Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Prangaların Rengi Yeşil Oldu Artık

Bugünün dünyasında insanlık büyük bir yol ayrımında. Bir yanda iklim krizi, çevresel çöküş ve doğal kaynakların tükenişi gibi gerçek ve yakıcı tehditler; diğer yanda bu tehditleri bahane ederek toplumları kontrol altına almaya çalışan küresel güçlerin projeleri. Bu iki uç arasında, halkı koruma iddiasıyla görev yapan ama aslında bu küresel planların taşeronluğunu üstlenen yöneticiler yer almakta. Ve ne yazık ki bu yöneticiler, "müjde" adı altında sundukları her düzenlemeyle halkı biraz daha prangalara vurmakta, onları yoksulluğa, bağımlılığa ve en önemlisi ruhsuzluğa sürüklemektedir.

Sözde "İklim Kanunu" ile birlikte ortaya konan sistemin, nasıl bir toplumsal kölelik düzeni inşa ettiğini, halkı kandıran yöneticilerin bu düzende nasıl bir ihanetin aktörü olduklarını ve bu ihanetin toplumsal dokuda nasıl büyük yaralar açtığını bu yazıda ele alacağız... 

İklim Kanunu’nun Arkasındaki Gerçek Amaç

İklim Kanunu, ilk bakışta çevreyi korumaya yönelik bir düzenleme olarak sunulsa da, aslında bireyin yaşam hakkına, özgürlüğüne ve temel ihtiyaçlarına doğrudan müdahale eden, küresel kartellerin ve teknolojik oligarkların güdümünde şekillenen bir tahakküm aracıdır.

Bu düzenlemenin vaat ettiği şeyler, doğayı korumak gibi saf ve temiz bir hedef değil; aksine, insanların yaşam tarzını dönüştürerek onları sistemin köleleri haline getirmektir. Artık doğa adına bireyin ne yiyeceğine, ne giyeceğine, nasıl seyahat edeceğine, hangi teknolojiyi kullanabileceğine başkaları karar verecek. Ve bu kararlar, ulusal egemenlik değil, küresel çıkarlar tarafından belirlenecek.

İhanetin Maskesi Müjdeler

Yöneticiler, bu düzenlemeleri halka sunarken hep aynı dili kullanıyor: "müjde". Her müjde bir zincir, her düzenleme bir kelepçedir. Doğal et pahalı hale getirilecek, çünkü küresel şirketlerin üretim modeline uygun değil. Tarım, hayvancılık köylünün elinden alınacak çünkü yerli üretim sistemin kâr düzenini bozuyor. Yapay et, böcek proteinleri yasallaşacak çünkü gıda sektörü artık insan sağlığını değil, şirketlerin büyümesini önceliyor.

Ve bütün bunlar yapılırken, halkın gözünün içine baka baka "yerli ve milli" denilecek. Oysa hiçbir şey yerli değil; sadece halkın kandırılma yöntemi millileştirilmiş durumda. Sahte bir aidiyet duygusu yaratılarak yapılan her baskı, sanki halkın yararına bir uygulamaymış gibi sunulacak. İşte ihaneti bu kadar tehlikeli ve sinsi yapan da budur.

Halkın Doğal Haklarına Müdahale

İklim Kanunu ile birlikte;

Kendi bahçende izinsiz domates bile yetiştirmen suç olabilir.

Giyeceğin kıyafet için kota konulabilir.

Benzinli araç kullanman zamanla suç haline gelebilir.

Seyahat hakkın "karbon ayak izin" nedeniyle sınırlandırılabilir.

Nakit para kullanımın engellenerek tüm ekonomik faaliyetlerin takip edilebilir hale getirilebilir.

Bunların her biri insan onuruna ve özgürlüğüne doğrudan saldırıdır. Bir insanın ne kadar kıyafet alacağına, hangi yemekleri tüketebileceğine ya da hangi şehirde kaç gün kalabileceğine başkalarının karar verdiği bir düzen özgürlük değil, dijital feodalizmdir.

Toplumu Puanlama Sistemi ve Dijital Kölelik

Sistemin en tehlikeli boyutu ise puanlama sistemidir. UTTS gibi sistemlerle vatandaşlar puanlanacak, karbon emisyonu bahanesiyle hayatlarının her alanı izlenecek, bu puanlar doğrultusunda ödüller veya cezalar verilecek. Tıpkı Çin’deki sosyal kredi sistemi gibi.

