Bu Blogda Ara

24 Kasım 2024 Pazar

Sağlıkta Sağlıksız Dönüşüm

                            

Bugün burada sağlık sektöründe yaşanan çöküşü, bu çöküşün sebeplerini, sonuçlarını ve insan hayatı üzerindeki yıkıcı etkilerini açık yüreklilikle konuşmak için bulunuyorum. Bu mesele sadece bir sektörün meselesi değildir; bu, hepimizin meselesidir. Çünkü sağlığın ticarete, insanların ise istatistiklere dönüştüğü bir yerde kaybeden yalnızca hastalar değil, aynı zamanda toplumun vicdanı ve geleceğidir.

Sağlık sistemindeki bu yıkımın kökenine indiğimizde, bunun sadece bir tesadüf ya da plansızlık olmadığını, aksine yanlış politikaların, yozlaşmış uygulamaların ve etik değerlerden sapmanın bir sonucu olduğunu görüyoruz. Özellikle 2005 yılında sağlık sektöründe yapılan köklü değişiklikler bu sürecin başlangıç noktasıdır. Özlük haklarının göz ardı edilmesi, performansa dayalı ücretlendirme sisteminin getirilmesi ve döner sermaye modelinin yaygınlaştırılması sağlık sektörünü adeta bir silindir gibi ezip geçmiştir.

Performansa dayalı ücretlendirme sistemi, ilk bakışta verimliliği artırmak için düşünülmüş bir reform gibi görünse de, aslında sağlık sektörünü ticarethanelere dönüştüren bir mekanizma haline gelmiştir. Doktorlar ve sağlık çalışanları bu sistemle ne yazık ki hastaları iyileştirmek yerine, daha fazla hasta bakmak, daha fazla tetkik yapmak ve daha fazla gelir elde etmek zorunda bırakılmıştır. Bu durum, sağlık hizmetlerinin amacını kökünden sarsmıştır.

Bir düşünün: Sağlıkta performans artışı, daha fazla hasta görmek, daha fazla tetkik yapmak, daha fazla reçete yazmak mı demektir? Yoksa hastaları tedavi edip sağlığına kavuşturmak mı? Ancak gelin görün ki, performans artışı adı altında sağlık sistemi, hasta sayısını artırmayı hedefleyen bir mekanizmaya dönüştü. Bu mekanizma, devletin kaynaklarını sömürdü, doktorları etik ikilemlere sürükledi ve en önemlisi, insanların sağlığını tehdit etti.

Öyle bir dönemden geçtik ki, sağlık hizmeti verenler için hastalar altın yumurtlayan bir tavuk gibi görülmeye başlandı. Daha fazla tetkik, daha fazla işlem, daha fazla hasta döner sermaye gelirlerini artırdı. Ancak bu süreçte asıl kaybolan şey insan sağlığı oldu. Çünkü hasta sayısı arttıkça kalite düştü, tedaviler yetersiz hale geldi ve sağlık sistemine olan güven zedelendi.

Son yıllarda dikkatinizi çekmiş olabilir: Ülkemizdeki özel hastaneler mantar gibi çoğaldı. Daha da ilginç olan, sağlık bakanlarının ve üst düzey yetkililerin bazı hastane zincirleriyle doğrudan veya dolaylı ilişkilerinin ortaya çıkmasıdır. Peki, bu kadar kısa sürede bu kadar büyük sermaye birikimi nasıl sağlandı? Devlet hastanelerindeki hasta garantili projeler ve özel hastanelere hasta yönlendirme politikalarıyla.

