Bu Blogda Ara

22 Ocak 2023 Pazar

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ!

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan ifade, bir masalın tekerleme bölümüne giriş olarak bilinir. Oysa masal olacak hayatımızın bir gerçekliğini anlattığı halde bunun üzerinde bir nebze olsun tefekkür etmek aklımıza gelmez.

Hayatımız bir varmış bir yokmuş kadar kısa ve geçici olmasına rağmen öyle bir gerçeklik olarak tanımlarız ki, kendimiz bile o kadar gerçek olup olmadığına inanmakta güçlük çekmemize rağmen, o an için aklı ve idraki kapsam dışı bıraktığımız için, bir varmış bir yok muşu hep bizim dışımızda bir masal olarak değerlendiririz.” 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Bir gün veya bir günden de az kaldık. Sayanlara sor!' derler. 'Gerçekten çok az kaldınız. Keşke bilseniz!' "

İranlı Yazar Muhsin Mahmelbaf’ın” Başkasının Ölümü” diye yazdığı tiyatroda, hep başkaları ölüp giderken sıranın bize gelmeyeceğini, hatta bizden çok uzakta olduğunu hesaplarken, Azrail bir anda karşımıza dikildiğinde daha çok işimiz var, yapacaklarımız yarım kaldı, çocuklara miras bırakmamız gerektiğini bizden sonra kimsenin erişemeyeceği mallarımızın geride kalmasını ve ismimizin silinmemesi için hep çabalarken, sıranın bize geldiğinin hiç farkında olmayız. İşte bunu iyi anlamak için, Bir varmış bir yokmuş” göz açıp kapayıncaya kadar her an her şeyin değiştiği ve bizlerin garantisi bize ait olmadığına göre, bu kadar arsız huysuz ve doyumsuz yaşamaya anlam verebiliyor muyuz? İnsan var yok arasında bir çizgide yaşarken çizgiyi kaybetmeden yol alması kaçınılmaz. O çizgi kaybolduğu an varlığı ve yokluğu anlamsızlığa bürünür.

İnsan için, zaman algısının oluşumunun, bulunduğu ortama göre şekil aldığının farkında mıyız? Dünyada yaşarken hiç bitmeyeceğini sandığımız zamanın, Allah’ın huzuruna vardığımızda bir gün ya da bir günden az olduğunu anlatır oluyoruz. Yaşarken daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini hatta hiç ömrümüzün bitmeyeceğini düşünerek kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki, hesapla karşılaşınca, hesabın zorluğuyla baş başa kaldığımızda buradaki hayatın ne kadar kısa olduğunu düşünüyoruz. Çünkü orada olumsuz bir yaşamın hesabının faturası kabarık olacağından o zorluklar buradaki yaşamı çok kısa algılar oluyor.

Zaman kavramı çok önemli bir kavram. İnsanın nasıl davranacağına göre kendisini açıyor. İnsan sevmediği ve hoşlanmadığı bir ortamda ise zaman hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor. Ama çok sevdiği ve ayrılmak istemediği dostları ile beraber ise o zaman da zamanın ne kadar kısa olduğunu ve çabuk geçtiğini söyleyebiliyor. İşte burada öyle bir dalıyoruz ki, sevgiden muhabbetten ayrılmak istemediğimiz bir dünya hayatından kopup, asıl varılması gereken yere gittiğimizde buranın çok kısa olduğunu söylüyoruz. Oysa herkese kendisini idrak edecek kadar bir zaman verilmiş olmasına rağmen, bir gün veya ondan biraz kısa diyebiliyor insan. İnsan ancak hakikati gözleriyle idrak ettiğinde buradaki hayatın kısalığını anlıyor, âmâ onu idrak etmesi için dünyanın cazibesinden çekiciliğinden kurtulması ve asıl hayat için anlamlı bir duruş ortaya koyması gerekir.

