Bu Blogda Ara

17 Mart 2022 Perşembe

PLANLAMA BİLİMSEL SONUÇLARA DAYANMALIDIR

 Önceliği olmayan toplumların sonrası olmaz ya da çok karanlık olur. Canlı olan her varlığın yaşamsal önceliği, biyolojik varlığının gıda alması ve varlığını sürdürmesidir. Biyolojik varlığı tehlikede olanların ikici adım üzerine yoğunlaşmasını düşünemezsiniz. Bu durum kâinattaki tüm canlıların yaşamı için geçerli olan bir kuraldır. Yani birincil ihtiyaçlar doyurulmadan ikincil ihtiyaçlar için eyleme geçmek düşünülemez.

Üretmeyen toplumların durumu birincil ihtiyaçlarını karşılamadan ya da karşılayacak ihtiyaç maddelerini almak için başaklarına bağımlı oldukları halde, daldan dala atlayarak kendilerinin çok iyi bir sirk maymunu gibi oynadıklarını anlatmalarıdır. Bir köylü ile filozof arasında latife olarak anlatılan şu hikâye tam da böylesi toplumları anlatır. Uzun bir yolculuğa çıkan filozofla köylü, yol boyunca konuşurlar ve filozof anlatır köylü dinler, uzunca bir yol gittikten sonra yorulurlar ve bir mola verip karınlarını doyurmak isterler. Köylü azığını ortaya koyar, filozofa senin ekmeğin nerede der, filozof benim azığım yoktur, neden yok, olmadığı için der. O zaman senin anlattıklarının ne kıymeti var, çünkü sen karnını doyuracak bir azığı elde edemiyorken, bırak o düşünceleri boşuna anlatıp kendini yorma der… Biyolojik ihtiyaçlarını karşılayamayanların ortaya koyacağı ihtişamlı fikir ve projelerin reel yaşamda bir anlamının olmadığını anlamadığımız zaman kendimizi bunalttıkça bunaltırız ve sonrasında aklını kaybeden, tımarhanede tımar edilmesi gereken bir meczup olup çıkarız.

Son yıllarda, yeryüzündeki kaynakların tükendiğini ya da azaldığını, bu kadar insanı yaşatacak kaynak kalmadığını anlatarak bilinçli olarak insanlık bir korku paranoyasının etki alanına sokuldu. İnsanların bu aczi yetini kullanmak isteyen güçler harekete geçerek, kendi yaşamları için başkalarının yaşam alanlarını istila ederek meşru ya da kendilerince haklı gerekçeler oluşturma peşine düştüler. Yani çatışma ve savaşların havadan sudan gerekçelerle oluşturulması için uygun ortamlar yarattılar. Bu süreci sorunsuz atlatacak toplumlar, birincil ihtiyaçlarını kendi ürettikleri ile karşılayan toplumlar olacaklardır. Silahı çok olan ya da nükleer güç sahibi olanlar bu savaşların kazananı olmayacaktır. Yaşamını devam ettirecek ve kimseye bağımlı olmayan üretici tarım toplumları bir sıfır galip bu savaşa başlayacaklar. Çünkü gıda temel ihtiyaçtır. Temel ihtiyacınız için başaklarına bağımlı iseniz, sizin ayakta kalma şansınız fazla olmaz; onun için herkesin kendi toplumu içindeki rollerini çok iyi oynaması gerekir.

Son dönemde ülkemiz içindeki karmaşaların arkasında ciddi anlamda gıda baronlarının olduğunu görmek gerekir. Gıdayı azalttığınız ya da karaborsa olarak piyasa sürdüğünüzde, insanların tedirginliklerini ve kaygılarını tavan yaptırırsınız. Bu korkuyla piyasaya çıkanlar, yalan yanlış demeden her söyleneni doğru bir bilgi aktarımı gibi alenen yayarlar. Sonrasında toplumsal yaşam ciddi yara alır. Bir ülkenin kendi içinde yaratılmak istenen korku ve tedirginlik, böylesi karanlık ortamları oluşturmaya yetiyorken, bir ülke ile savaşa girdiğiniz zaman, eğer toplum bu ihtiyaçlarının karşılanması için dışarı bağımlığını anlarsa savaşı hükmen kaybedersiniz.

Üçüncü dünya ülkelerinin en kısa zamanda, asırlar önce başlamış olan tarım devrimini tekrardan yapmaları kaçınılmazdır. Savaşların genel mantığına bakarsanız arkasındaki ana nedenin, yaşamak için ellerindeki imkânların yok olması ve başaklarının eline geçme endişesinin oluşturduğu korku olduğunu görürsünüz. Yani savaşma isteği, temel insani yaşam ihtiyaç maddelerinin tükenmesi veya kaybedilme endişesinden kaynaklı olduğuna şahit olursunuz. Özelde kendi toplumumuz için süreci ele alıp değerlendirmek istersek, öncelikli olarak iyi ve doğru saptamalarla istenilen anlamlı sonuçlara doğru yol almamız gerekir.

