Bu Blogda Ara

7 Nisan 2022 Perşembe

DÜNYASI KOZASI OLANLAR, DÜNYANIN KAPTANLIĞINI UNUTSUNLAR!

İpekböceğinin sonunun nasıl olduğunu, onun hayatıyla ilgili malumat sahibi olanlar bilirler. İpekböceği kozasını örmeye başladığı zaman, dışarıya kendisini kapatır sadece içeriyle ilgili olanları görür ve işine devam eder. Kozasını örer bitirir ve son noktayı koyduğu zaman, kendi hayatını sonlandırır, ancak o hala kendisinin çıkacağını sanır. Oysa insanlar, onun kozasını alıp ondan ipek yaparlar, ipeğin alınabilmesi için kozaları sıcak suya atarlar, koza açılır böcek kozadan çıkar ama ölmüş olarak çıkar, oradan sağ çıkma imkânı kalmamıştır.

İnsanlık yaşamı da çoğu zaman buna benzer. Kendi düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanan ve ondan başka doğru kabul etmeyen anlayışlarda farkında ya da farkında olmadan kendi sonlarını hazırlarlar. Siyasal sistemlerde böyledir. Eleştiriye kapalı, yaptıklarının dışında doğrunun olma ihtimalinin olduğunu kabul etmeyenler ve tek adam olarak her yere emirler yağdıran totaliter yapıların son hali, bir ipekböceğinin sonundan farklı değildir. Düşünen insan ile düşünmeyen bir canlı arasında sonuç olarak fark yoksa acaba akıl ne işe yarıyor diye insan sormadan edemiyor.

Ortaokul ikinci sınıfta Rabbimin bir lütfu ile İslam ve onun yaşam kitabı Kur’an’ı Kerimle tanıştığım yıllarda, herkesin bir doğrusu vardı ve herkeste kendisinin Müslüman olduğuna inanıyor; ancak farklı düşünenler arasında bir selam bile esirgenir, hatta selam vermek insanı küfre götürüyor gibi algılanırdı. Öyle keşmekeş bir dönemde İslam’ı tanımaya çalışan, çoğu zaman da böyle düşünenler arasındaki bu duvarların neden var olduğunu sorgulamaya çalışırdım. Kimin yanına gidip neden böyle olduğunu sorduğum zaman, haksız olan kimse yoktu herkes haklıydı, ama haklılıklarını izah edecek ve karşıdakini ikna edecek devamlılığı olan bir düşünce yoğunluğundan da yoksunlardı. Tüm bunlara rağmen, bizim çocukluktan kaynaklanan duygusallığımız bizi bunların hiçbirinden koparmıyordu, birbirlerine görünmedikleri ortamlarda hepsini soruyorduk. Bu sormalarımız Allah’ta biliyor ki bir menfaat için değil; tamamıyla samimi duygusal ve içtenlikli halimizdi. Çok okuyan çocuklardık. Ortaokul ikinci sınıfta Ali Şeraitinin Hac kitabını okuyan ve hala tadı damağında, zihnini o konuda ondan başka tatmin edici başka bir mütefekkirin kitaplarında o hazzı alamamış bir okuyucuydum. Yani diyeceğim o ki, o dönemde farklı okumaları yapmak hayatımın vazgeçilmezleri arasındaydı. Lise bir öğrenciliğim dönemi, neredeyse Sosyolojik ağırlıklı Türkçe ’ye tercüme edilen tüm kitapları alıp bir an evvel okuyordum. Lise ikinci sınıfa geldiğimde en az üç tefsiri baştan sona okumuştum. Hatta “Fizilal-il Kur’an ”Tefsirini lise-2 de 35 bin liraya almıştım. Pansiyonda kalıyordum param yoktu, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir Hocam, git al ben sana destek olacağım demişti. Israrla bana o tefsiri aldırmıştı, o tefsirin Ödemesini hocama yapabilmek için, yaz dönemi İzmir’de Amerikalıların inşaatlarında çalışarak o parayı biriktirmiş 3 ay sonrası tekrar lise-3 öğrencisi olarak okuluma döneceğim zaman bir yıllık harçlığım olmuş, elbiselerimi almıştım hatta bir yıl evde tüketilecek buğdayı almak için Rahmetli Babama bir ton beş yüz kiloluk buğday parasını vermiştim. Öyle bir kendimi kaptırmıştım ki, O dönemin yazında, İzmir’in sıcağında Mevdudi’nin Hilafet ve Saltanat kitabını okuyarak; geçmişin olumsuzluklarını sorgulayarak kendimce bir düşünce alt yapısı oluşturuyordum. Sabah 07.30’dan ikindi saat 17.30 kadar çalışıyorum, o saatten sonra İzmir Fuarında ağaçların gölgesine gidip kitaplarla baş başa bir yaşam sürüyorum. Akşam gece yaklaştığı zaman İzmir’in gece kondu bölgesi olan Bayraklının Alpaslan mahallesine gidiyorum, oradaki gençlerle Kur’an ayetleri okuyoruz ve bir gençlik oluşturup o arkadaşlarla geleceğin yapılanmasını tartışıyoruz. O dönemdeki arkadaşlarımdan biri hala en samimi dostlarımdan İzmir’de önemli bir market sahibi, Rabbim hayırlı yolda yar ve yardımcısı olsun…         

Hafta sonları Urla Çeşme altına gidiyorum, orada benden bir iki yaş küçük olan genç kızlar var onlar yazlıktalar ben hafta sonu bir arkadaşımda kalıyorum, onlara tefekkür üzerine konuşmalar yapıyorum, yaratılış, hayatın amacı insanın yeryüzündeki fonksiyonunu gibi konuları duygusal ve tefekkür boyutlu konuşuyoruz. O genç kızlarımızın hepsi şortlu ve bisiklet sürerek sahilde günlerini gün ederken, belli bir dönem sonra ben bunlara hiç kapanın veya şöyle giyinin demediğim halde, onların çoğu kapanmıştı ve şortlu gezmeyi terk etmişlerdi. Çeşme altındaki Cami Hocasına giderek hocam o abi ne zaman gelecek diye hep beni sorarlarmış. Ben onları bir daha göremedim ama çok kitap gönderdim okumaları için…Lise3 öğrencisi olarak Bazı zamanlarımı da Bornova’da Ege üniversitesi kampüsüne giderek mühendislik fakültesi gençleriyle düşünce yoğunluklu küçük gruplara konuşmalar yapıyordum… O arkadaşlarla muhabbetimiz, siyasal yapıyı bizim cenah alıncaya kadar devam etti; ancak iktidar nimetlerinin çok sevimli gelmesiyle o arkadaşların çoğu ile bağlantılarım koptu, çünkü onlar artık o değildi oysa biz hep oyduk düşünsel bakış açısından, ama o derken statükocu o değil…