Bu düzenleme, toplumu ikiye bölecek: Sisteme tam boyun eğenler ve itiraz edenler. İtaat edenler belki geçici olarak ödüllendirilecek; ama özgürlüklerini kaybedecekler. İtiraz edenler ise sistem dışına itilecek, cezalandırılacak ve "uyumsuz bireyler" olarak toplumdan soyutlanacak.

Çiftçiye, Esnafa, Fakire Tuzak

Köylü tarlasını süremeyecek, hayvanını besleyemeyecek. Esnaf dükkânında nakit para kabul edemeyecek. Fakir pazardan doğal ürün bulamayacak. Zenginler ise bu sınırlamaların dışında tutulacak; özel jetleriyle seyahat edecek, özel çiftliklerinde organik ürün tüketecek. Tıpkı pandemi sürecinde olduğu gibi, kurallar sadece halka uygulanacak, elitler dokunulmaz olacak.

Yöneticilerin Halkı Aldatma Mekanizması

Bu noktada en büyük sorumluluk halkı temsil ettiğini iddia eden yöneticilerde. Çünkü bu düzenlemeleri doğrudan küresel sistemin dayatmaları doğrultusunda uygulamakta, halkı yanıltıcı dil, reklam ve medya yoluyla kandırmakta ve buna da "reform" ya da "geleceğe hazırlık" demektedirler. Oysa bu bir reform değil; halkı zincire vuran bir dönüşümdür.

İçinde bulunduğumuz çağ, yöneticilerin halka hizmet değil, efendilerine sadakat gösterdiği, müjde vaatleriyle halkı avutma dönemidir. Bu çağ ileride "ihanet çağı" olarak anılacaktır. Çünkü yöneticiler, halkın yaşam alanlarını savunacağına, onları küresel çıkarların hizmetkârı haline getirmiştir.

Çıkış Var mı? Evet, Ama...

Toplum olarak farkındalığımızı artırmak, her gelen yeni düzenlemeyi eleştirel bir akılla incelemek, yöneticilerden hesap sormak ve yerel üretim, dayanışma, doğayla uyumlu yaşam gibi alternatifleri yeniden inşa etmek zorundayız. Bu dönüşüm, sadece politik değil, kültürel ve ahlaki bir dirilişle mümkündür.

Bizler, özgürlüğün sadece slogan değil, yaşam tarzı olduğunu yeniden hatırlamalı; modern kölelik tuzaklarına karşı dik durmalıyız. Ancak o zaman gerçek anlamda yerli ve milli olabilir, küresel efendilerin kölesi olmaktan kurtulabiliriz.

İklim Kanunu gibi yasalar, niyetleri ne olursa olsun, içeriği itibariyle bireyi değil sistemi koruyan, insanı değil şirketleri yaşatan düzenlemelerdir. Ve bu düzenlemeleri halka "müjde" diye sunan yöneticiler, sadece görevlerini kötüye kullanmakla kalmamakta; aynı zamanda milletin geleceğine ihanet etmektedir.

Unutulmamalı ki;

Bizi cehenneme sürükleyenler, ellerinde müjde pankartları taşıyanlar olabilir.

Ama biz o cehenneme gönüllü yürümek zorunda değiliz.

Çünkü hakikat susmaz, halk uyanırsa zincir kırılır.

Ve her karanlık, bir sabaha gebedir.

Bahadır Hataylı/20.07.2025/Sancaktepe/İST

20 Temmuz 2025 Pazar

Vergi Adaleti ve Toplumsal uçurum (Azdan çok Çoktan az almanın zulmü)

Toplumların ayakta kalması, bireylerin adalet duygusuyla bağlantı kurmasına bağlıdır. Adaletin en can alıcı noktalarından biri ise vergi sistemidir. Vergi, halktan toplandığında ya adaletin terazisi olur ya da zulmün kılıcına dönüşür. Bu durum,  yalnızca ekonomik bir gerçeği değil, aynı zamanda  toplumsal vicdanın  sesi de olur:

"Vergi servetten alınır. Fakir fukaranın ekmeğinden değil. Azdan az, çoktan çok alınır. Çoktan az, azdan çok almak zulümdür."

Vergi Sistemi Kimden, Ne Kadar?

Vergi, sosyal devletin temel direğidir. Yol, hastane, eğitim gibi kamu hizmetlerinin finansmanı için kullanılması gereken bu kaynak, kimden alındığı ve ne şekilde alındığına bağlı olarak ya toplumun refahına hizmet eder ya da yoksulluğu derinleştirir.

