Bu Blogda Ara

29 Haziran 2025 Pazar

Güce Tapar Gölgeye Yatar Bizim Memleketin Aydını

 


Aydınların İktidar Dansı 

Sayın okur,

Müsaade ederseniz, biraz içimizi dökelim. Hani derler ya: “Bir suskunluk vardır, içinde bin kelime barındırır.” Bizimki öyle değil. Biz konuşuyoruz, hem de çok konuşuyoruz ama duyulmak istemeyen bir sesin yankısı gibi, duvarlara çarpıyor sözlerimiz.

Bugün sizlerle üzerine çokça konuşulmuş ama bir türlü konuşulduğu gibi yaşanmamış bir konuyu masaya yatıralım: Aydınlar ve iktidar. Daha doğrusu, aydın geçinenler ve onların iktidar karşısındaki o “eğik başlı”, “kalem sallarken diz çöken” duruşları...

İlk önce şu sorudan başlayalım:

Aydın kimdir, Aydın geçinen kimdir?

Aydın, halkının önünde yürüyen değil; halkının yanında yürüyendir. O karanlığa söven değil, eline fener alandır. Lakin bizde işler biraz farklıdır. Bizde aydınlar, feneri kendine tutar, halka arkasını döner. “Ben görüyorum” der, ama gördüğünü söylemez; çünkü gözü değil, gönlü iktidarın örtüsü altındadır.

Aydın geçinenler, bilgiye sahip olmakla, bilgiyi halk için kullanmak arasındaki o derin farkı hiç anlamazlar. Onlar için bilgi; halkı aydınlatmak için değil, halkı küçümsemek için vardır. Onlar için düşünmek; sorgulamak değil, uyarlamaktır. Mevcut yapıya, güce, efendiye göre şekil almaktır.

Ve ne hazindir ki bizdeki aydınların çoğu, fırtına çıkmadan önce puslu havayı koklayan; rüzgâr nereden eserse oraya dönen pervanelerdir.

Bakın dostlar,

Bir ülkede iktidar değişse bile, iktidara yakın aydın tipi değişmez. Çünkü o aydınlar, iktidarı değil, iktidar olgusunu severler. Gücü, övgüyü, ekranı, kürsüyü severler. Hakikati değil, alkışı önemserler.

İktidara ne zaman bir meşruiyet krizi yaklaşsa, ekranlarda boy gösteren “aydınlar” hemen sahneye çıkar. Ellerinde “analiz”, dillerinde “millî beka”, “istikrar”, “yerli ve milli çizgi” gibi iktidarca çokça tüketilmiş kavramlar... Halbuki ne millîliği umurlarında, ne de halkı.

Sadece şunu düşünürler: “Bir kriz çıktı mı? O hâlde bana bir yer açılır mı? Bir kurulda, bir vakıfta, bir danışmanlıkta...”

Hele bir akademik titri varsa, hele bir üniversitenin lojmanında oturuyorsa, hele bir iki makalesi uluslararası dergide yayınlanmışsa... Tam aranan adam odur! Çünkü iktidarın en çok ihtiyacı olan şey, “hakikati örtebilecek kadar cümle üretmektir...

Ve bu “aydın” kişi, bunu layıkıyla yapar.

Kendi aydınını oluşturmak iktidarın büyük projesi

İktidarların en büyük hayali, bir baraj yapmak değil; kendi aydınını yapmaktır. Beton dökülerek yükselen değil, iltifatla şişirilen bir aydın tipi...

Ne sorgular, ne taş koyar, ne de tereddüt eder. Çünkü o bilir: “Her sorgu, yerimi tehlikeye atar. Her itiraz, ekran süremi azaltır. Her gerçek, itibarıma gölge düşürür.”

O yüzden öyle güzel cümleler kurar ki, sanırsınız Aristoteles gelmiş de Taksim’de basın açıklaması yapıyor. Ama bir bakarsınız, cümlelerin tümü “iktidarın sözlüğünden” kopyalanmış.