Bunlar çok güzel anılarımız olarak kaldı ama gelecek yaşamımızın daha güzel olması için çabalayanlardan olmayı tercih ettim. Bana tefsiri alan Hocam Bir dönem Refah partisinden Milletvekilliği yaptı, aynı dönemde iki hocam vekildi, birinin yanına yaklaşmak için kırk katır mı kırk satır mı dedirtecek kadar varmamız mümkün değilken, bana o tefsirin alınmasında destek olan ama daha sonra emanetini okul açıldığında iade ettiğim hocam, yarısını zorla aldı diğerini hediyem olsun dedi… O samimi ve içten hocamla vekil olmuş emekli olmuş Ankara’da oturmasına rağmen İstanbul’a her gelişinde beni evimden alır dostlarına gideriz ve hala heyecanımız insanlığın kurtuluşu ve insanlık faydasına adil bir yönetim için bizlere, bir kul olarak düşen sorumluluk nedir, bunları o günkü gibi değerlendiririz. Bunları neden mi anlatıyorum, her çiçekten polen almak nasıl ki kaliteli bir bal için önemli ve gerekli ise, ben düşünsel kalitenin birçok farklı ortamlardan alınan uyarıcıların birleştirilmesiyle elde edileceğine inandığım için, bunların hayatımda önemli mühürleri olduğu için kısaca değindim. Hatta Paul Feyereband’ın “Yönteme Hayır ”Kitabının tercüme edileceğini duymuştum ama daha basımı yapılmamıştı, o kitabı ararken Birleşik Dağıtımda Sayın Abdurrahman Arslan ve Ali Bulaç’la tanışmıştım. Abdurrahman abi delikanlı seninle tanışalım gel bir çay içelim dedi ve Ali Abi de geldi birlikte bir çay içtik yaşımı sordu,20 yaşındayım, ne okuyorsun, Sosyoloji okuyorum dedim. O zaman Ali Bulaç dedi ki, hakikaten böyle gençlere çok ihtiyacımız var… Çıktığı zaman kitap sana haber edeceğim dedi ve bağlantı kuracak o zamanın şartlarında normal bir telefon bağlantısı vermiştim; ama o bana ulaşmadan ben kitabı alıp okumuştum çıkınca, ondan sonra kritiğini yapmıştık aynı ortamda… Böylesi bir süreçten geçerek gelişen düşünce atlasımızın, her noktanın koordinatlarını yerli yerinde koymaya özen gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak bazen beyin dağarcığım patlama noktasına geliyor ve kendi ördükleri kozanın içinde yaşam sürenler, kendi gidişlerini görmeden bir başkasına da aynı kozanın kutsallığını anlatarak onları da mahkûm etmeye çalıştıklarını gördüğüm zaman, dayanamayıp patlama noktasına geliyorum. Yoksa şahısların kişilikleri ve düşüncelerinin ne olduğu onu bağlar benimle ilgili değil, âmâ onu bir kutsal gibi dayattıkları zaman ben zıvanadan çıkıyorum.

Bugünkü gibi yine bir ramazan ayı 27 yıl önce Gaziantep’te bir eğitim kurumu, ramazanın ilk günü oruçluyuz sabah saat 10 gibi öğretmenler odasına gelmeyen arkadaşların hepsi öğretmenler odasına doldu; herkes birbirine sigara tutuyor çay söylüyor ortam gayet şenlik… Ben de masanın ucuna oturdum bahçedeki öğrencilere bakıyorum. Sol düşüncede olan bir arkadaş bana sigara uzattı sağ ol İb… Hoca dedim, oruçlu olduğumu söylemedim ama onların hepsi beni çok iyi biliyorlar. Sigara içen üzerime üfürmeye başladı; bir iki üç derken benim şalterler attı ve kalktım.  Bana bakın benim değerlerimi benimsemek zorunda değilsiniz ama hakaret etme hakkına hiç sahip değilsiniz, dua edin üzerimde silah yok, yoksa şu anda bu davranışı yapanların hepsinin kafasına sıkardım dedim. Hoca ne oldu özür dileriz yanlış anladın falan dediler ve kalkıp gittiler o günden sonra bir daha öğretmenler odasına uğramadılar ve her gördükleri yerde hocam nasılsınız ne var ne yok sağlığınız nasıl gibi yapayda olsa hal hatır sordular. Düşünüyorum da bunlara gerek var mıydı, herkes kendi varlığıyla yaşasa başkasına zulmetmese olmaz mıydı? Elbet olurdu, âmâ herkes kendisini kanıtlamak ve başkasına dominat olmak zorunda hissediyor kendisini… Bu hastalık insanları içinden çıkamayacakları bir kozaya hapsediyor. Bizler hayatımızda karşılık bulan düşüncelerimizi bir yerlerden su doldurur gibi doldurmadık, ilmek ilmek dokuyarak bir fikir sahibi olduk ve hatalı olanları geldiğim noktaya bakmadan yerine daha doğrularını koymaktan zevk alırım. Böyle bir bakış oluşturmak çok zor olmasa gerek, neden zor olsun ki, ben dünyada sahip olduklarımı korumak için yaşamıyorum ki, dünyada doğrunun hakkın ve adaletin önce kendi nefsimde sonra çevrem, daha sonra daha kapsamlı genişleyerek yayılması ve ortaya çıkması için çaba harcayanlardanım. Bu anlayışla geleceği kuşanmak isteyenler, kendi zindanlarını kendileri oluşturur mu, varsa öyle bir ihtimal onu terk etmekten ve doğruya yönelmekten kaçınmazlar.

Bu coğrafyanın talihi hep kara lekelere sahip, özellikle İslami düşünce bu topraklarda çok bahtsızlık yaşadı. İnsanlar bir bilgi sahibi olmadan, kritik akıl ve sorgulama becerisi kazanmadan doğrudan bir fikrin savunucusu oldular. Ondan sonra da o fikre uymayan herkese mührü bastılar. Sonrasında karman çorban bir yaşam ortaya çıktı. Bu yaşamlardan günümüze gelen örneklerin şu anki yaşamdaki karşılığına baktığımızda, böylesi karanlık tabloların içine bizleri çekmiş olmaları doğal bir süreç gibi görünüyor. Oysa bu karanlıkların hiçbirisi doğal olamaz, çünkü bizlerin düşünsel altyapısı doğal bir gelişimle oluşmadı, tamamıyla yapay ve zoraki bir yaşam alanına insanlar taşındı, istemeseler de grup ve kitle dürtüsüyle kendilerini o grubun bir elamanı olarak gördüler. Grup içindeki güven duygusuyla galeyana gelen fertler, o gruptan dışarı çıktıkları zaman, sudan çıkmış balığa döndüler. Sonrasında da kendi canını kurtarmanın derdine düştüler. Bu anlayışların hepsi çorak toprakta büyütülmeye çalışılan bir bitki gibi olmasına rağmen, dünyalık önemli kaynakların başına geçirildi ve onlar orayı korumakla görevlendirildi. Sınırsız yetki ile ödüllendirildiler. Onlar da bu durumu kendilerinin ayrıcalıklı olduklarından böyle görevlere getirildiğine inanmalarıyla, film koptu. O kopuş bu kopuş durdurana aşk olsun, freni patlamış bir tır gibi nasıl ve nerede hangi kayaya çarparak duracağını beklediğimiz korkulu bir yolculuk süreci başlamış oldu.