Gelişmiş ülkelerde vergi, gelir düzeyine göre kademelendirilmiştir: Zengin daha çok, fakir daha az öder. Oysa geri kalmış ya da kötü yönetilen toplumlarda bu sistem tersine işler. Fakir, tükettiği her şeyde orantısız vergi öderken, zengin servetinden çok az şey kaybeder. Bu da derin bir toplumsal adaletsizliğe yol açar.

Yaşama Tutunmaya Çalışanlar Sessiz Mağdurlar

Garibanlar, asgari ücretle çalışan, emekli maaşıyla ay sonunu getirmeye çalışan, pazarda limon satarak hayatını döndürmeye uğraşan insanların hikâyesiyle doludur bu memleket. Bu insanlar sabahın köründe işe gider, gece yorgun döner; çoğu zaman vergi kaçıramaz, çünkü maaşından otomatik kesilir. Markete gittiğinde aldığı ekmekten, deterjandan, elektrikten, su faturasından KDV öder. Geliri düşüktür ama harcadığı her kuruşta vergi vardır.

Mesela bir kasiyer düşünelim. Asgari ücretle çalışıyor. Aldığı maaşın içinde gelir vergisi zaten otomatik kesilmiş. Kirada oturuyor, pazardan domates alıyor, çocuğuna bir ayakkabı almak istiyor. Bütün bunlarda dolaylı vergiler gizli gizli cebinden alınıyor. Şu soruyu kendimize sormalıyız: Fakirin bu ülkede yaşama hakkı sadece tüketici olarak mı var?

Mütref Sınıf Servetinden Servet Kazananlar

Bir de öbür uç var: Lüks yatlarda yaz tatili yapanlar, vergi cennetlerinde hesapları olanlar, şatafatlı rezidanslarda yaşayanlar... Bu insanlar gelirlerini ya gayrimenkulden ya borsadan ya da banka faiziyle kazanırlar. Çoğu zaman bu kazancın vergisi ya yoktur ya da semboliktir. En büyük servetlerin en düşük vergiyle korunduğu bu sistem, halkın vicdanında derin bir yara açar.

Örnek olarak büyük bir holding sahibini düşünelim. Yılda milyonlarca lira kâr ediyor, vergisini "istismar edilen yasal açıklardan" faydalanarak minimuma indiriyor. Öte yandan, fabrikasında çalışan işçiler maaşlarından gelir vergisini eksiksiz ödüyor. Çünkü onlar sistemin "yük" tarafında, patron ise sistemin "korunan" tarafında yer alıyor.

Fakirin Vergisi Yaşamın Her Alanında

Vergi sadece maaştan kesilmez. Elektrik faturandaki enerji fonu, özel iletişim vergisi, akaryakıttaki ötv, marketteki kdv... Bunların tamamı fakirin günlük yaşamında karşısına çıkan dolaylı vergilerdir. Fakir, nefes aldığı her an devlete vergi öder; zengin ise hukuk düzeninin arka kapılarından sessizce sıvışır.

Bu sistem, "azdan az, çoktan çok" ilkesine terstir. Adil olmayan bu düzen, toplumsal huzursuzluğun kaynağıdır.

Sosyal Devlet Olmak Sadece Anayasal Tanım Mı?

Anayasada yazar: "Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir." Ama bu sadece bir söylem olduğunda, halk bunu yaşamında hissedemez. Sosyal devlet, zengine vergi cennetleri sunan, fakiri dolaylı vergilerle ezen değil; tam tersine zenginden alıp fakirin hayatını kolaylaştıran devlettir.

Yani bir çocuğun okulda aç kalması, bir annenin evladına mont alamaması, bir babanın elektrik faturasını yatıramaması, sistemsel bir sorundur. Bu sadece bireysel bir yoksulluk değil, toplumsal adaletin eksikliğidir.

Zulme Sessiz Kalma

Çoktan az, azdan çok almak zulümdür. Ve bu zulüm, sadece ekonomiyle ilgili değil; vicdanla, adaletle, insanlıkla ilgilidir. Bir toplum, en çaresizini gözetemiyorsa; en güçlüsünü denetleyemiyorsa; o toplumun geleceği sönmeye mahkûmdur.

Bu yüzden, vergi adaleti sadece ekonomi politikalarının değil, vicdan politikalarının da konusu olmalıdır. Fakirin ekmeğinden kesmek kolaycılıktır; zor olan, güçlün karşısına dikilmek ve adaleti gözetmektir. Ve biz, adaleti gözetmediğimiz her an, yarınımızı bir parça daha kaybediyoruz.

