azaltarak yüklerini hafifletmişlerdir. Türkiye'nin sınır ötesi operasyonları desteklenerek NATO üyeliği ve ekonomik ilişkiler koz olarak kullanılmıştır. Mısır ise Gazze Şeridi'nin kontrol altında tutulması ve Hamas'ın etkisinin azaltılması için kritik bir rol oynamaktadır. Ürdün ise Filistin mültecileri konusunda tampon bölge olarak kullanılmakta, iç siyaseti ekonomik yardımlarla şekillendirilmektedir.

  1. Bölgesel ve Küresel Güç Dengeleri: ABD ve İsrail, bölgesel işbirliklerini güçlendirerek İran’ı izole etmeyi hedeflemişlerdir. Suudi Arabistan ve BAE'nin yanı sıra Ürdün ve Mısır da bu blokta yer almış, İsrail'in güvenliğini garanti altına alacak politikalar desteklenmiştir. Ayrıca, bu ülkeler ABD'nin ekonomik ve askeri yardım programlarıyla desteklenmiş, böylece bağımlılık ilişkisi güçlendirilmiştir. Rusya ve Çin'in bölgedeki etkisini kırmak için enerji politikaları ve silah satışları stratejik olarak kullanılmıştır.

Bu bağlamda, ABD'nin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme çabaları, Çin'in enerji arzını sınırlama stratejisiyle örtüşmektedir. Ayrıca, Rusya'nın Suriye ve İran ile olan askeri ve ekonomik işbirliği, ABD ve İsrail tarafından bölgesel dengeleri tehdit eden unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz rezervleri ve enerji nakil hatları üzerinde hâkimiyet sağlama mücadelesi, büyük güçler arasında jeopolitik rekabeti körüklemiştir. ABD'nin Suudi Arabistan ve BAE ile yaptığı silah satış anlaşmaları, bu ülkelerin İran'a karşı askeri kapasitelerini artırırken, aynı zamanda ABD'nin bölgedeki ekonomik çıkarlarını güçlendirmiştir. Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında bölgeye yaptığı yatırımlar ise ABD'nin etkisini dengelemeye yönelik stratejik hamleler olarak görülmektedir.

  1. ABD ve İsrail’in Nihai Amacı: Trump ve Netanyahu'nun nihai amacı, İsrail’in güvenliğini mutlak hale getirerek bölgedeki Amerikan hegemonyasını sürdürmektir. Bunun için bölge ülkeleri arasında düşmanlık tohumları ekilmiş, Filistin meselesi etkisiz hale getirilmiş ve İran’ın nüfuzunu kırmak için Arap ülkeleri kullanılmıştır. Ayrıca, enerji kaynaklarının kontrolü ve Doğu Akdeniz'deki doğalgaz rezervlerinin güvence altına alınması hedeflenmiştir. Bölgedeki dini ve etnik çatışmalar körüklenerek "böl ve yönet" politikası izlenmiş, yerel aktörler ekonomik ve askeri yardımlarla bağımlı hale getirilmiştir.

Sonuç olarak, Trump ve Netanyahu'nun Ortadoğu politikaları, kısa vadede İsrail'in güvenliğini artırırken, uzun vadede bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmiştir. Bu stratejilerin detaylı bir şekilde incelenmesi, Ortadoğu'nun geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Bölgedeki dinamikler, enerji politikaları ve büyük güçlerin stratejik hedefleri göz önüne alındığında, ABD ve İsrail'in politikalarının etkileri daha derinlemesine analiz edilmelidir.

Erol Kekeç/12.02.2025 20:57/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!