Bu Blogda Ara

18 Nisan 2021 Pazar

İNSAN KENDİ SİLAHINA TESLİM!

 “Akan su pis tutmaz” derdi eskiler, ancak yeniler şişe suyu içtikleri için akan suyun nasıl olduğunu pek anlamazlar. Bu söz başlı başına bir yaşamın ontolojik temelini dillendirmektedir. Herakleitos, Boşuna dememişti,” İnsan akan bir sudan ikinci kez yıkanmaz” diye. Buradaki akış, hareket ve sürekli bir değişimi anlatmaktadır. Yaratıcı varlığın dışında var olan her şey sürekli bir farklılaşmayı kendi bünyesinde taşır. Ondandır ki, yapısında daima bir farklılaşma göze çarpar. Bir damla su olan insan, ana rahminde gelişmeye başlar bir organizmaya dönüşür sonrasında yeryüzüne gelir, yavaş yavaş olgunlaşarak kendi gelişimi tamamlar. Bu gelişim zirveye çıktığında inişe geçer ve eski haline döner.

Yaratıcı, malın mülkün ve altının tek bir elde toplanarak orada koruma altında kalmasını istememektedir. Sürekli aynı yerde kalan mal, gelişimini ve faydasını da imha eder. Allah’ın size verdiği mallarla imkanlarla, Allah’ın yarattığı imkanları elde edemeyenlerin faydalanmasını sağlayın ki, mallarınız sürekli bir değişim ve yenilenme sağlasın, yoksa kokuşarak pörsümeye gideceği muhakkaktır.

Bir buğday ambarına koyduğunuz buğdayın yeri değiştirilip toprağa ekilmesi ve insanların kullanımına sunumu olmazsa, bitlenerek küflenerek çürüdüğüne şahit olursunuz. Ancak ambarınızı boşaltır ve insanlara dağıtırsanız onun yerine hem taze buğdaylar koyarsınız hem de sizin dışınızdakilerin yaşamlarına katkıda bulunursunuz. Bu durum, yaşamın devam etmesini ve var oluşunun arkhesine karşılık gelmesini sağlar.

Son üç yüz yıldır insanın hem yüreği hem de yaşadığı evren çok kirlendi. Bu kirlilik insanlığın yaşamına farklı istek ve karanlıkları da beraberinde getirdi. Toprağa yerleşik tarım ve hayvancılıkla geçim sağlayan topluluklarda sahiplenme güdüsü ve yığarak kendisini kurtulanlardan olduğunu anlatmak için toplumda ifsat kaynaklarına pek rastlanmaz. Kentlerin oluşumlarıyla birlikte ilk çağlardan beri sınıflaşma ve farklı tabakalarda yer alanların bulundukları hali etrafa göstermek için imkanlarını da bir gösteriş aracı olarak kullandıklarına rastlamaktayız. Çünkü kentleşme bir anlamda, gösteriş merkezleri olarak ortaya çıkmaktadır. Peki neyi gösterecek orda yaşayan insanlar, bazıları agoralarda kendi oyunlarını sergilerken, kimileri pazarların sahibiymiş gibi kendi mallarını ortaya koyar, kimileri kendilerini mutlak güç sahibi gibi, herkesi kendi kontrolüne almaya çalışır ve diğerlerine zulmetmeye başlar. Böyle olunca kentler bir panayır alanı olarak karşımıza çıkar. Panayır yerlerinde insanların itibarı sahip olduklarının büyüklüğü ve onları elinde tutup ne kadar devam ettirdiğiyle ölçülür. Oysa tarım topluluklarında insanların değerleri, kendi değerlerinden daha üstün tutulduğundan insanların bir değeri var ve insanlar kendilerini anlatmak için dışardan sahip oldukları bir imkanla kendilerini anlatmazlar doğrudan kendileri var, Sahip olduklarını da tasarruflarında olan bir eşyayı el değiştirerek başkalarına da fayda sağlasın diye sürekli bir değişim ve dönüşüm ortamını oluştururlar. Yani aylarca evlerinden çıkmadan yaşamlarını devam ettirecekleri yiyecek ve içecek biriktirmezler. İhtiyaç duydukları anda, onu ihtiyaçlarını karşılamak için alırlar.