Hastane inşaatlarının şatafatlı binalar ve avizelerle süslendiği bir dönemde, sağlık hizmetlerinin niteliği sorgulanmadı. Hastalar, iyileştirilmek yerine hastalıklarının daha da ilerlediği bir döngüye mahkûm edildi. Bu durum, sağlık sektörünün ne yazık ki insan hayatı odaklı değil, kâr odaklı bir ticarethane haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Bir düşünün: Sağlık gibi bir alanda hasta garantili projelerden bahsediyoruz. Hasta garantili hastaneler, sağlık hizmetlerini bir ticari sözleşmeye dönüştürmüş durumda. Oysa sağlık hizmetlerinin amacı insan sağlığını korumak ve hastaları iyileştirmektir. Ancak mevcut sistemde bu değerler arka plana itilmiş, yerini mali kazanç odaklı yaklaşımlar almıştır.

Son beş yıl içinde sağlık çalışanlarının yurtdışına göç etmesi hız kazandı. Bu, sadece daha iyi ücret ve çalışma koşulları arayışıyla açıklanamaz. Aynı zamanda sağlık sektöründeki yozlaşmış uygulamalardan kaçma isteği de bu göçün temel nedenlerinden biridir. Eğitimli ve tecrübeli sağlık çalışanlarının yerini, bu alanlarda yeterince yetkin olmayan kişilerin alması ise sağlık hizmetlerinin kalitesini düşürmüş, hatalı uygulamaları artırmıştır.

Bir ülkede sağlık sektöründe çalışanlar mesleklerini severek ve hakkıyla yapamıyorsa, bu bir ulusal krizdir. İnsan hayatının söz konusu olduğu bir alanda, çalışanların motivasyonu ve ahlakı hayati öneme sahiptir. Ancak ne yazık ki performansa dayalı ücretlendirme sistemi, sağlık çalışanlarını işlerinden soğutmuş, bu meslekleri ahlaki bir değer olarak değil, maddi bir kazanç kapısı olarak görmeye zorlamıştır.

Sağlık sektörü, kapitalizmin "daha fazla tüketim, daha fazla kazanç" formülünden nasibini almıştır. Sağlık hizmetleri, tıbbi bir ihtiyaçtan çok ticari bir ürüne dönüşmüş, insanlar müşteri gibi görülmeye başlanmıştır. Bu durum, yalnızca sağlık hizmetlerini değil, sağlık sektörünün temel ahlaki değerlerini de çökertmiştir.

Bir sektör ticarethaneye dönüştüğünde, amacınız insan sağlığına hizmet etmek değil, daha fazla kâr etmek olur. Böyle bir sistemde doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık çalışanları işlerini ahlaki değerlerle değil, maddi kazanç hedefiyle yapmaya zorlanır. Bu da toplumsal güvenin sarsılmasına, sağlık hizmetlerinin kalitesinin düşmesine ve en önemlisi insan hayatının değersizleşmesine yol açar.

Sorunun Çözümü Nedir?

Sorunun çözümü, sağlık sektörünü tekrar insani değerlere ve etik ilkelere uygun hale getirmekten geçiyor. Bunun için yapılması gerekenler:

  1. Performansa Dayalı Ücretlendirme Sisteminin Gözden Geçirilmesi: Performansa dayalı ücretlendirme sistemi, sağlık çalışanlarını maddi kazanç peşinde koşmaya zorlamaktadır. Bu sistem yerine, sağlık hizmetlerinin niteliğini artırmaya yönelik bir model benimsenmelidir.

  2. Sağlık Çalışanlarının Özlük Haklarının İyileştirilmesi: Sağlık çalışanlarının işlerini severek yapmaları için özlük hakları iyileştirilmeli, çalışma koşulları insani hale getirilmelidir.

  3. Özel Hastaneler ve Devlet Hastaneleri Arasındaki Dengelerin Yeniden Düzenlenmesi: Özel hastanelerin sağlık sektöründeki ağırlığı azaltılmalı, devlet hastanelerine daha fazla yatırım yapılmalıdır.

  4. Etik Değerlerin Güçlendirilmesi: Sağlık sektöründe etik değerler yeniden öncelik haline getirilmelidir. İnsan sağlığı, maddi kazançtan önce gelmelidir.

  5. Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Sağlık sektöründeki tüm uygulamalar şeffaf hale getirilmeli, yapılan harcamalar ve projeler denetlenmelidir.

