Bu Blogda Ara

25 Şubat 2022 Cuma

EY İNSAN KERİM OLAN RABBİNE KARŞI SENİ ALDATAN NEDİR?

 Bir günah borsası açılmış ki, sormayın gitsin ne ararsan var içinde, haramzadeler kapış kapış haram seçmekte yarışa tutulmuşlar. Dünyanın yörüngesini değiştirmeyi hesap edenleri hesapsız harama daldıkları zaman görseydin, dilin tutulur lal olurdun, kulakların alışkın olmayan çılgın sesleri duyunca, sitemin artardı belki kendine, kim bilir...

Dünyadan göbek bağı ile beslenen günah borsasının satıcıları alışkın olmadığımız tipler olduğu için, onlarla karakter uyumu içinde olmakta hayli zor olduğundan müşterileri de özel ve seçmece… Bu borsanın günah borsası değil de sanki günah çıkarma borsası olduğuna insanlar inanmış olmalı ki, gelen belirsiz gideni göremezsiniz… Dalan bir daha çıkmak istemiyor, çıksa da geldiği yerden çıktığına şahit olanları görenlere helal olsun…

Zavallı fakirlere gerçek dünya hayatında bir karış toprağı çok görenler, hayal dünyasında olanları onlara reva görürken, kendileri borsa kurup içinde at koşturmadalar. Hatta geçek yaşamlarında bir metre toprak vermedikleri için olur ki cennette toprağı olmayabilir diye sanal âlemde de çiftlikler kurarak yine fakirlere satmayı beceriyorlar… Ne hikmetse fakirlere elle dokunamayacağı ama onun hayaliyle yaşayacağı en güzel yerler pazarlanıyor, kendileri ise elle dokunulan gözle görülen her yeri ele geçirip içinde öyle bir borsa kurmuşlar ki, görende insanlar tövbe kapısından girip sanki gavslarından (!) tövbe alıyor sanır…

Günah borsasının sınırları gözlenebilen ve elle dokunulan duyusal bir sınıra sahipti, oysa şimdi sınırları o kadar genişledi ki, borsanın müşterileri imkânı olmayıp ta, olabilir mi acaba umuduyla yaşayan insanlardan oluşurken, borsanın cambazları, günah çıkarma seanslarında sırayı kimseye vermeyenler, her akşamdan sonra bir manevi haz almak için tövbe kapısına yönelmeden, borsaya girişi görülen ama nereden çıktığı bilinmeyen günahsız haramzadelerdir.

Günah borsasının masumluğunu onaylayıp onu meşru zemine çeken, kalkan olduğu her şeyi, yaşayacağından daha fazla yaşatacak bir özelliği olan dinsel yaşam iksiridir. Bu iksiri gözünü kırpmadan içen herkes yaşamına yaşam katıyor… Nereden nasıl aldığınızı ya da hangi günah borsasında hangi ihaleyi katakulliye getirip aldığınız hiç önemli değil, eğer bu iksirden bir yudum içmişseniz, hemen üzerindeki tüm kir ve paslar yok olur, tertemiz bir servet olur ve servetinize servet katar, yani ki din sizin yaşamınızın emniyet spobu olur… Nerden kazandığınızın hiç önemi yoktur borsaya uğramış olan malların tamamı zaten meşruiyetini kazandığı için tövbe kapısından içeriye sorgusuz sualsiz girer…(!)

Onun bunun malını mülkünü gasp eder, gerekirse hayatını ortadan kaldırır tüm malına konarsınız, bir ibadethane yaptığınız zaman hemen o haramzadelik yerinizi, bey efendiliğe ve adamlığa bırakırsınız… Bir de yaptığınız ibadethanenin kapısına isminizi de verdiğiniz de bulunduğunuz bölgenin eşrafından hayırsever fakir babası olup çıkarsınız, cennetteki yeriniz garanti olur, zaten buradaki yerin cennet olması nasıl garanti ise, orada da senden başkasının hakkı değil ki cennet(!)

Günah borsasının, hayatın ortasına attığı yeni ticari kavramlardan birisi, biz yemeyelim de onlar mı yesin, bizimkiler almasın da onlar mı alsın, biz bunları almasak zaten onlar geldiğinde götürecekler, hiç olmazsa bizim kullanacağımız yerler hep hayır işleri… İnsan haram üzerine ev kurar mı sorusunun karşılığı, öncekileri hiç gören yoktur, o zaman bunlar yok muydu hatta öyle vardı ki hiçbir şey yapılmıyordu, hiç olmazsa biz günah borsası kurduk, insanların günah işleme özgürlüğü var, en azından borsaya gelir günahını işler tekrar arka kapıdan çıkar gavsa gider tövbe alır cennete gönül huzuruyla gider…(!) Günah borsasında dini literatürdeki gerçek anlamlar, borsanın işleyiş kurallarını dikkate alarak açılım yapar, yoksa din de meşruiyetini kaybedebilir. Borsa da önemli bir ilke, yakınından başlayacaksın, akrabanı eşini dostunu gözeteceksin hak onlarındır, onları korumuyorsan bu nasıl borsaya üye olmak olabilir diye, borsadan aforoz olabiliyorsun… Hatta dini gerekçeleri de zaten oluşturulmuş olur, “Allah demiyor mu yakın akrabaları gözetin kollayın diye…”Evet borsa içinde bir üye olup orada satış yapabilmenin en önemli koşulu Dini kavramları borsanın işleyiş koşullarına uygun hale getirip yumuşatmaktır. Yumuşatmadığınız takdirde siz yumuşamış olursunuz ve borsayla ilişkileriniz kesilir…(!)

