Bu Blogda Ara

6 Ağustos 2022 Cumartesi

TOPLUMSAL KAOSLAR NEDEN ARZULANIR

Bir topluma yaşamı çekilmez kılıp bunalım ortamları oluşturmanızın en önemli nedeni, toplumsal talepleri karşılamaktan uzak çatışmalar üzere kurulu bir tabloyu onlara sunmanızdır. İnsanların en çok depresyon yaşadıkları zaman, ne yapacaklarını şaşırmaları ve tercihlerini de istemedikleri halde belirlemeleridir. İstemediğiniz bir yaşamı tercih etmek zorunda bırakılmak kadar kötü bir durum yoktur insan için. Ne yazık ki bizim toplum tam da bunu yaşar olmuştur.

Ekonomik yaşamın getirdiği ağırlıklar altında ezilen insanlar, bu ağırlıkların altından kurtulmak isterken, diğer taraftan tercih yapmak zorunda bırakıldıkları kurtarıcılara da hiçbir güven duymuyorlarsa, bu insanlığın felaketi demektir. Bir toplumu böylesi bir felakete sürüklemek hiçbir aklı başında siyasal yönetimlerin işi olamaz. Çünkü insanların güvenlerinin yitirildiği ortamlar, toplumsal depresyonları beraberinde getirir. Depresyon toplumsal vakaya dönüştüğü zaman toplumun genetik dokusu yara alır. Yaralanmış bir toplumun, yaralı aslandan farkı kalmaz. Kime saldıracağının hesabını yapmaz ve önüne kim gelirse hıncını ona yöneltir. Toplumun geleceği bu son duruma bakarak, topluma faturayı kesmek kadar ahmakça bir tavır olamaz. Maalesef bizim gibi ülkelerde, icraat makamında olanlar, kendilerini hep doğru yapan olarak görmekte, toplumun ise, kendilerini anlamayacak düzeyde gerçeklerden uzak olduğunu düşünmektedirler. Böylesi bir algı toplumsal felaketi yaklaştırır.

Neden insanlar özgür iradesiyle doğru ve yanlış arasında farkı fark ederek, doğru tercihlere yöneltilmez. Çünkü kaos ortamları, kaos çıkaranların ömürlerini uzatacağı mantığı ile bakılır; dolayısıyla insanlık bu kaos ortamlarından istem dışı tercihe zorlanır. İnsanların tercihlerini belirlemekle sorunlar çözülmediğine göre, insanları böylesi karmaşık ve içinden çıkılmaz güvensiz ortamlara taşıma yerine herkesin kendi sorumluluk alanlarındaki görevlerini layıkıyla yerine getirip, insanların bilinçli tercih yapmalarından neden kaçınılır. Bizim toplumda yönetici erk hangi anlayıştan olursa olsun, sürekliliğini sağlamak için hep bulanık sularda insanları yaşatma arzusu içindedir. Oysa Yaratanın insanlardan istediği, sağlıklı bir ortama insanları kavuşturmak ve böylesi ortamlarda kendi iradeleriyle tercih yapma imkanlarını onlara sunmaktır. Zaten elçilerin gelme sebeplerinin arasında da bu durum en önemli etkendir. Önce karanlıklar kaldırılmalı doğru ile yanlış arasındaki ayırıcı belirgin çizgiler netleşmeli ki, doğruyu tercih edenler de tercih etmeyenler de bilerek eylemlerini ortaya koysunlar. "İman edenler bilerek iman etsin, iman etmeyenler de bilerek inkar etsin diye apaçık ayetler açıklanmıştır. "Dolayısıyla karmaşık ortamlarda insanların tercihleri kimseyi aldatmamalıdır.

Ülkemiz politikacılarının duruşlarına baktığım zaman, sahici ve sorunları ortadan kaldırmaya dönük bir çalışmanın, inandırıcı olmaktan çok uzak olduğunu görüyorum. Çünkü iktidar olanlar, günü kurtarma ve vitrin düzenlemekle meşgulken, muhalif olanlar yapılan vitrin çalışmalarının gözlerine iyi görünmediğini anlatarak zaman geçiriyorlar. Dolayısıyla iki anlayışta insanların problemlerine köklü bir çözüm arayışı içine girmekten kaçınıyorlar. Çünkü sorunlar çözüldüğü zaman sorunlarla boğuşmayan insanların bir daha neden kendilerini tercih etmeleri gereksin ki diye düşünerek hep sorunlu ortam oluşturma derdindeler. Oysa toplumsal yaşamı organize etmek isteyen bir anlayış, toplumsal yaşamın sürekli mutlu ve huzurlu bir yaşam ekseni üzerinde olmasını sağlaması gerekmez mi? Ne yazık ki pragmatik bakışla olaylara yaklaşanların tamamı, önce can sonra canan mantığı ile olayları ele aldıkları için toplumu bir türlü huzura götüremiyorlar.