Toprağa yerleşik ilk topluluklarda sahiplenme hırs ve başkalarını sömürme güdüleri, onları kamçılayacak bir rekabet ortamıyla karşılaşmadıkları için çok fazla gelişkin olmadığı gibi, onları geliştirmek için özel çabalara da pek rastlayamazsınız. Ancak kent toplumları, beraberinde ortaya çıkan sanayi devrimi ve endüstriyel ortamların doğmasıyla bu isteklerin çok hızlı bir trendle hareketlendiğini görürsünüz. Bu haraketlilik rekabet ortamlarını oluşturur, ferdi rekabetin dışında ciddi bir toplumsal rekabette ortaya çıkar. Toplumsal rekabet içinde belli grupların ve cemaatlerin kendi şartlarını oluşturduğuna ve başka grup ve cemaatlerle yarışacak düzeyde sahiplik ve aidiyet vasıflarını yarış alanına döktüklerine şahit olursunuz. Bu sahiplik gösteri merkezleri bir vitrin haline geldiğinde ve farklı insanların da bu vitrinleri albenisi yüksek, varılması elde edilmesi gerekli bir yaşam gibi algıladıkları ortamda, mal ve mülk, bırakmamak üzere elde edilmesi gereken bir değer olarak görülür. Bu algı değişimi ve rekabet ortamının oluşumunda, insanın yaşam alanlarındaki farklılaşmanın önemli rol oynadığını görmekteyiz.

Sanayileşme ile hızla değişim gösteren kent yapılaşması yüksek katlı binaların çoğalmasına ve bu binaların belli ellerde sahiplikler oluşumuna neden olmuştur. Bu bina sahiplerinin artması malın belli ellerde toplanarak o ellerin dışına akışını durdurmuş ve Devlet bu imkanları koruyanları her iniş durumuna geçtiklerinde tüm imkanlarıyla onları tekrardan çıkışa zorlamıştır. Yani Üretim araçları ve imkanların belli ellerde toplanarak onların dışında kalanlar tarafından rahatlıkla kullanılmasının önüne geçilmiştir. Böyle olunca değişim durdurulmuş ve kâinatın tam ortasına insanlığın onuru kazığa çakılmış, kokuşmuş mal ve nesneler insanlığın onurunun üzerine kurşun gibi dökülerek, sadece mal ve imkanlar algılanır olmuştur. Yaşamın devamını sağlayan ve yaşam için gerekli olan kazanımlar, bir anda insan ile bulunduğu konumu değiştirmiş ve insan mal ve nesnelerin çoğalması ve korunması için bir kolluk gücüne dönüşmüş, insanın değeri insan olmasından çıkmış, sahip olunacak nesnelere sağlayacağı katkıya bağlanmıştır. Yani insan, insan olarak varlık sahnesindeki yerini, kendi kazanımlarının değişmezliğine ve büyümesine terk etmiştir. İnsanın ve onurunun varlık sahnesinden böylesi vahşi bir algıyla al aşağı edilmesi onun hayrına olmamıştır. Çünkü onu bir nesne olarak kullanacak, maksimum fayda sağlamasına önem verilen ama minimum hakların takdim edileceği bir sürüye dönüşümü sağlanmıştır.

Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla Covit-19 virüsüyle bütün bir insanlığın korkuyla kuşatılmasının arkasında o mallara sahip olanların bütün bir insanlığı nesneye dönüştürme çabalarının hızlanarak zirveye doğru çıkarken vitese geçmeyen aracın tutukluluk yapması vardır. Bu tutukluluk hali aslında bütün bir insanlığı dirilterek kendine getirmesi ümit edilirken, daha bir köleleşmeye doğru nefeslerini tutarak akmayan sudan içerek kendi zehirlerini kendi oksijen çadırından almaktadırlar. Akan su kir tutmaz demiştik, akan hava yenilenir ve size daima temiz hava taşır, bu süreç sizin akledebilme melekelerinizi de canlandırır. Ancak o değişim durursa, sizin zihinsel ve kalbi uyanış destanı da imha olur ve bir korku sizi sarar, o korkuyla acaba sıra size ne zaman gelecek tedirginliği ile kendinizi dışa kaparsınız hem elinizdekileri hem de kendinizi koruduğunuzu sanırsınız. Oysa bu durum sizlerin, evrenin yaşamının üzerine oturduğu değişimi durdurarak kendi yok oluş fermanınızı hayata geçirdiğiniz andır.