1923 Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda, ülke ekonomisinin nerdeyse tamamı tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Küçük ölçekli şehirlerde yapılan ticaret ve küçük imalatlar dışında. Yani Osmanlının Yüz ölçüm olarak üç kıtadan çıkarak toplayıcılık ve vergilendirme sistemi yerini doğrudan kendin üret kendin var ol anlayışına dönüştü. Hatta onun için Mustafa Kemalin ilkelerinden Devletçilik bu anlamda önemli bir yer tutuyordu. Yani kendi yağınla kavrulup başka yağlara ihtiyaç duymamayı içeriyordu.70-80 yıl nerdeyse bu anlayış tam olarak uygulanmasa da büyük oranda istenilen hedefe doğru gidiyordu.” Köylü Milletin efendisidir” sözü üretim yapan köylüleri, doğrudan motive ederek işlerini severek yapmaya teşvik olan bir sözdü. Köylü tarlalarını bırakarak şehirlerin yolunu tutmadı, belki düşük verimlilikte ilkel yöntemlerle üretim yaptı ama üretmeye devam etti. Onun için köylerimiz nüfus potansiyeli açısından şehirlerden nerdeyse başa baş gidiyordu.1980 sonrasında hızlı bir demografik hareketlilik başladı ve kentlerde ciddi bir çarpık yapılaşma, alt yapı sorunu, işsizlik ve tarımsal üretimde daralma başladı. Bu daralma her geçen yıl, devletin bu konudaki planlamaları dikkate alındığı zaman, sorunu önlemekten çok sorunların genişleyerek yayılmasını beraberinde getirdi.2000’li yıllarda %30 civarında olan kır nüfusu, 2020’li yıllara geldiğimiz zaman %5’lere indiği görülmektedir. Nüfus azalmasına bağlı olarak üretimde de ciddi bir düşüş yaşandığı göze çarpar. Demografik yapıdaki bu ciddi değişim, toplumsal yaşamımızı doğrudan etkileyerek, üretici toplum olmaktan çok tüketen topluma bizleri dönüştürdü. Küçük ölçekli Sanayi kuruluşları ve montaj sanayi ile kısmi bir sanayi üretimi olsa da, bu üretim tarımsal alandan boşalan üreteci yanımızın eksilmesini tamamlayamamış; dolayısıyla başkalarına bağımlılığımız kendiliğinden doğmuştur.

Ülkemizin gerçekliği bir yanımızı törpüleyerek, başka bir yanımızı yükseltmek üzerine kurulu bir anlayıştan geçtiği için, geçen bu kadar zamana rağmen, kendi duruşumuzu belirleyerek ayakları üzerinde duran bir ülke olmayı beceremedik. Bu hususta politik farklılıkları bir yana bırakarak, ülkemizin geleceği ve devletimizin dünyadaki yerini en iyi konumda alabilmesi için, üretim alanındaki plan ve programlarımızı yeniden gözden geçirerek, kalıcı ve çığır açıcı yatırımlar yapmak zorundayız.

Bir ülkenin gelişimini tamamlaması için, gelişim sürecindeki hiyerarşiyi dikkate alması zorunludur. Hangi alanda yatırım yapılacağını belirlerken, politik algılardan ve gündem belirlemeye çalışan algı yönetmenlerinin çabalarından uzak ciddi ve devlet aklı kullanılarak çalışmalar yürütülmelidir. Hiçbir zaman ülkenin kalkınabilmesi ve bu kalkınmanın devamlılık içinde olması için; ülke yönetimine gelen politik anlayışlar kendi anlayışına göre bir süreç belirlememeli. Ülkenin kalınma modelinin ve planlamasının bilimsel raporlar doğrultusunda bağımsız uzman bilim adamlarının belirleyeceği programa göre yürütülmelidir. Bu programlar önceden devlet planlama dosyalarında arşivlenmeli süreç oradan takip edilmelidir. Böyle olmazsa sürekli değişen politik anlayışlara göre ülkenin gelişim programları yapılır ki, bu bize hep zaman kaybettirir. Ve bu keşmekeşlik farklı politik algıların bir kendisini kanıtlamak için birbirinden bağımsız çalışmalarla iki ileri giderken, ondan sonra gelen sil baştan yeniden aynı konuları ele alıp, o konuda çalışmalar yapacağı için, uygun adım yerinde say komutunu yaşamak ve yapmak zorunda kalırız ki; bu ülke olarak imha olmamız demektir.

Geçmişte doğru yanlış veya eksik olsa da en azından DPT’i diye bir kurum vardı ve orada çalışan insanlar ülkenin beyin takımından oluşuyordu, sahiden bugün soruyorum, o kurum ne oldu ve onun yerini nasıl bir kurum aldı, almadıysa o işleri şimdi kim yapıyor. Günü kurtarmak için bir ülkenin programı olamaz. Son 25 yılı dikkate aldığım zaman bu net olarak ortaya çıktı. Öncesi çok mu iyiydi diye sormak hakkınızdır. Elbette farklı değildi, ancak son dönemi ele alarak sonuca gitmek istiyorum.

1983-1991 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu illerimize verilen hibe desteklerinin nasıl ve nerelerde çar çur edildiğine şahit olanlardan biriyim. Öğrenci olmama rağmen ülkem adına çok üzüldüğümü ve sinir kat sayılarımın nasıl yükseldiğini anlatamam. Adam besicilik için hibe alıyor, iki tane duvar örüyor, denetlemek için gelen görevliye biraz kıyak yapıyor, inşaatın %50 tamamlanmış gibi rapor yazılırken, inşaatın daha %1 bile ortada yokken parayı alıp götürüyor, son noktaya geldiğinde yine bir rapor ve alacağı miktar tamamlandığında zarar ettiğini söyleyerek bu ülkenin imkânlarını nerede nasıl tükettiklerini Allah biliyor. Büyükbaş hayvan, tavuk çiftlikleri mi, gazete üretim matbaası mı ne ararsanız bunların çoğuna bu fani şahit oldu, devlet soyuldu, ahlak sorunu olan insafsızlar tarafından… Buradaki sorumlu sadece bu vurgunu yapanlar değil, denetimi yapmayan devlet veya denetmenlerin para ile ilişkisi iyi olan insanlardan seçilmiş olması bu işte önemli etkendi. Böyle bir dönemde devletimizin imkânları heba oldu çoğu yerde, ancak buna karşın çok dürüst ve doğru insanlar da aradan çıktı şimdi onlar hala ülke ekonomisine katkıda bulunuyorlar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen devlet aklı, iyi bir kontrolör olması gerekir. Kontrol ve geri dönüşüm iyi çalışıyorsa bir ülkenin gelişmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Ama geri dönüşümden yoksun sadece prosedür ustası ellere devlet teslim edilmiş ise, vay o devletin haline…

Son 20 yılda özelleştirme furyasıyla Millete ait olan kurumların neredeyse hepsi bireysel ya da tüzel kişilerin eline geçti. Yabancı sermayeyi getirmek için işleyen kurumların bir kısmı ya da çoğu yabancı firmalara satılarak daha çok elimizdeki tesislerimize ortak getirdik ama yeni bir üretim tesisinin açılması için yabancı sermaye gelmedi bu ülkeye. Ya gayrimenkul alımı için ya da yol köprü ve yollar için yabancı sermaye geldi, bunlar da nakit paralarını alıyorlar; dolayısıyla topluma artı ne katkıları olup olmadığını çoğu zaman merak etmişimdir. Yani şunu vurgulamak istiyorum her dönemde ülkemizin ciddi bir gelişim dönemini yaşaması için kalıcı ve önceden planlanmış ciddi bilimsel çalışmalarının olmadığı görülmektedir.