Tecrübeli büyüklerimiz, bize hayatı hep nüktedan anlattıkları için, bir varmış bir yokmuş diye başlarlar bize kendilerini dinletmeye…Biz onların tecrübelerine sırt dönerek hayatın cazibesine kapıldığımız için kendimizle ilgili bir varmış bir yok muşu hiç düşünmeyiz…        

Bir varmış bir yokmuş, eski zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eşekler hamal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken buradan vurduk kılıcı Mısırdan çıktı bir ucu, , atmış altı halle firik pirinci yedik içtik karnımız doymadı yüzümüz gülmedi, altı ay gece altı ay gündüz yol gittik bir arkamıza baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz, öyle bir dev varmış ki bir eli balda bir eli gaf dağında, oturduğu yerden her isteğine kavuşurmuş, onun yanına gidenler geri gelmezmiş, âmâ bir gün küçük bir sineğe yenilmiş…Böylesi masallarla büyüdük biz, bizim hayatımıza masallar öyle dokundu ki, hayatımızın bir masal olduğunu, bir var mış bir yokmuş kadar kısa olduğunun idraki ile yaşıyoruz.

Bir varsın bir yoksun, bakarsın harapsın ya da muhteşem bir yapıtsın…Burada yaşarken dünya ve içindekilere dalmadan, yaşamak için gerekli olduğu kadar değer verilen bir yer ise burası, hayat anlam buluyor…Yok buradakilere sahip olmak için yaşanıyorsa anlamsızlıklar içinde insan yok oluyor. Dünya değişimi sonrasında hiç dünyaya dalmadan adam gibi yaşayıp göçenler, dünyada ne kadar uzun kaldıklarını keşke daha çabuk bitmiş olsaydık diyorlar, ancak oradaki karşılık bambaşka bir ortam olduğu için burada geçen zorluklar bir anda unutulabiliyor. Ancak dünyaya dalmış olanlar oraya gittiklerinde buradaki lezzetten henüz uzaklaşamadıkları için çok az bir zaman kaldıklarını tekrar buraya geldikleri zaman daha iyisini yapabileceklerini söylüyorlar, oysa onlar yine eski hallerine dönecekler. Bu isteklerin oluşumu, orada geçirecekleri yaşamın korkunçluğundan kaynaklanmaktadır.

Bu hayat öyle bir şekil alıyor ki, develer tellallık yapabiliyor, yani boyuna posuna baktığında adam sandıklarınız, toplumda laf getirip götüren, insanları birbirine düşüren, söylenilmemesi gereken bir sözü herkese yayarak örtülmesi gerekeni ifşa edebiliyorlar…Bazıları eşek gibi yük altında inim inim inleyebiliyor, hiç o işe layık olmadığı halde size biçim verenler pireler olabiliyor, yaşamda karşılığı olmayanlar cinler gibi görünmeden size cirit atabilirler, Babalar çocuk gibi evlatları tarafından avutulmak için beşikte sallanır…O kadar yol gittiğinizi sanırsınız aslında bir arpa kadar bile bir yol gidemezsiniz, yersiniz yersiniz doymak bilmezsiniz…O kadar çok savurursunuz ki mangalda kül bırakmazsınız, hatta kılıcı salladığınızda bir ucunun Mısırdan çıktığını anlatacak kadar boşboğaz olursunuz, âmâ bilmezsiniz ki, bir varsınız bir yoksunuz bu hayat için böyle savrulmaya değer mi?

Bir masalın tekerleme bölümüyle böyle güzel özetlenmiş bir masalı o kadar ciddi ve değerli bulup, kendinden habersiz yaşamak kadar korkunç bir şey olamaz…Önemli görmek ile değerli bulmak çok farklıdır. Değerli olan bu hayattan sonra karşılaşacağımızdır. Buradaki ise o kadar çok önemli ki, bir varmış bir yokmuş kadar kısa olan bu anın çok hassas ve anlamlı kılınması elzemdir. Bu önemi kavramadığımız için hep başkalarının gidiş hikayelerini anlatırız kendimizle ilgili bir cümle söylemekten kaçınırız…Oysa herkesin bu trenden ineceği son istasyon bellidir. Trende kardeşçe insanca bir yolculuk yapalım herkesin hakkına hukukuna riayet edelim birazdan herkes varacağı istasyonda inecektir.