Sonuç olarak, sağlık sektöründeki bu sorunlar sadece bir sektörün değil, tüm toplumun sorunudur. İnsan hayatı bu kadar değersizleştirilemez, sağlık hizmetleri ticari bir faaliyet gibi görülemez. Hep birlikte bu sorunların çözümü için mücadele etmeliyiz, çünkü sağlıklı bir toplum ancak etik değerlere ve insani ilkelere bağlı bir sağlık sistemiyle mümkündür.

Teşekkür ederim. 

Bahadır Hataylı/Kasım-2024/Sancaktepe/İST

23 Kasım 2024 Cumartesi

Din Yalnız Allah’a Aittir-Kur'an ve Paralel Din Anlayışı Arasındaki Çizgiler

 


Bismillahirrahmanirrahim,

Allah’ın bize gönderdiği din, katıksız, tertemiz ve eksiksizdir. İslam, Allah tarafından tamamlanmış ve Resulullah aracılığıyla bize ulaştırılmış bir dindir. Ne bir eksik vardır, ne de bir fazlalık gerekmiştir. Ancak bugün bakıyoruz ki, Allah’ın kitabına paralel bir din anlayışı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu anlayış, Allah’ın kelamına eklemeler ve çıkarımlar yaparak, dini bir yığın karmaşa haline getirmektedir. Burada Allah’ın kitabı olan Kur’an ile ona paralel oluşturulmaya çalışılan din anlayışını net çizgilerle ayırarak, gerçek İslam’ın ne olduğunu ve bu sapmaların tehlikesini anlatacağız.

Allah Teâlâ, “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?” Ankebût/51 diyerek bize çok açık bir mesaj vermektedir: Bu Kitap yeterlidir. Yeterlilik, Kur’an’ın hiçbir ek bilgiye ihtiyaç duymayacak şekilde tamamlandığını ifade eder. Nitekim Allah, başka bir ayette şöyle buyurur:

"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim." Maide, 3

Bu ayet açıkça göstermektedir ki, İslam dini tamamlanmış ve kemale ermiştir. Peki, kemale ermiş bir dine eklemeler yapmak ne anlama gelir? Bu, Allah dini eksik bırakmış olduğu iddiasıdır ve bu, Rabbimize yapılacak en büyük saygısızlıklardan biridir.

Resulullah (sav), Allah’ın seçilmiş bir elçisiydi. O, insanlara Allah’tan gelen vahyi iletmekle görevliydi. Onun görevi, insanlara Allah’ın kelamını eksiksiz bir şekilde ulaştırmak ve kendi hayatıyla bu vahyin nasıl uygulanacağını göstermektir. Allah, Resulullah hakkında şöyle buyurur:

"O, kendi arzusuna göre konuşmaz. Onun konuştuğu, kendisine vahyedilen bir vahiyden başkası değildir." Necm/3-4

Bu ayet açıkça gösteriyor ki, Resulullah’ın bize aktardığı her şey vahiy kaynaklıdır. Ancak bugün, bazı çevreler Resulullah’ın sözleri adı altında ona iftiralar atarak, Kur’an’a aykırı bir din anlayışı oluşturuyorlar. Halbuki Allah, Resulüne bile şöyle bir uyarıda bulunmuştur:

"Eğer o (Resul), Bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, onu kuvvetle yakalardık. Sonra onun şah damarını keserdik." Hâkka/44-46

Resulullah’a bile bu kadar kesin bir uyarı yapılmışken, onun adına iftira atarak vahye aykırı sözler uydurmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu düşünelim.

Bugün görüyoruz ki, insanlar Allah’ın kitabında olmayan hükümleri dine eklemeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de şu savunmayı öne sürüyorlar: “Kur’an’da yer almasa bile, Resulullah hadis olarak bunu söylemiştir.” Ancak, bu iddianın kendisi ciddi bir problem barındırmaktadır. Çünkü Allah, Kur’an dışında bir kaynağın İslam dini için temel teşkil etmesini reddetmiştir.