Karadeniz’de Köylüler yaylaya çıkmışlar büyükçe bir değirmen taşı yapmışlar, ama bu taşı nasıl getireceklerini bilmiyorlar. Köylüler içinde kendisine danışılan ve fikir alınan bilge kişi Temel’miş. Temel’e durumu anlatmışlar Temel bu çok kolay uşağım, bunu bana bırakın demiş. Haçan Uşaklar yaylaya gideyrük, ben o değirmen taşının içine kafamı koyacağım, onunla birlikte teker gibi olacağım siz oradan beni yuvarlayacaksınız, aşağı ovaya gidip beni orada bekleyeceksiniz, oraya geldiğimde hop hop diyerek beni uyaracaksınız ben de iki ayağımla sağa sola fren yaparak duracağım siz de değirmen taşını alırsınız demiş. Köylüler oldu demişler ve aşağıya inmişler. Taşı yuvarlamışlar aşağıdakiler de taşı izlemişler, taş yaklaşınca hop hop demelerine rağmen taş durmamış, inmiş bir yokuşta durmuş. Bakmışlar ki Temelin kafası yoktur. Ulan Uşaklar Temel geldiği zaman onun kafası var mıydı yok muydu, bunu ancak hanımı Fadime bilir gidip ona soralım demişler. Fadime’ye gelip sorduklarında Ha uşaklar Temel oraya girdiğinde kafası yok idi demiş, biz anlamıştık zaten olsaydı kafası da taşla gelirdi deyince, Fadime kafası olsaydı oraya kafasını geçirmezdi diye cevaplamış…

Evet, dostlar İnsan bazen kendisini kozaya hapsedecek kadar kafasını Temel gibi bir yerlere bırakmış olabilir. Ancak onun faturasının çok ağır olacağını bilmiş olsalar öyle bir kozanın içine girerler mi dersiniz? “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar.” Âlemlerin Rabbi Allah’ım, bunu boşuna söylemiyor. Çünkü insanın içindeki hırsının onu nereye götüreceğini ve başına ne getireceğini bildiği için, bu kadar açık beyanıyla bu sonla karşılaşmamızı istemiyor.1990’lı Yıllarda Güneydoğu’da din adına ne domuz bağları ile insanların öldürüldüğüne şahit olduk. Değneklerle sabah namazı çıkışında katledilenleri gördük gecenin saat üçünde kimsesiz sokakta evimin nasıl kuşatıldığını biliyorum. Bunların hepsi kendi kozaları dışında dünyanın olmadığını düşünen ve inandıklarına karşı da o kadar samimiler ki bunların hepsini bir ibadet aşkıyla Allah’a yakın olmak için yapıyorlardı. Peki, Allah’a yakın olmak için yapılan bu davranışların Hz. Ali’yi katleden Kutsal harici timlerinden ne farkı vardı. Asla yoktu ve olması da mümkün değildi. Çünkü harekete geçiren dinamikler ve hedef aynıydı. Amaçları Günahlardan arınmak ve Allah’a yakın olmak. Peki, bu eylemler kişileri aşıp yönetimler tarafından yapılamaz mı elbette yapılır. Irak’ta Saddam, mazlum ve mahrum Halepçe Halkını kimyasal gazlarla katlederken bir hedef için yapıyordu. Yani kendisi doğru onun dışındakilerin katledilmesi kendi doğrularının daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktı. Yani ibadet aşkıyla yapıldı. İran’la süren savaşın arkasında Tüm batı ona verdi gazı o da saldırdı ve sonuç hüsran iki taraf için… Sonrasında elindeki bu silahlar imha olmazsa bu bölgede sorun olur diye düşünen Şeytan ABD, Saddam’a verdi gazı, Kuveyt’in eskiden Irak’ın bir vilayeti olduğu, basında bile dillendirildi ve Saddam’ın ağzının şorikleri akmaya başladı, bir gecede Kuveyt’i kuşattı ABD’nin hiç sesi çıkmadı ama bir gerekçe buldu ve dedi ki, Saddam burayla durmaz Suuda saldırabilir; onun için Dahran Limanına geldi yerleşti. Önce şişirdiler kendisine bir koza ördürdüler, oysa Saddam bu eylemleri yaparken kendi ölüm fermanını kendisi imzalamıştı. ABD sadece ipekböceğinin kozasını almak için kozayı alıp sıcak suya attı ve ipeği alıp gitti. Peki, Saddam ne oldu, ördüğü kozanın dışına çıktı ama yok oldu; kazanç ABD’nin kasasına aktı. Evet, dostlar İslam topraklarında buna benzer örnekler çok fazladır. Onun için, bu örneklerin sona gelmeden önce uyarılması ve kozaların etrafının kırılması ve kozanın dışında çok farklı bir yaşamın olduğunu uzun yıllar kendilerini kozaya hapseden yöneticilere hatırlatmak gereklidir diye düşünüyorum. Bana sorsalar, Sudan’da Ömer El-Beşir’in Temel gibi gerçekten kafası var mıydı yok muydu diye, oraya gittiği zaman kafası vardı ama orada uzun süre kalınca, kafasını bir yere bırakmış olmalı ki, sonuçta kafası olmadığı anlaşıldı derim.

Evet dostlar, kendi gettolarını kendileri oluşturanlar, ipekböceğinin kozasının son halini ve oradan nasıl çıkarıldığını idrak ederlerse, öylesi bir yaşamı kendilerine reva görmezler. Böylesi bir sonun içinde olmamak için gençlik ve çocukluk yaşamımdan örneklemeler yaptım ki, her an kendimizi yeniden sıfırdan başlıyor gibi yenileme imkânımız olsun…

Zaman hızla akarken, düğümler daha bir çözümsüz hale getirilmeden, kozanın son noktası örülmeden kozanın dışındaki yaşamın nasıl olduğu ve oradaki yaşamın kozanın içiyle benzer olup olmadığını anlayarak dışımızdaki dünyanın gerçekliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi çevirerek yürekten bir hissediş yaşamalıyız ki, kozalar kendiliğinden açılsın ve ipekler kendiliğinden serilsin, biz ise ayaklarımıza dolanan ağların karmaşıklığından çıkarak aydınlık ufuklara gözlerimizi çevirerek, fecrin doğumuna şahitlik yapacak duruma gelelim…

