Bu Blogda Ara

20 Mayıs 2025 Salı

Tilkinin Bekçiliği ve Siyonist Labirentte İnsanlık


Bugün yaşadığımız dünya; sınırları emperyalist haritacılar tarafından cetvelle çizilmiş, idarecileri küresel elitlerce seçilmiş, düzeni ise Siyonist çetelerin kirli planlarıyla şekillendirilmiş dev bir hipnoz sahnesidir. Bu sahnede halk, çoğu zaman alkış tutan seyirci değil, zincire vurulmuş figürandır. Her bir coğrafya bir başka yırtıcıya bekçilik ettirilmiş ve o yırtıcının gözyaşı, halkın duası haline getirilmiştir. 

Küresel Kuklacıların Planı-Parsellenmiş Dünya

Emperyalist akıl, dünya haritasını sadece coğrafi bir alan olarak değil, zihinsel bir hâkimiyet alanı olarak gördü. Her sınır, bir ideolojinin, bir propagandanın, bir korkunun veya bir vaadin çerçevesiydi. Bir bölge enerji kaynaklarıyla, bir başkası etnik çatışmalarla, öteki kültürel yozlaşmayla kontrol altına alındı. Bu sınırlar halklara ait değil; şirketlere, bankalara, silah lobilerine, küresel istihbarat örgütlerine hizmet eden "dost görünümlü tilkilere" aitti.

Tıpkı modern bir tavuk çiftliğinde olduğu gibi... Tavuklara ne zaman yumurtlayacakları, ne yiyecekleri, hangi horozun ötebileceği dışarıdan belirlenmişti. Ve bu sistemin en zekice yanı; tavukların bunu bir "özgürlük alanı" sanmalarıydı.

Tilki Efsanesi-Bekçi mi, Katil mi?

Bir halk, yöneticisini ne zaman bir kutsiyetle anarsa, orada özgürlük değil, tutsaklık başlamıştır. Modern siyasal liderler, halkın umutlarıyla makyajlanmış, medya makinasıyla parlatılmış, dindarlık ve yurtseverlikle süslenmiş birer hipnoz aracına dönüşmüştür.

Tilki karakteri de budur işte. Bir kümesin bekçisi yapılır; ilk işi horozları susturmaktır. Çünkü horozlar öterse, sabah olur; sabah olursa, herkes gerçekleri görür. Bu yüzden önce horozlar kasaba gönderilir. Geriye sadece kendi varlığının meşruiyetini onaylayan, ötmeyen, yumurtlayan ama düşünmeyen tavuklar bırakılır.

Bugün dünyada liderlerin yaptığı budur. Söz söyleyen düşünür susturulur. Uyarı yapan gazeteci cezalandırılır. Eleştiren akademisyen yaftalanır. Çünkü bu düzen öten horozlardan korkar.

Güncel Örnekler- Gerçeğin Maske Tiyatrosu

  • Filistin Gerçeği: İsrail’in Filistin’deki işgal ve katliamlarına karşı suskun kalan Arap rejimleri, işte bu bekçi tilkilerin prototipidir. Halkı Müslüman olan ülkelerde, Siyonistlerle gizli-açık ittifak yapan liderler, halkı “sabır”la, “dua”yla oyalarken, Gazze yerle bir edilmektedir.

  • Ukrayna Savaşı: NATO ve Rusya arasındaki güç çatışması, sahnede iki dev figürün kavgası gibi görünürken; perde arkasında aynı elit çevrelerin dünya düzenini yeniden dizayn etme planı işlemektedir. Tilki burada bazen ayı, bazen kartal kılığına girer ama hep aynı amaca hizmet eder.

  • Yapay Korkular ve Dijital Hipnoz: COVID-19 sonrası dijital dünyaya hapsedilen bireyler, gerçek tehlikeleri göremez hâle getirildi. Siber tilkiler, sosyal medyada “trend” ve “gündem” sopasıyla halkı yönlendirirken; küresel adaletsizlikler algı eşikleri altına itildi.

  • Türkiye Gerçeği: İçeride kahramanlık pozları, dışarıda sessiz ortaklıklarla iktidarda kalma planları… İsrail’le yapılan ticaret, halktan gizlenen savunma anlaşmaları, siyasi manevralarla örtülmektedir. Oysa horoz kasaba gitmiş, tavuğun sesi kısılmıştır.