Yanlış anlamayın günah borsası dediysem, yani günün her gün ah çektiği(!) borsa var ya, ondan söz ediyorum. Günün bir daha doğmak istemeyip ah çektiği borsayı anlatıyorum… Sebebi ise, her gün doğan günün sırtına tüm günahlarını yükleyerek, kendileri masum ve elleri tertemiz toplum içine çıktıklarında parmakla gösterilecek bir iş adamı, fakir fukara babası, vergi rekortmeni, ülke sevdalısı, gençlerin ağabeyi, uyuşturucu trafiğinin uzaktan kumandası, denetleme sitemlerinin radarlarını işlevsiz kılan görünmez manyetik dalga sistemi, yani ne kadar olunması gereken varsa her şeyi olmuş, ama adam olmayı zül kabul edip borsa kurmuş haramzadeler olmalarıdır…

Gün bile, bunların cambazlıklarını gördüğü zaman Güneşe ricada bulunup gelmek istemediğini beyan ettiği için, gün ah çekerek güne başladığından bu günün başlamasıyla açılan borsaya Gün-ah Borsası dedik…

Günah borsasının devamını sağlayan dini yumuşatarak onun yumuşak yanından güzel bir fetva devşirmekten geçiyor olsa gerek… Eğer bir yerde işlenen haramlar sizin için yapılıyorsa, ona kim haram derse iki gözü önüne aksın(!)zaten insan sadece kendisi için koca bir günah borsasının açılışını neden istesin ki, öyle bir oluşum ancak başkalarını düşündüğünüz zaman her yolu size meşru ve mubah kılar…

Günah borsasında her dönem ve zamanda geçerli olan ana ilke, vicdani sorumluluk asla duymayacaksın, vicdansızca haz almaya bakacaksın… Bunu yapmazsan iki günde kafayı sıyırır tımarhaneye yolculuk yaparsın…

Kolu nerede kırdıysan orada bırakacaksın hatta kırıldığını bile hiç çaktırmayacaksın… Sorarlarsa üzerime salça döktüm onun kırmızılığıdır deyip geçeceksin…

Hiçbir açık kapı bırakmayacaksın ki, günah borsasında ihaleyi herkes görmesin. Şayet yanlış düşünüp üstüne gelenler olursa herkesten çok bağıracak ve kanıtla diye direteceksin…(!)Nasıl olsa montaj çağında yaşıyoruz, çok zorda kalırsan bu montaj, kesinlikle öyle bir şeyin olması mümkün değil, bakabilirsin diyerek görüntüyü yok etmeye çalışacaksın, gerekirse o anda bile görüntünün bozulmasını sağlayacaksın…

Günah borsasının devamını engelleyici güçler çıkarsa, mutlaka onların hain işbirlikçileri olduğunu bileceksin, tek amaçlarının ezanımızın okunmasını ve bayrağımızın dalgalanmasını engellemek için bunu yaptıklarını önüne gelen herkese anlatacaksın ve onu rezil rüsvay edeceksin gerekirse, çok zorda kalırsan ajanlık damgasını vurmakta bir beis görmeyeceksin… Nasıl olsa Tövbe kapısından girip gavsun elinden tövbe alacaksın, bazen aşırı gitsen de üzülmeyeceksin bu bir muharebedir, harpte yalanda olur aldatmakta… Yoksa borsanın battığına şahit olursun…

Savunmada asla olmayacaksınız, çünkü savunma yenilginin kendisidir, her zaman baskın ve saldırı halinde olacaksınız… Saldırmak haklılık halidir(!).

Günah borsasında değerler o kadar artıyor ki, her geçen gün değer kazanıyor, dolayısıyla kimse borsa dışında kalıp bekleyen müşteri olmayı düşünmüyor… Ondan dolayı tüm değer sistemleri alabildiğine değer kaybederken günah borsasında her türeden senet ve tahviller alabildiğine çıkışa geçiyor…

Bu borsanın ne kadar değer kazandığını uluslararası borsalarda yakından takip ediyor… Biz yine de elimizdeki imkânların burada bir değer kazanmasındansa, kökten kaybetmeyi göze alarak haramzadeler arasında yer almamak için, her dönemde adam olduğumuzu kanıtlamak ve kendi adımlarımızla kendi inimizde inzivaya çekilmeyi tercih ediyoruz…

Son dönemde meteorolojiden aldığımız bilgilere göre, günah borsası üzerinde yönü belli olmayan ama gökyüzünden yere doğru hızla esen gök gürültülü ve şiddetli taş ve çamur getiren karabulutların kuşattığı haberlerini alıyor gibiyiz… Bu bulutlar öyle bir yüksek basınçtan geliyor ki, alçak basınç alanında kalan günah borsasını ah çeken günle birlikte yok etmeye ahdetmiş gibi görünüyor… Biz yine de alışverişlerimizi yaptığımız yerin içinde günah borsasından bir rüzgâr esip esmediğine dikkat ederek ince eleyip sık dokursak lehimize olacağı kanaatindeyim…

“Rabbim içimizde sadece zulmedenlere erişecek olmayan o azabından bizleri koru…”Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eyleme, günah borsasının haramzadelerinden bizleri beri kıl… Nefislerimizi temize çıkarmak değil derdimiz nefislerimizi temizle bizleri Salih kulların arasına kat, huzuruna çağırdığında sana karşı bizleri mucup eyleme, âmâ bizleri sana dost eyle ey rabbimiz…