Zamanda yolculuk benimki, bir yerde dur durak nedir diye sormam, her limana demir atmam, demir atacağım limanın her yanı ipekböceği kozalarına tahsis edilmiş ise, ya kozalakları sıcak suya atılmadan yırtarım ya da o limanı yakar, denizlerden karaya bir daha dönmem; ben denizlerin korkusuz ve deli kaptanıyım… Haşin dalgalara göğüs germeyi, yakılacak limana demir atmaya yeğlerim…

Selam sabır metanet ve dirayetle Kozaları delip dünyaya hakikat gözleriyle bakanlara selam olsun…

Erol KEKEÇ/07.04.2022/01.30

TARİHİN YARATTIKLARI DEĞİL, TARİHİ YAZANLAR OLALIM

Müslümanlar tarihlerinden ders alıp onların olumsuzluklarını bertaraf etmek ve olumlu yanlarından faydalanmak için tarihe yaklaşmazlarsa, kendi yaşamları da gelecek nesiller için içi yanlışlarla dolu bir tarih olarak bilinecektir. Tarihi yanlışlarından ders alınsa bir daha tekrarlanmaz, ancak tekrarlanıyorsa, tarih insanlara hiç ders vermemiş demektir.

Emevilerle başlayan ve sonraki dönemlerde de devam etmesi istenen algılardan birisi, dönemin âlimlerinin siyasal otoritenin lehine fetvalar vermesi ve onların olumsuzluklarının bilinmeyen hikmetlerinin olduğunu anlatmalarıdır. Bu anlayış Müslümanları yöneten zalim yöneticilerin zalimliklerine ses çıkarmamanın sevap olduğunu söyleyecek uydurma hadislerin oluşturulmasına kadar gitmiştir. Sizi yöneten ve sizden birisi ise, onun cehaletine ve zalimliğine rağmen ona itaat edin…”gibi. Oysa Kur’an’ının yaklaşımı bir zalime sözüyle, eliyle, gücüyle destek olmak veya ona meyil etmek zalim olmak için yeterlidir. Hatta zalimlere meyil etmenin bedeli cehennem ateşiyle karşılığını almaktır. Allah’ın beyanı böyle olmasına rağmen sizden olan zalim de olsa emir sahiplerine uyun sözleri tamamıyla, dönemin zalim yöneticilerinin istekleri doğrultusunda oluşturulan hipnotize masallarıdır.

Allah’a asiliğin olduğu bir yerde hiçbir yöneticiye itaat yoktur. Allah’a asilik, Allah’ın kullarını gözetmemek, kullar arasında tefrika oluşturmak, birleştirilmesi ve kaynaştırılması gereken kardeşlik ilişkilerini ayırmak ve düşmanlıklar oluşturmak bir asiliktir. Allah’ın sevdiği dost bildiği kullar yeryüzünde ekini ve nesli korur hakka şahitlik yapar adaleti gözetir. İnançlarına bakılmaksızın insanları liyakatlerine göre kurumsal mevkilere getirir ve herkese aynı oranda yakın ve uzak durur. Bunu kendisine göre uygulayan yöneticiler zalim, yönetimlerde zulüm yönetimleri olur. Allah, Müslümanım diyenlerin yaşamlarında böylesi olumsuzlukların olmasını asla istemez ve onlara yardım da etmez, merhametini onlardan alır gazabıyla o yeri baş başa bırakır.

Siyasal yönetimlerden beslenen ilim adamları, halkla yönetim arasında bir rehabilite aparatı olarak görev yaparlar. Halkın keskin ve gözü kara çıkışlarını yönetime ulaşmadan bertaraf ederek onları yönetimden uzaklaştırmak, hep bu ilim adamlarının görevi olmuştur. Halkı bilgilendirmek ve yönetimin yaptığı yanlışlardan dolayı yönetimi savunmaya geçmek, halka karşı durup ders vermek, siyasal otoriteden beslenen ilim adamlarının işi değildir. İlim ve bilimin herhangi bir merkezi otoriteden beslendiği ortamlarda doğruya ulaşmak hayli zor olur. Bu durumda, Bilim insanları, gücün meşruluğunu onaylayan ve onun ortaya koyduğu zulmün devamı için, bir emniyet aracı olur.

Bu olumsuzluklar, İslam toplumlarında insanların basiretini ortadan kaldırmıştır. Yanlışlara ses çıkarmayan ve yanlışların içinde hikmet arayan bulamadıklarında da kendilerinin bu hikmeti anlayacak nitelikte insanlar olmadığına inanırlar. Bu anlayış bir toplumun imha sürecidir. İslam toplumu Emevilerden günümüze bu imha sürecini yaşayarak, farklı düşünceleri barındıran uyanış çıkışları yaşamış ise, tamamıyla bu yönetimlerin kapsam alanından uzakta olmuştur. Çünkü onların kapsamına giren onların antenlerinden hep yayın yapmıştır. Onların dışında olanların başında ise Hem Emevilere hem de Abbasilere karşı mücadele edip hakkın yanında olan, onların zulümlerine asla meşruluk kazandırmadığı için zindanda şehit olan İmam Ebu Hanif’edir. İmam Ebu Hanife, Emevi Zulmünün yıkılması için Abbasilere destek olmuş, ancak onlar da zulmü devam ettirince onlara karşı da mücadele etmiş ancak netice onun öldürülmesiyle sonuçlanmıştır.

Dönemin siyasal iktidarlarından beslenmeyen ilim adamları İmam Ebu Hanife gibi hep susturulmuş ve katledilmişlerdir. Dolayısıyla Zalim sistemlerin zalimliklerini örterek bize kadar ulaştırılmaya çalışılan din, Kur’an’ın dışında, hak din olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü Kur’an’ın zalimlerin yaptıklarını onaylamayan ayetleri hatırlatıldığı zaman, hemen Kur’an dışında bir kaynak aramışlar, iktidarların beslemesi olan ilim adamları. Halkları inandırmaları için de Kur’an dışı kaynak, Kur’an’ın referans olması gibi etkili bir kaynak olmalı ki, Kur’an dışı bir yaşam oluşturulsun. Bunun için âlimleri kullanarak Allah’ın elçisini referans gösteriyor gibi, Allah’ın elçisinin sözü gibi oluşturdukları müsveddelerle, zulümlerine meşru dayanaklar oluşturmuşlar, bunları da günümüze kadar din diye bize aktarmışlardır.