Bir toplumun yöneticilerine verdiği sınırsız kredi hiçbir zaman yoktur. Belli primler verilir ancak bu primler insanların lehine kullanılmaz da, bunlar çıkar devşirmenin ötesinde ortalıkta yoksa, bu primler yerini cezaya bırakır. Ceza da ödül de insanın düşünmesi için bir dinlenme arasıdır aslında, ama ne hikmetse ödül alanlar sürekli sevilen biri olarak ödüle layık görüleceklerini düşünebiliyorlar, oysa bilmiyorlar ki güvenin bittiği yerde sevgi yerini şiddete bırakır. Ceza da otokritik yapmak için önemli bir fırsat olmasına rağmen, ceza ile yapılan olumsuz eylemler karşılık bulduğunda, yönetimde olanlar saldırganlaşabiliyor ve arkasından faturayı cezayı kesen halka yıkmaya çalışabiliyor. Böylesi anlayışlar devam ettiği sürece bir toplumun aydınlanması mümkün değildir.

Bütün bu tanımlamalar ışığında gerçekçi bir bakışla toplumsal problemlerimizi çözmek istiyorsak, öncelikli olarak yönetim mekanizmasına gelmek isteyenler kendi sorunlarını çözmelidirler. Kendileri ile barışık olmayanlar toplumla sürekli savaş yaparken toplumun problemlerine öncelik vermezler. Toplumun problemlerini öncelikli görmeyen bir anlayış sadece topluma yük olur, ancak toplum seçeneksizlikten dolayı böylesi anlayışlardan birini göreve getirdi diye, kendilerinin çok iyi olduklarından bu işe layık görüldüğünü sanmamaları gerekir. Yaşadığımız dönemde bu toplumun fedakarlığının bedelini ödeyen ve ödeyecek bir yöneticinin olduğunu düşünemiyorum. Toplumdan alınan imkanlarla topluma yapılan hizmetlerin karşılığı fedakarlık değildir. Her insan bulunduğu makamın rollerini yerine getirmese de fazlasıyla bunun karşılığını almaktadır. Yani çalışan çalıştığının karşılığını örtülü örtüsüz götürürken, neden insanlara havalar atılır şunlar şunlar yapıldı diye...Kimse bedelini almadan bir iş yapmıyorsa bu bir imtiyaz sahibi olmak anlamına gelemez. Ülkenin her insanı ülkesine verdiği değer oranında birbirinden farkı yoktur. Kimisi parasıyla, kimisiyle canıyla, kimisi emeğiyle, doğrudan ya da dolaylı ülkeye katkı sunmaktadır. O halde ayrıcalıklı olmak ne demek, doğrusu ben bunu anlamıyorum...Çoğu zaman şahit oluyoruz sen benim kim olduğumu biliyor musun diyenlere...Ben bu arkadaşlara diyorum ki, sen kendinin kim olduğunu bilmiyor ve kendini kaybetmişsen ben nereden bileyim senin kim olduğunu, çünkü sen bir hiçsin hiçin de tanımı olmaz diyorum...

Ülkemiz insanını bu karanlık ve kaos ortamlarından çıkarıp aydınlık yarınlara taşıyacak aydınlık fikirlere ve bunların istikrarlı eylemlere dönüşmesine çok ihtiyacımız var. Politik arenadaki oluşumlar ülke sorununu çözmekten ve insanlara huzur ve mutluluk getirmekten çok uzak anlayışlar olduğu her geçen gün daha bir kanıtlanıyor. Çünkü hırslarının kurbanı olan ve onlar yedi biraz da bu imkanları biz yiyelim diye düşünenlerin rekabet yaptığı bir ortamda Millete sıra gelmeyeceği kesin...O halde sadece İnsan olarak var olan adalet ekseninde yürüyen ve insanlığa hizmet dışında bir kırmızı çizgisi olmayan insanları neden ülke yönetimine getirmek istemiyoruz. Bizim kaderimiz mi bu şekilde paçavraya dönerek zelil ve rezil halde yaşamak...Allah kimseye zulmetmez...Başımıza gelenlerin hepsi kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzünden olduğu kesin..."Biz kendi durumumuzu değiştirip ayağa kalkmadığımız sürece Allah bizim durumumuzu değiştirmeyecek...