Bir varmış bir yokmuş, gidenler ermiş mürüvvetine biz de çıkalım bu hayatın kerevetine…

Sevgisiz olmaz ki gülüm, sevgisiz bülbülü neylesin gülüm…Gülen gözleriniz yarınlarda da ağlamasın bugün masalımızı iyi okumak dileğiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/22.01.2023/00.03/Sancaktepe/İST




20 Ocak 2023 Cuma

YAŞAMAK İÇİN YAŞATMAK GEREK

Yaşamak için yaşatmak gerekir. “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı dirilten de bütün bir insanlığı diriltmiş gibidir. Yaratıcının bu uyarısını dikkate almayan bir Müslüman tasavvur edemeyiz. Müslüman ismi, dinsel bir kimlik olarak sizi tanımlayan sıradan bir isim değil, doğrudan bir yaşam biçiminin dosdoğru ifadesidir. Bu yaşam biçiminin içini, insan kafasına göre doldurma hakkına sahip değildir. Ecdadımızın verdiği bir isme uygun yaşamadığımız zaman, ismimize layık değiliz diyebiliyoruz, ancak bu kimliğe sahip çıkarak istediğimiz gibi yaşama hakkına sahip olduğumuzu da hal hareket ve davranışlarımızla ortaya dökmekten zerre endişe duymayız.

Müslüman ismi, teslim olmaktır. Kime neden ve niçin teslim olmamız gerektiğini idrak edemeyen, birey ve toplumlar bu kimliğe sahip çıkma hakkına sahip değildir. Allah, yeryüzünde İslam olarak kendimizi tanımlamaktan başka bir isim vermedi. Bu isim, yaratıcının tüm kapsamını belirlediği ve onun tarafından renginin belirlendiği bir kimlik ve isimdir. “Allah’ın boyası ile boyanın Allah’tan daha güzel boyası olan kim vardır.” Ey İman edenler, Allah’tan nasıl ittika edilmesi sakınılması ve ona karşı nasıl sorumluluk duyulması gerekiyorsa öyle olun ve sakın Müslüman İsminin yanında başka bir isimle can vermeyin…” Bu ayetin açıklamalarını neden yazmış olduğumu merak edenler olabilir. Şunu anlamak ve bilmek zorundayız, Müslüman yaşayan bir varlıktır. Allah’a teslim olmamış ve beşer olarak yaratılmış olan tüm varlıklar sağır dilsiz ve kördürler. Onların mezarlarda olanlardan farkı yoktur. Dünyalık imkanları ele geçirmek için hareket etmeleri, buradaki yaşamlarını kolaylaştırmak için imkanlar üretmeleri, onların yaşıyor oldukları anlamına gelmez. Beşer olarak vardırlar ancak İnsan olarak var olabilmenin en önemli koşulu, Allah’ın boyası ile boyanmak ve onun bize gönderdiği isimle isimlenerek, ona uygun yaşamaktan geçer. Bu isme sahip çıkanların yaşamı kabirdekilerden farksız olduğu halde, nasıl olurda bu değere sahip çıkmaktan utanç duymazlar.

Yaratanın vermiş olduğu bir isme layık olmak için, önce yaşamak sonra yaşatmak gerek. Yaşatmayı becerebiliyor uğurda gerekli tüm çabayı harcayabiliyorsak ancak o zaman bu isme layık olabiliriz. Ne yazık ki, İslam coğrafyası diye tabir edilen coğrafya hem yaşamayı bilmiyor hem de yaşatmak istemeyen bir yaşama bürünmüşken, nasıl olur da bu ismin arkasına sığınabiliyorlar. Bu ismin arkasına sığınmak ve o isme sahip çıkarak her türlü olumsuzluğun zirvesinde tepinen toplumlar bu ismi ancak ve ancak lekelerler kendi basitlikleriyle bu ismin anılmasına neden olarak, diğer beşer için bir fitne kaynağı oluştururlar. İslam seçilmiş bir isimdir. Ama kim için diye baktığımızda, İslam toplumu diye isimlendirilenler için seçilmemiştir. Yeryüzünde Allah’ın kainattaki yasasına uygun yaşayan ve o yasaları, tüm mahlukatın yaşamını kolaylaştırmak için mücadele edenler için seçilmiştir. Yaratıcının kâinattaki bu yasalarını idrak ederek yaşayan ve kâinatın sahibine yolculuk yapan her insan iman üzeredir. Kitap bu yasaları pekiştirmek için gelmiş ve bu yasalardan uzaklaşanların yaşamlarına bir ışık olması için gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın yarattığı kâinat yasaları ile Kitabi buyruklarının birbiriyle çatışma halinde olması düşünülemez. Allah her türlü eksikliklerden ve hatalardan münezzehtir. Dolayısıyla iki ayetinin birbiriyle uyum içinde olmaması düşünülemez. İşte, İslam alemi kâinat kitabını hayatın dışına attıklarından, kitabi ayetleri anlamak ve algılamaktan da uzaklaştıkları için her ne kadar bu isimle kendilerini ifade ediyor olsalar da, bu isme layık bir yaşamları olmadığı için, nasıl bir tanımlamayla adlandırılacağı da zorlaşmaktadır.