Medya-Tilkinin Mikrofonu

Modern medya; gerçeğin değil, gücün sözcüsüdür. Kalemler, ekranlar, algoritmalar tilkinin hizmetindedir. Halk; işsizlik, yoksulluk, eğitim kriziyle kıvranırken, medya halkı pembe masallarla oyalayan bir sihirbaz gibidir. Çiftlikte yangın çıkar ama haber tilkinin gözyaşını anlatır.

Eğitim-Tavuklara Uçmayı Unutturmak

Gerçek eğitim; bireyi sorgulayan, eleştiren, alternatif düşünen bir özneye dönüştürmelidir. Oysa bugünkü eğitim sistemi, tavuklara uçmayı unutturacak şekilde dizayn edilmiştir. Müfredatlar, sınav sistemleri, kariyer planlamaları; bireyi tilkiye biat eden bir kuklaya dönüştürmek üzere kurgulanmıştır.

Horozlar-Direnişin Sesi

Dünyanın dört bir yanında ötmeye çalışan horozlar vardır. Edward Snowden, Julian Assange, Malcolm X, Rachel Corrie, Şeyh Ahmed Yasin, Ebu Ali Mustafa, Anna Politkovskaya ve daha niceleri…

Bu horozlar, sabahın sesidir. Her biri susturulmuş olsa da bıraktıkları yankı, küresel uykuyu bozmaya yetmiştir. Bugün bizlere düşen, kendi kümesimizdeki ötmeyen horozlara değil, susturulmuş horozlara kulak vermektir.

Uyanış- Tilkinin Sonu

Bu küresel düzen, sonsuza kadar sürmeyecek. Tilkiler, bir gün kendi açgözlülükleriyle birbirlerini yiyecekler. Ama o gün gelene kadar, tavuklar ölmeye, horozlar susmaya devam edecek. İşte bu yazı bir çağrıdır:

Uyanın!

  • Herkesin tilkileri sorguladığı,

  • Her horozun ötmekten korkmadığı,

  • Her tavuğun kendi göğsünü gere gere uçmaya çalıştığı bir sabah için...

Bu sabahı beklemeyin; inşa edin. Çünkü zaman, artık bekleme değil, direnme zamanıdır.

Ya Tavuk Ol Ya Horoz

Toplumlar ya susar, biat eder, tüketilir; ya da sorgular, direnir ve yol açar. Siyonizmin, emperyalizmin ve çıkar çetelerinin yönettiği bu küresel labirentte, her birey birer anahtardır. Ya kapıyı açar ya da kendi kümesine kilit olur.

Unutmayın: Tilkinin bekçi olduğu yerde sabah olmaz. Ve sabah olmadan, umut doğmaz.

Karanlığa lanet etmek yerine bir horoz gibi ötmeye başla!

Uyanış, artık ertelenemez. Yoksa sadece kümesten değil, insanlıktan da düşeceğiz.

"Ey insanlar! Kendinizi akıllı zannedip her gün aynı düzeni izliyorsunuz. Tilkiler kürsüdeyken, adalet kümesten çıkmaz!"

Bu yazı; uyutulan toplumlara bir çan sesi, bir horoz ötüşü, bir vicdan kıvılcımı olmak için kaleme alınmıştır.

Bahadır Hataylı/17.05.2025/Namazgah/İST

19 Mayıs 2025 Pazartesi

Mazluma Ekmek Zalimlere Ömür Yardımın Politik Körlüğü



Bağışın ötesinde yardımı anlamlı kılmak ve zalimlere takviye olmadan mazlumlara yol açmak 

Günümüz dünyasında sivil toplum kuruluşları (STK’lar), özellikle de insani yardım alanında faaliyet gösteren kurumlar, toplumların vicdanı olarak görülmekte. Açlıkla mücadele eden Afrika’dan, savaşın harabeye çevirdiği Orta Doğu’ya, yoksulluğun pençesindeki Güney Asya’dan afetlerle sarsılan coğrafyalara kadar, STK’lar birçok yerde insani yardımın taşıyıcısı olmuştur. Ancak burada önemli bir kırılma noktası karşımıza çıkar: Bu yardımlar gerçekten mağduru kurtarıyor mu, yoksa zalimin sistemini sürdürülebilir kılarak farkında olmadan onun ömrünü mü uzatıyor?