Ülkemizin Şeker fabrikaları ya kapandı ya da özelleştirildi, şeker pancarı üretimi sınırlandırıldı, âmâ buralara alternatif devlet alım garantili ne tür ürün ekileceğine dair bir plan olmadığı için, ya tarlalar boş kaldı ya da toplumsal yaşamda tüketilme imkânı olan kısa ömürlü ürünlerle tarlalar boş bırakılmadı. Bu ürünlerin yetiştirilmesine uygun olmayan iklimlerde insanlar çoğu zaman zarar da ettiler. Bu zararlar yaşamın bir parçası haline geldiği zaman topraklarını boş bırakarak şehirlerin çekilmez yaşamları cazip alanlar haline geldi. Köyünde ağa ya da patron iken, şehirde asgari yaşama talim ederek hayattan koparıldılar. Bunların böyle olmasının sebepleri araştırılıp ve köklü çözümler olmadığı zaman bundan sonrası için de bundan farklı olmayacaktır.

Ülkemizin her karış toprağı her türlü yaşamsal ürünlerin yetiştirilmesi için uygun bir ülkedir. Buna rağmen biz dışarıdan buğday alıyorsak hayatımızı devam ettirmek için, nasıl bir yanlışlık olduğunu sorgulamaya gerek yoktur. Çeltik, suyun gittiği her yerde iklim ve zaman yeterli ise yetişmesine rağmen, Çin’den Pirinç alıyoruz neden? İç Anadolu Buğday arpa Yulaf gibi tahıllar için yaratılmış olmasına rağmen birçok yerde tarlaların boş kaldığını görüyoruz. Güneydoğu Anadolu Mercimek Nohut gibi bakliyatlar için yaratılmış ama bayağı azaltıldı ekim… Trakya tamamıyla Ayçiçek ekimi için neden planlanmaz? Bunları birer örnek olarak verdim ancak ülkenin her bölgesi için üretim ve bitki planlaması yapılarak ülkemizin nüfusunun üzerinde üretim yapma imkânımız varken neden böyle bir karanlık ortamı yaşamak zorunda kalıyoruz. Bunun sorumlusu şudur diye günahın yükleneceği kişi ve kurumları aramıyorum ancak ülkemizin içinde bulunduğu durum tüm bu iyi koşullara rağmen, hiç de iç açıcı değil…

Üretim seferberliği başlatılmalı. Topluma din anlatılması için diyanet yeni vaiz kadroları açmış ve KPSS’de 60 puan almış herkesin müracaatını kabul edecekmiş… Buraya kadar sorun yok, ancak şunu sormak hakkımız değil mi? Bu toplumda şimdi acil ve birincil öncelik hakikaten bu kadar cami ve 120 binin üzerinde çalışanıyla insanlar din anlatıldığı yerden uzaklaşıyorsa yenisini mi almak gerekiyor, yoksa var olan kafa yapısını değiştirip yeniden beyni resetleyip yeni format atmak mı gerekiyor. Maalesef biz sorunu bilmediğimiz için hep sorun üretmeye devam edeceğiz. Vaiz alacağına diyanet, Tarım il müdürlükleri, ilçe müdürlükleri Ziraat Mühendisleri ve Sosyologlar alsa, Mühendisler üretimin gerekliliğini ve önemi köy köy gezerek insanları doğru bilgilendirse, sosyologlar toplumsal bilin ve kültürel süreklilik konusunda toplumsal kaynaştırma eğitimleriyle her gün köylülerin evlerine misafir olarak yeni bir başlangıç için seri bir hareketlilik olsa daha mı kötü olur?

Bunları mesleğe alırken de alan uzmanları olarak alacak ve her gün yapılan çalışmaların raporları incelenecek ve toplumsal bilinç ve farkındalık yaratılarak, millî birlik ve vatan aşkıyla yeni gelişmelere insanlarımız hazırlanacak. Bunlar zor değil, yapmak inanmakla alakalı, inanıyorsanız başarırsınız… Öğretmenlere yaz döneminde bir ay tatil sonrası, gönüllü tarım seferberliği adı altında alana yönlendirerek halkımızı aydınlatmaları sağlanır ve toplumsal birlik ve beraberlik sağlanır ve devlet halkın içine iner… Hayvanın nasıl otlandığını bilmeyen Tarım Bakanının olduğu ve masa başından ahkâm kesmeyle insanların sorunlarını anlamayacağı anlaşılmalı… Bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin içinde bulunduğu hantal ve geleceği görememe basiretsizliği, geleceğimizi karanlıklara taşıma noktasında bizleri uyandırması gerektiği için… Biz bu uykudan uyanmazsak, herkesin horultusu bir başkasına müzik ritmi gibi geliyorsa, horlamaya devam edeceğiz demektir.

Biz Ülkemizi seviyoruz ve gelen karanlıkları, gelmeden nasıl önleriz diye heyecan ve aşkla bunları elimizin yettiği kadar durdurmaya çalışan gönül erleriyiz. Bu haykırışlarımız, duyduğumuz acıların bizlerde yarattığı travmadan kaynaklanıyor. Bu travmaları birlikte atlatmalıyız. Onun için menfaatsiz ve ülkesini seven erdemli insanlarla ortak bir akılla bu konuları gündem yaparak gerekli yerlere ileterek, ciddi ve kalıcı planlamamaları hayata geçirmemiz gerekir. Yoksa yarınlar bizim için öyle sanıldığı gibi tozpembe olmayacaktır. Köy yaşamı ve tarımı çok canlı hale getirmeliyiz. TV programları baştan sona değişmeli, eğitimle TV programları paralel gitmeli. Ülkemiz ve insanımız gün geçtikçe ayakta dolaşan ruhsuz bir kadavraya dönüyor, yazıktır bunlar biziz biz de onlar bir yanımız eksilmesin hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için olduğumuzu idrak ederek yaşayalım… Gece olmadığı zaman gündüz de yok olacaktır. Dolayısıyla herkesin birbirine ihtiyacı vardır. Ayrım gözetmeden, ideolojik yaklaşımları bir tarafa bırakarak herkesi Allah’ın yarattığı ilahi bir ruh taşıyan varlık olarak bağrımıza basarak, hayata yeniden başlayalım…