Konumuzun başında anlatmaya çalıştığımız önermemize yeniden dönersek, kapital yaşam ağı, insanlığın hayatını kolaylaştırdı masallarının tesirinden çıkarak, insanlığa nasıl bir imha operasyonu olduğunu anlamak zorundayız. Yani malların belli ellerde birikerek değişime konu olmaması ve Mülk Allah’ın olduğu halde bu mülkün belli ellerde birikerek akışının ve faydalandırmasının önüne geçilmesi kâinatın düzenine yapılan en büyük saldırıdır. Bu saldırı güçleriyle birlikte hareket etmek elbirliğiyle yaşadığımız evrene ve kâinatın kutup başlarına müdahale etmektir. Bu kutup başlarıyla oynanırsa ne olur, hemen söyleyeyim öyle bir kısa devre olur ki, tüm kâinatın ışıkları patlar ve karanlık, bütün bir yaşam evrenini kuşatır, sonrası hesap günü herkes hesaba durur. Yani İnsanlık kendi saldırgan ve vahşi tavırlarıyla hesabı yaklaştırır. Ne kadar oburca yiyerek tüketmeye çalışırsanız o kadar çabuk kasiyere hesaba gidersiniz. Ancak imkanlar yeryüzünde paylaşılarak herkes arasında dönüp dolaşan bir suya dönerse o su herkesi faydalandırır. Çünkü su hayattır. Bir malın su gibi herkese akmasını sağladığımız gün, yeryüzü yeniden canlanacak farklı bir yaşam olacak ve biriktirilen mallar bir pislik olmaktan çıkacak kimsenin nefretle baktığı bir canavar olma özelliğini yitirecek ve bir nimete dönecek. Allah’ın mülkünün bir nimet olması için tüm yaratılmışlar arasında dönüp dolaşan ve gittiği her yere hayat ve yaşam götüren bir su gibi akmasına katkı sunalım. Bunu yapmaz da her geçen gün sahip olduklarımızı daha bir korumaya ve kollamaya çalışırsak, şunu unutmayalım ki, sadece pislik ve leş gibi kokan bu sahiplendiklerimizden kurtulmak için kendi burunlarımızı kapamak zorunda kalacağız. İçinde yaşadığımız günler bize bir uyarı olmasını ümit ediyorum…Yoksa herkes hayatı hakkında verilmiş olan fermanın uygulanacağı gün dışında bir bekleyişte olmasın derim…

Selam ve dualarımla, Evrenin temizlenmesine ve herkesin mutlu, huzurlu bir güne berrak ve duru bir zihinle uyanıp, müşfik bir kalple kucak açması için, akan sudan herkes bir defa yıkansın ki akan su olsun…

Erol KEKEÇ/17.04.2021/23.23


16 Nisan 2021 Cuma

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM VE ÖZGÜR İRADE

 “Siz kendinizde olanı değiştirmedikçe, Allah sizin (toplum olarak) durumunuzu değiştirmez…” Yaratan bu uyarıyla aslında toplumsal yaşamın değişim ve dönüşüm formülünü de bizlere vermektedir. Ancak İnsan hep sonucu arzulamaktadır. Sonucun gerçekleşmesi nedenlerin yerine gelmesidir, bu nedenlere bağlı insani değişimin irade gücüyle yapılması gereken olmadan, toplumsal boyutu olan sünnetullah’ın vuku bulması mümkün değildir.

Ormanlar olmadan, buharlaşma gerçekleşmeden ne kadar avuçlarımızı açarsak açalım, nasıl ki yağmurun yağması mümkün değilse, insani değişim ve oluşum olmadan da toplumsal değişim ve dönüşüm mümkün değildir. İnsan bu uygulamayı yerine getirdiği zaman, beklentilerini bekleme hakkına sahip olur. Bunun dışında kalan beklentilerin tümü, Yaratanın doğrudan müdahalesi olan mucize dışında, gerçekleşmeyecektir.