"Hüküm yalnızca Allah’a aittir." Yusuf/40

Bu ayet, din adına hüküm koyma yetkisinin yalnızca Allah’a ait olduğunu açıkça ifade eder. Resulullah’ın sözleri, Kur’an’a uygun olduğu sürece değerlidir. Ancak, Resulullah adına uydurulmuş sözlerin dine eklenmesi, hem Resulullah’a iftira atmak hem de Allah’ın dinini tahrif etmektir. Bu durumu Allah şöyle ifade eder:

"Artık sözden sonra hangi söze inanacaklar?" Mürselat/50

Kur’an dışındaki kaynakları dinin temel kaynağı haline getirenler, Allah’ın kitabını yeterli görmemekte ve böylece insanları vahiyden uzaklaştırmaktadırlar. Bu da insanların, Allah’ın kelamını anlamak yerine, uydurma rivayetlerle oyalanmasına sebep olmaktadır.

Bazı kimseler, insanlara “Hesapsız cennete gireceksiniz” gibi vaatlerde bulunuyor. Bu, insanların Kur’an’daki hesap günü gerçeğini göz ardı etmesine yol açan tehlikeli bir sapmadır. Oysa Allah, herkesin yaptıklarının karşılığını göreceğini açıkça belirtmiştir:

"Kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını görür. Kim de zerre kadar şer işlerse karşılığını görür." Zilzal/7-8

Hesapsız cennet vaadi, insanları gaflete düşürmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü Kur’an, her insanın hesap vereceğini ve amellerinin karşılığını alacağını açıkça ifade eder. Allah’ın kelamında olmayan bir şeyi din adına söylemek, hem Allah’a hem de insanlara karşı büyük bir ihanettir.

Kur’an, insanları uyarmak ve doğru yola iletmek için indirilmiştir. Allah, bu konuda Resulullah’a şu emri vermiştir:

"Rabbinden sana vahyedileni onlara anlat ve yüz çevir." En’am/106

Bugün, Kur’an’ın mesajını insanlara ulaştırmak yerine, ona paralel dinler oluşturanlar, büyük bir vebal altındadır. Allah’ın dinini eksiksiz ve net bir şekilde insanlara ulaştırmak bizim görevimizdir. Ancak bunu yaparken, Allah’ın kitabına herhangi bir şey eklememeli veya ondan bir şey çıkarmamalıyız.

Ey insanlar! Allah’ın dini, katıksız ve halistir. Ona başka hiçbir şeyi eklemek veya ondan bir şey çıkarmak mümkün değildir. Allah, insanlara indirdiği kitabı şöyle tarif eder:

"Bu Kur’an, uydurulmuş bir söz değildir. Ancak, kendisinden önceki kitapları tasdik eden, her şeyin ayrıntılı bir açıklaması olan, iman eden bir topluluk için bir rahmet ve rehberdir." Yusuf/111

O halde, Allah’ın dinine katkıda bulunmaya çalışmak, Allah’ın dini eksik bıraktığını iddia etmek demektir. Bu, çok büyük bir sapmadır. İnsanları vahyin ışığına çağıran Kur’an, bize yeterlidir. Din adına konuşurken, yalnızca Allah’ın kitabına dayanmalıyız.

Din yalnızca Allah’a aittir ve sadece O’nun kelamı doğrudur. Resulullah’ın görevi, Allah’tan gelen mesajı bize ulaştırmaktır. O’nun adına uydurulan sözlere itibar etmeyin. Çünkü bu, hem dine zarar verir hem de sizi helak eder. Allah’ın kitabına sımsıkı sarılın ve başka kaynaklara din adına eklemelerde bulunmayın. Unutmayın: "Hesap günü her şey ortaya çıkacaktır ve hesabı yalnızca Allah görecektir."