Makalemin konusu her ne kadar birincil ihtiyaçların önemini anlatmak olarak başlamış olsa da, aslında bu kaotik bakış tarzımızı kaldırmadan, birincil ihtiyaçlarımızın bir planlamasını yapmakta da zorlanacağımız için her alandan kısa kısa bazı hatırlatmalarla düşünsel ufkumuzda bir sorgulama yapmanın gerekliliğini ortaya koymaya çalıştım, faydalı olabildiysek, bu da rabbimin bir ikramıdır…

Selam saygı ve muhabbetlerimle,

Bahadır Hataylı/16.03.2022/01.19

15 Mart 2022 Salı

TOPLUM SÖZLEŞMESİ NEDEN OLMASIN?

Ülkenin içinde bulunduğu bu karmaşa sürecinden, sanıyorum aydınlık ortamlar doğacak gibi geliyor…6 Muhalefet partisinin parti programları ve ideolojik yaklaşımları farklı olmasına rağmen, bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, toplumdaki farklı kanatları temsilen bir araya gelmeleri, batıdaki toplum sözleşmesini aklıma getirdi.

Her ne kadar farklı sesler yükseliyor olsa da, ben biraz olumlu taraflardan bakmak istiyorum. Son yirmi yılın siyaseti çatışma üzerine kurulmuş bir politik anlayışla varlığını sürdürdü. Özellikle MHP ve Ak Parti ortaklığından sonra tamamıyla çatışma eksenli bir süreç oluştu. İnsanların bir araya gelerek bir paylaşımda bulunmaları sanki iktidarın altını oymak gibi anlaşıldı ve her ortamda en üst perdeden sürekli çatışmacı bir dil kullanıldı. Gezi olayları sırasında Devletin tepesi ortalıkta var olan olumsuz bir durumu, yatıştırması gereken dil yerine, ben %50’yi evde zor tutuyorum diyerek, toplumsal çatışma sinyallerini hep gündeme getirdi. Bu sözleri ifade eden Sayın RTE’nin karakteri, kişiliği ve duruşu dışarıdan bakıldığı zaman öyle anlaşılabilir, ancak öyle demek istememişti de diyebiliriz; ancak sizin tavrınızın ne olduğundan çok nasıl anlaşıldığınız önemli olduğu için, anlaşılan dil, çatışmacı bir dil olduğu herkes tarafından rahatlıkla fark ediliyordu. Bu çatışma ekseninde kurgulanan politikanın, neo liberal bir ortamda devam etmesi ve uzun soluklu toplumsal bir anlayış olarak kabul görmesi öyle kolay değildi. Bir taraftan özgürlüklerden bahsedeceksiniz, diğer yandan baskı ve dayatmalarla insanların özel ve özgürlük alanlarını her koldan kontrol altına alacaksınız, sosyal paylaşım ağlarındaki düşüncelerin ifadesinden dolayı gerekli cezai durumlar oluşturacaksınız. Tüm bunlar ve bunlara karşı bilenen farklı uçlar arasında çatışmaların gittikçe hacim olarak genişlediği bir dönemde, muhalefet partilerinin bir araya gelerek ortak bir metin üzerinde görüş birliğine varmak istemelerini şahsen ben önemsiyorum…

Ancak bizim ülkemizin, sürekliliği olan ve her dönemde de devam edecek bir kaderi var. Bu kader, yönetime kim gelirse gelsin, yönetime gelenlerin gücü ele alınca kendisi dışında kalanları terörle bağlantlandırarak açıklaması, çok kötü bir bahtsızlıktır. Yani kim iktidarsa bu ülkede iktidar dışında kalanların sesi yükseldiği zaman terörist damgası yemesi o kadar kolay olmaktadır.90 yıllarda muhafazakâr dindarlar bu kavramla anlatılırdı her ortamda. 80’li yıllar öncesinde sol kesim ve kısmen de Milliyetçi ülkücü kanat, bu kavramla anlatılmadı belki, ama anarşist diye anıldığını herkes bilir. O dönemdeki anarşist terör anlamına geliyordu. Bu kavramın muhatapları Ak parti iktidarı döneminde değişti, hatta çok daha kapsamlı hal aldı. O gün belli bir ideolojik grup terörist olarak anlatılırken, bu gün iktidarla uyum içinde olmayan ve sesini yükselten herkesim için rahatlıkla kullanılır oldu. Vatan hainliği çok ucuz oldu ve her ortamda hemen karşınıza çıkabiliyor, yani güce sahip olan iktidar yanında değilseniz veyahut ta eleştirel bakış ortaya koyuyorsanız toptan imhacı bir tavırla karşılaşabiliyorsunuz; arkasından hemen vatan hainliği mührü sırtınıza basılabiliyor.