Kendi toplumumuzdan örneklemler alarak, genel bir değerlendirme yaparsak birçok farklı sorunların oluşumunda bu sürecin dikkate alınmamasından kaynaklanan sorunlarla boğuştuğumuzu göreceğiz. Örneğin, yaşam için gerekli olan ekonomik ihtiyaçların karşılanamamasından kaynaklanan sorunların giderilmesi için, insanı sömüren ekonomik sistemlerin dışında, adil ve insan doğasıyla barışık olan bir ekonomik sistem gerçekleştirmek zorundayız. Uyutmaya ve avutmaya dönük sistemlerin hayatımız üzerindeki hegemonyasına bir son verip, hayatımızı yeniden inanmakta güçlük çektiğimiz sistemin oluşumu için hazırladığımızda toplumsal değişimin gerçekleştiğine şahit olacağız. Hayatı anlamaya ve sorgulamaya başladığım günden beri, reel yaşam bu, buna göre yaşamak zorundayız şeklinde öğrenilmiş ve dayatılmış çaresizliğin kıskacında kıvranmaktan ben şahsen çok yoruldum. Neden bunlarla iç içe olmak zorundayız dediğimiz zaman, hep bir ağızdan koro halinde bankaların varlığını nasıl yok edeceksiniz günlük yaşamın bir parçası, onlar olmazsa para akışını ve değişimi gerçekleştirmek kolay mı şeklinde korku atmosferinin havasını solumamızın zorunlu olduğunu anlatanların dışında farklı bir mesajla karşılaşmıyorsunuz. Sanki yaratan insanların doğal fıtratlarına göre yaşamalarını çok zor kıldı da dayatmacı kapitalist sistem bunu çok kolaylaştırmış gibi herkesin dilinde ortak bir sözcük, günümüzün gerçeği, bundan çıkmak mümkün değildir. Bu masalların büyüsüne kapılanların toplumsal değişim ve dönüşüm bekleme hakları yoktur. Faiz illeti, bu saydığımız hastalığın bugün en önemlisidir diyebilirim. Çünkü faizin varlığı ve devamı, insanlığın aşınmasını ve yok oluşunu hızlandırmaktadır. Faizin kötü ve çirkin bir hastalık olmasının en önemli nedeni, zulüm, sömürü, insanı düşünme ve idrakten uzaklaştıran sarhoş ve ne yaptığını bilmeyen bir toplumsal yaşam oluşturmasıdır. “Faiz yiyenlerin durumu mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkıp sarhoş dolaşmalarıdır. Sarhoş yaşayanların bir hayatın nasıl değişeceğini ve dönüşümünün hangi koşullarda gerçekleşeceğini idrak etmeleri düşünülemez. Peki bu illetin kapsam alanından çıkıp, yeni bir hayata kucak açmayanlar hangi toplumsal değişimi bekleme hakkına sahip olabilirler.

Faiz, kapitalizmin emniyet kemeridir. Rekabetin olduğu yerde, rakiplerinizle savaşabilmenizin yolu, sürekli değişimde kullanılan sermayenizin olması ve anlık değişimler karşısında kendinizi koruyabilmenizdir. Bu sermayeniz yoksa, bu sermayeyi size temin eden aracı tefeci kurumların kapısını aşındırmak zorunda kalırsınız. Tefeciler size sermayeyi babalarının hayrına vermezler, karşılığında sizden para isterler yani ödeme durumunuzun uzun ve kısalığına göre artırımı katlarlar. Yani size zamanı satarak karşılığında talepte bulunurlar. Zaman Allah’ın olmasına rağmen Allah’ın zamanını satarak paralarına para katarlar. Siz bu sistemin ahtapot gibi dünyayı sarmış pençelerinden kurtulmadan yaşamınızın bir düzene girmesini beklemekle sadece ömrünüzü tüketirsiniz. Yani tepeden tırnağa pislik içinde olan bir adamın kafasına bir takke geçirip onu bir ibadethaneye götürerek onu düzeltmiş olamazsınız. Kapitalizmin felsefesinin yaşamları kuşattığı ve faizin tüm damarlara irin pompaladığı bir dünyada, siz onun adına bir ek yaparak onu düzeltmiş olmuyorsunuz. Sadece onun meşruiyet zeminlerini daha fazla genişletmiş olursunuz. Bunu neden mi anlattım, faiz ve kapitalizmin tüm yaşam alanlarımızı kuşattığı bir ortamda bunlarla ilgili köklü ve kalıcı bir değişimi düşünmeden ve onların kapsam alanlarına sarsıcı bir etki bırakmadan, güzellikleri, mutlu huzurlu ve dengeli bir hayatı düşlememizin sadece boş bekleyiş olduğunu anlatmak için konuştum…