Allah katında sadece İslam dini vardır derken, biz öyle bir şekle bürünüyoruz ki, sanki bizim sahip olduğumuz bu isimmiş gibi kendimizi erişilmezler arasında görüp, bizim dışımızda kalanları hüsranda olanlar biliyoruz. Bu anlayışın kendisi hastalıklı olduğu için, kendi hastalığımızın da farkına varmıyoruz. Allah katından size teslim olmanız gereken dışında bir din, inanç göndermedi, Onun için sizler, Ben Müslümanım dedikten sonra bu kimliğe uygun yaşayarak o kimliğin herkesin kimliği olması için çaba harcadığınızda, sizden daha güzel kim iş yapmış olabilir. Bu kimlik, asaletin onurun vakarın insan olmanın merhametin hakkaniyetin edebin dürüstlüğün, adaletin şefkatin, ehliyetin, saygının sevginin barışın huzurun mutluluğun vs. içine sığdırıldığı ve yeryüzünde kimsenin bunu dağıtmaya gücünün yetmediği bir kimliktir. Bu kimliğin vasıflarına göre yaşayanlar Müslümandır. Bu vasıfları hayatlarında barındırmayanlar ben buyum diyerek, o kimliğe hakaret etme ve onu deforme etme hakkına sahip değildir. Şayet sizler bu kimliğe sahip çıkmaz onun ihyası ve inşası için dünyalıklarınızı öncelik olmaktan çıkarmazsanız, Allah sizi yok eder yerinize başkalarını getirir onlar o kimliğe hakkıyla sahip çıkarlar, mütevazidirler gerektiği yerde de İzzetlidirler. Mücadele ederler ve mücadelelerinden de asla taviz vermezler, onlar kınayanlara aldırış etmezler, çünkü bu özgürlüktür, bu özgürlük herkese verilmez bu ancak Allah’ın bir lütfudur. O isme layık olanların elde edeceği bir ödüldür.

Bu ödüle hakkıyla layık olanlar yaşatırlar ki, kendileri de yaşadıklarını bilsin…Başkalarını yaşatmak için zaman ve efor harcamayanlar yaşayıp yaşamadıklarını da anlayamazlar. Biyolojik olarak robotlaşmış ve hareket halinde olmak yaşıyor olmanın göstergesi değildir. Yaşamak, var olmak ve taktim edilmiş kimliği, vakarlı olarak korumak ve o kimlikle mücadele edebilmektir. Bugün İslam dünyası denilen coğrafya kan revan içinde iken, onları yönetenlerin her türlü imkanlara sahip olduğu, güç ve kuralları da kendi sahip olduklarını korumak ve kendi menfaatlerini daim kılmak adına bir paravan olarak kullandığı yerde, bu kimliğe sahip olmanın alameti ve göstergesi nedir, böyle bir gösterge olabilir mi? İslam varsa hayat var, canlılık var, farklılık var, farklılıkların bir araya gelerek tevhidin oluşumu var. Ancak bunlar yoksa orada İslam da yok demektir. Bu uyarılarım bazı kafalarda karşılık bulmayabilir. Zaten böylesi keşmekeşliğin ve Dinsel şovenizm olarak varlık sahnesinde bir yer işgal eden bu kavram gerçek kodlarından uzaklaştıktan sonra böylesi yıkımlar kaçınılmaz oldu. Bu yıkım ortamlarında tanımlanmış olan kimlikle benim söylemlerime olumlu bakan insanların ortaya çıkması büyük bir adım olur. Çünkü İslam, insana bir duhul ederse bir daha gitmez, ne yaparsan yap yeter ki sözlü olarak Tevhidi söyle cennete gidersin diye oluşturulan bir anlayış, Allah’ın katında ancak din, inanış olarak İslam vardır, ayetinin içindeki İslam değildir. Allah’ın katında din olarak bulunan İslam, teslimiyetin barışın felahın olduğu dindir. Bu felah ortamını yaşamayan, cinayetlerin kol gezdiği insanların açlıktan öldüğü, kâinatın dengesinin bozulduğu, insanların umutsuzluğa yolculuk yaptığı, yarınları düşünemeyen ve gelecek endişesi taşıyan toplumlarda İslam olamaz. İslam huzur getirir. Huzurun her geçen gün duman olduğu, ölümlerin, fuhşun, ahlaksızlığın, tefeciliğin, karaborsacılığın, dolandırıcılığın sahtekarlığın, liyakatsizliğin, emin olmayışın, güvenin kayboluşunun arttığı yer İslam olamaz. Çünkü İslam’ın olduğu yerde bunlar olmaz, bunlar yaygınlık kazanıyorsa İslam oraları terk etmiş demektir. “Hak geldi Batıl zail oldu” ayeti de tam bu dramatik sahneyi anlatmaktadır. Şayet hak geldi diyorsak, batıl hayatımıza egemen oluyorsa, orası İslam diyarı ve alemi olarak adlandırılamaz.