Bu algıların oluşmasının temelinde çatışmacı bir politik algının olduğunu görmek gerekir. Toplumu yönetenlerin doğrudan söylemediği bu ayrıştırıcı ifadeler aşağılara ininceye kadar terörist vatan hainliği şeklinde karşılık bulabiliyor. Hatta gerekirse kızgın kitleler tarafından linçle karşı karşıya kalma ihtimalinizde olabilir. Bunları yatıştırmak ve politikadaki dili çözümleyerek yeni bir dil kullanarak, toplumu manevi değerler ve mana bütünleşmesi etrafında yeniden toplamak gerekir. Çatışmacı dil, taraftar toplama açısından bakıldığı zaman, belki olumlu bir dilmiş gibi gelebilir, ancak pragmatik yönü bir tarafa bıraktığımız zaman, toplumsal bütünlük ve ülke dışından gelebilecek tehlikelere karşı zayıflatıcı ve parçalamaya dönük bir dildir. Onun içindir ki bu çatışmacı politik dilin yerine farklı bir dilin geliştirilebileceği umudunu taşıdığım için önemsiyorum…

J.J Rousseau, Woltaire, J. Locke gibi önemli düşünürlerin “Toplum Sözleşmesi “olarak anlattıkları siyasal düzen gibi, bir toplumsal düzen oluşturmak için bir fırsat olabilir mi, neden olmasın? 6 Muhalefet partisinin bir araya gelmesini bu açıdan değerlendirdiğim zaman biraz umut taşıyorum. Ancak İktidardaki Tayyip Erdoğan’ı devirelim de sonrasında ülkenin yönetimini aramızda pay ederiz şeklinde bir yakınlaşma ise o zaman söylenecek söz yoktur. Ama toplum Sözleşmesi olarak değerlendirirsek o zaman üzerinde biraz durmamız gerekecek…

Hiçbir toplum, tek tür düşünceden oluşan insanların bir arada yaşamasıyla oluşmaz. Toplumu, toplanma merkezi olarak ele aldığımız zaman, bu toplanma alanında her düşüncenin temsili mümkündür, âmâ kimisi az, kimisi normal, kimisi de tam içinde kendisini bulacağı bir anlayışı destekler. Çünkü sizi ve düşüncelerinizi aynısıyla yansıtacak bir ortamı bulmakta zorlanabilirsiniz; ama size yakın olan bir oluşum içinde kendinizi ifade etmeyi isteyebilirsiniz. İşte böyle farklılıkların çoğunlukta olduğu ve gittikçe de daha fazla ayrışmaya gidilen dönemde bunları, 6 farklı partiyle temsilen bir araya gelip, toplumsal gerilimi hafifletmeye çalışmak bana göre kayda değer bir çıkıştır. Çünkü bu çıkış olmadığı zaman insanlar kendilerini dışlanmış, ötekileştirilmiş ve sürekli toplumsal yaşamdan pay almaları gereken bir çatışma ortamı içinde, yaşadıklarını düşünecekler. Bunları önlemek ve insanları toplumsal yaşamın içine çekerek sistemi sahiplendirerek sistemle entegre etmek için atılan olumlu adımlar olduğuna inanıyorum. Muhalif partilerin bir araya gelerek bir deklarasyon açıklaması, Toplumun tüm kesimlerine sistemi sahiplendirme olarak görüyorum.

Muhalefetteki bazı parti liderlerinin açıklamalarını dinlediğim zaman, kendi aralarında birinin düşünceleri altında birleşmediklerini, herkesin kendi bütünlüğü ile, o oluşum içinde bir araya geldiklerini anlattıklarını gördüm. Bu durum çok iyi bir gelişmedir. Yani toplumsal yaşamın farklı unsurları, ortak hazırlanacak bir metin üzerinde anlaşarak yaşayabilecekleri ortamı oluşturabilecekler demek ki; Bu bizim toplum için olağanüstü bir gelişme olur gerçekleşirse. Farklı unsurların bir arada olması her zaman toplumsal yaşam için olması gerekendir. Benzerlikler veya aynılıklar genel olarak kabul gören bir oluşum olmuş ise, orada yanlışların hainliklerin, olumsuzlukların ardı arkası kesilmez. Ama farklı unsurlar daima birbirinin kontrol mekanizmasıdır. Bunu daha net anlatacak, geçmişte Anadolu’da yaşanmış bir olayı anlatmak isterim. Almanya’da işçi olarak çalışan bir köylü, yazın köyüne geldiği zaman, kendisiyle araştırmacı olan bir Alman arkadaşını da köyüne getirir. İki hafta Alman arkadaşı köyde kalır, köylülerle tanışır onların içine girer onlardan biriymiş gibi bilgi edinmeye çalışır yani katılımlı bir gözlem yapar. Herkesin olduğu ortamda köylülere kaç tane traktörünüz var der. Köylüler hepimizin traktörü var derler. Oysa üç beş tane ancak traktörleri olmasına rağmen hepimizin traktörü var derler. Misafiri uğurladıktan sonra kendi köylüleri olupta Almanya’da çalışan arkadaşları onlara, sizin o kadar traktörünüz yok ki niye öyle söylediniz dediğinde, elin gâvuruna karşı rezil mi olalım diye cevaplarlar. Buradaki inceliğe dikkat edersek kendi aranızda normal olan bir durum başka birisi olduğunda ona karşı daha farklı tavırlar içine girebiliyorsunuz. Bunu okullarda görmekte mümkündür. Sade kız ya da sade Erkek liselerinde kontrol daha güç sağlanırken, karma okulların kontrolü, biraz da öğrencilerin kendi içinde olmaktadır. Onun için farklı düşüncelerin toplumsal kurumlarda yer almasından çekinmemek lazım, bu durum sistemin devamlılığına katkı sunmakla kalmayıp, sistemin kaçak ve kayıplarını da aza indirger.

Muhalif politikacıların bir araya gelmesi farklı kaçakları tıkamaya dönük bir çaba içinde olduğunu görmek lazım. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışını imha etmek için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Onun için de Türk siyaseti açısından olumlu sonuçlarının olacağına inanıyorum.