Faizin her insanın, bilinçli ya da istem dışı, hayatına tecavüz ettiği bir ortamda, hastalıklardan arınmış aydınlık bir yaşamı beklemek ahmaklık olur. Önce bu karanlığın kaynağıyla ilgili köklü ve kalıcı mücadeleyi ortaya koymak ve o mücadelenin uygulama sahalarını yaygınlaştırmak zorundayız. Faizsiz bankacılık diyerek, kapitalist sistemin dışında kalanları da katılım kuruluşları diye kurulan oluşumlar eliyle sisteme yamamaya çalışmanın bir tesadüf olmadığına inanıyorum. Çünkü kapitalizm kendi kapsam alanı dışında kalanların kendisine muhalif yeni ve farklı sistemler inşa edeceğini bildiği için, dışarıda kalanların inanış ve beklentilerini törpüleyecek düzeyde oluşumlarla onları da kendi alanına çekmeyi başarmıştır. Kapitalizmin arenasından dışarıya çıkarak bağımsız kendi özümüze uygun ekonomik yapılanmalar oluşturmadığımız sürece hep ezilen toplumlar olarak kalacağız.

Büyük kentlerin varoşlarında yaşayanların yaşamlarıyla ilgili bir araştırma yapıldığında herkes şuna şahit olacak ki, buralardaki ebeveynler genellikle muhafazakâr, inançlarına bağlı Anadolu’dan gelmiş ahlaki değerlere önem veren insanlardan oluşmaktadır. Ancak onların çocukları ise aynı hassasiyete sahip değiller, İstiklal caddesinde gezenler ve oradaki kafeleri dolduranların büyük çoğunluğunun buralarda yaşayan ailelerin çocuklarından oluşmaktadır. Çünkü onların aileleri onlara yüksek düzeyde bir yaşam sunamadıklarından, onlar kendilerini bulundukları ortamlardan uzaklaştırarak rahatlamak isterler. Daha ileri zamanlarda da belli suç örgütlerinin içine karışarak kendilerine sunulan hayatı yaşayacaklarını sanarak gittikçe kötülüklere doğru kayan bir yaşam oluştururlar. Ancak elit bölgelerdeki insanların çocuklarında böylesi davranışlara pek rastlayamazsınız ancak onların ebeveynlerinde de değerlere bağlılıkta hassasiyetin neredeyse yok denecek kadar tükendiğini görürsünüz. Yani diyeceğim o ki, ekonomik şartların olumsuzluğu ile yaşamdan kopma arasında doğru orantı vardır. Yaşamdan kopan yanlarımızı onarmak istiyorsak öncelikle düşüncelerimizi ve hayatımızı kuşatan kapitalist yaşamın oksijen çadırından çıkacağız ve Allah’ın doğal yaşam çadırından doğrudan aracısız oksijen kullanmaya aday olacağız. Bunu yapmaya karar verip eyleme geçince toplum olarak değişim ve dönüşümün bünyelerimizi nasıl kuşattığını göreceğiz. Yani Marks’ın deyimiyle alt yapıyı yeniden farklı bir sisteme göre kuracağız, sonrasında üst yapımız da bu doğrultuda şekillenecektir. Ekonomik yaşamları bağımsız olmayan toplumların diğer bağımsızlıklarından söz edemezsiniz. Ekonomik ilişkilerimizi düzenleyen kapitalist kurallar olmayacak, insani yaşamın kuralları olacak ve adalet toplumsal yaşamın her alanında varlığını hissettirecek ki, diğer ilişkilerimiz de bir düzene binsin…Ebu Zer(ra) der ki” Yoksulluk fakirlik kapıdan girince, İman pencereden çıkar…” Paraya pula, maddeye hiç değer vermeyen ve yaşamıyla da bunu ortaya koyan birinin söylediği bu söz benim açımdan çok büyük değer ifade eder. Yani bir toplumun freninin patlaması her yolun mübahlaşmasının temelinde geçim sıkıntısı ve bu imkanlara ulaşmayı zorlaştıran sistemlerin olduğu muhakkaktır. Dolayısıyla bunlarla mücadele edip onlardan insanları kurtarmadığımız sürece, insanlara söylenilecek her türlü ideal değerler ve inançlar karşılık bulmayacak ve inandırıcı olma vasfını kazanamayacaktır.