Hani aydın dediğin halkı bilinçlendirecek ya, bizimkiler halkı hipnotize eder.

“Sorun yok,” der.

“Ekonomik sıkıntılar sadece algı,” der.

“Basın özgürlüğü gayet iyi,” der.

“Bize saldıran dış güçler var,” der.

“Kriz yok, manipülasyon var,” der.

Eline kağıdı verirler, o da robot gibi okur.

Ödüllü aydınlar süslü kitaplar boş cümleler

Bir de yazarlığı var bu işin. Aydın dedin mi kitap yazar değil mi? Bizdeki aydınlar da yazar. Ama öyle halkın derdine derman olacak, sistemi sorgulatacak kitaplar değil.

Adı "Türk Modernleşmesinde Post-Post Gerçeklik ve Geleneksel Algının Değişen Kodları" gibi olur, içi ise kahve muhabbeti kıvamındadır. Ama süslüdür, dipnotludur, özenlidir. Eleştirilemez. Neden mi? Çünkü yazarının adı bir danışma kurulundadır. Çünkü bu kitap, bir "ödül" kazanacaktır. Kime göre? Yine aynı aydınlar heyetine göre!

Yani aydın aydına ödül verir, ödül de aydına itibar kazandırır. Ve böylece bir zincir oluşur: “Birbirini parlatan ama toplumu karartan aydınlar zinciri.”

İktidar da bu zinciri kırmaz, tam tersine besler. Çünkü bilir: “Gerçek aydın baş ağrıtır, ama bu süslenmiş aydınlar bana siper olur.”

İktidarın kaldıraçlarıyla Yükselen aydın Tipi

Aydın dediğin, yokuş yukarı yürür. Bizimkiler asansöre binmiş. İktidarın inşa ettiği “fikrî asansörlerle” en tepeye çıkmış. Ve sonra bakmış aşağıya, halkı görmüş ama tanımamış. Çünkü artık yükseklerde gözler bulanır.

Birkaç örnekle anlatayım:

Bir televizyon programında, halk açlıktan bahsederken, aydın geçinen kişi "Dünya genelinde tüketim toplumunun obezleşmesi" üzerine bir sunum yapar. Çünkü halkın açlığı değil, kendi entelektüel şovu önemlidir.

Bir üniversite panelinde, iktidarın uyguladığı sansürü savunmak için  "post-truth çağda bilgi kirliliğine karşı devletin hakikati koruma refleksi" gibi cümleler kurar. Sorduğunuzda, "sansür değil, denetim" der.

Bir yazısında, işsizlik oranlarını eleştirenleri “provokatör” ilan eder. Çünkü o, “veriyle değil, vizyonla” düşünür. Kimin vizyonuyla? Elbette bağlı olduğu merkezin...

Şimdi soralım dostlar:

Cumhuriyet tarihinde hangi aydın, iktidar karşısında gerçekten dimdik durabildi?

Bir elin parmakları kadar...

Yahya Kemal bile “Ben bir padişah şairiyim” derken, Ahmet Hamdi “Bize muhalefet değil, mahviyet yakışır” diyordu. Bugün ise “Ben iktidarın aklıyım” diyenler çoğaldı.

Ama akıl ne işe yarar, eğer vicdanı yoksa?

Bugün bu ülkede birçok sözde aydın, iktidarın yönünü göstermek için değil; arkasını temizlemek için kalem oynatıyor. Entelektüel deterjan gibi çalışıyorlar: Skandalları parlatıyor, yanlışları cilalıyorlar.

Bir sanatçı “halkın yanındayım” dediğinde, onu “düşman” ilan ediyorlar. Ama bir aydın “iktidarın stratejik vizyonunu destekliyorum” dediğinde, ona “bilge” diyorlar.

Oysa bilgelik, iktidarın çanağında değil; halkın sofrasında olur.

Bu ülkede aydınlar halktan koptuğu sürece, iktidarlar da sorumsuzlaşacaktır. Çünkü iktidarı denetleyecek olan, halkın vicdanı kadar aydınların cesaretidir.