Seçeneksiz bırakılan bir toplumun yaptığı tercihlerin hiçbiri bizi aydınlığa çıkarmayacaktır. Aydınlık ortamların oluşması ve iradi tercihlerin yapılacağı günlerin bir an evvel gelmesi dileğimle herkesi aklını kullanarak yaşamaya davet ediyorum....

Selam saygı muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/05.08.2022/15.25




4 Ağustos 2022 Perşembe

TOPLUMUN İŞLEYİŞ KURALLARINI SOSYOLOGLAR HAREKETE GEÇİRİR

Hiçbir insanın bireysel özgürlüklerini  imha ederek onun yaşam sınırlarını belirleme hakkına sahip değiliz. Ancak toplumsal yaşamın devam edebilmesi için, bireysel yaşam sınırları, toplumsal yaşam sınırları içinde kalması gerekir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklere feda edilirse, toplumsal yaşamdan söz edilemez. Onun için bireysel arzu istek ve beklentiler, toplumsal yapı içinde varlıklarını ifade etmek  için belli sınırlara uymak zorundadır. Bu durum toplumsal yaşamın bireyi şekillendirmesi değil, şekil almış bireyin toplumsal yaşam içinde yerini belirlemedir. Toplumsal yaşam içinde ben var olmak istemiyorum, kendi başıma doğa da istediğim gibi hayatımı sürdürmek istiyorum diyenler için toplumsal yaşam ve ahlak kuralları devreye girmez. Kişi istediği gibi toplumsal yaşamı olumsuz etkilememek kaydıyla  varlığını sürdürebilir. Ancak Toplum içinde  varlığının yerini belirlemek isteyen her insan, toplumsal değer sistemleri ile uyum içinde olmak zorundadır. Çünkü toplumsal yaşamın devamı ancak böyle mümkün olabilir.

Günümüzde öyle anlayışlar gelişti ki, bireysel özgürlüklerin hayvani boyutta yaşanmasında sınır tanınmazken, toplumsal yaşamın varlık kodları alabildiğine yok edilmek istenmektedir. Toplumsal yaşamın varlık kodları bireysel hayvani isteklere feda edildiği zaman, toplumsal yaşamın ne anlamı kalır. O zaman organizeli bir gücün toplumsal kurallar oluşturarak yaptırım uygulaması da anlamsızlaşır. Çünkü her birey istediği gibi toplum içinde varlığını sürdürecek ve hiçbir bağlayıcı kurala uymak zorunda değilse, bunun adı toplumsal yaşam olmaz. Vahşi doğanın insan popülasyonlarının bir arada varlığını sürdürmesi olur. Tarihin hiçbir döneminde bir örnek bulamazsınız ki, insanlar toplum olarak var olmak isteyipte,istedikleri gibi bireysel  bir hayat oluştursunlar. Yani birey mutlak anlamda kendi dışında kendi cinslerine muhtaç olarak yaşar. İnsanın doğası Sosyal bir varlık olarak var. Sosyal bir varlığın yaşam alanını bireysel istekler üzerine oturtmak isteyip, toplum olarak yaşaması mümkün değildir.

Kendi neslini devam ettirmek için bile karşılıklı anlaşma üzerine kurulan bir hayatın fertleri nasıl olur da istediği gibi yaşamak isteyerek bir toplum inşa etmeyi düşünebilir.Hak,hukuk adalet ahlak dayanışma beraberlik kardeşlik paylaşma gibi kavramlar toplumsal yaşamın özünü oluşturur. Hayatın her noktasında karşılaştığımız bu kavramlar, insanın sosyal bir varlık olduğunu özetleyen en açık kavramlardır. Dolayısıyla bu özelliklere sahip olması gereken bir varlığın,idsel dürtülere göre toplum içinde varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Bu isteklerinin sınırlarını onlara gösterdiğiniz zaman, özgürlüklerin sınırlanması olarak tepki verilmesi asla doğru olmayan bir yaklaşımdır. Yani insan, özgürlük adı altında bir toplumun genetik kodlarını imha etme hakkına sahip olamaz. Herkes kendi vahşi doğasında toplumsal yaşamın içine girmeden bu kurallara uymadan yaşama hakkına sahiptir. Ancak ben toplumla birlikte var olmam lazım kendi kendime yetmiyorum diyorsa, kendi isteklerini toplumsal yaşamın kurallarına göre biçimlendirmek zorundadır.

