Bu Blogda Ara

3 Şubat 2025 Pazartesi

Yeryüzüne Sevgi mi Yoksa Talan mı?


Allah Resulü (sav) buyurdu ki: “Yeryüzü bana mescit kılındı.” Bu, insanın Rabbine her yerde yönelip O’na secde edebileceği anlamına geliyordu. Yani secde bir mekâna mahkûm edilmemişti; aksine yeryüzünün kendisi bir ibadet mekânıydı. Toprak, gökler, denizler, nehirler, ormanlar, dağlar—hepsi mescidin bir parçasıydı. Ancak insanoğlu, bu mescidi kirletti. Bugün yeryüzüne bakın: Nehirler zehir taşıyor, gökyüzü gri bir perdeyle kaplanmış, ormanlar yok ediliyor, toprak kimyasallarla çürütülüyor, denizler plastik çöplüğüne dönmüş durumda. Eğer yeryüzü gerçekten mescit olsaydı, ona bu şekilde ihanet edilir miydi? Eğer secde bir teslimiyetse, biz kime teslim olduk?

Göklerin ve Denizlerin Ağlayışı

Eskiden mavi gökyüzü, insana sonsuzluğu hatırlatırdı. Bulutların arasından süzülen güneş, umudu temsil ederdi. Ama bugün gök, insanoğlunun kirli eliyle örtülmüş durumda. Fabrika bacalarından çıkan dumanlar, taşıt egzozlarından yükselen gazlar, atmosferi zehirleyen kimyasallar… Her gün tonlarca karbondioksit göğe salınıyor. Yağmur artık bereket getiren bir rahmet değil, asit taşıyan bir lanet haline geldi. Oysaki bulutlar secde hâlindeydi, onlar emredildiği gibi yerin susuzluğunu gideriyor, tabiatın dengesini sağlıyordu. Fakat biz, onların secdesine ihanet ettik.

Denizler… Rabbimiz onları bizim için nimet kıldı. İçlerinde milyonlarca canlı yaşardı, bereket taşırdı, insanlara rızık sunardı. Fakat şimdi? Bugün bir denize bakın. Balıklar plastik yiyor, devasa atık adaları okyanusları kaplıyor. Endüstriyel atıklar ve kimyasallar yüzünden pek çok deniz canlısı ölüyor. İnsanlık, denizleri bir çöp kutusuna çevirdi. Eğer deniz de bir mescitse, bu nasıl bir saygısızlıktır?

Kıyılarımıza bakın… Petrol sızıntıları, plastik şişeler, naylon torbalar, kimyasal atıklar… Suda yaşayan canlılar oksijen bulamıyor, kıyıya vurmuş balıkların karınlarından plastik çıkıyor. Denizler nefes alamıyor. Oysaki onlar da Allah’ın ayetlerinden biriydi, onlara bakıp O’nu hatırlamamız gerekirken, biz onları kullanıp çöplüğe çevirdik.

Ormanların Katli, Toprağın Zehirlenmesi

Ağaçlar da secde edenlerdendir. Kökleriyle toprağı sarar, dallarıyla göğe yükselirler. Kur’an’da defalarca ağaçların, bitkilerin, rüzgârların Allah’ın ayetlerinden olduğu vurgulanır. Ama biz ne yaptık? Ormanları kestik, yerlerine beton diktik. Oysaki bir ormanın içinde yürüdüğünüzde Allah’ın sanatını görürdünüz. Kuşlar öter, rüzgâr yaprakları hışırdatır, ağaçlar göğe dua edercesine yükselirdi. Ama şimdi o dualar kesildi.

Amazonlar… Dünyanın akciğerleri. Her gün futbol sahası büyüklüğünde bir alan yok ediliyor. Sadece ağaçlar değil, içinde yaşayan hayvanlar da yok ediliyor. Biyolojik çeşitlilik azalıyor. Ağaçlar kesildikçe toprak erozyona uğruyor, seller artıyor, iklim değişiyor. Oksijen üreten makineler gibi çalışan ormanlar, şimdi yerini çorak topraklara ve dev fabrikalara bırakıyor.