Politika, bir ideoloji, din ve etnik köken üzerinden yapılıyorsa, o bakış çok küçük ve toplumsal yaşamı kuşatmaktan aciz ve cılızdır. Siyasetin, Siyasi bir söylem olan Ortak yaşam alanı oluştururken, bu alanda herkesin kendi varlığını özgürce yaşaması, başkasının hak ve hukukuna tecavüz etmemesi için Toplum sözleşmesi oluşturması kaçınılmazdır. Toplum sözleşmesi, farklı programları olan ve farklı kitleleri temsil eden siyasi partilerin, kendi programlarını asgari düzeye çekerek ortak alan için azami müştereklerde anlaşarak hukuken herkesin uymak zorunda olduğu toplumsal nizam için gerekli ilkeleri hayata geçirme antlaşmasıdır. Bunun uygulamaya geçmesi demek, toplumsal yaşam içinde kendisini öteki gören kimse olmadığı gibi, kendisini ayrıcalıklı bir yerde görecek kimse de olmayacaktır. Yani devletin kurumları ve hukukun kuralları herkese aynı düzeyde yakın ve uzak olacaktır. Hukuk sadece, insanların toplumsal düzene yönelik olumsuz eylemlerini ve başaklarının yaşam ve imkânlarını ortadan kaldırmaya dönük faaliyetlerini önlemek amaçlı devreye girecektir. Dolayısıyla hukuk ideolojik olmaktan çıkacak, sistemi koruyan hukuk değil, insanı sistem içinde koruduğu için kutsal boyut kazanan bir hukuk sistemi ortaya çıkacaktır. Bu sistem, o hukukun oluşmasını sağladığı için, sistemi herkes sahiplenir ve sisteme karşı yapılacak olumsuz çabalar, toplumdaki her fert tarafından önlenir. Çünkü yüksek bir toplumsal denetim sistemi gelişir.

Genellikle büyük bir çoğunluğun bu oluşumun resmine bile tahammüllerinin olmadığı ortamda, ben toplumsal sistemin tıkanıklığının açılmasına katkı sunacak bir çaba olarak görüyorum. Ondan dolayı da bu tür oluşumların artması için aydınların fikir beyan etmelerinin gerekliliğini düşünüyorum. Fikir beyan etmek, Güce sahip olan yönetim erki ile ortak dil kullanarak ötekileştirici bir üslup kullanmak olmamalı diye inanıyorum. Çünkü gazete köşe yazarlarından TV yorumcularına kadar ortalıkta gezenlerin çoğu, davulun sesi nereden geliyorsa davulun sesini arkasına alarak horon tepinmenin dışında bir icraat ortaya koymuyor. Dolayısıyla ajitasyona dayalı bir toplumsal gerilim psikolojisi yaşatılıyor. Kitleleri bu tarz oyunlarla ya imha edersiniz, ya da kendinize döndürürsünüz. Düne kadar sizi yere göğe sığdıramayanlar bir anda sizin için ağza alınmayacak sözleri sarf etmekte bir beis görmez. Nedeni ise aldatılmış olduğuna inandırılmış olmalarıdır. Burada her kesimin görmesi gereken ince detayların olduğunu düşünüyorum. Ne muhalefet ne de iktidar bizim toplum için söylüyorum sütten çıkmış ak kaşık değildir. Bizler onların tıkandığı noktaları görüp düşünce ve fikir üretmemiz gerekirken, ne yazık ki kim tutar seni der gibi, övgü ve naatlar dizmenin ötesine geçemiyoruz. Levis Coser’in dediği gibi, kim bilir belki de çatışmanın olumlu fonksiyonlarının ortaya çıkacağı zamana geldik… İnşallah aydınlık sonuçlara ulaşmak dileğiyle diyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/15.03.2022/01.25


14 Mart 2022 Pazartesi

GÜCÜN TEK ELDE TOPLANMASI İFSATIN KAYNAĞIDIR!

“Onlar harcadıklarında israf eder sınır tanımazlar ama başkalarına verdiklerinde ise cimrilik ederler.” Tüm mahlûkatın yaratanı insanın yeryüzünde güç olmasıyla nasıl bir tavır takınacağını açıkça beyan etmesine rağmen, Yaratıcıya kul olduğunu söyleyenlerin bu doğrultuda gözü kara davrandıklarını görünce bu hususta birkaç kelam etmek lüzumunu hissettim.

Gücü ele geçiren tüm anlayışların, kendi tüketimleri için hiçbir sınır tanımaksızın kendi dışında kalanların ihtiyaç ve imkânlarının sınırlarını belirlediğine şahit olmak, artık hayatımızın bir doğası haline geldi. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz, her toplumda çoğunluğun yaşamı üzerine bir hesaplama içinde olanlar, mutlu azınlıkların yaşamı için hiçbir değerlendirme yapmazlar. Çünkü mutlu azınlıklar her şeye sahip olduklarına ve kâinatın içinde kendilerinin olmazsa olmaz olduğuna inanır ve öyle yaşarlar. Onların yaşamlarını etkileyecek hiçbir olumsuz uygulama onların mıntıkasına yaklaşmamalıdır. Eğer bir kısıtlama ve hesaplama yapılacaksa bu mutlaka mutsuz çoğunlukların yaşamı üzerinde ele alınmalıdır. Onun içindir ki her dönemde asgari yaşam diye, bir gündeme şahit olursunuz. Asgari yaşam standardı demek biyolojik bir varlık olma hakkını kazanmanız demektir. Biyolojik açıdan canlılığını koruyanlara, bunun dışında sosyal bir varlık gibi davranılmasını beklemekte o kadar güç olmaktadır. Çünkü biyolojik olarak yaşamak demek, sizin diğer ayrıcalıklı mutlu azınlıklar gibi, dünya nimetlerinden faydalanacak düzeyde, içinde bulunduğunuz tabakanın dışına çıkarak onlara sahip olma isteklerinizi haklı kılmıyor. Mutlu azınlıkların hayatını etkileyecek bir olumsuzluğun ortaya çıkmaması esas alınarak, sizin yaşam şekliniz onlara göre biçim almaktadır. Dünyanın var olan tüm sistemleri böylesi bir yaşamı özgürlük insan hakları ve demokrasi olarak yaygın hale getirip meşrulaştığı dönemde, mutsuz çoğunlukların talepleri, bu durumda her zaman meşru olmayan talepler içinde yer almaya mahkûmdur.

Yaratıcı, malın mülkün tek elde toplanarak devletleşerek, başkalarına zulmetmesini istemediği halde, adı ne olursa olsun, tüm devletlerde malın tek elde toplanıp başkalarını mağdur etmediği bir yönetim biçimi gösterebilir misiniz? Ne yazık ki, muhafazakârlıktan demokrasiye, teokrasiden sosyalizm ve komünizme, monarşiden oligarşiye, kapitalizmden liberalizme kadar adı ne olursa olsun hepsi bir güç etrafında pervane gibi dönen mutsuz çoğunluklara hükmetmektedir. Mutsuz çoğunluklar mutlu azınlıklara hizmet edip sonunda ezilen tarafta yer almalarına rağmen, bu sistemler buna rağmen yaşamlarını devam ettiriyorsa, mutsuz çoğunlukların bu işte büyük veballeri vardır.