Özgürlük tanımı, o kadar çok sulandırıldı ki, insanların kölelik mukavelelerinin adı özgürlük oldu. Dayatılan uyaranlara karşı tepkisi ölçülen insanın bir denek olarak kullanılması onun özgürlüğü olarak ifade edildi. İnsan, bu nesneleşme boyutunu görmeden kendisine özgür olduğu hatırlatılan kişiler tarafından özgürlüğü sınırlanıyormuş gibi algılanıp şiddetli tepkiler gösterir oldu. İnsan aslında idsel istekler uğruna kendi insani kimliğini imha ederken bunun asla farkına varmıyor. Çünkü idsel dürtüler insandan bir fedakarlık ve çaba istemiyor. Rölantiye alınmış bir araç gibi bıraktığında kendiliğinden gidiyor ama kontrolü de bir o kadar zor tedirgin ve ürkek bir yolculuk başlıyor. İnsan her şeye rağmen bu yolculuğu tercih edip, toplumla yaşamak istiyorsa, toplumsal yaşam kalıplarını dikkate almak zorundadır. Almıyorsa toplumla arasındaki ilişkinin sınırları belirlenmeli gerekirse tecrit edilip toplumsal yaşamı ifsat edecek davranışlardan kaçınması sağlanmalıdır.

Şehir hayatında çokça şahit olduğumuz ve istemesekte katlanmak zorunda kaldığımız çılgın isteklerin bireysel özgürlük gibi yaşandığı ortamlar, toplumsal yaşam alanını doğrudan hedef almaktadır. Toplumsal yaşam alanı üzerindeki tahrifatlar zamanla geleneksel bir yaşam haline gelebiliyor. Bunu sadece bir patolojik vaka olarak görmemek gerekiyor, aşinalık kazanmış bir vaka zamanla alışkanlıklara ve toplumsal davranışlara dönüşebiliyor. Son yıllardaki toplumsal değişimin uyaranlarına baktığımız zaman çılgın bir yaşamın toplumsal kuşatma haline geldiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu değişim, ahlaki konulardan, adalet hak,hukuk,davranış biçimleri, giyim kuşam ve ilişki boyutuna kadar bir çok alanda kendisini hissettirir oldu.Bir kamu kurumunda ahlak dışı bir tutum olduğunda herkes bunu kınar ve ona göre bir tavır alırdı ancak geldiğimiz noktada neredeyse adam kayırma rüşvet, yolsuzluk gibi davranışlar bir gelenek haline geldi. Hatta bal tutan parmağını yalar diye bir de atasözümüz oluştu.(!)

Özellikle kırklı yaşların altındaki insanlarımızın yaşamları ciddi bir toplumsal vaka olarak kendisini gösterir oldu. Çünkü bu yaşlarda toplumsal değerler insanların yaşamında son sırada bile yer almaz oldu. Ancak yaşamlarındaki olumsuzlukları eleştirirken ilk sorgulamaya başladıkları toplumsal yaşamın getirdiği dayatmalar olarak değerlendirmeler yapılıyor. Toplumsal yaşamın içinde bulunup toplumsal kuralları hiçe sayarak yaşayıp, karşılaşılan olumsuzlukların faturasını da toplumsal yaşam kalıpları üzerine yıkmaya çalışmak insanlık dersi almamaktan geçer ancak. Toplumsal değer kalıplarının bir kuşağın sahiplendiği bir gelenek olmaktan çıkarılıp, toplumsal kimlik oluşturmanın bir millet olarak varlığımızı devam ettirmenin yegane kuralı olarak herkes tarafından içselleştirilmesini sağlamak gerekir. Bu süreç yakalandığı zaman ancak kuralsız yaşamayı arzulayıp faturayı toplumsal yaşama kesmek isteyenlerin bu zihin körlüğünden kurtulmalarına belki katkı sunabiliriz.