Rabbim bizler eksik zayıf cahil ve unutkan kullarız… Bizlere doğru ile yanlışı ayıracak kabiliyeti ver ve günahlarını severek onlarla hem hal eyleme bizleri… Rabbimiz kalplerimizi düzelt içimizde müminlere karşı bir kin bırakma, unuttuysak yanıldıysak bizi mesul tutma, bilerek sana asi olmaktan bizi uzak eyle, sehven yaptığımız hatalarımızı affeyle… Rabbimiz bizim senden başka kimimiz kimsemiz yoktur, bizi her türlü ayak oyunlarından beri kıl, hakkı batıla karıştırarak hakmış gibi yaşayanlardan eyleme…

Merhametlilerin en merhametlisi biz kendi nefsimize zulmettik, dünya ve içindekilerin başımıza bela olmasıyla senin sevgin kalbimizden çıkıp gitti, bir kadavraya döndük; Allah’ım günahlarımızın affını diliyoruz, sensiz yeryüzünde yaşamanın mümkün olmadığını bildiğimiz için, bizi senin sevgin merhametin ve şefkatinden uzak tutma sen bize acımazsan biz ebediyen senin cehennemine gark oluruz Allah’ım…

“Kim Rahmanı hatırlamaktan ve her ortamda onun zikri ile yaşamaktan uzaklaşırsa, biz ona yanından hiç ayrılmayacağı bir şeytanı musallat ederiz. O da onunla arkadaş olup ona kabuk gibi yapışır, onu doğru yoldan uzaklaştır… Bize geldiği zaman arkadaşına sen ne kötü bir dostmuşsun keşke seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar mesafe olsaydı…”diye hatırlattığın buyruğuna karşı biz gaflete daldık, rabbim bizleri affeyle geldiğimiz makamlar bizi bizden aldı…

“Allah’ı unutup da Allah’ın da kendisini kendisine unutturduğu kimseler gibi olmayın ”dediğin hatırlatmaları biz yaşar olduk rabbim hesapları karıştırdık bir kara bulut bizleri kuşattı bizi aydınlığa ancak sen çıkarırsın “biz senden gelecek her hayra muhtacız Allah’ım…”

Sevgiyle sağlıkla kalın merhametlilerin en merhametlisine emanet olunuz…

 

Erol KEKEÇ/25.02.2022/01.40

24 Şubat 2022 Perşembe

NE VEDA NE FEDA, AKILLA DOĞRU YOLA!

 Kant, hakikaten büyük düşünürmüş, düşünmeyi çok iyi yaptığı için büyük düşünür, düşündüklerini insanlığın faydasına olması için düşündüğünden de, büyüklüğü kabul görmüş bir düşünür…

Kant’ın, kavramları sorgularken onları çok ince elekten geçirerek bir kıvama getirip ondan sonra ifade ettiğini görüyoruz. Kant’ın Bilgi ahlak ve sanat hakkındaki yaklaşımları, onun gerçekten ne katar tutarlı ve kendisiyle barışık biri olduğunu da ortaya koymaktadır. Kant, Bilgiye yaklaşımında bilginin değeri ve kaynağı ile ilgili ileri sürdüğü yaklaşımı hakikaten üzerinde durulması gereken bir yaklaşım… Bazılarının bilginin kaynağında tecrübe deneyim ve gözlemleri kaynak olarak görmesi, kimilerinin de aklı doğrudan bilginin depolandığı kaynak ele almasına karşın, Kant Aklı bilgi üreten bir kaynak yani üretici bir mekanizma olarak ele alır, ama dış dünyadaki deneyim, gözlem tecrübelere ise bir yığın, hammadde olarak yaklaşır. Kantın bu yaklaşımı benim açımdan da büyük önem taşımaktaydı, neredeyse tam da böyle düşündüğümü söyleyebilirim…