Ekâbir sınıfının yaşam alanı içindeki en üst tüketim sınırını belirleyemeyen, ama en altta yaşayanların ölüm sınırı hakkında rahatlıkla konuşan sistemlerin tümü, miadını doldurmuş olmalarına rağmen, hala yeryüzünde yaşıyorsa bu durum insanlığın, insan olarak yaşadığını sanmasındadır. Siz yaşamınız hakkında sizin yerinize düşünen birilerinin gölgesinde kaldığınız müddetçe, üzerinize güneşin doğmayacağından emin olabiliriniz. Güneşin doğrudan ısı ve ışığından faydalanamayanlar, her daim hastalıklı bir organizmayla varlıklarını devam ettirirler. Dünyanın her yanında yaygın hale gelen bu hastalığın hücrelerinin kurutulması ve yeni bir dünyanın oluşumuna kapıların aralanması için, öncelikle kendi kapsam alanlarımızdan başlayarak kendimizi değiştirerek yola koyulmak zorundayız.

Kendi cinsleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışanlar, kendilerini daha konforlu yaşatmak için herkese dağıtılmış olan rızıkları ele geçirerek, onların yaşamlarını zora sokarlar. Ondan sonra bunun adına da kader diyerek büyük bir topluluğu köleliğe mahkûm ederler. Kader denilen şey ölçüdür. Yaratıcı ölçüyü doğru yapmıyorsa o bir yaratıcı olamaz, onun ortaya koyduğu doğru ölçüyü, kendinize göre ayarlayıp sorumluluğu da Yaratıcıya yüklediğiniz zaman, siz yeryüzünden gitmesi gereken necisler sınıfına girersiniz. Yaratıcı hiçbir zaman yarattığı bir canlının acılar içinde kıvranarak yaşamasından zevk alacak kadar gaddar değildir, mutlu azınlıklar gibi… Yaratan merhamet ve şefkat sahibidir. Onun tüm bu olumsuzluklara ses çıkarmıyor gibi görülmesi yanlış anlaşılmasın, onun sünnetinde asla bir değişim bulamazsınız, onun söylediği her söz gerçekleşeceği günü beklemektedir. ”Zalimler gaddarlar ve insanlığı ezen haydutlar için önceden tayin edilmiş bir ecel olmasaydı, Allah onları anında yok ederdi. Allah’ın kanunları günlük değil, o bir plan ve düzen içindedir. O gün geldiği zaman, onun önüne geçecek hiçbir yaratılan bulamayacaksınız. Bazen duyarsınız Yaratıcı bizi hiç mağdur etmedi ne istediysek verdi, tüm düşmanlara karşı bizi galip getirdi, önümüzdeki engelleri aşmamızı sağladı, demek ki bizler yaratıcının halis kullarıyız diye kendisine büyük övgüler dizilmesini isteyen yaratıkları… Oysa Bu Rab öyle bir Allah ki, Kötülük aşılamada üstüne kimse olmayan şeytanın isteklerine bile, karşılık verecek bir Rabdir. “İnsan hayra dua eder gibi şerre de dua eder…”İstediği şerlerle karşılaştığı zaman, onların kendisi için verilmiş bir hayır ve kendisinin de seçilmiş bir kul olduğuna inanır. Oysa bu yaşam denklemi hiçte öyle işlemiyor, keşke azgınlaşan insan bunu bir anlasaydı.

Her türlü hainliği mütekebbirliği yapmış olan iblis, ”Rabbim yeniden dirilecek güne kadar bana mühlet ver” dedi ve Allah ona cevaben ”Sen mühlet verilenlerdensin ”dedi. Evet, İçten istenilen iyi ve kötü ne varsa onların karşılığını verecek bir Allah var hayatın her alanında… Elimize geçenlerin, bizim çok iyi biri olduğumuzdan dolayı bize verildiğine inanarak hareket edersek, şunu hiç unutmayalım ki iyiliklerin mıntıkasına ulaşma basiretimiz kalmayacaktır. İnsan kendisinin iyi mi, kötü mü yaptığına yalnız kaldığında vicdanın içerden kendisine seslenmesiyle anlayacaktır. Ancak Vicdanın sesini boğmak istediği müddetçe bufalo gibi çamura batarak yaşam sürecini noktalayacaktır.

Bunları örneklendirmemin sebebi, asıl konumuz hakkında düşündüklerimizi ortaya koyarken, nereden bu bağlantıları kurmamız gerektiğini tetkik ederek doğru sonuçlara gitmemizi sağlamaktır. Yeryüzünde var olan yönetim sistemlerinin hiçbiri kuşatıcı ve merhamet yönü ağır olan bir sistem değildir. Eğer dünyanın her yerinde mutlu azınlıklar, mutsuz çoğunlukların kanını emerek ve onların yaşamları için kuralları onlar koyuyorlarsa, orada adalet ve insanlık hepten imha edilmiştir. Değer sistemi olmayan bir dünyanın değerli olması asla düşünülemez. Onun için önce yeryüzünde değerli olan varlığı ortaya koyarak o varlığın yaşamının değerli olması için tüm çabalar onun etrafında şekillenmelidir. İnsan yaratılış itibarıyla değerlidir. Çünkü Yaratıcı kendi ruhundan üfledikten sonra, onun değerli olduğunu vurgulamıştır. Allah’ın değerli kıldığı bu varlığın, varlığına has olan bu değeri kimse onun elinden alıp, onu değersizleştirme hakkına sahip değildir. İnsanın yapıp ettikleri ile ilgili olan değer, onun eylemsel boyutta kazandığı değerdir. Eyleme dayanan kazanımlar ya onun davranışsal saygınlığını artırır ya da aşağı çeker. Bundan dolayı alacağı karşılık hiçbir zaman yaratılıştan kaynaklanan verilmiş değerini imha edecek bir karşılık olamaz. İşte dünya ölçeğinde kurulmuş sistemlerin tümü, insanın davranışsal kazanımları ile doğuştan getirdiği yaratılışta kendisine verilen değeri birlikte görüp insanı imha yoluna gittiler. Ondan dolayı da yeryüzünde yaşayan insanlar arasında ciddi uçurumlar oluştu. Bir tarafta olağanüstü mutlu azınlıklar, diğer yanda dünyanın neredeyse tamamına yakını olacak düzeyde mutsuz çoğunluklar ortaya çıktı.