Toplumsal yaşamın işleyişi dini fetvalarla yönlendirilemeyecek kadar kapsamlıdır. Toplum ile din kavramlarını iyi ele almak lazım. İnsan varsa din var dolayısıyla din insan kavramından daha dar kaplam açısından, dolayısıyla din kavramı insan kavramını kasamı içine alamaz. Onun için toplumsal yaşam toplumsal yaşamın işleyiş kurallarına göre dizayn edilmeldir.Bir hocanın dini bir fetva vererek sloganlarla insanları galeyana getirir bir söz sarf etmesi kulağa ve duygulara hoş gelebilir benimseyenler ve benimsemeyenler olabilir ancak toplumsal çözülmenin doğru tespitini yapmak o hocanın işi değildir. Sosyologlar bu konuda ne kadar kafa yoruyor asıl ona bakmak gerekiyor.

Bizim toplumda bilim adamı kavramı içerik olarak reel yaşamla hiç de örtüşmüyor. Bilim adamı ile akademisyen aynı anlama geliyor. Üniversitelerimizde  akademik unvan almış ve bir apolet ile ödüllendirilmiş olan her şahıs kendisini bilim adamı sanıyor ve o apoletin onda geniş ufuklar açtığına inanıyor. Dolayısıyla unvan aldığı konularda kanaat sahibi kendisini görüyor ve herkesin o konuda kendisine danışması gerektiğini düşünüyor. Durum böyle olunca araştıran sorgulayan kafa yoran beyin geliştiren çığır açan bilim adamı yerine, bulunduğu masayı koruyan sistemle çatışmaya girmeden makamını her geçen gün yukarılara taşımaya çalışan insanlar bilim adamı olarak karşımıza çıkınca, ister istemez toplumsal konularda konuşmakta bir hoca efendinin sloganik haykırışlarına kalıyor. Sosyologlar bir toplumda çığır açması gereken aydınlar olması beklenirken, bizim toplumda acınası bir duruma geldiklerinde şahsen benim kuşkum yoktur. Bu durum öncelikle kendi bireysel farkındalıklarını oluşturamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. İkinci önemli unsur ise Sosyologların ciddi koordinasyon eksikliği ve birbirini tamamlayıcı pratik çalışmaların içine girmemiş olmalarından kaynaklıdır. Üçüncü ve baskın olanı ise, ekonomik bağımlılıklarından dolayı politik rüzgarlardan hemen etkilenip kolayca sisteme angaje olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu süreci doğru yönetemeyen akademisyenler, bilim adamı ve aydın olma kimliğine kolay kolay kavuşamazlar. Dolayısıyla toplumsal yaşamın bu kadar karmaşık bir süreci yaşamasındaki payları da o oranda kabarmış olur.

Konu bütünlüğünden fazla uzaklaşmamak adına meselemizin özüne geldiğimiz zaman, toplumsal yaşamı toplum olarak devam ettirmek istiyorsak, toplumsal yaşamın işleyiş kurallarını net olarak ortaya koymak ve herhangi bir dini gerekçe oluşturmadan, insani bir değer olarak bunları herkesin ortak özü olduğunu tanımlamamız gerekir. Bu işleyişi doğru ve gerçekçi tanımlamak ancak Sosyologların işidir. Sosyologlar bu kadar atıl ve pasif kalıp, kendi oluşturdukları gettonun dışına çıkacak cesaretleri olmazsa, bu çözülme süreci yarınlarda bizleri, suyun içinde erimekte olan bir tebeşir parçasına dönüştürebilir. Onun için ciddi bir akıl tutulması evresinden çıkıp bilinç kırılmasını onarıp yeniden vira bismillah diyerek ayağa kalkmak zorundayız. Koca bir ülkenin sorunlarının çözümünü bir insanın sırtına vurup elinde sihirli bir değnek varmış gibi onun değneğinin dokunacağı yerleri bekliyorsak, şunu bilmemiz gerekir ki boşa bekliyoruz. Her insan kendi sorumluluk alanı içinde aktif olmak ve toplumsal yaşamın işleyiş kurallarına doğru katkı sunmak zorundadır. Bunları söylerken hiçbir çalışma olmuyor nedir halimiz demek istemiyorum, ancak elimizdeki bir dirhem temiz suyumuz varsa ki, olduğunu düşünüyorum zaman o suyu boruları patlatacak düzeyde debisi yüksek akan lagarın içine karıştırmayalım, bizim o suyumuz onu temizlemez sadece bizim temiz su orada kirlenir. Onun için o suyu bağımsız bir borudan götürmenin yolunu bulalım ve insanlar o suyun temiz olduğunu görüp o suyu içmeye gelsinler. Bizim bunu yapabilecek imkanımız ve azmimiz olduğuna inanıyorum. Bu konuda sorumluluk sahibi katkı sunan ve zaman zaman yapılan çalışmalarına şahit olduğumuz, değerli dostlarımızın çalışmalarının da devamını diliyorum.