Sonrasında Dinin dayanakları diye bir hiyerarşik makam belirleyerek kaynaklar oluşturmuşlar. Bu sistematik ve hiyerarşik kaynak sınıflaması, tamamıyla Allah’ın dinine karşı oluşturulan karşı dindir. Ancak Yaşadığımız ortamda bunları sorgulamak sizi din dışı bırakır. Çünkü onlar hiçbir şey bilmiyor muydu gibi size yönelen oklarla karşılaşırsınız. Önceden söylenmiş olan beşer mahsulü sözlere uymayı İlahi bir emir gibi telakki eden toplumların dini, öncekilerin masalları dışında bir yaşam olamaz. Oysa her dönemin dini ve yaşam kaynağı vahye dayanan Kur’an’dır. Resul de Kur’an dışı bir dinin temsilcisi değildir. Dolayısıyla Resulullah’ın sözü gibi anlatılan ama zalimlere içinde övgü barındıran ayrıca dinin kaynağı Kitap ile örtüşmeyen onu sulandırıp sınırları ortadan kaldıran sözler, Allah’ın Resulünün sözü olamaz. Çünkü onun konuştuğu Kur’an’dır. O Kur’an dışı bir söz söylemez. Ancak toplumsal yaşamda öyle bir algı var ki, Resulullah’ın söylediği vahiydir, yani ona atfedilen sözler de vahiy gibidir. Kur’an’a uymak ile ona uymak aynıdır demek, dinin ruhu ile uyuşmaz ve dine katkı yapmak ulamalar yapmak olur ki, bunun adı şirktir. Ben bir şey yapabilecek olsaydım önce kendimi cehennem azabından muhafaza ederdim… Diyen bir elçi, Allah’ın kitabı dışında farklı bir şey asla söylemez. O insan olarak yaşayan ve normal günlük insani ilişkileri olan bir beşerdir. Bunun dışında bizden farklı olarak bize getirdiği mesajı aktaran elçidir. Elçinin o görevi bizleri bağlar ve onun söylediklerine harfiyen uymak zorundayız. Beşeri münasebetlerindeki ilişkileri Kur’an gibi değildir, uyulabilir de uyulmayabilir de bundan dolayı kişi Allah’ın elçisini küçümsemiş olmaz, aksine ona atılacak iftiralardan elçiyi uzak tutar. De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin…”diyen ayetin ne anlatmak istediğini anladığımız gün Resulullah’ın zalimlerle hiçbir ilişkisinin olmayacağını da anlamış oluruz. Dolayısıyla Resule ait sözlermiş gibi uydurma masallarla bizleri zulümlerine ortak etmek isteyen zalimlerin bu manevralarına da inanmamış oluruz.

“Ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan Müslümanların ilki olmakla emrolundum…”Ayeti dikkate alındığı zaman, her şey karmakarışık olsa, ortalıkta anlatılan masallar Kur’an ile taban tabana zıt olsa da, kişi Kur’an’ı kaynak alarak aldığı zaman, karşılaşacağı olumsuzlukların hepsinin üstesinden gelebilecek basirette olur.

Ne yazık ki insan, hayatını etkileyen, zihni ve kalbi olgunluğa eriştirecek olan kitabın buyruklarını dikkate almaz da, kendisine sunulan masalları tüketerek boş kaldığında geviş getirerek hazımsızlığı gidermeye çalışan bir canlı gibi yaşamaktan zevk alır. İnsanın bu vurdumduymazlığı ve aymazlığı onu hakkın rotasında yer almaktan hep alıkoyar. İnsan bu rotayı doğru tespit edemediği zaman, yaşadığı ortamlardaki zalim yöneticileri alkışlayarak bunu da bir ibadet aşkıyla yerine getirir. Yanlış kurgulanmış ama gelenek olarak devam eden bu karmaşık çözümsüz denklemlerin içinde yaşamı zorlaşan ve gittikçe zihinsel bir paradoksa sürüklenen denek olmaktan çıkmak isteniyorsa, İnsan doğru kaynaktan, doğru beslenmesi gerekir. Doğru kaynağa gidersiniz, ancak o kaynaktan aldıklarınızı, o kaynağın sahibinin dediği gibi yapmazsanız yine sonuç hüsran olur.

Geçmişle günümüz ve yarınlar arasında, yaşadığımız dönemde ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum ve ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmam diyecek dirayette bir hayat ortaya koyamayacaksak, her dönemin siyasal iktidarlarından beslenen âlim sıfatlı koruma görevlilerinin verdiklerini tüketerek tüm vücut metabolizmamız zihnimizden yüreğimize kadar virüs kaparak sürüngen bir hayata mahkûm olacaktır.

İslam bir hayat nizamı olarak yaşamda karşılık bulursa, ortaya çıkacak geleneksel yaşamlarımız, Kur’an dışı bir kaynaktan beslenmemiş olacaktır. Kur’an’dan beslenen geleneksel ve devam eden yaşamlar, yarınlar için doğru bir bakış açısı oluşturmanın en azından kapısını aralamış olurlar. Bugün o kapıları aralayamazsak, yarınlar sanıyorum bu günlerden daha karmaşık olacaktır. Çünkü gelecek nesillerin hayatları rasyonel ve reel yaşamdan alınacak pozitif argümanlar üzerine olacaktır. Dolayısıyla inanma temelli bilgilerin onların yaşamında çok fazla karşılığı olmayacaktır. Ama reel yaşamdan yola çıkarak o bilgileri temellendirerek bir inanca dönüştürülecek sonuçlara ulaşacakları muhakkaktır. Dolayısıyla geleceğin rasyonel ve reel yaşamı içinde bizim oluşturacağımız bağımsız ve otoritelerden uzak sistematik düzenli, akılla kavranılacak türden bilgi kaynaklarına ulaşılacak yolları ortaya koymamız bizim bir sorumluluğumuzdur. Bunları ortaya koymaktan kaçınan korkan, âmâ yaşama dokunmayan ve kimsenin olumsuzluğunu ötelemeyen bilgileri aktararak gelecek nesillere bir ışık olduğumuzu sanmayalım. Işık olmak, tarihi aktaran değil, tarihi yorumlamaktan korkmayan ve aklı yaşamın dümenine oturtan, ama ilahlaştırmadan onun sorumluluk alanlarını çizerek, o alanda işini çok iyi yapmasına katkı sunmaktır.

Allah’ın Resulünden hemen sonra, Müslümanlar bir karmaşa ortamına girdilerse bu tesadüf değil, gönüllerde yatan bir hayatın dışa vurumudur. O görüntüler sonrasında bir din olarak inanmayı gerekli kıldı ve günümüzde iman esasları arasındaki muhteşem(!) yerini aldı. Yani diyeceğim o ki, Müslümanlar yaşadıkları dönemde, güce sahip olan otoriteyi günahsızlaştırarak, kendilerine Allah dışında yeni ilahlar oluşturmaktan kurtulmadıkları müddetçe, adı İslam diye bildikleri dinin gerçek hayattaki Karşılığı Şirk dini olur. Şirk dini üzere yaşayıp, onun uğruna mücadele edip, İslam olduklarını söyleyerek kendilerini avutarak yaşama son noktayı koyarlar.