Ama bizde aydınlar, artık halktan değil; “yayın kurullarından”, “fon kaynaklarından”, “resmî ilanlardan” yana saf tutuyor.

Ve işin trajik tarafı şu: Bunlar, hâlâ “bağımsız aydın” olduklarını iddia ediyorlar.

İşte tam burada sözü size bırakayım:

Eğer bir aydın, ne zaman konuşacağını değil; ne zaman susacağını öğrenmişse, o artık aydın değil, iktidarın gölgesidir.

Ve unutmayın: Aydın olmayanın gölgesi olmaz; ama iktidarın gölgesi olan aydın, insanın karanlığı olur.

Ey halkım...

Sana gerçeği söylemeyen, seni değil ekranı gözeten, iktidarın ipiyle yukarı tırmanan aydına güvenme.

Ona “aydın” deme. O, olsa olsa _ışıklı bir gölgedir.

Ve unutma, seni gerçek aydınlatır; ama seni oyalayan, senden önce kararını çoktan vermiş olan o süslü konuşanlar, seni karanlığa mahkûm eder.

Çünkü en büyük karanlık, çok ışığın olduğu yerdedir.

Bahadır Hatayı/26.06.2025/Sancaktepe/İST

27 Haziran 2025 Cuma

İradeye ihanet hakikate sadakat



1.Bir uyanışa davet

Bu çağrı Korkuyla bastırılmış vicdanlara, susturulmuş akıllara ve yalanlarla hipnoz edilmiş bir topluma, yeniden hakikatin ve adaletin sesi olma çağrısıdır.

Çünkü;

  • Yalanın devletleştiği,

  • İftiraların kanunlaştığı,

  • Ahlaksızlığın meşrulaştığı,

  • Muhalif olmanın suç, sadık olmanın erdem sayıldığı
    bir dönemde susmak, zulme ortak olmaktır.

Bu çağrı, hakaretsiz ama keskin, suçlayıcı değil ama sorgulayıcı, kin dolu değil ama dirayetlidir. Çünkü biz inandık:
“Zalim susmazsa, mazlum susmamalıdır.”

2. İftira düzeni Seçim öncesi kurulan tiyatro

Güya seçim süreci bir "irade şöleni."
Oysa perde arkasında oynanan şey:
Bir iftira tiyatrosudur.

Seçim kazanmak uğruna:

  • Muhaliflere iftiralar atılır,

  • Medya aracılığıyla kişilik suikastları yapılır,

  • Siyasi linç seansları düzenlenir,

  • "Yargı" sopası gösterilir.

Ve halk, inandırılır.
Çünkü “algı”, “hakikat ”in önüne geçmiştir.
Çünkü artık “bir şey söylendiği için doğrudur”, doğruluğu ispatlandığı için değil.

3. Güç sarhoşluğu Söylediklerini unutup eleştirenleri susturmak

Seçim kazanıldığında ise:

  • Dünün yeminleri unutulur.

  • Dün “yapmayız” denilen her şey yapılır.

  • Dün “zulüm” denilen yöntemler bugün “güvenlik politikası” olur.

Ve sonra ne olur biliyor musunuz?

Muhalefet “neden bunları yapıyorsunuz?” diye sorunca,
onlara cevaben:
“Sen haddini bil!”
denir.

Yetmez…

  • Basın susturulur.

  • STK’lar kriminalize edilir.

  • Toplumun vicdanı korkutularak bastırılır.

Eleştiren değil, itaat etmeyen herkes yaftalanır.
Çünkü artık sadakat, liyakatin önündedir.
Ve halk bu rezalete kanunların gölgesinde alkış tutar.

4. Yasal zulüm- Kanunla kurulan tuzak

Zulüm bazen paletle, bazen kelepçeyle, bazen mahkeme kararıyla gelir.

Ama en sinsisi:
Kanunla yapılan zulümdür.

  • Kanunlar öyle yazılır ki, ifade özgürlüğü "dezenformasyon" olur.

  • Protesto "kamu düzenine tehdit" olur.