Toprak da bir mescit değil miydi? Ama şimdi o topraklar zehirlenmiş durumda. Tarım ilaçları, hormonlu gıdalar, kimyasal gübreler toprağı öldürdü. Eskiden bir çiftçi toprağına eliyle dokunur, bereketin kokusunu alırdı. Şimdi o toprak, fabrikaların kimyasal atıklarıyla çürütülmüş, verimsizleşmiş halde. Zehirlenmiş bir toprak, ekini de nesli de ifsat eder. Çünkü insan, yediğiyle yaşar. Eğer gıdalarımıza zehir karışmışsa, ruhumuz nasıl temiz kalır?

Şehirler-Beton Mescitler ve Ruhsuz İnsanlar

Bugün Müslüman şehirlerine bakın. Devasa camiler, ihtişamlı minareler… Ama şehirlerin ruhu yok. Eskiden bir şehir, içindeki insanlarla anlam kazanırdı. Şimdi ise yüksek binalar, geniş yollar, gösterişli alışveriş merkezleri var ama içinde huzur yok. Çünkü şehirler betonla büyüdü ama insaniyet küçüldü.

Eskiden insanlar toprağa yakın yaşardı, suya yakın olurdu, doğaya saygı duyardı. Şimdi doğadan kopmuş, beton yığınları arasında sıkışmış bir nesil var. Camiler devleşti ama içlerindeki cemaat küçüldü. Kubbelerin altı bomboş, sokaklarda adalet yok, vicdan yok. Bir şehirde beton ne kadar artarsa, merhamet o kadar azalıyor sanki. İnsanlar yüksek binalarda yaşarken ruhları dar koridorlara sıkışıyor.

Tüketim Çılgınlığı ve İnsanın Ruhsal Çöküşü

İnsan doymak bilmez isteklerinin peşinde koşarken, bu dünyayı yakıp yıkıyor. Daha fazla eşya, daha büyük arabalar, daha fazla lüks… Ama bütün bunları üretmek için daha fazla ağaç kesiliyor, daha fazla maden çıkarılıyor, daha fazla su kirletiliyor. Sanayi devrimiyle başlayan üretim çılgınlığı, dünyayı yaşanmaz hale getirdi.

Bugün Afrika’da insanlar temiz su bulamazken, başka bir yerde bir insan milyonlarca litre su harcayarak devasa golf sahalarını suluyor. Bir ülkede açlıktan ölen çocuklar varken, başka bir yerde tonlarca gıda çöpe gidiyor. Allah adaletli bir düzen kurmuştu ama insan onu bozdu. Tüketim hırsı, insanoğlunun ruhunu da kirletti. Eskiden bir insanın ihtiyacı kadar eşyası olurdu. Şimdi ise tüketim bağımlılığı bir hastalık haline geldi.

Sadece doğayı değil, insanın ruhunu da ifsat ettiler. Sürekli reklamlara maruz kalan insanlar, sahip olduklarıyla mutlu olamaz hale geldi. Hep daha fazlasını isteyen, hiçbir şeyden tatmin olmayan bir nesil yetiştirildi. Kalplerimiz de çöplüğe döndü; ruhlarımız kirletildi.

Gerçek Secdeye Dönüş-Yeryüzüne Merhametle Yaklaşmak

Eğer yeryüzü gerçekten mescit kılındıysa, ona layıkıyla davranmalıyız. Mescide ayakkabıyla girmezken, yeryüzünü nasıl böyle kirletebiliriz? Caminin halısını temiz tutarken, neden toprağı zehirliyoruz? Minareler yükselirken, neden vicdanlarımız alçalıyor?

Allah’ın yarattığı bu düzeni korumak, gerçek bir secde değil midir? Secde sadece alın koymak değil, Allah’ın emirlerine uygun yaşamaktır. Eğer yeryüzü mescitse, o mescide ihanet etmeyelim. Toprağı, suyu, gökyüzünü koruyalım. Çünkü bir gün, nehirlerin zehir olup aktığı, göklerin asit yağmurlarıyla döküldüğü bir dünyada, secde edecek bir yer bile bulamayabiliriz.