Güce sahip olan siyasal otoritenin yanlışlarını yumuşatarak aktaran, siyasal yapının etrafına çöreklenmiş bilim adamlarının hepsi, insanlara sadece gücün belirlediği bir çizgi sunarlar. Onun dışına çıkmaktan korkarlar ve o konuları hiç gündeme getirmezler, çünkü kendi yaşamlarının maddi kaynağı onlar olduğundan o kaynaklarını kaybetmeyi göze almazlar.

Geçmişte siyasal yönetimler, dini değerleri kendi kontrollerine alarak, yaşamlarını tehlikeye sokacak dini fetvaları bastırmak için icat ettikleri dini müsveddeler, çağımıza kadar dinin emir ve yasakları olarak geldiği için, bunları kabul etmeyenleri dinden çıktı diyerek ötekileştireceğimize, kendimizin sahip olduğu dinin ne kadar Allah’ın dini olduğuna baksak daha iyi olmaz mı?

Müslümanlar, kritik ve sorgulamaya dayanan bir yaşamı, sorgulanmadan olduğu gibi aktarılan geçmişin uygulama ve düşünsel birikimlerini, bir yaşam manifestosu gibi alıp ona göre yaşadıkları müddetçe hep sömürülen toplumlar olarak kalacaklardır. Hayatta sorgulanmayacak hiçbir şey yok yoktur” Bilmediğiniz bir şeyin ardına düşmeyin, zira göz kulak ve kalp ondan sorumludur…”Buyruğu, bizlerin inanacağı esasları bile, anlayarak bilerek kabullenmemizi istemektedir. Hakikate ulaşmak için sorgulama, anlamak için kritik şarttır. Bunları hayattan uzaklaştırdığınız zaman, hayat, anlamsız müsveddeleri taşıyan bir yük vagonuna döner. “Canlılar içinde en altta yer alanlar, hiç şüphesiz aklını kullanmayanlardır. Akıl en büyük nimettir, bu nimetin işlevini yok etmek ve duygusal bağlılıklarla inanma temelinde bir gelecek oluşturmak, tüm nesillerin hayatını ipotek almak olur ki, bu ortamlarda gelişimden söz edemezsiniz. Kölelik bir yazgı değildir. O halde Müslüman topluluklar, köle bir hayatı değil, bilinçli tercih edilen bir hayatı verimli kılmak zorundalar. Bu verimlilik küçük çapta olsa da, geleceğe mührünü basacak bir yaşam olacaktır. Müslümanların, gelecek nesillerinin yeniden doğuş ve şahlanış hamlesi gerçekleştirmesi için, hikâyelerden uzak, Kur’an’ın özü ile tanışmaları gerekir. Merhum Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, ”Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan Kuran’ın, hiçbirimiz kaydında değil mananın, ya açar bakarız nazmı celilin yaprağına yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına, inmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için…”Bu yürekle hayat kaynağımıza yöneldiğimiz zaman, ne zalimlerin zulmü, ne nede zalimlere alkış tutacak zalimlerin sırtından yaşamını sürdürdüğü böcekler kalır. Böcek olmayı kabullenenler ezildiklerinde şikâyet etme hakkına sahip değiller. Dolayısıyla böceksiz ve onuruyla var olan, geleceğe mührünü basacak nesillerin oluşması için, öncelikle biz ayağa kalkıp hakikate şahitlik eden bir dinin, neferleri olduğumuzu ortaya koyacağız. Yoksa yarınların kararmasındaki her karanlık zerresinde bizlerin bir payı olacağını unutmayalım. “Kim bir çığır açarsa, o yoldan gidenlerin sorumluluğundan bir pay da onadır. Bunu bilerek ve aydınlık yarınlara meşale olmak olsun hayatımız…

Selam muhabbet ve dualarımla aydınlık yarınlara hep birlikte koşalım, karanlıkları korkusuzca kendi inine gömerek yola çıkalım…

Erol Kekeç/06.04.2022/02.23

5 Nisan 2022 Salı

ADLİ İLAHİDE HESAP DEVLETTEN SORULUR!

Devlet, devlet olursa halk ona güven ve minnet duyar. Âmâ devlet, devlet olmaktan çıkar devleşirse, güven yerine korku, minnet yerine nefret olur. Yönetimde aciz kalan yöneticiler, devleti ortadan kaldırır, devlet yerine, devleşen bir sistemin dişleriyle insanları sindirmeye başlar.

Devletin en belirgin özelliği, halkını doğru bilgilendirmek ve bilginin alenen yayılmasını sağlamaktır. Bilgilenmeyen halka uygulamak için oluşturacağınız kurallar işlevsiz kalır. Kuralların toplumda karşılık bulması için en uzak noktadaki insanlar bile devletin ortaya koyduğu oluşum ve yapılanmalardan haberdar olmak ve doğru bilgilenmek zorundadır. Devlet adına yayın yapan medya kuruluşlarının söyledikleri, insanlara ulaşmadan yalan ve asılsız oldukları ortaya çıkıyor ve devlet bunları denetlemiyor ya da kendisini övdükleri için bunlara ayrıcalıklar tanıyorsa, sadece kendisinin güvenirliğinin kaybolmasına neden olmaz, aynı zamanda halkın devlete karşı duygularını da yaralar.

Devlet, günü kurtarmaya çalışan bir çingene çadır yönetimi değildir. Dolayısıyla devletin işleyişini sağlayan dinamikler, belli bir süzgeçten geçtikten sonra beyin takımı kanaat sahibi aydınların görüşlerinin alınmasıyla tüm cenahların ortak katılımıyla oluşan ilkeler doğrultusunda işleyen ve sürekliliği olan toplumsal yönetim organizasyonudur.

Devletin bu köklü şekillenme süreci dikkate alınmadan, sadece günlük yaşamı dizayn eden ve yarın ne söyleyeceği belli olmayan şekilsel bir organizasyon olarak düşünürseniz, o zaman devlet, sürekliliği olmayan belli bir zaman diliminde belli bir yerde oluşmuş geçici gruplar sınıfına girer. Devlet, uzun süreli kalıcı gruplara örnek verilecek en önemli toplumsal gruptur. Oysa geri kalmış ve sadece kanunlarla varlığını koruyan, gelen yöneticilerin ideolojik anlayışlarına göre şekillenen devletlerin hiçbirisi, modern devlet sınıflaması içinde yer almaz. Çünkü bu oluşumların yarınları hep karanlık olur, nedeni ise her yönetim değişimiyle birlikte, bir kararma dönemi ardından ya devam eden karanlık ya da fulü bir ortamda insanlar yaşamaya mahkûm olur.