Bu sorunun cevabı, sadece yardımın ulaştığı kişilerin sayısına değil, bu yardımların nasıl, ne şekilde, hangi bağlamda ve hangi bilinçle yapıldığına bağlıdır. Çünkü salt hayatta tutmak, zulüm sisteminin açıklarını kapatmak anlamına da gelebilir.

Mağdura ekmek zalime ömür çelişkiyi anlamak

Bir mazlum, zalimin oluşturduğu sistem nedeniyle aç kalıyor; onun elektriği, suyu, eğitimi yok; evi yok, huzuru yok, güvenliği yok. Biz ona STK olarak gidip bir koli erzak veriyoruz, belki battaniye, belki çadır. O gün doymuş oluyor. Ama o sistem olduğu yerde duruyor. Hatta çoğu zaman yardım kurumları o sistemin oluşturduğu yıkımın görünürlüğünü azaltarak, sistemi kurtaran bir tampon bölge gibi iş görüyor.

Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, Afrika’nın sömürgeleştirilmiş tarihidir. Emperyalist ülkeler, kara kıtayı yüzyıllar boyunca kaynakları için iliklerine kadar sömürdüler. Zenginliklerini Avrupa’ya taşıyan bu sistemin ardından ortada kalan sadece sefalet ve iç savaş oldu. Bugün birçok Batılı yardım kuruluşu, bu sefaleti azaltmak için yardım götürüyor gibi görünse de, çoğu zaman aynı sistemlerin taşeronu olarak hareket ediyorlar. Bazı durumlarda yardımlar, o ülkelerdeki halkı değil, Batı güdümündeki yönetimleri ayakta tutmak için kullanılıyor.

Aynı manzara bizim coğrafyamızda da geçerli. Filistin’e gönderilen yardımlar, Gazze’deki halkı kısa süreliğine yaşatırken, onları bu hale getiren İsrail sistemine karşı gerçek bir direnç gösterilmedikçe, bu yardımlar uzun vadede sadece İsrail'in “kontrollü yıkım ve yaşatma” politikasına katkı sağlıyor. STK’ların bir kısmı bu gerçeği ya görmezden geliyor ya da görmesine rağmen "tarafsızlık" kisvesi altında sessiz kalıyor.

Hak ve adalet bilinciyle yardım bir mecburiyet 

Yardım, tek başına bir iyilik değil; yardımı bağlamına göre yapmak, zalimi teşhir ederek yapmak, mazlumu bilinçlendirerek yapmak bir zorunluluktur. Bugün Türkiye’deki birçok STK, mağdur halklara ulaştırdığı yardımlarla övünürken, o halkları mağdur eden sistemlere ses çıkarmamakta, hatta bazı durumlarda o sistemlerle iş birliği yapmaktadır.

Oysa yardım faaliyetleri şu temel ilkelere dayanmalıdır:

  1. Bilinçlendirme ile Eş Zamanlı Yardım: Yardım edilen insanlar neden bu hale düştü, bunu bilmeli. Onlara sadece ekmek değil, gerçekleri de ulaştırmalıyız.

  2. Zalimi Teşhir Etme: Yardım çalışmaları sessiz kalmamalı. O insanları bu hale getiren siyasi, ekonomik ve sosyal yapılar doğrudan teşhir edilmeli.

  3. Kendine Yeten Yapılar Kurma: Sürekli yardım değil, o insanları kendi kendine yeten bireyler ve toplumlar haline getirmek hedeflenmeli.

  4. Alternatif Sistemi Göstermek: Sadece mevcut sistemin açıklarını kapamak değil, alternatif ve adil bir toplumsal düzenin mümkün olduğunu anlatmak gerekir.

Yardımın yeni hali vicdan mı politik mi?

Artık yardım, bir vicdan işi olmanın ötesinde, doğrudan siyasi ve sosyal bir mücadele aracına dönüşmek zorundadır. Aksi takdirde yapılan yardımlar, zalimin sistemine makyaj yapmak olur. Bu bağlamda; STK’lar şu soruları kendilerine her yardım faaliyetinde sormalıdır:

  • Bu yardım zalimin elini mi güçlendiriyor?

  • Bu yardım, yardım ettiğimiz insanların bilinçlenmesini sağlayacak bir fırsata dönüştürülebiliyor mu?

  • Yardım yaptığımız bölgelerde zalimle işbirliği içinde olan kişi veya kurumlara doğrudan tavır alıyor muyuz?