Bugün insanlık iki yoldan birini seçecek: Ya yeryüzünü gerçek bir mescit gibi temizleyip koruyacak ya da bu güzel mescidi harabeye çevirip kendi felaketini hazırlayacak. Hangisini seçeceğimiz, yalnızca sözlerimizle değil, fiillerimizle belli olacak.

Erol Kekeç/03.02.2025/Sancaktep/İST

Tüketim Çılgınlığında Kaybolan Değerler-Muhafazakâr Maskeli Çöküş



İçinde bulunduğumuz bu tablo, bir toplumun ruhunu kaybedişinin, anlamını yitirişinin ve değerlerinin içinin boşaltılışının çarpıcı bir yansıması. Muhafazakârlık iddiasıyla yola çıkan bir kesimin, tüketim kültürü ve gösteriş hastalığıyla nasıl bir dönüşüm geçirdiğini, nasıl çelişkiler içinde boğulduğunu gözler önüne seriyor. Başörtüsü, namaz, oruç gibi İslam’ın temel ibadetleri bile artık bir pazarlama aracına, statü göstergesine veya modern hayatın “uygun formatta” entegre edilecek parçalarına indirgenmiş durumda.

Bu, sadece bireysel yozlaşmanın değil, planlı bir dönüşümün ürünü. Kapitalist düzenin dini de metalaştırarak nasıl bir kâr aracına çevirdiğini, inançların nasıl içi boşaltılmış ritüellere dönüştüğünü ve Müslüman toplumların nasıl bilinçli bir şekilde seküler tüketim toplumlarına evrildiğini gösteriyor. Bu süreç, sadece basit bir dünyevileşme veya modernleşme değil, sistematik bir kimlik erozyonu. Öyle bir noktaya gelindi ki, İslam’ın ruhu yerine “helâl sertifikalı” tüketim alışkanlıkları kondu. İslami değerleri yaşamak yerine, İslami ambalajlanmış dünyevi hazzı yaşamak tercih edilir oldu.

İSLAM’IN RİTÜELLEŞTİRİLMESİ VE RUHUNUN YOK EDİLMESİ

Dinin, bireyin vicdanını temizleyen, ahlâkını güçlendiren, adalet duygusunu pekiştiren ve toplumu düzene sokan asli işlevi, törensel bir süslemeye dönüştü. Bugün bakıyoruz ki:

Namaz, sadece fiziksel hareketlerden ibaret, kalbe dokunmuyor.

Oruç, diyet listelerinin parçası oldu.

Hac ve umre, bir tür turistik seyahate çevrildi.

Kurban, kebap bayramına döndü.

Başörtüsü, aksesuara, moda unsuruna indirgendi.

Ve en korkuncu: Müslüman kimliğini korumaya çalışan kesimler, İslam’ın özüne aykırı olan her şeyi, “helâl” etiketiyle meşrulaştırmaya çalışıyor. Bugün, helâl sertifikalı lüks tüketim, helâl eğlence, helâl makyaj, helâl alkol, helâl kumar gibi kavramlar normalleşti. Ancak bu, gerçekte “haramı helâl gösterme” çabasından başka bir şey değil.

İKTİDAR VE PARA, MUHAFAZAKÂRLARI DÖNÜŞTÜRDÜ

Muhafazakâr kimlikle iktidara gelenler, önce kendilerini, sonra toplumu değiştirdi.  Önce israfı normalleştirdiler, sonra şatafatı meşrulaştırdılar, sonra yozlaşmayı göz ardı ettiler, en sonunda ahlâksızlığı bile kutsamaya başladılar. Bugün geldiğimiz nokta, bir “zihinsel dönüşüm projesinin” en ileri aşamalarından biri.

Muhafazakâr seçkinler için İslam, artık ruhsal bir inanç değil, sosyal statü göstergesi. Lüks arabaların içinde dua edenler, altın varaklı sofralarda ‘şükür’ edenler, milyonluk villalarda 'tevazu' konuşanlar var. Ve en ironik olanı, bu kesim eskiden mücadele ettiklerini söyledikleri Batı’nın sefih yaşantısına aynen özeniyor. Ama arada bir fark var: Onlar bunu kendi kültürleri içinde yapıyor, bizimkiler ise, İslam etiketiyle yaptıkları için kendilerini hâlâ “muhafazakâr” dindar zannediyorlar.