Müslümanım diyen öyle yöneticilere şahit oluyoruz ki, insanların umutlarını hayallerini yok etmişler, insanların açlık ve sefalet içinde yaşamalarına neden olmuşlar, kendi saraylarını ve şürekâsını korumak ve kollamak dışında bir yaşamları olmamasına rağmen bunlar hala Müslüman olduklarını söylüyorlarsa, böylesi bir anlayışın ne kadar İslam olduğunu sorgulamamak, İslam’dan bir şey anlamamaktır. İslam’ın olduğu yerde hayat var, İslam’ın olmadığı yerde karanlık ve zulmet vardır. “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir. Diyen bir elçinin sözüne uyduğunu söyleyenler bu yaşamlarıyla çok büyük yalancıdırlar. Yalanın olduğu bir yer, toplum ve birey, İslam kimliğiyle anlatılamaz.” Allah çokça taşkınlık yapanları ve yalan söyleyenleri hidayete erdirmez. “Mümin suresindeki bu ayetin muhatabı olmuyor muyuz yoksa…Yalan söylemeyi belli gerekçelere sıkıştırarak kendince meşruiyet oluşturmaya çalışanların tamamı, hakkı batılla karıştırmaya çalışanlardır. Hak hiç batıl gibi olur mu,” Hakkı batılın üzerine salarız da o, onun beynini parçalar…” O günlerin çok yakın olduğuna şahit olunacaktır. Bizler kendimizi düzelterek o kimliğin bir yaşayanı olmazsak, o kimlik bizden alınır ve ona sahip çıkacak başka toplumlara verilir.

Ey Müslümanım diyen ve mütekebbirlikte sınır tanımayan, müstağnilikte çağ atlayan bir damla su olduğunu unutup rızkın sahibiymiş gibi davrananlar, şunu biliniz ki, Allah yok etme gücüne sahiptir. Çıkarlarını kutsallaştırarak, zavallı biçarelere onu bir ilahi buyrukmuş gibi sunan ve cinliklerini de gizleyerek kendilerini erişilmez varlıklar gören, Karun’un CEO’ları, hesapların görüleceği günler çok yakındır. Ya iddia ettiğimiz kimliğe uygun yaşayalım, ya da insanların bu kimlikten uzaklaşmaları için bir fitne olmaktan çıkıp köşemize çekilelim…Allah hesap görenlerin en hayırlısı ve hesabında çok seri olandır.

Rabbimin bir uyarısıyla makalemi sonlandırmak istiyorum inşallah teslim olmayı gerektiren bir inancın tercümanları oluruz…”Ey nefislerine karşı günah işlemekte aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin, muhakkak ki Allah günahların hepsini bağışlar, ölüm size gelip çatmadan önce rabbinize dönün…”Önceden kazanıp gönderdiklerimizden başkası bizi huzuru mahşerde karşılamayacak, ne şeyhler ne dervişler ne pirler, ne gavslar,ne papazlar ne hahamlar, ne pastörler bizim adımıza bir söz söyleme hakkına sahip olmayacaktır. “Her nefis kendi yaptıklarına karşı rehin alınacaktır…”