Bu sorular, yardımın anlamını yeniden belirlemek açısından hayati öneme sahiptir.

Coğrafyamızdan somut örnekler 

1. Suriye 

Suriye’de yardım ulaştırmak, rejimin kontrolündeki bölgelere yapılınca Esed’in prestiji yükseliyor. Muhaliflerin bulunduğu bölgelere yapılınca bu yardımın kaynağına göre politik etki değişiyor. STK’lar burada “kim kime yardım ediyor”u iyi analiz etmeli. Sadece ihtiyaç değil, kimin adına, kimin sorumluluğuyla olduğu açıklanmalı.

2. Afganistan 

Taliban sonrası dönemde birçok STK Afgan halkına yardım ulaştırmaya çalıştı. Ancak bazı yardım kuruluşları, batılı ülkelerin yönlendirmesiyle sadece "belirli bölgelerde" yardım yaptı. Bu da adalet değil, sadece politik çıkar gözetimiyle hareket edildiğini gösterdi.

3. Gazze 

Gazze’ye yapılan yardımların İsrail kontrolünden geçtiği bir gerçek. Hangi yardımın hangi izne tabi olduğu, neyin ulaşmasına izin verildiği bellidir. STK’lar bunu ifşa etmeden yardım ulaştırdığında, İsrail’in sistemine meşruiyet sağlar.

Yardım etmek devrimci bir tavra dönüşmelidir 

Artık STK’ların kendini yeniden tanımlaması gerekiyor. Yardımseverlik değil, adalet mücadelesi! Koliler değil, hak bilinci! Geçici çözümler değil, kalıcı kurtuluş yolları! Yardım bir erdemdir ama onu anlamlı kılan, bağlamıdır.

Yardım yapılan her yerde zalim teşhir edilmeli; her mazlum aynı zamanda özgürlüğüne kavuşma bilinciyle beslenmelidir. Aksi takdirde, yardım bir tür esaretin devamı olur.

Çıkış yolu nedir?

  1. STK’lar bağımsız olmalı. Devletlerin ya da emperyalist kurumların fonlarıyla değil, halkın desteklediği yapılar olarak hareket etmelidir.

  2. Eğitim şart. Yardım edilen bölgelerde, halkın sistemsel bilinç kazanacağı, sömürünün kaynağını anlayacağı eğitim programları eş zamanlı yapılmalıdır.

  3. Zalime karşı net tavır alınmalı. Her yardım kampanyasında "Bu insanlar neden böyle oldu?" sorusu kamuoyuna açıkça sorulmalı.

  4. Yardımlar stratejik planla yapılmalı. Sadece bugün doymalarını değil, yarın kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak projelerle desteklenmeli.

  5. Halkı örgütlemek, dayanışmayı kalıcılaştırmak. Yardım bir organizasyon değil, toplumsal bilinç hareketi olmalı.

Bir mağdura verilen yardım, eğer o mağduriyeti doğuran sistemi ifşa etmiyor, ona karşı mücadele çağrısı yapmıyorsa, o yardım vicdanın makyajı, zalimin maskesidir. Vicdan susmamalı, ama sadece ağlamamalı da. Sesini, sözünü, kalemini ve hareketini zalime karşı kullanmalı.

Zulme karşı yardım; yalnızca ekmekle değil, bilinçle, teşhirle ve tavırla yapılırsa anlam kazanır.

Yoksa biz de köylünün dediği gibi bir gün mağaraya düşeriz, dışarıdan gelen ışığın zalimin feneri olduğunu düşünür, “Anam avradım olsun çıkmam dışarı!” deriz.

Ama artık feneri değil, ateşi biz yakmalıyız.

Yanan sadece ocaklar olmasın, karanlığı da yakalım!

Erol Kekeç/23.05.2023/Sancaktepe/İST

Şeker Eridi Eşek Gitti Fenerle Arıyorlar (Huda Yağdırma Yağmuri)


 Feneri Alan Tanrı Değil Yaşadığımız Mizahın Ta Kendisidir...

Bir köylü vardı. Helalinden kazanır, eşeğine yükler, kasabaya gider, ihtiyacını alır, dönerdi. Tuzu, şekeri, unu eksik etmezdi. El emeğiyle yoğrulmuş bir yaşamı vardı. Lakin günlerden bir gün, o çok tanıdık hikâyede olduğu gibi, dönüş yolunda hava kararır. Köylü bakar ki kara bulutlar göğü yutmuş, dua eder: “Huda, yağdırma yağmuri, eritür tuzı şekeri!”