Tecrübeler, aklın süzgecinden geçmeden nasıl sistematik düzenli ve kullanımı olan bir bilgiye dönüşebilir ki, genel geçer ve herkesin üzerinde anlaşabileceği bilgiler, ancak aklın doğru kullanılması ve akıl süzgeçten geçirilmesiyle elde edilen bilgi olabilir. Ondan dolayıdır ki, Kant hakikaten insanın üzerinde düşüneceği ve doğru bilgilere ulaşacağı çok değerli açıklamalar yapmıştır. Bazen bizde kullanırız, senin ne söylediğini kulakların duyuyor mu diye!                                                                                Hakikaten ne söylediklerini kulakları duymayan nice söyleyenlere her gün şahit olmaktayız. Babasından atasından, hocasından, televizyondan, sokaktan, politikacılardan duydukları ile yaşamlarını devam ettiren varlıkların olduğunu çok iyi biliyoruz. Tecrübe değerinde bile olmayan sadece duyulara dayanır nitelikte yorumlanması ve algılaması gerçekleşmemiş bir uyaranın bilgi olarak yaşanıldığı ortamlarda doğruya ulaşma imkânınız çok zor olur. Yani bizim yaşadığımız ortamda, yaşamda karşılığı olan ve üzerimizde ağır bir yük olarak duran bilgi, bilgi olma hüviyetini kazanamamışken, bizim hayatımızın savunma reflekslerini güçlü kılan bir uyaran konumuna geldiğini görmekteyiz. Savunma reflekslerinin duyumlarla harekete geçtiği yerde, insanların sürekli zihinlerinde tutacakları ve belleklerini güçlü kılacakları bilgiden yoksun olduklarına şahit olmak çok kolaydır. Duyumlar kuru yığınlardır onlardan yola çıkarak hakikate ulaşamazsınız, ne zaman ki onları tanımak için algılama süreci başlar, sonrasında yorumlama aşamasına geçilir, işte o zaman hammaddeler akıl süzgecinde tartılacak bir pozisyon almış olurlar. Akıl süzgecinden zihin kalıplarından geçirilerek elenip bir üretim sonrası kullanılacak aşamaya gelmiş bilgiler, hafızalarımızda uzun süre kalır ve onun etki alanından hemencecik çıkmanızda zor olur. Bir uyaranı görmemişseniz onun bilgisine sahip olamazsınız. Görmek algılamaktır, bakmak ise bir duyumdur, biz her şeye bakıp geçiyoruz ancak geçtiğimiz yer hakkında birileri bize bir soru sorduğunda orayla alakalı bir tanımlama yapamıyorsak bizim oradan sadece geçtiğimizi ama hiçbir şeyi görmediğimizi gösterir. Görmeyenlerin nara attığı çığlıklar, bir bilgi dayanağı olan çığlıklar değildir. Bilgi dayanağı olmayan her söz ve davranış anlamsız ve sadece size zaman kaybettirerek, allınızın pasif duruma gelmesine neden olur. Aklın pasif durumdan aktif duruma geçmesi için, toplumsal yaşamdaki kutup başlarına iyi bakalım, orada insanlar arası ilişkiyi başlatacak reaksiyon nereden nasıl başlıyor… Bu süreci doğru yönetebilmenin ve istenilen sonuca az masraf ve kısa zamanda ulaşmak için aklın işletim mekanizması harekete geçmelidir. Yani akıl bilgi üreten bir kaynak olma vasfına ulaşmalıdır. Aklı ne insan dışında ulaşılması güç bir makama çıkararak onu ilahlaştıralım, ne de verilenleri sadece işleyen ama müdahale etmeyen bir araç olarak görelim… Akıl aktif ama belli koordinatlar içerisinde mücadelesini verir. İşte aklı o konumuna getirmek zorundayız, aklın hakiki bilgiye ulaşması için sınırlarını aşmayacak yerini, iyi bilmeliyiz, acziyetini kabullenecek olması onu bulunduğu makamdan da aşağı indirmek olmamalı ona davranışımız…

Nerede yaşıyorsak orada yeni bir başlangıç yapabilmek için, sürü psikolojisinin etkisinde kalarak nerede tıngırtı orada buluntu şeklinde devam eden yaşamları, bilinçli seçenekler haline getirmek zorundayız. Bilinçli seçenekten yoksun tercih sebebi olmayan hayatlar her dönem de sürünmeye mahkûmdur. Duyuları bir bilgi olarak öğrenmiş olanlar, her zaman kullanılan kobaylar olduklarını zaten anlayamazlar. Onların bu ayrımı yapacak zihin duvarları tortulaştığı için onlar arasından hakikati nasıl ortaya çıkarmalarını bekleyebilirsiniz?

Taklidi, yöntem olarak sunan bir anlayışın akla ne kadar değer verdiği zaten ortada iken, aklı neden kullanamıyoruz diyerek kendi içimizde bir sorgulama yapmanın da anlamının olduğunu söylemek çok zordur. Öncelikle bize aktarılan ve ne olursa olsun bunlar böyledir ve bu kalıplar sizin hayatınızı şekillendirecektir şeklindeki açıklamaların tümü hakikatten uzaktır. Farklı dönemlerdeki yaşamları biçimlendiren, öncekilerin yaşamları için oluşturulmuş kurallar ise, buna da İslam fıkhı diyerek evrensel bir içerik kazandırmak, aslında aklı hayatın dışına atmanın en açık örneğidir. Fıkıh yaşamdan doğar, nerede ne zaman yaşıyorsanız o zamana özgü bir fıkıh geliştirmek zorundasınız, işte, akıl burada üzerine düşen rolü en iyi oynamalıdır. Fıkha ait şekilsel görünümler üzerine yeni bir fıkıh oluşturmak gerekmez ancak hayatın devamı ve bulunulan ortamın getirdikleri iyice irdelenmelidir. Bunu neden mi söyledim aklı pasif durumdan aktif duruma geçirmenin en önemli yolu, onu kendi doğal ortamına kavuşturmaktır. İslam bir enerjidir her dönemde onun size vereceği vardır ve ondan istifade etmek isteyenler onu her zaman yanlarında bulurlar, ancak İslam’ın enerji olma özelliğini indiği dönemdeki enerjinin ne olduğuna takılıp da, enerjiyi devre dışı bırakırsak bizim ondan faydalanma imkânımız olmayacaktır. Bir örnekle izaha çalışırsak, insanlar ilk dönemlerinde çeşitli enerji kaynakları oluşturdular, tezek, odun, kömür, petrol, elektrik, doğal gaz derken güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi enerjinin elde edildiği nesnelerle karşılaştık… Ama bizim asıl varmak istediğimiz enerjidir. Bu enerjinin kalitesi kullanılan malzemenin niteliğine göre farklı olabiliyor, ancak sonuçta hedefimiz enerji almaktır.

İslam, aynen bu enerji gibi her dönemde yaşama egemen olacaktır, insanların algıları ve yaklaşımları da bulundukları dönemdeki enerji elde edilen nesneler gibi düşünüldüğü zaman, geçmişte kullanılan tezekten elde edilen enerjinin daha iyi ve kutsal olduğunu savunarak sadece onunla haytamızı devam ettiririz diyerek yenilikleri imha etmek, akla yapılacak en büyük ihanet olur. İslam akıl dinidir derken her dönemde İslam’ın sınırları içinde akıl sorunlara bir yol bulur demektir. Eğer akıl sorunları çözmeyecek durumdaysa, akıl nimeti henüz nimet olarak tam anlamıyla keşfedilmemiş demektir. İslam dünyası olarak bildiğimiz dünyanın en büyük karanlığı, aklın kullanım kılavuzundan habersiz, akıldan faydalandıklarını iddia ederek akıldan yoksun yaşamalarıdır.