Bugün herkesin hayatındaki gerçek yaşam zorluğu, imkansızlıkların alıp başını gidiyor olmasıdır. İmkânsızlıklar içinde kıvranan kitlelerin bu yaşamlarına duyarsız yaşayanlarla, bu kitlelerin aynı mekânın havasını soluyor olmaları çok tehlikeli bir sürecin habercisidir aynı zamanda. Çünkü insanlar bir noktaya kadar kendilerini frenlerler ama yoksunluk ve yoksulluk hanelerini kuşatmışsa, iman o insanı terk edecek bir delik arar, sonrasında olacaklar böylesi bir sürecin tabii sonucu olur. İnsanların güveni tükenmişse, onların sevgilerinin hala devam ettiğini bekleyenler büyük bir yanılgı yaşarlar. Sevgiden önce güven gelir güven bitmişse sevgi yerini saldırıya bırakır. Yani bu sosyal ilişkilerdeki süreci belirleyenin doğrudan fizyolojik yaşama etki eden unsurlar olduğunu bilmek ve görmek gerekir. Bunu göremediğimiz sürece, toplum için düşündüğümüz ve olumlu sonuçlar elde edeceğimizi sandığımız her türlü plan program ve proje elimizde patlar ve bir sonuç alamayız. Sonuç alınacak bir girişimde bulunursak toplumsal yaşam da değişecektir. Toplumsal yaşam dediğimiz zaman bunun içine her türlü ürün ve ilişkileri koymak gerekir. Aile, kültür, gençlik, eğitim, Hukuk, siyaset, sanat, ahlak vs.

Samimi, ilkeli ve canı pahasına hakikatin yeryüzünde herkese insanca bir yaşam sunması için, hakikatin egemen olması için ayağa kalkanlar olursa, hakikatin gerçekleşmesinin zamanı çok yakın olur. Âmâ herkes bir başkasının değişimini bekleyerek kendisini öncelemezse, zulüm göz yaşı, kan, faiz ve sömürü tüm insanlığı imha ederek hayatımıza son noktayı koyacaktır. Düşünen ve bir sorumluluk duyan tüm aydın entelektüelleri, bilim adamlarını ve akademisyenleri bu değişimi başlatmada ve sürekliliğini sağlayarak devamlılık oluşturmada bir sorumluluk almaya davet ediyorum…Yarınlarını düşünenler bu ince çizgide başlayacaklar yürümeye, en kısa zamanda Allah Hz. Musa’ya açtığı bir homoyolu bizlere ikram edecektir. O güne kavuşmak için bugünlerini bir aydınlatma fişeği olarak geçirenlere selam olsun…

Erol KEKEÇ/15.04.2021/23.39



14 Nisan 2021 Çarşamba

DEVLETİN YASAKLARI MI ALLAH’IN HARAMLARI MI?

 “Hiçbir Helal Haram değildir.”  “Hiçbir Haram Helal değildir. Bu iki önerme arasında ayrıklık ilişkisi vardır mantık dilinde. Yani bu iki önermenin hiçbir elemanı zerresi diğerinin içinde olamaz. Olduğu taktirde çelişki anlamsızlık ve kargaşa ve kaos olur.

Allah’ın haram kıldığı ve helal kıldığı şeyler bellidir. Kim Allah’ın helal ve haram sınırlarını çiğnerse işte onlar haddi aşanlardır. Devletlerin yasakları ile Allah’ın haramlarının birbirine karıştırıldığı ortamlarda hayata hükmeden din tam bir lakayt duruma gelir. Devletin yaptırımları doğrudan ve karşılığı yaşama dokunan türdendir. Ancak Allah’ın Haramları ise onu uygulayan bir organizasyon yoksa yaptırımı ahirete kalır doğrudan değildir. Dolayısıyla bu durum Devletin yasaklarının Allah’ın Haramlarının yerini almasına neden olmaktadır. Mesela, bir insanı öldürmek isteyen birisi Allah haram kıldığı için kaçınmaz ama devlet ona bir ceza verir ve zindanda kalma düşüncesiyle vazgeçebilir. Bu durum, yasaklamaların Haramların yerine geçmesiyle, insanın uhrevi olan manevi yönünün yavaş yavaş anlam kaymasına uğrayarak, yaşama Allah’ın emirlerinin dokunmadığını ortaya çıkarır. Allah’ın emirlerinin yaşama dokunmadığı ama pozitif hukukun yaşamda önemli bir yere sahip olduğu yaşamlar, Allah ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleri kaçınılmazdır.