Ama yağmur dinlemez duayı, dökülür gökten seller gibi. Tuz erir, şeker akar, eşek ıslanır. Köylü bu sefer yalvarır: “Huaadaye, ne olur çaktırma şimşeği, yoksa eşek ölür.” Dua yarım kalır, şimşek çakar, yıldırım düşer, eşek oracıkta can verir. Elinde yularla kala kalır köylü.

“Allah’ım,” der, “eşek de gitti, alma beni, bari beni koru!” Ama Tanrı bu kez tufanla gelir, köylüyü alır, bir mağaraya fırlatır. Zifiri karanlık. Yalnız bir delik var yukarıda, oradan bir ışık sızmakta. Köylü bakar, bakar, sonra isyan eder: “Huda! Yağdırdın yağmuri, erittin şekeri, öldürdün eşeği, şimdi de almışsın feneri, arıyorsun beni! Anam avradım olsun, çıkmam dışari!”

Bu köylünün hikâyesi, aslında bizim hikâyemizdir. Lakin biz, bu köylüden bile daha beter bir durumda yaşıyoruz. Çünkü bizim dua ettiklerimiz yukarıdan değil, aşağıdan bizi tufana sürüklüyor. Yağmuru Allah’tan değil, ranttan; yıldırımı gökten değil, koltuk hırsından; tufanı kaderden değil, ihanetle dolu bir sistemden yaşıyoruz.

Eşeği Vuran Yıldırım Değildi

O eşek ki sadakatin, çalışkanlığın, emeğin, cefanın sembolüdür. Sessiz sedasız çeker yükünü, taşır yükünüzü, söylenmez. Ama bizim yöneticiler o eşeğe yıldırımı Allah çaktırmış gibi anlatırlar bize. Gerçekte eşeği vuran, hesapsız harcamalardır. Şatafatlı saraylardır. Kamu ihalesi adı altında millete kurulan soygun düzenidir.

Tuzumuz – yâni değerlerimiz – eridi gitti. Şekerimiz – yâni neşemiz, umudumuz – suya karıştı. Ve eşeğimiz – yâni milletin alın teriyle beslenen emek gücü – toprağa düştü. Ne kaldı geriye? Bir yular ve karanlık bir mağara…

Ama üstümüzde hâlâ bir delik var. Oradan ışık süzülüyor. O ışık ise bize umut değil, burnumuza uzatılan bir fener: “Hadi çık, yeni seçim geliyor. Hadi bir kere daha güven, bu sefer düzelecek her şey!”

Köylü çıkmadı o mağaradan. Peki biz niye her defasında çıkıyoruz? Her fener gösterilişinde nasıl oluyor da kandırılıyoruz?

Yağmurdan Sonra Sırılsıklam Kalan Halk

Bize “yağmur berekettir” dediler. Ama bu yağmur, baharın değil, ihanetin habercisiydi. Çalanın eline bereket, çalışanın eline kürek verdiler. Yağmur, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul etti.

Yağmurların en çok da seçim öncesi yağması ne garip değil mi? Yollar yapıldı, köprüler açıldı, paketler dağıtıldı. Sonra ne oldu? Eşeğimiz öldü. Çünkü bu şekerli vaatlerin hepsi tuzla buz oldu. Aldığımız un ise nemden küflendi.

Devlet dedikleri, köylüye fener tutan değil, mağaraya savuran oldu.

Fenerin Arkasında Kim Var?

Köylü zannetti ki feneri tutan Tanrı’dır. Biz de sandık. Meğer o feneri tutan, bizim sırtımızdan geçinen “hizmet erbabıymış!” Ne hikmetse ellerinde her zaman bir ışık vardı, ama o ışık sadece kendi yollarını aydınlatıyordu. Bizim yolumuza gelen sadece gölgeydi.

Evet, ışık tuttular ama hep kendi kasalarına. Banka hesaplarına, ihale dosyalarına, kendi çocuklarının okul kayıtlarına… Bizim çocuklarımız mı? Onlar karanlıkta kalan geleceğin mağdurlarıydı. Onlar, eşekle birlikte toprağa gömülen umutlardı.

Anam Avradım Olsun Çıkmam Dışarı!