Din bir yaşam biçimidir. Benim bu günümü şekillendiremeyen din o zaman geleceği göremeyen (haşa) bir tanrı tarafından gönderilmiş olur ki, o zaman o din benim hayatıma hükmedemez… Yaratıcının katında bu gün yok muydu ki, bu günü içine alacak ve bugünün insanlarının yaşayacağı ortamı dikkate alacak bir din göndermemiş olsun… Eğer bu din evrensel ise, öyle olduğundan kuşku yoktur o zaman bu dinin sahibi bu günü de şekillendirecek bir din gönderdi. Bu günü şekillendirecek olan dinin kendisi, yani enerjidir, âmâ geçmişin enerji elde ederken faydalandıkları nesneler ve yollar değildir. Öyle olduğunu iddia edip onları dayatırsak bu din evrenselliğini kaybeder. Geçmişe sahip çıkalım diyerek taklitçiliği bir yöntem olarak sunan bir anlayış evrensellikten ne anladığını acaba sorgulamış mıdır?

İnsanın kutsallığı onun içinde kutsal bir değer olan aklı ve ruhu barındırmasıdır. Bunları gerektiği gibi kullanamayanların kutsallığı ortadan kalkar, canın korunma kutsallığı dışında… Geçmişin doğrularını örnek almak, onların kutsanarak hayatın belirleyici olmada bir öncelik alması demek, insanın kutsallığını kurşunlamak olur ve din o zaman bir zulüm mekanizmasına dönüşür. Geldiğimiz süreçten yaşamdaki dağınıklıklara baktığımızda bunların birçok olumsuzluklara neden olduğunu söyleyebiliriz… Gençlik Deizme kayıyor diye ilahiyatçıların nerdeyse çoğunluğu hatta diyanet İşleri Başkanlığına kadar bu konular gündem oluşturdu ve gençliğin yaşamı sorgulandı ama kimse çıkıp ta bizim dayattığımız, din diye baskı kurduğumuz acaba din mi, yoksa oluşturduğumuz kutsal geçmişimizin bu çağın insanının hayata bakışıyla örtüşmemesi olabilir mi deme cesaretini göstermedi…

Bunları örneklendirmemdeki en önemli sebep, Kant’ın anlatmaya çalıştığı akıl üretici bir kaynak olmalıdır sözünün yaşamdaki karşılığının önemini kavramaktır… Aklı, aslandan korkup kaçan yaban merkepleri gibi gördüğümüz bir ortamda insanlığa verilecek hiçbir şey kalmamış demektir… Ondan dolayıdır ki, aklı aktif hale getirip onu hayatın dümenine oturtmamız lazım… Aklı yürekten bağımsız ele aldığımız zaman Aklın ilahlığının egemen olduğu çağa ramak kalmışız demektir. Farabi’nin, Din ile akıl birbiriyle çelişmez ve birbirini tamamlar dediğini ilk duyduğumda bayağı bir sorgulamıştım. Ancak aklı yaratan da Allah vahyi gönderen de Allah, dolayısıyla Allah’ın yarattığı iki değer birbiriyle çatışmaz ancak dizginleri el değiştirirse rakip olur diye bir yorumunu 88 yılında okuduğum zaman beni de bayağı etkilemişti.

Evet, dostlar aklı bukağılamış İslam dünyasından, aklı baş tacı yapan bir dünyaya kapıları aralamazsak, biz ne doğru bilgiye ulaşırız ne hakikatleri sorgularken analiz ve eleme sistemi geliştirebiliriz. Analiz, sorgulama ve ayıklama becerisi olmayan toplumlar, ne verirsen alır ve kolayca sindirirler sonucun ne olacağını hesap etmediklerinden kendi elleriyle kendi ölüm fermanlarını imzalarlar ya da yok oluşa davetiye çıkarırlar.

Topladığımız tüm tecrübeleri deneyimleri, gözlemleri ve devraldığımız geçmişi akıl süzgecinden geçirerek iyice irdeleyip kendi aklımızın ürünü olan bilgilere dönüştürdüğümüz zaman yaşarız. Yani kendi çağımızın bilgisini üretmeye ihtiyacımız var, bunları ithal edemeyiz, birilerinin gelmesini beklemeyeceğiz kimse mehdi Mesih beklemesin, beyinsizliklerimizin ve tembelliklerimizin adını mehdi koyduk diyen Rahmetli Aliya gibi bende diyorum ki, mehdi doğru yola götürecek olan ise, bu ancak aklını yaratıcının belirlediği çizgide kullanan herkes olacaktır… O halde ne duruyoruz herkes kendi aklını doğru kullandığı zaman bir mehdidir. Mehdiler uyursa, olmayan yerden mehdi bekleyedursun bir kul, ömrünün sonunu yakın eder o kul…

Geçmiş için söylenecek söz Kuran’ının şu ayetinden başkası olamaz…”Rabbim bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, bizden önce yaşamış Müslüman kardeşlerimiz için kalbimizde bir kin bırakma…”Onlar bir ümmetti geldi ve gittiler, bize düşen görev kendi dönemimizde nasıl bir ümmet olduk ve ne kadar terazide ağırlığımız var, onu tartmak olmalıdır.

                                                                    

“Allah katında canlıların en kötüsü aklını kullanmayan hakikate karşı sağır ve dilsizlerdir.”