Ey rabbimiz biz seni hakkı ile taktir edemedik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, daldık dünyanın çamuruna kana kana içmekten kendimizi alamadık…Rabbimiz bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla ve sarp yokuşu çıkan kullarından eyle…”Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misiniz bir garibe destek olmak, bir acı yoksulu yolda kalmışı doyurmak ya da bir insanı özgürlüğüne kavuşturmaktır…”Allah’ım, Müslümanız diye kimlik taşıyan senin gönderdiğin kimlikten haberi olmayan bizler, insanları biyolojik yaşama mahkum ederek onların düşünme melekelerini ellerinden aldık, onları köleleştirdik ki bizim yaptığımız yanlışları görebilecek kadar zamanları olmasın ama her şeyi onlar için yaptık…(!)

Derinlerimizde neler gizli, Allah’ım bizleri affet bizleri bağışla bir daha gerisin geriye topukları üzerinde dönmeyecek dirayet ve erdemi bizlere bağışla ve bizi katındaki değerlerinle meşgul et, isteklerimizi onlarla mutmain kıl ki, dünya ve içindekilerin bizi zulme meyil ettirmesine fırsat verme…Sen her şeyi evirip çevirensin Allah’ım bizlerin kalbini beynini ve tüm uzuvlarımızı sana yönelt…Kalplere dokunması umuduyla her canlıya selam ve esenlik diliyorum kainatın sahibine hamd ederek satırlarımı noktalıyorum kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/19.01.2023/15.03/Namazgah-Çamlıca/İST



18 Ocak 2023 Çarşamba

ÇARESİZLİK KADERE DÖNERSE SÖMÜRÜ KAÇINILMAZDIR

Efendisiz kalmaktan korkan toplumların sömürülmesi o kadar kolay ki, efendilerinin ağzından çıkacak her söz onların kurtuluşuymuş gibi algılanır ve o sözler kölelerin yaşam umudu haline gelir. Bu toplumlarda efendilerin en çok kullandığı kavramlar, toplumun inanç değerlerine dayanır. İnançlardan bağımsız verilen mesajlar toplumda karşılık bulmakta zorlanır ve insanların bir anda farklı hareketlenmeler gerçekleştirdiği görülür.

Onuru ile oynanan toplumların kölelik kimliğini benimsemesi o kadar zor olmuyor. Ancak hala onurlarından bir kırıntı barındıranların kolay kolay bir efendinin egemenliği altına girmesi kolay olmaz. Kişiliksiz ve kimliksiz toplumlar her ortam ve zamanda sömürülmeyi tescillerler. Onlar, yaşam alanlarında bir haklarının olduğuna kendileri inanmadıkları için, efendilerinin onlara bağışlayacağı bir menfaat, onlara yaşamı veriyormuş gibi algılandığı için, yaşamın neresinde neden olduklarını idrakten yoksun yaşarlar. Bu ortamlarda hep kurtarıcılara sarılır insanlar. Kurtarıcı olmadan yaşamlarının zor olduğuna inandıkları için, kurtarıcısız kalmamak adına her türlü yenilik ve farklılıklarla savaşmayı ibadi ve inanca dayanan bir eylem olarak görürler. Bu tarz anlayışların tarihte çok örneklerine rastlarız. Bunların en açık örneği Firavun döneminde Mısır da yaşayan İsrailoğullarıdır.İsrailoğulları dönemin Firavun ’unun zulmünden inim inim inlemesine rağmen, onsuz olmanın da mümkün olmadığını kabullenmesi, Firavunun onların inançlarına dayanan mesajlar aktarmasından sonra tescillenmiştir.

Firavunun zulmü tavan yaptığı zaman, halk, ne olur Tanrımız bizi bu firavunun zulmünden, acısından kurtar ve bize katından bir yardımcı gönder diye yalvarırlar. Ne zaman ki bu dualarının karşılığı olarak Allah onlara Musa (as)’ı bir kurtarıcı olarak gönderir. Firavun bu halk uyanır ve Musa’nın mesajını idrak ederse, o zaman Firavunsuz yaşanacağını anlayan halk, firavunu terk eder ve Firavunun zulmü son bulur. Bu ayrıntıyı gören Firavun, çok uyanık bir mesajla halkın karşısına yeniden çıkar. Musa ve Harun’un yeryüzünde bozgunculuk fitne çıkarmasından ve sizin dininizi değiştirmesinden endişe ediyorum bu fırsatı ona vermemelisiniz. Firavun ’un bu çağrısı o halkta hiç karşılık bulmaz mı hurra firavuna koşarlar ve onun efendiliğini onaylayarak onsuz yaşanılmayacağını yaşamlarıyla kanıtlarlar.