Devlet, halkını doğru bilgilendirmediği ve halkı bilgilendiren kuruluşların halka aktardığı bilginin doğruluğunun sağlamasını yapmadığı zaman, halkın doğal paranoyak yaşam ortaya çıkarmasına, kendisi ortam oluşturmuş olur. Ondan dolayıdır ki, günümüzde enformasyon olağanüstü bir öneme sahiptir. İnsanların tamamının dünyadaki küresel iletişim ve sosyal ağlarla entegre yaşadığı bir dönemde, bunlar benim için önemli değil diyen devletlerin hepsi yok olmayla karşı karşıya kalacaklar. Çünkü etkileşim sonrası doğruya ulaşmak zor olmuyor, dolayısıyla devletlerin, eski dönemde aylar hatta yıllar sonrasında bir şeyin doğru olup olmadığını anlayamayan halkları yönetmediklerini bilmeleri gerekir. Saniyeler içinde bir yöneticinin tüm sicilinin ortaya döküldüğü ve dökülebileceği hızlı bir iletişim ortamında yaşıyoruz. Bunların hepsi, hem devletin kendisini düzenlemesi ve doğrunun dışında yapacağı bir seçeneğinin olmamasına neden olduğu gibi, aynı zamanda halkın da daha fazla güven duyacağı bilgilere ulaşmasını sağlayacaktır.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, modern devlet anlayışı dışındaki yönetimlerin tümü hem söylemlerinde hem de icraatlarında çuvallamış durumdalar. Çünkü tüm mücadeleleri, yönetimde olanların yönetimdeki sürekliliklerini sağlamak için topluma aktardıkları mesajlarının anlık değişken ve birbirini desteklemekten uzak olmasıdır. Bu devletler ancak halklarını sindirmek için, halka karşı güç gösterisi yaparlar. Hem doğruluktan uzak bilgilerle halkı bilgilendirirler, hem de bu bilgilerden memnun olmayan ve bunlara inanmayan ve değişik mesajlar isteyen halka karşı aşağılayıcı ve onları potansiyel düşman ilan ederek, halkın içinden belli bir kesimi kendilerine kalkan edinerek halkı karşı karşıya getirerek, varlıklarını devam ettirmek isterler. Bu çabalar, Teokratik totaliter ya da feodal anlayışta olan ama demokrasi olduğunu savunan yönetimlerde fazlasıyla göze çarpar. Demokrasinin kendi kriterlerine göre, kanunlar objektiflik esasına göre oluşur. Ancak buradaki kanunlar, devleti yönetmek için gelen yöneticilerin varlığını ve yönetimdeki sürekliliklerini devamlı kılmak için sürekli değişkendir. Yöneticilerin talep ve beklentilerini karşılamak üzere kanunlar yapılır. Dolayısıyla bu devletlerin kanunlarının olması onların bir hukuk devleti olduğu anlamına gelmez. Kanunu olmayan hiçbir yönetim bulamazsınız, bu kanunlar ama sözlü ama yazılı mutlaka vardır.

Kanun devletleri her zaman gizli karanlık yönlerini saklarlar. Bu yönlerinin açığa çıkmasını istemezler, çünkü bu yönleriyle halkın karşısına çıktıkları zaman ciddi bir prestij kaybına uğrayacaklarını bilirler, bundan dolayı da yanlış bilgilerle halkın bilgilenmesini kendileri isterler bundan da herhangi bir rahatsızlık duymadıkları halde, sanki kendi dışlarında bir oluşum varmış gibi, iş olsun tarzında zaman zaman çıkışlar yaptıkları da olur. Halk arasında kullanılan bir söz vardır, gizli buluşmaların aşikâr bebeleri olur… Devlet, karanlıklarda yapılan hesapların aydınlık ortamda herkesin görüp anlayabileceği türden faaliyetler olduğunu idrak etse, karanlıklarda hesap yapar mı dersiniz?

Yukarıda örneklemeye çalıştığım devlet yapılanmaları ile bizim devletin bir benzerliği olabilir mi acaba diye kendi kendime sorduğum zaman birçok konuda örtüştüklerini gördüm. Mesela Aralık ayı sonrasında ocak başlarında TÜİK’in açıklamış olduğu enflasyon rakamları, gerçeklikten çok uzak olmasına rağmen onu bilimsel bir ölçüm gibi sundu ve devlet bunu onayladı. Ne zaman ki enflasyonun daha yüksek olduğunu hatta %70’lerde enflasyon olduğunu söyleyenler olmuştu. Bu açıklamalardan sonra TÜİK bu kurumları mahkemeye verdi, mahkeme devam ediyordu, sonuçta mahkeme rakamları isteyecek ve bir karar verecek, önüne gelen rakamlar TÜİK’in ortaya koyduğu rakamlarla hiç desteklenmemiş olacaktı. Böylece devlet halkına yanlış bilgi aktararak sabit gelirlilerin maaşlarını arttırmamak için böyle bir uygulamaya başvurduğu herkesçe kabul görmüş olacaktı. Bu süreç devam ederken, TÜİK başkanı görevden alındı. Ancak onun gitmesi onun ortaya koyduğu yanlış ve aslı olmayan bilgilerin düzeltilmesini sağlamadı aynı uygulama devam ederken yeni bir açıklamayla ülkemizde enflasyonun %61 olduğu açıklandı. Bu açıklama ülkenin fanatik yönetim taraftarı olanlar dışında kimsede bir karşılık bulmadı. Çünkü yaşamın bu kadar zora girdiği ve benim bildiğim son 45 yıl içinde böyle bir yaşam darlığı çekilmemiş olmasına rağmen, hala hayatın iyi olduğunu ve ekonominin gayet yerinde olduğunu söyleyen bir Maliye bakanının açıklamaları ortaya çıktı. Bu söylemleri yan yana üst üste nasıl koyarsanız koyunuz, devletin halkı doğru bilgilendirmediği kanısı herkeste ortak kanı olarak oluştu. Peki, Devletin asıl görevi halkı aydınlatmak ve doğru bilgilendirmek iken, devlet böyle yaparsa halkı ile arasında açılan uçurumları hangi yollarla kapamayı düşünüyor olabilir.

Devlet içerde oluşan kırgınlıkları, karanlıkları fakirleşmeyi ve hayat pahalılığını çözüme kavuşturamadığı için dış işlere yoğunluk vererek oradan bir puan toplamaya çalışıyor olabilir. Ancak şunu bilmek gerekir ki, içerde sorun varsa dışardan esen rüzgâr içerdeki pis kokuyu gidermez. Öncelikle içerdeki hastalık doğru tespit edilip doğru tedavi edilmesi gerekir. Ancak kurumların başındakilerin açıklamalarına kulak verdiğimizde, halkın gerçekliğinden ne kadar uzak yaşadıklarına şahit olmaktayız. Damdan düşmeyenler bu halkın çektiği acıyı anlayamaz ve onlara yönelik bir çaba içinde de olamaz. Bakanlıkların uygulamalarından doğan olumsuzların da ciddi travmalar oluşturduğuna şahit olmaktayız. Geçmişte Adalet Bakanı ile İçişleri bakanı arasında ortaya çıkan farklılıklar devletin kendi içinde bir eşgüdümden yoksun olduğunu ortaya koyuyordu. Biz yapalım Hukuk arkamızdan gelsin sözü çok ciddi bir patolojik vakadır.