Müslüman bir toplumda, yaşamdaki olumsuzluklar haramlar babında, yapılması gerekenlerde helaller sınıfında ele alınmıyorsa, bu insanların yaşamında dinin herhangi bir karşılığı yoktur demektir. Dinin yaşamlarda canlanmadığı ortamlar, İslam olduklarını iddia ediyor olsalar da onların yaşamı İslam olmaz. İslam’ın emir ve yasaklarının hayatta karşılık bulmadığı ama yönetim organizasyonunun doğru yanlış demeden tüm bildirgeleri uyulması gerekli bir hüküm ise orada din, Devletin dinidir. Sınır bölgelerinde yaşayan biri olarak, sınırın öbür tarafından bir kilo şeker aldığınız zaman siz çok büyük bir haram işliyormuşsunuz gibi algılanırdı bizim köylerde. Ancak Allah’ın Haram kıldığı ve apaçık Allah ve Resulü ile savaş halinde olan faiz almak asla ve asla bunun verdiği etkiyi vermiyordu. Çünkü faizi bankalar veriyordu, ayrıca her köşe başında bir tefeci vardı pamuk üstüne diyerek doğallaştırıp insanlara kat kat karşılığını alacağı faizi normal bir borç veriyormuş gibi veriyordu ama kimse onun haramlığını sorgulamıyordu. Ancak akrabaları sınırın öbür yanında olanlar koyunlarını öbür tarafta satmak için sınırdan geçirmek istediklerinde kurşunlanabiliyordu hatta onların katli vacipti. Yıllar önce Silopi’de 35 genç delikanlının roketlerle katledilmesi de böyle bir anlayışın sonucuydu. Şimdi, bir İslam toplumunda bunlar meydana geliyorsa o İslam toplumun nelere iman ettiğini ve onların hayatında hangi değerlerin daha baskın rol üstlendiğini sorgulamayalım mı?

İslam değerler dinidir. Kendi değerleriyle gelir ve o değerler yaşandığı zaman hayatta karşılık bulur. Değerlerin bir bağlayıcılığı yoksa İsminden bahsedilmesi onu ruhen rahatsız eder. Bizim toplumda olduğu gibi başka ortamlarda da İslam Ruhen çok sıkılan bir değer olmuştur. Bir İnsanın İsmi kullanılarak onun adını referans göstererek her türlü üçkağıtçılık yapmak isteyenlere asla fırsat vermezsiniz. Hatta bu ismi kullanılanlar Siyasetçiler olursa daha bir sıkı ortama girersiniz. Sizin hakkınızda suç duyurusunda bulunurlar, Benim Dayım Filan bakan vs. diyerek sizin işlerinizi çözeceğim iddiasıyla insanlardan para alarak onları dolandıranlar, toplum gerçekten duruşu olan bir toplum ise, yüzkarası olurlar. Ancak bu hazin durum Dini yaşama geldiğimizde hiç de bir etkiye sahip olmamaktadır. Adam ben Müslümanım diyor, Allah ve Resulüne savaş açarak faiz dağıtıyor ve adına da kâr payı diyebiliyor bu nasıl kâr payı ki, toplanan paralar başkalarına kredi olarak veriliyor, bu krediler karşılığı üzerine koyacağınız yüzdelik kâr payı adındaki Ribayı da kredi verdiğiniz şahsın ödeme durumundaki zamanın kısalığına ve uzunluğuna göre belirliyorsunuz. Yani hiçbir şey satmadığınız insana Allah’ın verdiği zamanı satıyorsunuz ve o zamandan kazanç sağlıyorsunuz. Bu kazanım doğrudan insanlara zulüm olan bir uygulama ve Allah’ın Haramını helalleştirme olmasına rağmen kimse Burada İslam’ın itibarının zedelendiğini sorgulamıyor, İslam’ı referans alarak, insanları kandıran bu anlayışların sahtekarlık yaptığını, değerli olanın adıyla başkalarını dolandırdığını haramları helalleştirdiğini sorgulayamıyor. Nedeni ise devlet nazarında bunların legal ve resmi bir boyut kazanmış olması, peki devletin evet dediği helal, hayır dediği haram mı ki, böyle karmakarışık bir yaşamın sorgulamaktan uzak akıl imhası ve bilinç çöküntüsü yaşan kobayları haline geldik.