İnsanların inançları onların en fazla korktukları hassas noktaları olduğu için zulüm mekanizmaları hep buradan başlar ilk kalkışa…Bu hareket kitlelerde çabuk karşılık bulur ve kısa sürede kök salar. Alışılmış çaresizlik kadar kötü bir hastalık yoktur Kitleleri imha etmek açısından. Alışılmış çaresizliğin, kader inancının anlamsız tanımlanmasıyla kafalarda karşılık bulduğuna şahit oluruz. Çaresizliklerini alışkanlık olarak devam ettiren toplumlar, bu yaşamlarına bir kader anlayışı olarak baktıkları andan sonra kendi köleliklerini tescillemiş olurlar. Çaresizliklerinin adına kader diyen toplumlar, efendi aramaktan çıkıp efendisiz olunamayacağına ikna olarak yaşarlar. Dolayısıyla başlarında olanın zulmüne, verdiği acıya bakmaksızın var olan efendilerini kaybettiklerinde yaşama imkanlarının da kalmayacağını düşünürler. Böylesi toplumlarda uyarıcı kıvılcımlar her zaman imha edilmek istenir. Çünkü bu kıvılcımlara şeytanın yaratıldığı ateş gibi bakılır ve tüm inanç değerlerini yok edeceği endişesiyle, saldırı oklarını onlara yöneltirler.

Yaratıcının özgür olarak yarattığı kullar ne zamandan beri özgürlüklerini imha edenleri kurtarıcı olarak görmeye başladılar.J. J Rousseau’nun dediği gibi, insanlar analarından özgür olarak doğarlar ancak yaşam alanı içinde sonradan zincire vurulur ve özgürlüklerini kaybederler. İnsanın özgürlüğünü imha edenlerin başında da kurumsal otoriteler gelir. Bu otoriteler devlet ve Hükümet gibi oluşumlardır. Devlet, ben devletim der ve gözünü kırpmadan insanları katleder ve bu öldürmesini de meşru kılmak için kanunlar yapar o kanunlara uyulmadığı için onların ölümünün doğal olduğunu savunarak, kendisini efendi bilen kitleler oluşturur. O kitlelerin devlete bağlılığı, devletsiz olunamayacağı anlayışını beraberinde getirir. Devlet benim adıma her işi yapıyor, devlet başımızdan eksik olmasın algısı, aslında efendisine zeval gelmesini istemeyen çaresiz halkların doğumunu sağlar.

İlkel topluluklardan, kırsal yaşamlara, oradan şehir devletlerine, ulus devletlere hatta modern laik ve liberal oluşumlara kadar her toplumda böylesi bir köleleştirme taktiklerinin uygulandığını görmek mümkündür. Bir toplum, kendisini yönetmesini istediği kanunların çıkarılmasında,yönetim biçiminin kritiğinde ve oluşumunda yer almadığı halde, onlara ait olduğunu ve onlar olmadan yaşamanın imkansızlığını anlatıyorsa, orada kabullenilmiş bir çaresizliğin dayattığı kaderin kurbanı olmuş, efendisiz kalmaktan korkan köle toplumlar oluşmuş demektir. Köle toplumlar günümüzde hep bu yönüyle ortaya çıkmaktadır. Köle arayan efendilere hizmette kusur etmeyen kölelerden oluşmuyorlar. Her türlü acıyı yaşatan efendiler kaybolduğu zaman onlarsız nasıl yaşanılacağını bilmeyen beceriksiz kölelerden oluşan toplumlarda yaşar olduk. Günümüzün köleliği daha çok bu boyutta tezahür etmektedir.