  • Eleştiri "düşmanlık suçu" sayılır.

Ve böylece:
Adalet, güçlü olanın silahı; zayıf olanın mezarı haline gelir.

Sistem, kendine itaat etmeyeni yok eden bir mekanizmaya dönüşür.
Toplum ise bu çarpıklığı sorgulamak yerine şöyle düşünür:

“Suçsuz olsalar içeri girerler miydi?”

5. Tebaa halk- Düşünmeyen, sorgulamayan, tapan

Sistem böyle işleyince halk da dönüşür.
Artık bir millet değil, bir teba oluşur.

Bu teba:

  • Sorgulamaz, savunur.

  • Hakkı aramaz, lidere biat eder.

  • Hakkı değil, kimden geldiğine bakar.

Ve trajik çelişki şudur:
Bu halk, Allah’a iman ettiğini söyler ama
zulmeden efendisini ilah edinmiştir.

Ve Kur’an’ın dilinden değil, liderin dudaklarından geleni “vahiy” bellemiştir.

6. Tarihin ve hakikatin önünde durulmaz

Şimdi size sesleniyoruz:
Ey kendini devlet sananlar!
Ey hukuku emir eri sananlar!
Ey halkı unutup iktidarı kutsayanlar!

Bugün güçlü olabilirsiniz.
Bugün yargıyı, medyayı, eğitimi, dini kendi çıkarınıza göre dizayn etmiş olabilirsiniz.

Ama Allah’ın adaleti gecikir, ama asla şaşmaz.
Her Firavun’un bir Musa’sı,
Her Nemrut’un bir İbrahim’i,
Her zalimin bir sonu vardır.

Tarihin tozlu sayfalarında adınız:

  • Zulmü kanunlaştıranlar,

  • Hakkı itibarsızlaştıranlar,

  • Toplumu köleleştirenler,
    olarak geçecektir.

Ve bu halkın suskunluğu sizi kurtarmayacaktır.
Zira her susturulan ses, bir gün çığlığa dönüşür.

7. Biz neyi savunuyoruz?

Biz, sıradan insanlar olarak:

  • Hakikat adına konuşuyoruz.

  • Kimseye kinle değil, herkese sorumlulukla yaklaşıyoruz.

  • Zulmün meşrulaştırılmasına itiraz ediyoruz.

  • Ve susanlar adına haykırıyoruz.

Biz adalet istiyoruz, intikam değil.
Biz hukuk istiyoruz, sopa değil.
Biz özgürlük istiyoruz, sadakat yeminleri değil.
Ve en çok da Allah’a kul olup kula boyun eğmemeyi istiyoruz...

8. Tarihe not düşüyoruz

Bugünün zalimleri,
Kendi kurdukları algı duvarları arasında sonsuz yaşayacaklarını sanıyorlar.
Ama tarih,
Hiçbir zalimi affetmedi.
Hiçbir susturulmuş hakikati sonsuza dek bastıramadı.

Ve biz bu yüzden diyoruz ki:

“Adalet yerini buluncaya kadar susmayacağız.”
“Mazlumlar ayağa kalkıncaya kadar geri durmayacağız.”
“Hak yerini buluncaya kadar bu meydan bizimdir.”

Biz bu manifestoyu tarihe yazıyor,
Zulmün, iftiranın, yalanın, gasbın, putlaştırmanın karşısına
Allah’a kul, kula muhalif olmanın onuruyla dikiliyoruz.

İmzamızı atıyoruz....
Vicdanı susturulmayanlar.
Zulmü kanıksamayanlar.
Yalanla yönetilmeye direnç gösterenler.
Allah’tan başkasına secde etmeyenler.
Ve bu ülkeyi gerçekten sevenler.