Ne gariptir ki,” Hiçbir helal haram olmadığı halde, Din adına haramlar koyabiliyoruz, Hiçbir haram da helal olmadığı halde birçok haramı helalleştirerek tıka basa üstümüze başımıza dökerek saçıp savurabiliyoruz ama hala en iyi dindar biziz. Bir Azeri atasözü der ki,” düzgün girdirem hâkime gitmirem, az yiyirem hekime gitmirem…” Bu örnekte olduğu gibi biz İslam olduğunu söyleyen topluluklar, ferdi hayatımızda Allah’ın helal ve haramlarına dikkat ederek o belirlenen sınırları korursak, hayatlarını gaybın yönlendirdiği bir toplum ortaya çıkar. Görünen yaşamı gaybın yönettiği bir hayat denge düzen ve huzur içinde olur. Endişe kaygı korku şizofrenik tavırlardan ve paranoyak nöbetlerden uzak olur. Yani ne Hakimlere ihtiyaç kalır ne de sağlığınız bozulur. Çünkü Allah’ın sınırlarının içinde yaşamak rahmet kanatlarıyla kuşatılmaktır. Allah’ın dinini referans alarak her türlü olumsuzluklara olumlu ve ihtişamlı bir kılıf geçirerek hayatımızı cehenneme çevirmekten çıktığımız gün, İslam bize Güneş gibi yaklaşıp bizi sarmalayacak.

Allah’a kul olduğunu söyleyen bir insan yeryüzünde onun hayatına yaptırımı olacak pozitif bir kural olmasa da o her zaman eylemlerini haram helal dairesi içinde yapar. Ancak Müslümanım dediği halde böyle bir sınırı yoksa, oradaki yaşamın belirleyeni menfaat ve çıkarlardır. Çıkarlarını korumak için dini kalkan edinenlerin hepsi o kalkanın ona yar olmadığını önüne gelen faturayı öderken görecektir. Fatura ödemek için kasada beklerken bir şeyleri anlamak işimize yaramayacaktır. “Şimdi mi, daha önce bunları anlayacak kadar size zaman verilmedi mi? Dendiği zaman hiçbir bahanemizin bizi kurtarmayacağını bugün bilelim, yoksa o gün bunları düzeltmek için hangi mali müşaviri çağırırsak çağıralım faturada ne yazıyorsa onu öderiz kimse düzeltemez faturayı…

Müslüman bir toplumun yaşamına devletin yasakları ve emirleri Allah’ın haram ve helalleriyle örtüşmemesine rağmen daha baskın geliyorsa, orada çok ciddi bir değer karmaşası var demektir. Değer karmaşasının olduğu yerde hayatı yöneten ilahların kim olduğu da karışır.

Bazen duyarsınız, herhangi bir kamu kurumunda yolsuzluklardan bahsedilir, ancak yolsuzluk yaptığı iddia edilen hemen kendisini savunmaya geçer ve biz Allah’tan korkarız, yaptığımız her şey kanuni ve mevzuata uygundur der ve kendini aklamaya çalışır. İnsanlar da hemen onunla ilgili görüşlerini beyan eder ve bakın adam hiç de yolsuzluk yapmamış her şey mevzuata uygunmuş der. Oysa Mevzuata ve kanunlara uygun denen hadisenin ne olduğunu araştırsanız Allah’ın haram kıldığı bir kamu malının talanı söz konusudur. Ancak Allah’ın haramı onun üzerinde hiçbir etkiye sahip değildir. Hatta bir tedirginlik bile oluşturmamıştır. Yani diyeceğim odur ki, dindar olduğunu söyleyen bir toplumda böylesi bir kaygan zemin varsa orada her şey girifttir. Onun içindir ki, İslam’ı referans alanlar, hayatlarındaki sınırları helal ve haram hudutlarına göre çizdikleri zaman, yaşamda da bunu bir kırmızı ışıkta beklemek kadar doğal ve içsel kıldıklarında o toplum huzur adasına döner. Dışardan gelen yasaklarla korkak ve ürkek yaşamayı bırakarak içimize Hükmeden yaratıcının haram ve helallerini içselleştirerek rahat bir yaşam alanı oluşturmaya ne dersiniz…Böyle bir yaşamda kimse kimsenin ne kolluk gücü ne de yargıcı olur herkes kendisini sorgular ve yargılar; bunun yolu herkesin kendi vicdan kodlarıyla çizilmiş evrensel mahkemenin kurallarının geçerli olduğu yere hicret etmesidir. Bunun adresi herkesin kendi vicdanıdır.

Erol KEKEÇ/14.04.2021/0034



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!