Rabbimin bu ayeti ile konuyu kısaltmak istiyorum… Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür… Yeni bir sorgulama alarmı başlatabiliyorsak rabbime hamdolsun… Selam saygı muhabbet ve dualarımla hayırlarda yarışanlar olmak dileğiyle… Her şey İnsan için, insanca yaşamak için, insan gereklidir…

Erol KEKEÇ/23.02.2022/22.08

23 Şubat 2022 Çarşamba

AVUÇLADIM YILDIZLARI ZİHİNDEKİ KARANLIKLAR İÇİN!

Mumyalanmış meyyit gibi sokaklarda yürüyen canlıları görünce, hangi gezegende yaşıyorum diye kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda kendi dünyamda yaşadığımı fark ettim…

Canlı olduğunu sandığım, ruhları gitmiş bedeniyle dolaşanların canlı olup olmadığını anlamaya çalışırken, az kalsın kendi ruhumu elimden kaçıracaktım… Bir ruh gibi gezdiğimi söylesem, ama biz senin bedenine de şahit oluyoruz diyenlerin olacağını biliyorum… Ancak ben onların ruhunu fark etmediğime göre, o benim ruhumu nasıl anlamış olabilir bir nesne iken, sormadan da edemiyorum… Tanımlanma zorluğu çeken, canlı olduğuna inandığım ama canlılığını ruhları gidince kaybedenler arasında dolaşırken, kendimden kuşkulanmıyor değilim… Acaba sorun bende mi yoksa ruhları olmadığı halde yaşadıklarını sananlarda mı diye kafamda deli sorular oluşuyor. Bu sorulara yenileri eklenirken, evrenin varlık sırrına vakıf olmadığım içinde kendimden utanmıyor değilim… Evrenin sırrına ereyim derken, evrenin bilgisi acaba nasıl oluştu, var mı ki oluşsun diye başka soruların zihnime çarpmasıyla zihnim kendi içinde bir savaş başlatmış gibi…

Canlılarla dolu olduğunu sandığım ama hepsi mumyalanmış meyyit gibi gezenleri görünce, bunlar neden gezer, bunları bu harekete zorlayan biri mi var, bunların iradesi gitmiş ise, bunlar yaptıklarından ne kadar sorumlu olabilirler gibi deli sorular geliyor sorgulamalarımın içine… Peki, nesne olarak yaşayanların erdemli bir eylemi olabilir mi, erdemli olduğunu söylediğimiz eylemler, özgür iradenin kontrolünde değilse, bu nasıl erdemli olabilir… Zaman zaman kendimle de konuşmuyor değilim, karşıdan gelen araç önündeki adamı çarpacakken hiç oralı olmadı ve yayaya da küfürler savurarak oradan uzaklaşıp giderken, bunu içinden rahatsız eden hiçbir uyarı sistemi yok mu, olsa bunu yapar mı, yapıyorsa karşısındakinin çektiği acılardan buna hiçbir uyaran gelmiyor mu, diye kendimle muhabbetin dibine vurmuyor değilim… Mumyalanmış meyyitler arasında gezen biri olarak, meyyitlerle konuşma şeklini henüz çözemediğim için kendim soruyorum, kendi sorularım üzerinde yine ben düşünüyorum. Olur ki, belki bu kadar düşünme bir canlı meyyiti(!) etkiler diye, soruların şeklini ve sayısını da bazen çığırından çıkararak hoyratça konuşmaktan ve sorgulamaktan zevk almaya başlıyorum…

Neden birisinin doğru dediğine, bir başkası doğru diyemiyor, acaba doğruluk bir nesne ile o nesne hakkında ortaya koyduğum yargının uyumu değil mi? Beyaz bir tavşan bahçemizde geziyorsa işte bembeyaz bir tavşan dediğim zaman herkesin ortak ifadesi harika kar gibi rengi varmış bu ne güzel bir şey böyle, dediğine şahit olursunuz ancak başka bir konuda aynı nesne ve yargı örtüşmesi gerekirken herkes yan çizmeye çalışır. Yaşadığımız evrende ortak bir kanı olarak zihinlerimize koyduğumuz bir yargı var, matematiksel doğrular her yerde aynı, asla değişmez denir ama yaşadığımız coğrafyada matematiğin doğrularını kurumsal işleyişler, ensenin kalınlığı, güce sahip olmanın verdiği rahatlık değiştirebiliyor… Hatta yeniden yazılmasına bile neden olabiliyor…

Patagonyanın istatistik kurumu, geçtiğimiz dönemde öyle bilimsel araştırmalara imza attı ki, inanın(!) küçük dilimi yutacakken, boğazımdan çıkarmak için itfaiyecilerden yardım almadım değil… Çarşı, Pazar, Sokak esnaf geziyorum; elimi bir şeye değdiremiyorum hemen yanıp kızartmaya dönüyor, çünkü cebimde taşıdığım küçük tüp yangın söndürücü onu söndürmeye muktedir olmadığı için, o kadar dikkatli yürüyorum ki, alevlerden etkilenmeden bu sokaklardan nasıl çıkarım diyorum; olmuyor alevler o kadar yüksek ki,50 metreden yüzümü yakıyor…