Toplumsal yaşamımızı bireysel arzu istek ve beklentilere kurban etmeden Millet olarak varlığımızı sürdürebilmemizin yegane yolu, toplumsal kimliğimizi net olarak tanımlayıp o kimlikle özdeşleşmektir. İnsani kimliğimiz dışında bize dünyanın her yanında anlam kazandıran toplumsal kimliğimizi kaybetmek üzereyiz o kimliğimize sahip çıkarak yeniden tarihin tozlu raflarından çıkarıp, çözülmeye giden gençlerimizin yaşamının önüne bir abide gibi dikmek zorundayız. Tek yolu fedakarlığın bizlerden başlamasıdır. Biz fedakarlığı karşıdan isterken onlar feda olduğunda bizler mevki ve makam sahibi olarak kazanan tarafta yer alıyorsak, kimseyi inandıramayız bunu da bilmemizde fayda var diye düşünüyorum...Rabbim bizleri halas eylesin Millet olarak her türlü olumsuzluklardan beri kılsın...

Selam muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/04.08.2022/13.08



3 Ağustos 2022 Çarşamba

KAYBETMEK İÇİN KAZANILMAZ KAZANIM ORTAK DEĞERDİR!

Alışılmış yaşamın bağımlıları kadar ürkek korkak ve tedirgin yaşayan başka varlık bulamazsınız. Alışılmış yaşamları kaybederim endişesi insanı morallen çökerttiği gibi takatten düşürerek manevra ve hareket gücünü de imha eder. İnsan kendi içindeki cevheri anlamadığı sürece, önüne konulmuş olanları tüketen, sahibine ihtiyaçları karşılandığı oranda bağlılık gösteren, akıl yoksunu canlılardan farkı kalmaz. Ne yazık ki, insan kendisi için böyle bir hayatı tercih ederek yaşadığı halde hala kendisinin akleden bir varlık olduğunu da ifade etmekten geri kalmaz.

İnsanlık sömürüsü alıştırmakla başlar, alışkanlıkları gelenek haline getirmekle sömürüsünü devam ettirir. Her dönemde sömürü anlayışları, sömüreceği insanları sömürüye uygun hale getirmeden onlar üzerinde uzun soluklu plan yapmazlar. Allah'ın gönderdiği elçiler dönemindeki zalimlerin sömürüleri de böyle işliyordu, onun içindir ki elçilerin tümü dönemlerindeki mevcut yönetimlerle hep karşı karşıya gelmişlerdir. Sömürülen insanların sömürüldüğünü onlara anlatabilmek için çok çabaladılar. Çoğu zaman çabaları karşılıksız kalabildi, ancak idrak edenlerle sömürgeciler, sömürgeciliğe son vermek isteyen anlayışlar karşılıklı çatışmanın eşiğine girdiler. Dolayısıyla hiçbir elçi, insanlara dini değer sistemlerini anlatırken kabullenmeyenlere karşı bir savaş yapmamıştır. Savaşın mantığı ve neden kaynaklı olduğu bilinmediği zaman, kendilerini bir dini değere atfedenlerin zihinlerinde  çatışma ve savaş sloganları varlığını sürdürmüştür.

Alışılmış yaşamları olanlar  ve devamında kazanımları olacağını düşünenlerin tamamı sömürülen varlıklardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında şapka ve kılık kıyafet devrimi yapılırken, önceki giyim kuşamları dini bir değer olarak alışkanlık haline getirenler kabullenemediği için, yeni anlayış tarafı olan organizeli güç  tepki verenleri imha ederek, kendi yaşam tarzını zorla benimsetmeye çalıştı. Hatta öyle zaman geldi ki, şapka yüzünden canından olanların çocukları ve torunları babalarının ve dedelerinin uğruna başını verdiği kılık kıyafetleri özümseyerek onunla bütünleşti. Demek ki, alışkanlık haline gelen hayatlar en tehlikeli hayatlar olup çıkıyor karşımıza. Alışkanlıklarının kölesi olmuşlar yenilikleri kolay kabullenmedikleri gibi, onların kaybolmasıyla kendilerinin de yok olacağını düşündükleri için, canları pahasına alışkanlıkların savunucusu olup çıkabiliyorlar.