Allah’ın tüm canlılar için yarattığı ve verdiği imkânlar, doğuştan gelen haklardır. Onların herkes arasında pay edilmesi ve kimsenin, başkasının hakkına tecavüz etmemesi gerekir. Bundan sonraki kazanımlar ise, eylemlere bağlı elde edilecek imkânlardır. Bu da her insanın kendi yeteneklerini kullanmasıyla elde edeceği imkânlardır. Ancak bunlar hırsızlık uyanıklık hile, kandırmaca şeklinde kazanılamaz, doğal ortamda insani kurallar ve hakikate hizmet eden hukuk çerçevesinde olmalıdır. O zaman bu insanın kazanımları ana sütü gibi helaldir. Bu kazanımlar hiçbir zaman insanlar arasın da uçurumlar oluşturmaz, çünkü sınırsız biriktirme ve harcama hakkını ona vermez. Dolayısıyla mal ve birikimler insanlar arasında dağılır ve bir yerde birikerek devlet olmasının önüne geçilir. Bunu yapmayanlar ve bunların olmaması için mücadele etmeyenler, yönetim sistemlerini bu çerçevede gözden geçirip adaletin tesisi için uğraşmayanlar mutlaka ama mutlaka çok yakın bir dönemde imha olacaklardır. Allah’ın sözünde bir eksiklik ve yalan bulamazsınız. “Zalimler yakında nasıl bir devrilişle devrileceklerini bileceklerdir. Dünya müstekbir güçleri, doğrudan hız limiti olmadan oraya doğru gidiyor. Yeryüzünde adil ve mutlu bir yaşamı isteyen Allah, yeryüzünü ifsat edenlere, mazlumların gücü yetmediğinde ya da mazlumlar kendilerine zulmederek zalimlerin değnekçisi olup onları omuzlarında yükselttiğinde hepsini birden imha eder yerine yenilerini getirir. Bu ona güç değildir.

İnsanın ilahi boyutunu dikkate almayanların tümü, kendini yeryüzünde mutlak güç sanır. Oysa bilmez ki kendisinin güç olup olmadığını onaylayacak olanlar da kendisinin değer vermediği cinsleridir. Aşağıladıklarınızın verdiği değerle kendinizi değerli bulacak kadar basit ve sıradan bir değerlendirme kriterini kendinize ölçü alarak yaşarken, kendinizin erişilmez olduğunu sanmanız komik olmuyor mu sahiden, siz bunu anlayabiliyor musunuz?

Zulmü meşrulaştırarak, zulümle abat olacağını sananların hepsi yerin altında hesap gününün gelmesini bekliyor. Zulmün yerine adaleti, kavganın yerine kardeşliği, savaşın yerine barışı, ayrıştırmanın yerine kaynaşmayı ve dayanışmayı, gaddarlığın yerine merhameti, kanunun yerine hukuku, hırsızlığın yerine emeği, israfın yerine tasarrufu, cimriliğin yerine cömertliği, konforun yerine sadeliği ve mütevazılığı, kötünün yerine iyiyi, firavunluğun yerine istişare ve ortak aklı, mutlu azınlığın yerine mutlu çoğunluğu, asgari yaşam yerine insani yaşamı koyan bir anlayışla dünyaya yeniden yelken açmanın tam zamanı, yoksa bütün bir insanlık yok oluş kıyısının yanı başında doğacak tsunami dalgalarının ortaya çıkacağı zamanı bekleyedursun…

Bu hatırlatmalarım bütün bir insanlığın yok olma sürecinden önce yeniden dirilme mesajı olduğunun bilinmesini isterim. Bir kâhin olarak bunları yazmıyorum, sadece kâinattaki Allah’ın sünnetullahının gerçekleşeceğine yakinen inananlardan olduğum için, bu sürecin hızlanarak geldiğini görüyorum… Hiçbir şey nedensiz değildir. Nuh (as) gibi bende insanlığın haddi aştığını söylüyorum. Ancak Nuh’a (as) o toplumun verdiği cevap, senin o bahsettiğin şeyler ne kadar ne kadar uzak, zaten onların olmasına da inanmıyoruz dediklerini, şu an da söyleyeceklerin olacağını biliyorum. Ancak bu gün Nuh’un(as) gemisinin, adalet hak hukuk ve sadece iyiliklerin taşıyanı olduğunu görmek lazım bunun dışındakilerin tamamı batacak.

“Yer sarsıldıkça sarsıldığı ve içindeki tüm hazineleri dışarıya fırlattığı zaman, insan ne oluyor der: İşte, o gün yer rabbinin kendisine bildirmesiyle içindekileri dışarı atıyor…”Bu gün geldiği an biz aşağı, aşağıdakiler yukarı, gelin o güne gelmeden önce, gurur ve kibirlerimizi ayaklarımız altına alarak kendimize gelelim, o gün kendimize gelecek zamanımız olmayacak…

Son olarak diyorum ki, yeni sistem tüm insanlığın kurtuluşu ve yaratıcının yeryüzünde olmasını istediği bir sistem olmalıdır. Hiçbir din ve ideolojiye dayanmadan sadece Adalet ve hukuk çerçevesinde şekillenmeli tüm farklı düşüncelere insan olarak yaklaşıp ona göre hizmet sunan bir anlayış barındırmalıdır. Bunu yapacak beyinlerin ve dertli insanların olduğuna inanıyorum o dertli insanların tümünü Nuh’un gemisinde buluşmaya davet ediyorum tufan dünyayı kuşatmak üzere…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/13.02.2022/15.42

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!