Bu yozlaşmada en büyük suçlu, gücü elinde tutanlar ve onların çevresindekilerdir. Bugün:

Siyasetçiler ve bürokratlar, haramı bile helâl göstererek halkın değerlerini çökertti.

Lüks tüketim, dindarlıkla sentezlendi.

İslam, sadece bir “pazarlama aracı” hâline geldi.

Halkın dindarlık algısı içi boşaltılmış ritüellere dönüştürüldü.

Ve sonuç? Muhafazakârlık, yalnızca bir dekor, içi boş bir makyaj halini aldı.

TOPYEKÛN DEĞERSİZLEŞTİRME PROJESİ

Bu yozlaşmanın sadece bireysel tercihlerle açıklanamayacağını anlamak gerek. Ortada bilinçli bir operasyon var.

Batı’nın yoz kültürünün, İslam’a uygun hale getirildiği bir dönemden geçiyoruz.

Tüketim köleliği, "İslami lüks" kisvesiyle yutturuluyor.

Müslümanlar, küresel sisteme tam entegre edilerek, muhalif kimliklerini kaybetmeye zorlanıyor.

İsrail’in güvenliği ve Batı’nın çıkarları için Ortadoğu halkları “ılımlı İslam” üzerinden ehlileştiriliyor.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında yürütülen bu planın hedefi, İslam dünyasını Batı’nın kültürel ve ekonomik düzenine adapte etmek ve Müslümanları tüketim toplumunun bir parçası haline getirmek. Bunun için:

İslam’ın devrimci ve ahlaki yönü törpüleniyor.

Cihat, sabır, infak, adalet gibi kavramlar değersizleştiriliyor.

İslam, bireysel ritüellere hapsediliyor, sosyal ve politik etkisi sıfırlanıyor.

Seküler hayat tarzı, “İslami” kavramlarla paketlenerek Müslümanlara kabul ettiriliyor.

Ve en büyük tehdit? Bunu yapanların dindar kimlikleri altında hareket ediyor olması.

BATI TAKLİDİ VE KÖRLEŞMİŞ MUHAFAZAKÂRLAR

Bugün muhafazakârlar, aslında sistemin en sadık köleleri hâline gelmiş durumda. Kendi değerlerini koruma iddiasıyla yola çıkanlar, Batı’nın kültürel normlarını aynen benimsedi. Ama bunu “İslami” kisve altında yaptığı için, ne kadar sekülerleştiğini fark bile etmiyor.

Lüks otellerde iftarlar,

Helâl etiketli şatafat partileri,

Tesettürlü ama ultra lüks yaşamlar,

Haramı helâl gibi gösterme çabaları,

Tüm bunlar İslam’ın özünü kaybettiğini ve sadece bir süsleme unsuruna dönüştüğünü gösteriyor.

Bu noktada, artık şunu sormalıyız:

Biz gerçekten neye inanıyoruz?

Yaşadığımız din, Allah’ın emrettiği din mi, yoksa kapitalizmin ve siyasetçilerin şekillendirdiği bir kült mü?

Dindarlık, artık sadece markalar ve yaşam tarzı üzerinden mi tanımlanıyor?

İslam, tüketim kültürüne mi entegre edildi?

Ve en önemlisi, bu yozlaşmanın sonu nereye varacak?

Bugün geldiğimiz nokta, sadece muhafazakârların çöküşü değil, bir toplumun kendi ruhunu kaybedişidir. Bu yozlaşmayı tersine çevirmek için önce bu gerçeği kabul etmek gerekiyor: Artık "inandığımız gibi yaşamıyoruz", sadece yaşadığımız gibi inanmaya başladık.

Bahadır Hataylı/03.02.2025/Sancaktepe/İST

2 Şubat 2025 Pazar

Dinin Gölgesinde Adaletsizlik-Hakikat mi İstismar mı?