Ferdi özgürlüklerini imha etmiş, efendilerinin bevlini şifa niyetiyle içip, o şifa kaynağı kaybolduğu zaman her türlü hastalığın etkili olacağı ve kendilerini ölümcül hastalıkların yakalayacağına inananlar, asla şifaya kavuşamayacaklardır. Çünkü bu toplumlar kendi zehirlerini şifa niyetiyle içmeye devam ettikleri sürece şifanın kaynağına sırt dönmeye devam ederler. Efendisiz olunmayacağına inananlar La ilaha İllallah öncesindeki, La ilaha demeyi beceremedikleri için yaşam boyu köle olarak yaşadıkları halde, kendilerini özgür sanan köleler olarak yaşarlar. Köle olarak yaşamayı tanrının yarattığı kader olarak gören ortamlara özgür olmayı nasıl anlatabilirsiniz ki, çünkü bu ortamlar bağımlı olmayı bağlılık sanırlar. Efendilerinin bağımlılığından kurtulamayan köleler, yaratıcıya nasıl bağlanır ki, yaratıcıya bağlanamayan köleler, dünya gözüyle efendisiz yaşamanın imkânsız olduğunu sandıklarından, tüm gaybın ve zahirin Rabbinin bahşettiği özgürlüğün tadından ne anlarlar ki!

Göklerin ve Yerin Rabbi ve yaratanı Allah’tır…O hal de Allah’tan başka efendiler olmadan yaşanılmaz ha nasıl da çevrilip döndürülüyorsunuz yazıklar olsun…Sizin de Çocuklarınızın da rızkını Allah veriyor, o halde ona hiçbir şeyi şirk koşmadan sadece ona kulluk edin ve yeryüzünde özgür bir kul olun…Dünya yaşamının anlamı, ancak Kâinatın sahibinin yarattıklarını gözeterek yaşanılıyorsa vardır. Onun dışında sadece kölelerin efendisiz olmayacağını sandığı Tağutlara kulluk ettiği, efendilerin kendisini alkışlayan kölelerden oluşan kitleler karşısında dört köşe olduğu kabullenilmiş çaresizliğin oluşturduğu kadere boyun eğilen karanlıklar hayat diye yaşanır.

“Ben ve bana uyanlar biz bilerek ve basiretle Allah’ın yoluna çağırırız…” Tağuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelen kulları müjdele, ki onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar…” Size söylediğimi bir gün anlayacaksınız…” Yaratıcının, elçilerin diliyle verdiği bu mesajlara kulak ve yürek veren kullardan olmak dileğiyle…Rabbim bizleri, sadece kendisine kul eylediği, kendisinden başka efendilerin hepsinin yok olacağına inanan halis kullarından eylesin…

“Allah tek ilah olarak anıldığı zaman Allah’a ve ahiret gününe inanmayanların korktuklarını görürsün, ancak Allah’ın adı yöneldikleri taptıkları ilahlarının adı efendileri ile anıldığı ve zikredildiği zaman, güldüklerini eğlendiklerini neşelendiklerini görürsün…” Rabbim bizlere, Tek ilah olarak sadece kendisine yönelttiği kulları arasında bir yer versin ki, yeryüzü efendileri olmadan nasıl yaşanılacağını örnek yaşamlarımızla ortaya koyalım…

“İnsanlardan değil ancak benden korkup ittika edin ve benim ayetlerimi buyruğumu küçük menfaatleriniz için satmayın, kim böyle yapar benim hükmüme göre hareket etmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir…”

Rabbim bizi, yeryüzünde köle olarak yaşamanın bir değer olarak algılanıp kaderimiz buymuş diyerek yaratıcıya iftira atanlardan, uzak eylesin ve istikamet üzere dosdoğru kılsın ki, yarın Rabbimize karşı mahcup olmayalım…

“Ey İnsan Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir?”

Selam muhabbet ve iyilik dileklerimle; Rabbim bizi, müstağnileşen kendimizi kendimize yeter görerek sapanlardan eyleme, biz bir damla suyuz sen Merhametlilerin en merhametlisisin, bizlere rahmet kanatların altında bir yer bağışla, biz kendi nefsimize zulmettik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, bize acı bizi bağışla, bizi zalimlere meyil ettirme Allah’ım yoksa bize ateş dokunur…

Gecenin muhabbetinden kendime haykırışlarım, içime sığmayıp dışarıya fırladı ve bu satırlar ortaya çıkınca dostlarla paylaşmak istedim selamlarımla…

Erol KEKEÇ/18.01.2023/00.08 Sancaktepe/İST



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!