İlk yardım hastanesinden ateşin etkileme gücü ve ısının debi ölçümlerini istiyorum, bu kadar yakmaması lazım çünkü biz ölçtürdük bu yangından ancak olsa olsa %23 lük alev çıkmakta bu da en fazla 15 metre uzaklıktaki canlıları etkiler ama bu kadar yakmaz diyorlar… Peki, bu benim yanmama neden olan alevler nereden gelmiş olabilir diye sorduğumda, bana öyle güzel masallar anlatarak acımı unutturuyorlar ki, sanki yangını çıkaran benmişim gibi utancımdan yüzümü kapayarak ola ki bana yeni bir fatura düzenlerler diye kuyruğumu kısıp sesimi kesip hemen ilkyardım hastanesinden çıkıyorum; bir daha sokaklara uğrayacak mecalim kalmadığı için yangını bu defa içimde hissediyorum ve hepten yanıyorum… Dumanları kimse görmesin diye dışarıya salamıyorum kendi içimden kendimi imha ediyorum ama ben doğruluğumu bir türlü kanıtlayamıyorum… O zaman da durup kendi kendime soruyorum, demek ki doğru diye bir şey yokmuş,(!) doğru diye bir şey olsaydı etrafımda bu kadar mumyalanmış meyyit gezmez, en azından bir canlıya tanık olurdum diye kendimle konuşa konuşa evimin yolunu tutuyorum…

Evet, sokakta gördüğüm yangınının alevleri eğer patagonyanın istatistik kurumunun elindeki rakamlarla örtüşmüyorsa o zaman rakamlar yeniden yazılmalı; birin yerine, eksi bir yazılmış,10 un yerine eksi 20 gibi yanlış bir değerlendirme kriter ölçeği verilmiş olabilir, onun için nesne ile (gerçeklik)  yargı uyum içinde değildir bu da o zaman asla doğru değildir deme gibi bir hakkım olduğunu bildiğimi sanıyordum… Oysa ben sanadurayım etrafımdaki mumyalanmış meyyitlerden hiçbir kıpırtı gelmeyince mezarlıkta doğruluğun tanımının ne olduğunu sorduğum için kendimden utandım…

Sahiden doğruluğun insanın yaşadığı ortamda nesnel bir ölçütünün olması ve matematiksel ölçüle bilirliğinin varlığı gerekli değil mi? Ölçmeyi bıraktım bazen bir iddianın neye göre savunulduğunu anlamakta ve algılamakta da zorluk çekiyorum… Temele inmeye çalışıyorum ne temel var ne duvar tamamıyla sel gelip alıp götürmüş ortalıkta görünen sadece bir zamanlar buradan bir derviş geçerken böyle demişti diyenlerin masalları var… Buna rağmen fanatik savunucuların canhıraş savunmalarını gördüğümde kendimden utanıyorum, yahu bu mumyalanmış meyyitler içinde ne enerji varmışta ben mi ölüyüm diye kendi kendime sorgulamamın yönünü, bir anda kendi röntgenimi çekmeye yönlendiriyorum…

Hiçbir bilgi ambarın yoksa savur gitsin, demişler ya bekâra karı boşamak kolay diye… Öğrendiklerinizin vebali, sorumluluğu ve sizden beklediği ve hesabınızı değerlendirecek bir terazi olduğuna inancınız yoksa sallayın gitsin, konuştuklarınızın karşılığı boş çıkarsa neden üzüleceksin ki, zaten sonrasında ne olacağının hesabını yapmıyorsun o zaman salla gitsin… Ebem dedi, kör dedi gelene geçene vur dedi diyerek alırsın eline süpürgeyi hoşuna gitmeyenlerin suratına suratına vurursun, hiç olmazsa bir iz kalır, kuduz gibi herkes ondan uzaklaşır… İşte meyyit olmak ile meyyit olmamak arasındaki önemli çizgi, sorumlu canlılardır insan, sorumsuz insanlardır meyyitler…

Meyyitler içinden sorumlu canlılar evrenine bir yolculuk yapalım dedim bir anda kendimi patagonyanın istatistik kurumumun doğruluk kavramına getirdiği anlamı görünce tüm bildiklerimi unutup doğruluğu yeni anlamıyla benimsersem acaba ne olur diye düşünürken, inanın başıma bir ağırlık çöktü ki kafamı kaldıramaz oldum… Kerbela çölünde Hüseyin’i Yezide biate götüreceklermiş gibi kendimi onun yerinde buldum… Yani öyle bir ağırlığı varmış ki, bir anlamı yeniden tanımlamanın… Bazen anlam kayması falan(!) diye öğrenmiştik, bu ona hiç benzemiyor ne almam koyuyor ne ciğer ne yürek alıp götürüyor sonra bir kadavraya döndürüyor seni…

Bütün bu anlamsızlıkların kaymadan kaynaklandığı anlaşıldı, âmâ saman yolundan bir yıldız kaydığı zaman tam bir eser, muhteşem harmoni, demek ki her kayış bir bozulma olmuyor, bazen insanlar kendi elleriyle kendilerini zorla kaydırarak fıtrat güzelliğini sanki bozuyorlar değil mi?

Arabasıyla yayaya çarpacakken basıp giden nasıl kendisi için yaşıyor başkası onu hiç ilgilendirmiyorsa, Karacaoğlan da böyle yaşamış biz devri salikleriz, ne aldıysak onu yaparız bazen de o kadar tutucuyuzdur ki, devredenlerden daha fazla sahipleniriz…”Ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça diyen Karacaoğlan’ı bu sözüyle bazen arşı alaya çıkarırız ve onu kendimize rehber biliriz… Oysa ben güzele güzel derim benim olmasına hiç gerek kalmadan, çünkü o güzellik, Aristo’nun deyimiyle belli bir oranı ve uyumu içeren matematiksel bir düzen varsa o hep güzeldir. Güzel olan aynı zamanda değerlidir. Ayrıca doğru olduğunu söyleyenler de yok değil…