Erol Kekeç/14.07.2025/Sancaktepe/İST

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Tek Rakibim Kendimdir Ahlaki Duruşun ve Sükûnetin Yolculuğu


Hayat boyunca kimseyi kıskanmadım. Ne birini geçmek istedim ne de birinin geçtiğini görüp hızlandım. Ben yalnızca kendimle yarıştım. Benim rotam, başkalarının alkışlarıyla ya da yuhalamalarıyla şekillenmedi. Çünkü ben, hayatı bir yarış olarak görmedim. Benim için hayat, içimdeki özü en saf şekilde yaşamak, her adımı erdemle atmak, her bakışı vicdan terazisinde tartmaktı. Ne hazin bir çağda yaşıyoruz ki, doğruluğun sabırla ilerlediği bir yolda, hırsın çamura bata çıka önünüze geçmeye çalıştığını görmek sıradan bir manzaraya dönüşmüş.

Ben yürüdüm. Sessizce, kendi ayak seslerimi duyarak, toz kaldırmadan yürüdüm. Ancak ne zaman adım atsam, sağımda solumda biri koşmaya başladı. Adımlarımı izleyenler, niyetimi anlamadan hızlandı. Oysa ben bir yere yetişme derdinde değildim. Ben kendime yetişme derdindeydim. Günümüzde ise insanlar ‘başarıyı alkışla ölçüyor, ‘Kazanç'ı gösterişle. Oysa benim anlayışıma göre gerçek başarı, iç huzurunu kaybetmeden bir ömür yaşayabilmekti.

Bu çağ, yarış pistlerini kalabalıklaştırdı. Herkes bir diğerinin hızına bakarak kendi yolunu belirlemeye çalışıyor. Kimse durup ‘ben nereye gidiyorum?’ diye sormuyor. Herkes birilerini geçme telaşında. Göz göze gelmeden, kalp kalbe değmeden, sadece öne geçmenin hırsıyla yan yana geçiliyor. Ancak ben hiçbir zaman bir başkasının pistine adım atmadım. Onların koştuğu zemine basmadım. Çünkü ben bilirim ki, başkasının yolunda koşan, kendine ait bir varış çizgisi bulamaz.

Ne zaman biraz daha ilerlesem, ‘o kim ki bizden önde olsun’ diyenlerin homurtusunu duyar oldum. Adım attığım anda arkamda kıvılcımlar çıkarmaya çalışanları fark ettim. Hırslarıyla üzerime bastılar. Yolumu kesmek, beni yorup kenara çekilmemi sağlamak istediler. Ancak bilmiyorlar ki benim yolum, onların pistinden farklı. Onların gürültüsü, benim sessizliğimi bozamaz. Benim ayak izim, onların çamuruna karışmaz.

Bazen gülümsedim. Onların beni rakip görmesine gülümsedim. Çünkü ben kendimi bile rakip görmüyorum. Ben içimdeki kibri yenmeye çalışan bir yolcuyum. Her gün aynı aynaya bakıyor, aynı vicdana soruyorum: “Bugün senden daha iyi oldun mu?” Beni ilerleten şey bu sorudur. Ne bir makama tırmanma arzusu, ne bir servet hırsı, ne bir övgü beklentisi. Benim yarışım kendimledir. Çünkü en çetin mücadele, insanın kendi içindedir.

Ahlaki duruş, bu çağın en çok hor görülen meziyeti oldu. Herkes bir şekilde kısa yoldan ‘bir şey’ olmak derdinde. Liyakatsizliğin, torpilin, yalanın, gösterişin dört nala koştuğu bir dönemde, doğruluk bir kambur gibi görülüyor. İnsanlar dürüstlüğe acıyor, sabra gülüyor, tevazua küçümseyerek bakıyor. Oysa ben, doğruluktan taviz vermeden, sabırla yürümeyi şeref bildim. Benim pistim, toprağın üstünde, gözyaşının izinde, alın terinin kutsallığında serilmişti.

İçinden geçtiğimiz toplumlarda her gün kudurganlıklar artıyor. Sosyal medya, insanların içindeki hırsı kamçılıyor. İnsanlar artık kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını yaşıyor. Her paylaşım bir gösteri, her başarı bir övünç malzemesi. Kimse ‘acaba ben bu hale nasıl geldim?’ diye sormuyor. Çünkü herkes ‘ben ondan daha iyiyim’ diyerek avunuyor. Hırsla yanıp tutuşan kalpler, en küçük bir başarıyı bile hazmedemez hale geldi. Başkasının gülüşünü kıskanıyor, başkasının yürüyüşünden rahatsız oluyor.