Son yirmi yılın röntgenine yansıyan yaşamlara dikkat ettiğimiz zaman, bunların da aynı kurbanlardan olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.20 yıl öncesinde özgürlük,hak,adalet,eşitlik ve inançlarını kolayca yaşayabilme adına mücadele edenler, bu süreçte bu arayışlarının çoğunun imha olduğunu göremeden belli bir yaşamın alışmış kobayları haline geldikleri için, bugün kalkıp kazanımlarımızı kaybedersek yok oluruz düşüncelerini sesli dillendirebiliyorlar. İnsanın ister istemez bazen sorası geliyor, siz önceki arayışlarınızdan hangisine ulaştınız ve bunları yaşar oldunuz ki, onları kaybederiz tedirginliğini yaşıyorsunuz. Kaybedecekleriniz hiçbir zaman sizlerin ideallerinizde olan değerler değil, sadece yaşam alanlarında isteklerinizin karşılığı olan ve olmazsa da rahatlıkla yaşamınızı sürdüreceğiniz sömürge unsurlarıdır. Bunları kaybetmekle kazanım kaybetmiyorsunuz, sadece sömürge kabuklarından biri daha çatırdamış oluyor. Bunu anladığımız gün insan yeniden hayata başlangıç adımlarını atabilecek duruma gelecektir.

Kazanım ortak insanlık değerinin adıdır. Ortak insanlık değeri olarak anlatılamayacak elde edilmiş olan tüm imkanlar,sadece  toplumsal ayrışmalar oluşturmak amaçlı, sömürgecilerin hedef olmasının önüne geçen barikatlardır. Dolayısıyla bu barikatların yıkılması ve insanlar arasında iletişim kuracak reaksiyonların gerçekleşmesi için, kaybedilecek olanlar bu imkanlarsa varsın hepsi kaybolsun ki, herkes yerini iyi anlayabilsin. Bunlar ortadan kalmadığı ve alışılmış yaşamdan ayrılmama ve onları her koşulda savunacak duruma gelmek insan için en tehlikeli bir bakış açısıdır. Yaşadığımız dönemde bunların çeşitli platformlarda farklı ağızlardan dillendirildiğine çoğu zaman şahit olmaktayız. Eğer şu iktidar gider yerine başkası gelirse tüm kazanımlarımızı kaybederiz. Yahu kardeşim bir kazanım varsa bu herkesin ortak değeridir. Herkesin ortak değeri değilse bu bir kazanım olmanın ötesinde, başkalarının hak gaspı olur ki, bunu kazanım olarak ifade etmek bir suçluluk psikolojisinin kendisini kamufle ederek farklı isimle adlandırılması olur.

Sömürülen toplumların sömürge süresinin devamını sağlamak için, yeni sömürge anlayışları arasında kazanımların kaybolması söz konusu onun için atacağınız adımlarınızı doğru atmanız gerekir gibi yedirilmek istenen ifadelerin hepsi, sömürgecinin hayatiyetini sürekli kılmaya dönük çabalar olur. İnsan alışkanlıklara göre yaşayan bir varlık olmaktan çıkarak, iradesiyle özgürce karar verebilen bir duruma gelmediği sürece, sömürülmenin onayını kendisi yapar. Benim buradaki amacım herhangi bir yaklaşımı külliyen karalama ve afişe etmeye çalışmak değil, realitedeki gördüklerimizin çoğunun insan yaşamı için ne kadar tehlikeli ve hastalıklı yaklaşımlar olduğunu ortaya koymaktır.