Köylünün bu sözü, aslında bir direnişin manifestosudur. “Yeter!” demektir. “Beni daha fazla kandıramazsınız!” demektir. Bizim de artık bu sözü söyleme vaktimiz geldi. Artık seçim sandıkları, umut tüccarlarının pazarı olmasın. Artık kandırılmak değil, hesap sormak gerek.

Bu çağda yaşadığımız en büyük ironi şudur: Yoksulluk içinde kıvranan halk, kendisini yoksul bırakanlara minnet duyar hale gelmiştir. Çünkü köylüye eşeğini kaybettirenler, şimdi fenerle gelip başını okşuyorlar: “Geçmiş olsun, bir daha olmaz!”

Yahu eşeği öldüren sensin, şimdi neyin feneri bu?

Domuzlar Sofrasında Eşeğini Arayanlar

George Orwell “Hayvan Çiftliği'nde domuzların yönetime el koyuşunu anlatır. Bizde ise domuzlar zaten sistemin ta kendisi oldu. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yediler, sonra “milletin hizmetkârıyız” dediler.

Eşeğini kaybeden köylü gibi, biz de elimizde yularla dolanıyoruz. Bir zamanlar elimizde yük vardı, şimdi geçmişin hayali… O domuzlar sofralarında ballı kaymaklı ihale dosyaları yerken, biz markette indirim kuyruklarında eşeğimizi arıyoruz.

Şeker Eriyor, Ama Tat Kalmıyor

Eriyen sadece şeker değil, bizim sabrımızdı. Yitip giden sadece tuz değil, bizim direncimizdi. Ve bu gidişata karşı hâlâ ses etmeyenlerin sorunu akıl değil, omurgadır. Çünkü bu sistem, düşünme yetisini değil, dik durma iradesini yok etti.

Bizi her yağmurda ıslatanlar, sonra kurutacaklarını vaad ettiler. Her yıldırımda yakanlar, sonra güneşi getireceklerini söylediler. Her tufanda bizi mağaralara atanlar, şimdi fenerle arıyorlar: “Haydi çıkın, yeni kalkınma hamlesi başlıyor!”

Ama köylü gibi, bizim de artık diyecek bir sözümüz var:
“Anam avradım olsun çıkmam dışarı! Artık o feneri yutmam!”

Ne Olur Diye Bekleyen Milletin Trajedisi

Halk, artık dua etmiyor; halk, bekliyor. “Ne olur şimdi ne olacak?” diye gözünü yukarı değil, aşağıya dikmiş. Televizyon ekranına, sosyal medyaya, liderin ağzına… “Yeni zam ne zaman?” “Yeni seçim vaadi ne olacak?” “Şu ihaleyi kim aldı?” “Bu sefer yine kandırılacak mıyız?”

Halkın bekleyişi bir dua değil, bir çaresizliktir. Fener artık kurtuluşu değil, aldatılışı sembolize eder.

Mağarada Değil, Gönüllerde Karanlık

Köylü mağaradaydı, ama biz zihinlerimizde karanlığa gömüldük. Çünkü mağarada bile yukarıdan ışık geliyordu. Şimdi ise zihinlerimize karanlık enjekte ediliyor. Her gün ekranda pompalanan haberlerle, dizilerle, ideolojik fenerlerle…

Ve her biri aynı şeyi söylüyor: “Bizden başkası yağmur yağdırır, tufan getirir, eşeği öldürür. Ama biz, sizin için buradayız!”

Hayır! Eşeği siz öldürdünüz! Tuzu siz erittiniz! Şekeri siz yediniz!

Eşeğini Arayan Millet, Fenerden Medet Ummaz

Bu millet artık eşeğini aramamalı, feneri sorgulamalı. O fener kimin elinde? O ışık kimi aydınlatıyor? O mağaraya kim attı bizi?

Bir köylünün mizahi duasıyla başlayan bu hikâye, aslında yüzyıllık bir trajedinin özeti gibidir. Mizah, acının zekâyla yoğrulmuş hâlidir. Biz ise artık ne acımızı dindirebiliyoruz ne de zekâmızı kullanabiliyoruz.

Ama umut, hâlâ yukarıdan gelen ışıkta değil, kendi içimizdedir.

“Anam avradım olsun” diye başlanan bir isyan, belki de geleceğin en doğru duasıdır.

Bahadır Hataylı/14.05.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!