Bahadır Hataylı/27.06.2025/Sancaktepe/İST

Diplomatik Halılar Üzerinde Secdesiz Yönelişler


Şu sahneyi gözünün önüne getir:

Bir müstemleke valisi, halkın önünde diz çökmüş gibi yaparak dua ediyor. Oysa dudaklarından dökülenler dualar değil, borsa terimleri. “Rabbim, risk primimizi düşür, yatırımcı güvenini artır…” diye mırıldanıyor. Arka cebinde ithal anayasa maddeleri, ön cebinde ‘stratejik ortaklık’ sözleşmeleri, yakasında Birleşmiş Milletler broşu. Namazgah yerine diplomatik halı serilmiş, kıble ise Washington’un hava trafiğine göre dönüyor.

Ve halk…
Daha doğrusu, artık “kitle” olmuş o halk…
Gösterişli mitinglere “destek vermeye mecbur bırakılmış” katılımı alkış zannediyor.
Karnı aç, aklı susuz; ama gönlü “ülkemiz gelişiyor” diye televizyon spikerinden umut emiyor.
Çünkü ona ‘yeni çağ’ diye yutturulan şeyin içi boş bir çerçeve olduğunu henüz anlayamamış.
Ve en beteri: Bu çerçevenin içine kendi evladının ölüm belgesi asılıyor farkında bile değil.

Bak Hâfız, sana açık açık söyleyeyim…
Ortadoğu dedikleri şey, emperyalizmin ekvatoru değil sadece; insanlığın mezarlık haritasıdır.
Bir yanda petrol kokusu, diğer yanda çocuk mezarlarının üstüne serilmiş “kalkınma paketleri.”
Bir yanda NATO uçakları, diğer yanda Kur’an kurslarına bomba düşen sabahlar.
Ama tüm bunların arasında en feci olanı:
Kendi halkının gözünün içine baka baka yalan söyleyen yerli kuklalar…
Siyonist işgalciler kadar acımasız, Batılı diplomatlar kadar kurnaz, medya kadar sessiz...

Bu kuklalar ne mi yapıyor?
Kendilerini halkın ‘temsilcisi’ olarak değil, halkın ‘gözetmeni’ gibi görüyorlar.
Yani bir tür gardiyanlar. Ama cezaevi onların değil, bizim zihinlerimiz.
Ve her yeni yasa, her yeni seçim, her yeni ‘müjde’, o cezaevinin betonuna yeni bir kat daha ekliyor.
Artık mahkumlar başkaldırmaz olmuş; çünkü başlarını kaldırdıklarında yukarıda sadece reklam panoları görüyorlar:
“Milli Enerji!”
“Yeni Patagonya!”
“Yüzyılın Projesi!”
Hepsi koca bir hologramdan ibaret, ama biz hâlâ “bir şeyler değişiyor galiba” sanıyoruz.

Hâfız, biliyor musun?
İnsanlar artık yöneticilere değil, onların cümlelerine iman ediyor.
“Birlik, beraberlik, kalkınma” gibi süslenmiş cümleler her krizin önüne atılıyor,
Ve halk, hakikatin yerine bu parlatılmış hurafelere boyun eğiyor.

Oysa ne birlik var ne beraberlik…
Sadece aynı kafese tıkılmış farklı renklerde kuşlar gibiyiz.
Birimizin rengi kırmızı, diğerinin yeşil, bir başkasının sarı…
Ama kafes hep aynı:
Sömürü, aldatma, sahte temsil ve bolca göz boyama...

Ey Hâfız, şimdi sana biraz daha sert bir tablo çizeyim:

Düşünsene, bir ülke hayal et…
Her cuma hutbesinde Filistin’i anıyor, ama her pazartesi İsrail’le ticaret hacmini artırıyor.
Her sokak röportajında “davamız Kudüs” diyor, ama gümrük kapısında Siyonist mallarına serbest geçiş sağlıyor.
Ve bu iki yüzlülük, sadece dış siyasette değil, halkın ruhunda da yankı buluyor:
İnsanlar vicdanını cuma hutbesinde rahatlatıyor, sonra pazartesi o vicdanı karton kutuya koyup bir kenara atıyor.