Bizim toplum, sürü olarak yaşamayı tercih yapan bir toplum olarak tescilini yapma yarışına tutuştuğunu görmekteyiz. Seküler olanlar ile olmayanlar arasında ne fark var diye sorarsanız, sadece alışkanlıklara sebep olan uyaranlar farklı ancak alışkanlıkların kölesi olarak yaşamak hepsinin ortak tercihi...Çatışma temeli üzerine oturmuş karşılıklı çatışma içinde olan bu anlayışların doğruyu yakalama ve onu tercih ederek yaşama aktarma istekleri o kadar canlı olmadığını görmekteyiz. Sahip olduklarını kaybetmeme çabası ve bulundukları halden daha geriye gitme korkusu, insanları farklı düşünmekten alıkoymaktadır. Dolayısıyla korkuların esiri olanların özgürlük yarışı içine girmeleri o kadar zor olmaktadır. Özgür birey bilinçli insan, iradesiyle karar veren  alışkanlıkların kölesi olmayan insanlar yetiştirdiğimiz zaman dünyaya meydan okuyan bir toplum oluruz. Ancak şehirli ve medeni olduğunu sanıp feodal yaşamın damarlarından gıda alıp hala o zihniyetle yaşayanlar medeniyetin kapısından içeriye giremezler. Dolayısıyla alışkanlıkların kurbanı olmaktan kurtulmak zorundayız, özgürlüğe adım atabilmek için...

Tekrar ediyorum, kazanım kavramına doğru bir anlam yüklememiz ve insani tanım yapmamız gerekir. Toplumsal menfaatlerin gözetildiği ve herkesin devlet şemsiyesi altında gölgelenme hakkının olduğuna inandığımız ortamda kazanım tüm toplumun çıkarına olan olur. Belli bir grubun, çıkar şebekesinin elde ettiklerini kaybetme korkusu asla ve asla kazanım değil, adaletsiz bir uygulamanın özel imtiyaz ve ayrıcalık tanımasıdır. Onun için kazanım kavramına doğru yaklaşmak gerekir. Alışkanlıkların kölesi olmaktan çıkıp herkese insanca yaşayacağı ortamı sunmak için, ideolojik yaklaşımlardan ve farklı inanışlar arasında ayrım gözetmeksizin herkese insanca yaşayacağı ortamı sunacak alışkanlıkların kurbanı olmaktan insanları kurtarmak zorundayız. Bu anlayışla yapılan her davranış sonrası, elde ettiklerimiz bir kazanımdır. Diğerlerinin tamamı toplumsal tabakalaşmaya giden yolları oluşturmak ve tabakalar arası geçişlerin haşin kurallarla önlendiği bir ortam olur. Biz alışkanlıkların esiri olan insanları, onların kapsam alanından çıkarak manevra kabiliyetlerini geliştirecek beyin ve yürek bağımsızlığına kavuşmalarını istiyoruz.

Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar özgürlüğün doruğunda yaşarlar ,bu insanlar çok tehlikeli ve çok güçlüdürler. Onun için Sömürge anlayışlarını daim kılmak isteyen anlayışlar, böylesi insanların oluşmaması için çok ciddi hareket ederler. İnsanların bu yönlerini törpülemek için, sanal değerler yaratarak, insanları bu değerler etrafında kenetlenmeye taşırlar ki, herkesin içselleştirdiği bir yaşamdan uzaklaşıp bağımsız yaşayan birey olmalarının önünü tıkamak isterler...Ben her ortamda bu ve benzeri konuları dillendirerek insanların bağımsız özgün düşünebilmelerinin yollarını aralamaya çalışıyorum...İnsanın gelecek yaşamı var olandan daha kötü olabilir anlayışı ile yaşaması ile yaşamaması arasında bir fark yoktur. Yarın var olandan daha kötü olacak tedirginliğinin yaşatılmasının arkasındaki yegane güç, insanların sömürüldüğünü anlamalarının önüne geçmektir. Sömürülmek bir kader değil ama bir tercihtir. İnsanlar tercihlerinin sonucuna katlanmak zorunda kalırlar. O halde tercihler öyle kaliteli ve özgürce olsun ki, hiç olmazsa kendim irademle tercih ettim diyebilecek rahatlıkta olabilsin...

Kendi tercihlerine göre yaşayan insanların çektiği acı, hiçbir zaman başkalarının dayattığı istekleri tercih olarak bilip ona göre yaşamanın vereceği acıdan daha fazla olamaz. Başkaları için yaşamak kadar insanı insanlığından çıkaran bir yaşam olamaz...

Herkese çağrım özgür irademizle yaptığımız tercihlerimizi ortaya koyalım kimsenin bize dayattığı yaşamı, kazanımlarımızı kaybederiz korkusuyla, alışkanlık haline getirip savunmaya geçmeyelim...

Hayat çok kısa o da bu gündür. Yani hayat bir gün o da bugündür...Selam ve muhabbet dileklerimle hayırda yarışanlardan olmak ümidiyle, sağlık ve mutluluk diliyorum...

Erol KEKEÇ/03.08.2022/14.27




"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!