Muhteşem semaya ihtişamlı gözlerle bakanlar ancak ondaki güzelliği yürekten algılarlar. Algılamıyorsa insan zaten bir meyyittir, meyyitten neyi nasıl doğru güzel ve iyi olarak tanımlamasını isteyeceksin ki… Mumyalı insanların cansız bedenlerini anlamlı kılmak için çıktığımız bu yolda, eksik olan ruhu, taşımak istedik ağırlığı çok olsa da, yazdığım bu satırlarla…

Duygusal beğenileri sağlamış olsak bile, eylemlerde ortak bir ölçü olan iyiyi getirememişsek hayatımızda, doğrulara kulaklarımız kapalı olacağından kimsenin kuşkusu olmasın… Duygusal refleksleri güçlü olan bir toplum olduğumuz için, hep duygusal yargılar ve sübjektif güzellik yargısı ile temel yaşam hakkında değerlendirmelerde bulunuruz… Ondan dolayı da bir türlü istikrarlı bir zeminde doğru yargıyı ifade etme becerisini gösteremeyiz…

İnsanlık için yaşamsal değerler, insanlığı kuşatmalıdır. İnsanlığı kuşatmayacak bir ölçü herkesin uymak zorunda olduğu bağlayıcı bir ölçü olamaz. Mesela yıllarca bize İslam devleti dendiği zaman akan sular durur onun uğruna ne yapacağımızın hesabını yapar devlette alacağız görevlerin hayalleri ile düşlere dalar giderdik… Bu bahsettiğim yıllar liseli yıllarımızdı, şükür biz çok okuyan ve sorgulayan insanlar arasındaydık… Ben o yıllarda mantıki kavramlardan yola çıkarak kavramların içlem ve kaplamlarıyla ilişkilendirerek kaplamı az olan bir kavramın kaplamı daha fazla olan bir kavramı kuşatmasının mümkün olmadığına inanırdım. Ondan dolayı da bütün bir insanlık ya da farklı insanların birlikte yaşadığı ortamlarda bir dinin, etnik kökenin ya da ideolojinin ölçüt alındığı bir devlet olamaz derdim… Çünkü din kaplam olarak insandan daha aşağıda ama insan daha yukarıda o halde kurulacak devlet insanı kuşatmalı ki, sağlıklı olsun ve kendi kendisiyle çelişmesin yoksa anlamsız bir oluşumu kutsallaştırarak başkalarına dayatıp onların da günahını üstlenmenin anlamı yoktur diye düşünürdüm…35 yıl geçmiş olmasına rağmen bu düşüncelerimi bu günde savunuyorum…

Bu da nereden çıktı diyenlerin olacağını düşünerek diyorum ki, sübjektif ölçüleri bir dayatma aracı olarak evrensel değermiş gibi insanlığın hayatını felç etmek için kullanmanın kimseye bir faydasının olmayacağı muhakkaktır.

Sorgulama sürecini tamamladığını düşünen ama sorgulamanın ne olduğunu sorduğunuzda sadece karşıt düşünceye hakaret ve küfretmeyi bir erdem sananların dünyalarının, ne kadar karanlık bir dehliz olduğunu kısa hatlarıyla izah etmek için bu yazıyı kaleme aldım… Sorgulamadan korkanlar yaşam alanlarında hep tedirgin ürkek ve korkak yaşarlar… Sorgulama beynin aklı harekete geçirmesidir. Harekete geçmemiş bir aklın olup olmadığına nasıl karar verirsiniz. Aklı olduğuna inandığımız sorumlu canlılarla birlikte dünyanın çehresini ve var olanların dışında farklı bir anlayışın ve atmosferin olabileceğini sorgulayarak ancak ortaya çıkarabileceğimizi, paylaşmak istedim.

Varlık bilgi ahlak ve sanat ekseninde küçük çapta felsefi düşünsel bir sorgulama olarak katkımız olduysa Rabbime hamdu senalar olsun… Tüm değerleri veren o, bizim sorumluluğumuz doğru denklem kurarak doğru sonuca gitmektir… Gerçekleri yok edip doğru yargılar hiçbir zaman kurulmamıştır ve kurulamayacaktır… Onun için herkese naçizane önerim ve hatırlatmam, gerçeklerle yüzleşmeden hayatımızın doru rotaya oturması imkânsızdır… Bu bilimsel bir yargı değil biliyorum ama şuna inanıyorum ki, siz kendinizce size faydası olduğuna inandığınız, sevdiğiniz duygusal gönül bağı kurduğunuz, elinizden çıkmasını istemediğiniz, olmazsa olmaz dediklerinizi terk etmedikçe kesinlikle iyiliğe doğruluğa kavuşamazsınız…”En sevdiklerinizi feda edip harcamadıkça kesinlikle iyiliğe birre kavuşamazsınız… Onun için diyorum ki sorgulama hayatımızın dinamosu olsun…

Hayat, sorgulayarak başlar, tanıyarak devam eder, tanımlanarak sahip çıkılır, inanarak göğüs gerilir… Son noktaya gelmek için sorgulama cesaretine sahip olmalıyız, olamıyorsak, kendi yarattığımız tanrıları korumanın adı hayat olur…

Selam ve hayır dileklerimle bu saate kadar bunları tefekkür etmeyi bahşeden Rabbime hamdolsun… Ancak sana kulluk eder ancak senden yardım dileriz… Rabbim isteklerimizi senin katındakilerle daim eyle ki, dünya ve içindekilerle boğuşmaktan hedefimizi kaybetmeyelim… Âmin…

 

Erol KEKEÇ/23.02.2022/01.15


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!