Ne yazık ki insanlar gerçeği artık sadece kendi menfaatiyle temas ettiğinde fark ediyor.
Yani zulüm kendi çocuğuna, kendi mahallesine, kendi cebine ulaşmadıkça kimse bağırmıyor.
Ama o zaman da iş işten geçmiş oluyor.
Çünkü bir zulüm, halk sustukça değil, halk bölündükçe güçlenir.
Ve şu an, tam da bu noktadayız.

Emperyal akıl bunu çok iyi biliyor.
O yüzden “bizi bizle vuruyor.”
Kendi kardeşini hedef gösteren bir halk yarattı:
– “O Kürt mü?”
– “Bu Alevi mi?”
– “Şu başörtülü mü?”
– “Bu laik mi?”
Sorular böyle uzadıkça asıl sorulması gereken sorular mezara gömüldü:
– “Bu çocuk neden yoksul?”
– “Bu genç neden işsiz?”
– “Bu halk neden hep kandırılıyor?”

Ama halk bu soruları sormuyor, çünkü cevaplar hazır:
Dış güçler!
Sürüngen planlar!
Dolar lobisi!
“Ey dış mihraklar!” diye başlayan her konuşma, aslında iç mihrakların üzerini örtmek için atılan bir sis bombası…

Ve Hâfız, biliyor musun?
Artık o kadar çok sis var ki, insanlar nefes almak için birbirine tahammül etmek zorunda kalıyor.
Yani zulüm, sadece baskı değil; aynı zamanda nefes darlığıdır.
Bir halkın aklını ve kalbini daraltırsan, o halk kolay yönlendirilebilir bir sürüye dönüşür.
Ve sürü, merhameti değil, çobanını seçer.
Çoban sopasını gösterdiğinde değil, havuç salladığında peşinden gider.
Ve biz şu an havuca tapan bir toplum olduk.

Ey Hâfız…

Bazen düşünüyorum, acaba gerçekten biz halk mıyız?
Yoksa bir laboratuvar deneyi miyiz?
Her 5 yılda bir farklı dozda umut aşılanıyor,
Sonra sonuçlar ölçülüyor:
– Ne kadar sabır gösterdiler?
– Kaç kişi sustu?
– Kaç kişi alkışladı?

Ve her ölçümden sonra sistem kendini güncelliyor.
Yeni yalanlar, yeni vaatler, yeni ekran yüzleri…
Ama asla yeni bir gelecek değil.
Gelecek dediğin şey, bu çarkın dönmemesiyle başlar...

İşte biz bu çarkı durdurmadıkça, her gün başka bir masumiyeti gömeceğiz.
Bugün bir çocuk, yarın bir genç, öbür gün bir fikir, sonra bir umut…
En sonunda da kendi kalbimizi...

Ama hâlâ umut var Hâfız.
Çünkü halkın en büyük gücü öfkesi değil;
Gerçekleri konuşmaya başladığı andaki sessizliğidir.
O sessizlik, sandığın açılması gibi değildir.
O sessizlik, zincirin kırılma sesidir.
Ve o ses duyulduğu gün, ne emperyalist kalır, ne kukla, ne kandırılmış kitle...

O zaman ne olur biliyor musun?
O kırık at ayağa kalkar.
Sırtından sahibini silker.
Yelesini rüzgâra savurur.
Ve masumiyet, yeniden doğar.
Yalnızca bir şehirde değil,
Yeryüzünün her toprak parçasında.

Ve işte o gün Hâfız,
Biz de o atın gölgesinde yürüyenlerden oluruz.
Ne kırık dizimize bakarız,
Ne düşmüş başımıza.
Çünkü biliriz:
Hakikati taşıyanlar,
Asla eğilmez.

Son sözüm şudur Hafız,

Zulümle yürütülen her düzen,
Kendi celladını da içinde büyütür.
Ve o cellat,
Halkın uyanan vicdanıdır.
İşte biz o vicdanı ayağa kaldırana kadar,
Susmak da suçtur.
Ve biz susmayacağız, Hâfız…
Biz susmayacağız!

Bahadır Hataylı/26.06.2025/Sancaktepe/İST



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!