Erol Kekeç/22.11.2024/Namazgah/İST

22 Kasım 2024 Cuma

Köleliğin Gönüllü Savunucuları- Uyanışa Çağrı

 

Sevgili dostlar,
Haydi, bir an durup düşünelim. İnsanlık tarihini baştan sona kadar incelediğimizde, bazı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırız. Bu gerçeklerden biri de, köleliğin yalnızca fiziksel bir zincirden ibaret olmadığıdır. Zihinsel kölelik, insanoğlunun kendi elleriyle ördüğü ve içine hapsolduğu en tehlikeli hapishanedir. İşte tam da burada bir soruyla karşılaşırız: Köleler, neden kendi efendilerinin savunucuları olurlar?

Belki de bu soru, içinde bulunduğumuz çağın en can alıcı meselelerinden biridir. İnsanlar, özgürlüklerinin ellerinden alındığını fark etmeden, efendilerinin çıkarlarını savunmaya başlarlar. Öyle bir hale gelir ki, kendi esaretlerini bir erdem, hatta bir zorunluluk olarak görürler. Peki, bu durum nasıl mümkün olabilir? Gelin, bu soruyu tüm boyutlarıyla ele alalım.

Kölelik, ilk bakışta fiziksel bir boyunduruk gibi görünebilir. Bir insanın, başka bir insana bağımlı hale gelmesi, onun emirlerine boyun eğmesi ve özgürlüğünü yitirmesi… Ancak bu, yalnızca görünen kısmıdır. Asıl kölelik, insanın zihninde başlar.

Bir düşünün: Eğer bir köle, efendisinin otoritesini sorgulamayı bırakır ve onu bir zorunluluk olarak kabul ederse, artık zincirlerine ihtiyaç kalır mı? O köle, kendi iradesiyle efendisinin çıkarlarını savunur hale gelir. Çünkü ona göre bu düzenin dışında bir yaşam mümkün değildir. Zihinsel kölelik, işte böyle başlar.

Günümüzde fiziksel zincirlerin yerini başka şeyler aldı: medya, ideolojiler, ekonomi, kültürel normlar… İnsanlar artık doğrudan baskıyla değil, bu görünmez zincirlerle kontrol ediliyor. Oysa kölenin efendiye ihtiyacı yoktur. Efendinin varlığı, kölenin gözünde yalnızca bir yanılsamadır. Ancak bu yanılsama öylesine güçlüdür ki, köle kendi efendisini yaratır ve onu korumak için var gücüyle savaşır.

Daha açık ifade etmek gerekirse, bugünün dünyasında efendiler, bireylerin kendilerine çizdiği sınırlar ve dayatmalardır. İnsanlar, sistemin kendilerine sunduğu yaşam tarzını sorgulamadan kabul ederler. Kendi haklarını savunmaktan ziyade, sistemin devamlılığı için çabalarlar.

Bir toplumu köleleştirmek için, fiziksel güçten daha fazlası gerekir. İnsanların inançlarını, değerlerini ve düşünce yapısını kontrol etmeniz yeterlidir. Peki bu nasıl yapılır? 

Bir insan, kendine sunulan gerçeklerin dışındaki bir dünyanın mümkün olduğunu bilmiyorsa, asla sorgulama yapamaz. Bu nedenle, ilk adım bireylerin düşünme kapasitesini kısıtlamaktır. Eğitim sistemleri, medya ve toplum kuralları, insanların sorgulama yetisini köreltmek için kullanılır.

Bir bireye, belirli sınırlar içinde özgür olduğu yanılsaması verilirse, o kişi zincirlerinin farkına varmaz. İnsanlar, tercih yapabildiklerini düşündüklerinde aslında sadece sunulan seçeneklerden birini seçtiklerini unutur. Oysa bu seçeneklerin tümü, aynı sistemin parçasıdır.