Burada dinin ikiyüzlü bir sınıf tarafından nasıl istismar edildiğini ve toplumsal adaletin nasıl çarpıtıldığını  anlatıyorum. Burada temel mesele, dinin özüyle değil, onu kendi çıkarları doğrultusunda kullananlaradır.

Dinin Araçsallaştırılması ve Sosyal Adaletin Çarpıtılması

Dinin tarih boyunca bireyleri manevi olarak arındıran, onlara vicdan, adalet ve sorumluluk duygusu kazandıran bir unsur olması beklenir. Ancak ne zaman ki din, bir grup insanın kendi dünyevi çıkarlarını meşrulaştırma aracı hâline gelir, işte o zaman ahlaki çürüme başlar. Dini kullanarak insanları yöneten, onlara cenneti vaat edip dünyadaki tüm nimetleri kendilerine ayıran bu zihniyet, aslında dinin özüne tamamen savaş açar.

Bu tür bir din anlayışı, sadece bir zümrenin refahını garanti altına alır ve geri kalanları, ahiret vaatleriyle avutulan bir sürüye dönüştürür. Kendi ellerinde iktidarı ve maddi gücü tutanlar, halkı “sabır” ve “tevekkül” kavramlarıyla pasifize ederken, kendileri lüks ve ihtişam içinde yaşamlarını sürdürür. Tarih boyunca kralların, sultanların, din adamlarının ve aristokratların bu yöntemi kullanarak halkı kontrol altında tuttuklarına defalarca tanık olduk.

Peki, din neden ve nasıl bu kadar güçlü bir araç hâline geldi?

Çünkü din, insanın en temel varoluşsal korkularına cevap verir: Ölüm, belirsizlik ve adalet arayışı. İnsan, öldükten sonra yok olup gitmek istemez, bir anlam arayışı içindedir ve yaşarken karşılaştığı adaletsizliklerin bir gün telafi edileceğine inanmak ister. İşte tam da burada, dini çıkarları için kullananlar devreye girer. “Burası geçici, gerçek ödül ahirette” diyerek insanları dünyadaki eşitsizliklere karşı itiraz etmeyen, haklarını aramayan bir kitleye dönüştürmek, iktidar sahiplerinin en eski yöntemlerinden biridir.

Dünyevi Cennetlerini İnşa Edenler

İktidar sahipleri için din, sadece bir yönetim aracıdır. Kendi dünyevi cennetlerini inşa ederken, yoksullara ahirette verilecek nimetlerden bahsederler. Onlar için dünya, tat alınması gereken bir ziyafet sofrasıdır; halk ise bu sofranın kırıntılarıyla yetinmelidir. Saraylarda yaşayan, lüks araçlara binen, milyon dolarlık mücevherlerle süslenen, en pahalı restoranlarda yemek yiyen bu kesim, aynı zamanda insanlara “şükredin” telkininde bulunur.

Bir yanda devasa camiler yaptırıp cömert bağışlarla kendilerini dindar gösterirken, diğer yanda bu camilerin önündeki dilencileri görmezden gelirler. Lüks otellerde iftar açanların, sokakta bir tas çorba için bekleyen insanlara “sabret, imtihandasın” demesi tam da bu anlayışın bir yansımasıdır. Dini, kendi menfaatleri doğrultusunda kullananlar için din, bir vicdan temizleme aracı, halk içinse bir uyuşturucu hâline getirilir.

Burada önemli olan nokta şudur:

Eğer din, sadece bir avuç insanın çıkarlarını koruyorsa ve diğerlerine sadece sabır ve tevekkül öğütlüyorsa, bu artık hakikatin dini değil, bir baskı mekanizmasına dönüşmüş demektir. Hakiki bir inanç sistemi, adaletin ve hakkaniyetin dünyada sağlanmasını da ister. Kur’an’ın birçok ayetinde adaletin önemi vurgulanır, haksızlık yapanların cehennemi hak edeceği söylenir. Peki, bu sözde “dindar” kesimler neden tam tersini uyguluyor?