Devletten özleştirme ile halkın temel tüketim ihtiyaçlarını gideren özel kurumlara karşı, devlet, halkının yanında duramadı ancak enflasyon karşısında halkımızı koruduk diye nutuklar atıldı. Oysa acı çeken halktı. Dolayısıyla devlet adına yöneticilerin açıklamaları halkı tatmin etmediği için, insanların öfke ve kızgınlığı doğrudan devlete yöneldi. Çünkü yönetici ile devleti özdeşleştirmeye başladı insanlar. Enerji kuruluşları ile yapılan görüşmeler göstermelikte olsa halkın lehineymiş gibi yansıtıldı. Ancak insanların faturaları bir kira bedeline denk gelmeye başlamıştı. Bunun adına iyileştirme deseniz de halkın inancı kalmamıştı. Yani doğru bilgilendirilmeyen insanların öfkeleri her geçen gün artarak yükselirken, hala sorunların ciddi çözümüne dönük çabalar pratikte halka yansımamaktadır. KDV düşerken malların fiyatı artıyorsa bunun inandırıcılığı neresinde olur. O zaman insanların aklına gelen acaba bu KDV indirimleri satıcılar için mi yapılıyor, çünkü bize yansımıyor ama aldığımız fiyatlar aynı gün zamlanıyor bu işte bir iş var diyerek ciddi bir güvensizliğe yol açıyor.

Geçmişte özelleştirmeler yapılırken Devlet tacir değil ticaret yapmaz dendi, ancak özelleştirmeler sonrası özel firmalar güç olup bunu kartelleşmeye götürdükleri zaman, devlet patates çadırları kurdu sebze meyve satmak için… Oysa devlet özelleştirmeler sonrası çok ciddi bir denetim mekanizması kurması gerekiyordu, bu mekanizmalardaki bürokratlar babaları dahi olsa hukuk ne ise onu yapacaklardı ve denetim sonrası yaptırımlar caydırıcı olacaktı, o zaman görecektiniz devlet patates çadırları kurar mıydı? Âmâ devlet bu konuda ciddi bir boşluk oluşturdu, bu boşlukları kullanarak ahlak sorunu olanlar, halkın aleyhine devleti zora sokacak şekilde bu açıkları kullandılar. Bugün devlet kalkıp biz bunları yapıyoruz denetliyoruz dese ne çıkar, her şey karman çorban olmuş… Kimilerinin bir eli balda bir eli yağda, kimileri sürünerek suya ulaşmaya çalışıyor. Böyle bir ortamda çatışmalar kaçınılmaz olur. Sosyolojik olarak baktığımız zaman insanların eksikliklerini sürekli kaşıyarak gererek onlar üzerinden birileri haz alıyorsa o haz onlara haram olur. Toplum genetiği bunu zorunlu kılar.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, devletin böyle bir olumsuz süreci en azından toplumsal kargaşaya yol açmadan denetlenebilir bir sürece getirebilmesinin yolları olmalıdır. Ayrıcalıklı zümreler, göz önünden kaybolmalı, lüks tüketim ve lüks araçlar insanların gerilimlerini daha fazla azdırmamalı, kamu harcamaları en üst noktadan başlayarak kesinlikle sınırlandırılmalı, temel ihtiyaçlar dışındaki yatırımlar geçici olarak bile olsa durdurulmalı ya da rölantiye alınmalıdır. Alt gelir grubundaki emekli ve çalışanların ücretlerinde iyileştirmeler yapılmalı bunlar da yasayabilecek düzeyde olmalı. Kamu kurumlarında lakaytlık ve sürekli ötelemeler acilen yok edilmeli, kalıcı ve inandırıcı uygulanabilir iyileştirme paketleri oluşturulmalı ve bunlar, teminatı olanlara değil, imkânı olmayan üretici insanlara da sağlanmalı ve KGF kefaletinde olmalı. Bu açılımların denetimi yapılmalı ve yerinde incelemelere tabi tutulmalıdır. Bu ve buna benzer açılımlar acilen yapılmalı ki devlete olan güvensizlik yerini en azından güvene dönüştürsün. Daha birçok yapılması gerekenler var ihtiyaç duyulursa proje olarak ortaya koymaya çaba harcarız.

Evet, dostlar hakikaten bizim devletimize karşı ciddi bir güven problemi oluştu halkta. Bunu aşamadığımız zaman gelecek olan tüm yöneticilere karşı aynı güvensizlik devam edecek ve devlet belli bir zaman sonra sıradan bir yapılanmaya dönüşecektir. Ondan dolayı, devlet kurumlarındaki yöneticiler öncelikle kendi kişisel özelliklerini devletin kurumlarının üzerine çıkarmaktan uzaklaşmalı ve onların o değerleri ancak devletin o kurumunda bir işlev yaptığı için olduğunu bilmelidir. Modern devletlerin güvenirliliği sürekli olan bir yönetim organizasyonu olmasındandır. Bizim gibi toplumlardaki devletin güvensizliği de, yöneticilerin başarısızlığı veya ileriyi göremiyor olmalarından dolayı ortaya çıkacak olumsuzlukların devlete mal edilmiş olmasındadır. Bu güvensizlik her geçen gün sürekli yükselen bir grafik eğrisi gibi devam ediyor bunun bir kırılma noktası olmalıdır. Bu nokta sadece ve sadece halkın doğru bilgilenmesi ve olumsuzluklara ortak olması istenen halkla birlikte yöneticilerinde aynı gemide yer almasına bağlıdır. Bir tarafta İsviçrelilerin yaşadığı bir hayat, bir tarafta Afrika’daki Tanzanyalıların yaşadığı gibi halk acılarla kıvranıyorsa, yöneticiler de sorun yoktur diyerek etraftaki duvarlardan bu sorunları göremiyorsa, orada sorunlar büyüyerek artar ve sonuç olarak, toplumsal çatışmaların ve anomik ortamların oluşması kaçınılmaz olur. Kurallar burada işlevsiz kalır. Kuralların anlam ifade etmesi için yaşayan ve idrak sahibi varlıkların kurallarla sorumlu olması gerekir. Son olarak şunu ifade ederek bu makalemi daha fazla uzatmak istemiyorum…”Devenin yardan yuvarlanmasına sebep olan bir tutam ottur, Ölmüş koyuna dersini yüzmek elem vermez…”Bunlar bir tahlildir dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum …

Selam muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/05.04.2022/00.47

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!