Kölelik, korkuyla beslenir. İnsanlar, sistemin dışında bir yaşamın tehlikeli olduğunu düşünürse, o sisteme daha sıkı sarılırlar. Ekonomik bağımlılık, sosyal statü kaygısı, dışlanma korkusu… Hepsi, bireylerin mevcut düzeni savunmalarını sağlar.

Bir birey, yaşadığı olumsuzlukların sebebini kendi yetersizliğine bağlamaya başlarsa, sistemden şikayet etmek yerine kendini suçlar. Bu da köleliği daha da pekiştirir.

Şimdi en önemli soruya gelelim: Bir köle, neden efendisini savunur?

Bunun en temel sebebi, efendinin olmadığı bir yaşamı hayal edememesidir. İnsanlar, kendilerini güvende hissetmek için bir otoriteye ihtiyaç duyarlar. Bu otorite, onların her şeyi düzenleyen, kontrol eden ve ihtiyaçlarını karşılayan bir güç olarak görülür. Ancak burada büyük bir çelişki vardır: Bu otoriteyi desteklemek, aslında kendi esaretlerini desteklemektir.

Köleler, bu çelişkiyi göremezler. Çünkü onlara sunulan hikaye, efendinin onlar için vazgeçilmez olduğu fikrini işler. "Efendisiz bir toplum anarşiyle yok olur," derler. Bu yüzden efendilerini savunmak için gerekirse kendi özgürlüklerinden bile vazgeçerler.

Eğer bir toplum, kendi köleliğini kabullenir ve bu köleliği savunursa, o toplumun yok olması kaçınılmazdır. Çünkü bir toplum, özgür düşünce ve sorgulama yetisini kaybettiğinde, kendini geliştirme ve yenileme yeteneğini de kaybeder.

Bir toplum, zulmü normalleştirip onun savunucusu haline geldiğinde, kendi sonunu hazırlamış olur. Bu tür toplumlar, dışarıdan bir saldırıya gerek kalmadan, kendi içlerinden çürüyerek yok olurlar. Çünkü zulmü kabullenmek, insanın kendi değerlerini yok etmesidir.

Peki, bu karanlık döngüyü kırmak mümkün mü? Elbette. Ancak bunun için bir uyanışa ihtiyaç var. Bu uyanış, bireysel düzeyde başlayarak topluma yayılmalıdır. İşte bu uyanışı sağlamak için yapılması gerekenler:

Bir birey, kendisine sunulan her bilgiyi sorgulamalıdır. "Bu bilgi, kimin çıkarına hizmet ediyor?" diye sormak, uyanışın ilk adımıdır.

Toplum, bireylerin farklı düşünceler üretmesine ve bunları ifade etmesine izin vermelidir. Baskıcı sistemler, bireylerin düşünme yetisini öldürür.

Korkular, insanın en büyük zincirleridir. Bu korkularla yüzleşmek ve onları aşmak, özgürlüğün kapısını açar.

Bireysel çabalar, toplumsal dayanışmayla birleşmelidir. İnsanlar, yalnız olmadıklarını ve birlikte hareket ettiklerinde daha güçlü olduklarını fark etmelidirler.

Sevgili dostlar,
Bugün size, zincirlerinizi kırmanız için bir çağrıda bulunuyorum. Zihninizdeki sınırları aşmadan, gerçek özgürlüğe ulaşmanız mümkün değil. Efendilerinizin size dayattığı hikayeleri sorgulayın. Kendi yaşamınızın sahibi olun.

Unutmayın, kölelik bir kader değildir. Bir tercihtir. Eğer bu tercihi reddederseniz, efendilerinizin değil, kendi hayatınızın savunucusu olursunuz. Ve ancak o zaman, gerçek anlamda özgür bir toplum yaratabilirsiniz.

Şimdi size düşen, bu zincirleri fark etmek ve kırmaktır. Çünkü bu dünyadaki en büyük esaret, insanın kendi aklını ve ruhunu zincire vurmasıdır. Hadi, zincirleri kırın ve özgürlüğe doğru ilk adımınızı atın!

Erol Kekeç/20.11.2024/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!