Ancak ben bu çürümüş düzende yürümeye devam ediyorum. Kendi yavaşlığımda, kendi sükûnetimde. Çünkü bilirim ki hayat bir maraton değildir; hayat, bir yolculuktur. Ve bu yolculukta önemli olan hız değil, istikamet ve iç huzurudur. Ben durmadan kendime dönüyor, her gün daha iyi bir insan olmanın yollarını arıyorum. Benim rakibim, dünkü ben. Bugünkü ben, ondan daha adil mi? Daha sabırlı mı? Daha şefkatli mi?

Çoğu zaman bu sorularla baş başa kalıyorum. Kimi zaman içimdeki öfke beni kenara çekmek istiyor. Kimi zaman nefsim ‘sen de biraz koş’ diyor. Ama ben, ruhumu dinliyorum. Ruhum koşmayı değil, yürümeyi seviyor. Ruhum, kendini göstermek yerine kendini bilmek istiyor. Ruhum, alkışa değil, huzura susamış. Ve ben bu çağın alkışa susamış kalabalıklarında susmayı bir erdem sayıyorum.

Benim gibi yürüyen az insan kaldı. Biliyorum. Bazen yalnızlık çöküyor omzuma. Ama bu yalnızlık, kalabalıklarda kaybolmaktan daha huzurlu. Çünkü yalnızken kendinle buluşuyorsun. Kendini tanıyor, kendinle barışıyorsun. Kalabalıkların içerisinde kaybolanlar, bir ömür kendinden kaçıyor. Ama ben durdum, yüzleştim, kabul ettim. Güçlü yanlarımı da, zayıf yönlerimi de bildim. Ve işte bu yüzden kimseye rakip olmadım. Çünkü herkesin yürüdüğü yol farklıydı.

Ahlak, insana kendini tanıtır. Vicdan, yön tayin eder. Sabır, adım atmayı öğretir. Bu üçü benim yürüyüşümün mihenk taşları oldu. Kalbimde taşıdığım inanç, elimde tuttuğum sabır ve gözümde aradığım hakikatle yol aldım. Ve kim ne kadar bastırırsa bastırsın, ben bastırmadım. Kim ne kadar kirletmek isterse istesin, ben temiz kalmaya çabaladım. Zira yolun kendisi değil, yolculuk biçimi insanı var eder.

Bugünün toplumunda herkes kendini ispatlama peşinde. Herkes bir görünürlük, bir fark edilme savaşı içinde. Ama fark edilmekle var olmak aynı şey değildir. Ben fark edilmeden var olmayı tercih ettim. Gölge gibi, sessizce ama iz bırakarak ilerlemeyi seçtim. Herkesin sustuğu yerde hakikati dile getirmek, herkesin bastığı yerde geri çekilmek, herkesin koşturduğu yerde durmak benim tercihimdi.

Benim için yürüyüş bir tavırdır. Kimliğin, niyetin ve inancın dışa yansımasıdır. Benim yürüyüşüm, başkasına göre hızlı ya da yavaş değildir. O yürüyüş, içimdeki dengeyi koruduğu sürece anlamlıdır. Ve ben bu dengeyi ne hırsla, ne öfkeyle, ne de yarışla bozmam. Çünkü ben tek bir yarışa inanırım: insanın kendini aşma yarışı. Ve bu yarışta yalnızca bir rakip vardır: dünün benliği.

İşte bu yüzden hiç kimseyi kıskanmadım. Kimseyi rakip olarak görmedim. Ve herkes koşarken, ben yürüdüm. Yolumun kenarında kalanlara baktım, dua ettim. Üzerime basanlara baktım, affettim. Çünkü ben pistin değil, yolun adamıydım.

Son sözüm şudur:

Ey insan! Kendinle yüzleş. Başkalarıyla değil, yalnızca kendi vicdanınla yarış. Hızlı olmak değil, doğru olmak esas olandır. Ve unutma, başkalarının alkışıyla yürünen yol, bir gün sessizliğe çarpar. Ama kendi kalbinin sesiyle yürüyenler, hep hakikate varır.

Yürümeye devam et, durmadan, başını eğmeden ve kimseyi ezmeden…

Erol Kekeç/10. Mart.2025/Sancaktepe/İST

NOT:Doğum günüm anısına yazdığım bir seslenişti kendime...

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!