Çünkü onlar için din, bir hakikat değil, bir araçtır. Eğer din, sadece bir avuç zenginin, bir grup elitin elinde dünyadaki nimetleri tüketmek için bir meşruiyet kaynağına dönüşmüşse, o din artık yozlaşmış demektir. Bu noktada, dini anlatanların kim olduğu, onların yaşam tarzı ve gerçek niyetleri sorgulanmalıdır.

Din Bezirgânları-Şeytanın Temsilcileri mi?

Tarih boyunca din tüccarları her toplumda ortaya çıkmıştır. İnsanların en saf duygularını, en derin inançlarını kullanarak onları manipüle etmişlerdir. Bu kişiler, Allah’ın adını anarak zenginleşen, halkın saf inançlarını sömürerek dünyevi makamlarını güçlendiren kimselerdir. İslam tarihi boyunca da bu tür insanlar olmuştur. Örneğin, Emevi ve Abbasi dönemlerinde din adamları, hükümdarların iktidarlarını sağlamlaştırmak için fetvalar vermiş, halkı susturmuş ve “halife Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” diyerek iktidarı kutsamışlardır.

Bugün de durum farklı değildir. Büyük servetler edinen, milyonlarca dolarlık şirketleri olan, halktan sürekli bağış toplayan ancak kendi zenginliklerinden asla feragat etmeyen “din adamları” türemiştir. Lüks içinde yaşayan, özel jetlerle seyahat eden, gösterişli malikânelerde oturan bu insanlar, insanlara “kanâat edin” demekten çekinmezler.

Bu tür bir din anlayışı, halkın hakkını yiyen, adaleti ayaklar altına alan, dini sadece çıkarları için kullanan sahtekârların dinidir. Onlar için din, kendilerine dünya nimetlerini getiren, geri kalanlara ise sadece sabır ve ahiret vaat eden bir ideolojidir. Böyle bir din, insanları sadece cehenneme götürür. Çünkü bu anlayış, hakikati değil, menfaati temsil eder.

Hakiki din, zulmün karşısında duran, adaleti savunan ve herkes için eşit fırsatlar sağlayan bir inanç sistemidir. Eğer bir sistemde, birileri sadece dünya nimetlerini tüketirken, diğerleri sürekli ahiret vaatleriyle oyalanıyorsa, burada ciddi bir sorun vardır.

Hakikat ve Adalet İçin Ne Yapılmalı?

1. Din tüccarlarının maskesini düşürmek: Gerçek dindarlık, lüks içinde yaşayıp fakirleri ahiretle kandırmak değil, toplumda adaleti sağlamaktır. Halk, dini kendi çıkarları için kullananları teşhis etmeli ve onlara körü körüne inanmayı bırakmalıdır.

2. Dini, hakikati aramak için kullanmak: Eğer din, sadece bir grup insanın dünyevi refahını sağlıyorsa, orada hakikatten bahsedilemez. Gerçek bir din, adalet, merhamet ve eşitlik ilkeleri üzerine kurulmalıdır.

3. Dini, eleştirel bir bakış açısıyla incelemek: Dini anlatanların kim olduğu, onların yaşam tarzları, söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişkiler sorgulanmalıdır. Eğer bir kişi size sürekli sabır ve tevekkülü öğütlerken kendisi ihtişam içinde yaşıyorsa, orada bir çelişki vardır.

4. Adaletin dünyada da sağlanması gerektiğini vurgulamak: Hakiki bir inanç sistemi, adaleti sadece ahirete bırakmaz. Adalet, önce dünyada sağlanmalıdır. Kur’an’da da zulme ve haksızlığa karşı durmak gerektiği defalarca vurgulanmıştır.

Sonuç olarak, dinin iktidar sahipleri tarafından araçsallaştırılması, insanları hakikatten uzaklaştırır. Eğer bir din, yalnızca bir grup insanın çıkarlarını koruyor ve diğerlerini sürekli oyalıyorsa, o din artık hakikatin değil, çıkarların hizmetindedir. Ve böyle bir din, insanları ancak cehenneme götürür.

Erol Kekeç/01.02.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!